Muhterem Okuyucularımız;
Tasavvuf, esrar odasının ilâhi sırlarına insanı mazhar eden bir yoldur.
Asıl mânâ süzülmektir. Tereyağının süzüldüğü gibi süzülmek, haddelerden geçmek... Bu hâle gelebilmek için tasavvuf elzemdir.
"Koca bir adam olarak girdim, zerre hakîr olduğumu bildim."
Tasavvuftan gaye budur. Bu hale gelebilmek için, "Fenâ"ya varmak için tasavvuf elzemdir.
Bütün gaye varlığı ifnâ etmek ve Var'ı bulmaktır. Varlığımız Var'ı bulmaya mânidir. Varlık yok edilip, Var bulunduğu zaman yapılan her iş Allah ile yapılır. Tasavvufun en son sınırı budur ve tasavvufun özüdür. Zira ancak Allah ile yapılan esastır. Bu hâle gelmeyen kimselere nefis müdahele eder, yaptıklarını nefisle yaparlar.
Tasavvuf bir ilim-irfan mektebidir. Esrar odasının ilâhi sırlarına mazhar olabilmek ve hakikatı anlamak için kurulmuş bir mektep. Bu tahsil sayesinde bütün ilimlerin özüne inilir. Altı mektep var, her mektebin de sınıfları var.
Bu ilim ve irfanı tahsil etmek için Mürşid-i kâmil'i bulmak şarttır ve elzemdir. Hakikat yolunun rehberini Allah-u Teâlâ yetiştirmiştir.
Mürşid-i kâmil Allah-u Teâlâ'nın ona bahşettiği tasarruf ile yürütür. Oldukları yerde müridânı tekâmül ettirir. Az dersle çok yol aldırır. İstidatları nispetinde geldikleri makamlara tekrar çıkarır. Yâni misâl âleminden gelmişlerdi, tekrar o âleme kadar çıkarmaya muvaffak olur. Bu bir lütf-u ihsandır. Allah-u Teâlâ o kişiye ihsan edecek ki, Mürşid-i kâmil bunu yapsın. Kalbi bozuk, yani cılk yumurta gibi olan hiçbir şey alamaz. Binaenaleyh bir insanın dünyaya gelerek birinci turu yapmasına anne-baba vesile olduğu gibi, ikinci turu yapıp dâireyi tamamlamasına da Allah-u Teâlâ Mürşid-i kâmil'i vesile kılmıştır.
Dikkat edilirse Mürşid-i kâmil'in anne-babadan çok daha mühim olduğu görülür.
Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri'mizin:
"Dünyaya gelmekten murad Mürşid-i kâmil'i bulmaktan ibarettir." buyurmaları bu hakikatın bir ifadesidir ve intisab bu bakımdan lüzumludur.
İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri: "Şeriat üç şeyle tamamlanır. İlim, amel, ihlâs." buyurmuşlardır. İlim okumakla, amel çalışmakla elde edilirse de, ihlâs ve ihlâsta daimi kalmak ancak tasavvufla elde edilir.
Allah-u Teâlâ zâhiri ilimlerin öğrenilmesi için yeryüzünden âlimleri eksik etmediği gibi bâtınî ilimleri öğretmek için tarikat ehlini de eksik etmemiştir.
İlim ve hakikat âleminde imanın kemâlleşmesine büyük bir âmil, zühd ve takvâ ile başlayıp olgun dimağlarda bir felsefe olan tasavvufun; bir takım müfsid telakkiler altında zan, nam ve menfaatler sebebiyle safiyeti ve aslı kaybettirilmeye çalışılmıştır.
Bazı câhilleri marifet ehli zannıyla aldatan, taassub ehli birkaç sahte mürşidin tasavvuf iddiasında bulunmaları, fikirlerde kararsızlık husule getirmiştir.
Her zamanda olduğu gibi bugün de tasavvuf aynen mevcuttur. Asliyetinden hiçbir şey kaybetmemiştir. Ve bu yol kıyamete kadar bâkidir. Hazret-i Allah dilediğinin devrini kapatır, dilediğinin devrini açar.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk'a iletirler ve hak ile hüküm verirler." (A'raf: 181)
Hakk'a varabilmek için, Hakk'a götürenleri bulmak lâzımdır. Hakk'a ileteni bulursan o zaman hakikate vakıf olursun. Hakk'a vardığın zaman, gerçeği öğrendiğinde yalnız "O" olduğunu hem göreceksin hem bileceksin. Zira hep O...
Bugüne kadar bu âlî himmetleriyle Hakk yolunun saliklerini bidatçıların, ehl-i dalâletin iğva ve saptırmalarından korumuşlardır. Allah-u Teâlâ onların doğruluğunu bizzat kendisi rahmetiyle müminlere göstermiş, müminler de bu büyüklerden istifade etmişler, feyz almışlardır.
Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerin nur ışığı altında ilim irfan mektebi olan "Tasavvuf" ayrıntılı bir şekilde açıklanmış ve Ümmet-i Muhammed'in istifadesine arz edilmiştir.
Baki esselâmü aleyküm, ve rahmetullah...
"Tasavvuf Nedir?"
"Bir İlim İrfan Mektebidir. Alınmakla Girilir."
"Hülâsâ Mânâsı Nedir?"
"Koca Bir Adam Olarak Girdim, Zerre Hakir Olduğumu Bildim."
"Sizi Nasıl Tanırız?"
"Var ile Övünürüm, Varlığımdan Utanırım. Bu Hitap Bir Kitaptır..."
