Dâvud el-Kayserî -kuddise sırruh- Hazretleri "el-Matlâu alâ Husûsu'l-Kelim" adlı eserinin mukaddimesinde nübüvvet ve velâyet mevzularını ele alırken, Hâtemü'l-evliyâ'nın Hâtemü'l-enbiyâ Aleyhisselâm'la bitiştiği ve onun velâyetiyle tahakkuk ettiği noktaya işaret ederek şöyle buyurmuştur:
"Hâtemü'l-evliyâ, hakikatte Hâtemü'l-enbiyâ'dan başka bir şey değildir." (el-Matlâu Husûsu'l-Kilem)
Niçin? Ondan ona intikâl ettiği için. Daha önce o idi, ona intikal edince o oldu. O vazifesini hakkıyla yaptığı gibi, hakkıyla vazife yapmak şimdi ona düştü, o vazifeyi yapması gerekiyor.
Allah-u Teâlâ Hâtem-i enbiyâ'ya ne ki lütfetmişse velâyetinde lütfetmiş. Velâyet bâtındır. Verilen ona veriliyor. Ona verilen aynen ona intikal edince, zaten onundu, oraya intikal ediyor. Biraz evvel onundu, biraz sonra onun oldu. Yani biraz evvel bu ev babanındı, biraz sonra evlâda geçti, o kadar.
Şu kadar var ki baba çok itibarlı olduğu için kalan şey de çok itibarlıdır.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri Hâtem'ül-evliyâ olan zâtın, Allah-u Teâlâ'nın emri ve hükmü ile yürüyeceğini bin sene öncesinden haber vererek şöyle buyurmuştur:
"Hâtemü'l-evliyâ, Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in yolunda, onun nübüvveti ve Allah'ın mührü ile yürür." (Hatmü'l-Evliyâ)
O, O'nun halifesidir. Allah-u Teâlâ'nın lütuf ve ihsanlarını akıl almaz, O'nun ihsanından başka bir şey de değil. O öyle murad etmiş. Mahlûka âit hiçbir şey yok.
O Muhammed Aleyhisselâm değil, Muhammed Aleyhisselâm'ın vekâletinin taşıyıcısı ve emanetçisi. O hazinenin hazinedârı.
Nitekim Yâkubhân Kâşgârî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
"Sultan'ın hazinesine bir hazinecinin tayin edilmesi gibi; Hâtemü'l-velâye de onun velâyet mertebesine tayin edilmiştir. Lâkin hazinesini hazineciden alıyor diye Sultan'dan üstün olduğu düşünülmemelidir."
Bâli-i Sofyevî -kuddise sırruh- Hazretleri ise "Fusûsu'l-Hikem Şerhi" de Hâtemü'l-evliyâ'yı:
"Zâtiyet hazinelerinin anahtarlarını elinde bulunduran zât..." olarak vasıflandırmıştır. ("Şerh-i Fusûsu'l-Hikem-i Bâlî", s;39)
Yani "Allah-u Teâlâ emânât-ı ilâhîyi ona bırakmış!" diyor.
Allah-u Teâlâ onun velâyetini öyle yaratmıştır ki, bütün velilere verdiği hâli, ahvâli, tecelliyâtı... hepsini onda cem etmiştir. Niçin? Onu sevdiği için. Allah-u Teâlâ Hâtem-i nebi'ye "Habib'im!" dedi. Bu bir intikal olduğu için bu sevgi de intikal eder. Sevmeseydi zaten iki kandil yaratmazdı.
Çünkü o vazifesini bitirmiş gitmiş. "Ben işimi bitirdim, benim yerimde o kaldı." diyor, çünkü aynı vazife. O da aynı vazife ile muvazziftir.
Bir Âyet-i kerime var. Allah-u Teâlâ buyurur ki:
"Ey Resul! Rabb'inden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçiliğini yapmamış olursun." (Mâide: 67)
Şimdi biz o sahnedeyiz.
Ona ne ki lütfettiyse o intikalle beraber hepsi intikal etti. Orada bir şey kalmadı yani. Bunu böyle bilin.
Dikkat ederseniz Zeyneddîn el-Hâfî -kuddise sırruh- Hazretleri arzettiğimiz beyanlarında, gayenin kemâline ererek Tevhîd'in nihayetine erişen Hâtemü'l-enbiyâ ve Hâtemü'l-evliyâ'nın beşerî akılla idrâk edilemeyeceğini ortaya koymakta ve;
"Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol tâyin ettik"
Âyet-i kerime'sinin bu iki Hâtemiyet'e işaret ettiğini ifşâ etmektedir.
Şeriat Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in İslâm dinini tebliğ vazifesidir. Yol ise; şeriatı yayarken, vazifesinden ötürü velâyetini kullanmadı, velâyeti şimdi dünyaya yayılıyor.
Hülâsa olarak arzetmek gerekirse; risaletini kullanıp velâyetini bıraktığı için, bu velâyet dünyaya şimdi yayılıyor. Yol şimdi açılmış oldu.
Bu durum Resulullah Aleyhisselâm'ın velâyetini kullanmadığından ötürüdür. "O velâyet intikal etiği için, o yolu o açacak!" demek istiyor.
Nübüvvetini ve risâletini kullandı, velâyetini kullanmadı. Velâyetini kullanma günü bugünmüş.
O zaman o lâzımdı onu gönderdi, bu zamanda bu lâzımdı bunu gönderdi.
Onu da O gönderdi, onu da O gönderdi. Evvel onu gönderdi, sonra onu gönderdi.
Onu da Âdem Aleyhisselâm'dan evvel yarattı, onu da Âdem Aleyhisselâm'dan evvel yarattı.
Onu da Hatem yaptı, onu da Hatem yaptı.
İkisi de nur, ikisi de kandil, ikisi de hâtem...
Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri, Allah-u Teâlâ'nın onun irşadını yayacağını beyan buyuruyor ve yaydı.
Nitekim İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri:
"Kararmış olan âlem onun zuhur nuruyla aydınlanır. Onun hidayet ve irşad nurları bütün âleme yayılır." buyurmuşlardır. ("Mektûbât"; 260. Mektûb)
Hiçbir kimsenin irşadı dünyaya sirayet etmemişti. Fakat bu irşâd dünyaya sirayet etti. Hem zâhirî hem bâtınî birleşince bu şekilde dünyaya sirayet etmiş oldu. Allah-u Teâlâ öyle murad etmiş.
Allah-u Teâlâ bir Âyet kerime'sinde buyurur ki:
"Rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah büyük lütuf ve kerem sahibidir." (Âl-i imrân: 74)
Ezelden bu kandilleri halketmiş, koymuş, öyle murad etmiş. Mahlûka âit hiçbir şey yok.
Allah-u Teâlâ Yahya Aleyhisselâm'a, son Peygamber'in ümmetinden olan bu büyük zâtı müjdeleyerek nebilerin ve resullerin dahi gıpta edeceği bir kemâlatla göndereceğini vahyetmiş ve beyanlarının bir noktasında şöyle buyurmuştur:
"İzzet ve Celâl'ime yemin ederim; ben onu öyle bir gönderişle göndereceğim ki, Nebi'ler ve Resul'ler dahi ona gıpta edecekler!"
Gıbta etmelerinin sebebi ve hikmeti; onu Allah-u Teâlâ gönderdiği için, irşadını O yaydığı için, bu nuru bütün dünyaya O sirayet ettirdiği içindir.
Zira Allah-u Teâlâ diğer nebileri ve resulleri yakınlarına, yahut kendi kavimlerine, kendi muhitlerine, kendi mıntıkalarına gönderdi. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i ise umuma gönderdi. Bu ise Rahmeten lil-âlemîn olan Hâtem-i nebi'nin vekili olduğu için, onun irşadını hem dünyaya sirayet ettirdi, hem âlemlere sirayet ettirdi. Onun vazifesi olduğu gibi nakledildiği için, umumî bir irşad var.
Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Fütûhü'l-Gayb" adlı eserinde buyurur ki:
"O resul ve nebilerin vekilidir, peygamberler bunu vekil etmişlerdir." (33. Makale)