"Bu Abd-i Âcize; "Senin Bu Yolda Bir Dahlin Var mı?" Diye Suâl Etseler "Hiç!" Derim.
Yalnız Şu Kadar Var ki, Yetmiş Üç Yol Ağzına Gelen Bir Yolcu;
"Hakk Ehli Hangi Yoldan Gidiyor?" Dese, "Şu Yoldan Gidiyorlardı, O Yolda İzlerini Gördüm." Diyebilirim."
Tasavvuf, İslâmî ilimlerin özü ve kaynağıdır. Esrar odasının ilâhî sırlarına mazhar olabilmek ve hakikati anlamak için kurulmuş ilâhi bir ilim-irfan mektebidir. Bu tahsil sayesinde bütün ilimlerin özüne inilir.
Tasavvuf, insanın süflî hayattan ulvî hayata yükselmesi ve yüksek kemâlâta ulaşabilmesi için; nefsini kötü duygu ve huylardan, hayvânî sıfatlardan arındırarak ahlâkını düzeltmesini, zâhirini ve bâtınını nurlandırmasını sağlayan mânevî bir disiplindir. Bu bakımdan tasavvuf, İslâm ahlâkının vücut bulmasında en büyük âmildir.
Allah-u Teâlâ zâhiri ilimlerin öğrenilmesi için yeryüzünden âlimleri eksik etmediği gibi bâtınî ilimleri öğretmek için tarikat ehlini de eksik etmemiştir.
Her zamanda olduğu gibi bugün de tasavvuf aynen mevcuttur. Asliyetinden hiçbir şey kaybetmemiştir. Ve bu yol kıyamete kadar bâkidir. Hazret-i Allah dilediğinin devrini kapatır, dilediğinin devrini açar.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk'a iletirler ve hak ile hüküm verirler." (A'raf: 181)
Hakk'a varabilmek için, Hakk'a götürenleri bulmak lâzımdır. Hakk'a ileteni bulursan o zaman hakikate vakıf olursun.
Hakk'a vardığın zaman, gerçeği öğrendiğinde yalnız "O" olduğunu hem göreceksin hem bileceksin. Zira hep O...
Bu tertemiz vazife mânevî bir miras olarak nebîlerden âlimlere intikal etmiştir. Buradaki âlimlerden murad, "Kibâr-ı evliyâullah"tır.
Bu kalpleri diri hakikat ehilleri Resulullah Aleyhisselâm'ın yolundan; Ashâb-ı kiram'ın, Selef-i sâlihin'in yolundan yürümüşler, sırat-ı müstakim'den bir an bile ayrılmamışlardır.
Bugüne kadar bu âlî himmetleriyle Hakk yolunun saliklerini bidatçıların, ehl-i dalâletin iğva ve saptırmalarından korumuşlardır.
Allah-u Teâlâ onların doğruluğunu bizzat kendisi rahmetiyle müminlere göstermiş, müminler de bu büyüklerden istifade etmişler, feyz almışlardır.
Tasavvuf zamanımıza kadar büyük bir saffet ve samimiyet içinde gelmiş, asliyetinden hiçbir şey kaybetmemiştir. Asırlar boyunca İslâm ahlâkının vücut bulmasında, fitne ve fesadın bertaraf edilmesinde, gerçek kardeşliğin tesisinde, birlik ve beraberliğin sağlanmasında, beşeriyetin ruh hastalıklarının tedavisinde, imanın kemâlleşmesinde yine de en büyük âmil o olmuştur.
O sır bereketi ile ahkâm-ı ilâhi kıyamete kadar baki kalacaktır.
Hakikatte tasavvuf; gerçek kardeşliği, müminlere kardeş nazarı ile bakmayı, birlik ve beraberliği sağlar. İman ile küfrü kesin olarak ayırt edebilecek mihengi bahşeder.
Zirâ hakikat ehlinde dâvâ ve gaye olmaz. Onun bütün arzusu rızâ ve mahviyettir. Mahviyet içinde niyaz, niyaz yolu ile rızâdır.
Allah-u Teâlâ marifetullah ehline dilediği kadarını duyurur. Kitap satırları arasında bulunmayan ancak Allah-u Teâlâ'ya yakın olanların sadırlarında kalplerinin derinliklerinde bulunan ilim marifetullah ilmidir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kur'an kendilerine ilim verilen insanların kalplerinde parıldayan apaşikâr âyetlerdir." (Ankebut: 49)
Hazret-i Kur'an'ın verdiği ilimle, kalplerinde parlayan apaşikâr nûr sayesinde Allah-u Teâlâ dilediği kadar bunlara esrar-ı ilâhi'yi bildirir ve gösterir. O'nun içindir ki bunların bildiğini başkası bilemez. Zâhir ulemâ bunları bilmez, anlamaz, görmez. Çünkü bu sâdır ilmidir.
Hazret-i Allah işte bu sevdiği ve seçtiği kullara dilediği şekilde tecelli eder ve onları vazifeli kılar. Her biri ayrı ayrı vazifelerle gönderilmiştir. İşte bu tarif edilen taife hakiki mutasavvıflardır.
Gerçek mürşid Hazret-i Allah'tır. Hakiki mutasavvıflar ve hakiki vahdet-i vücudçular vücud O, mevcud O olduğunu hem görür, hem bilirler. Her şeyin "Ol" emr-i şerif'iyle husule geldiğini ve her şeye bir sûret verildiğini, her zerrede uluhiyet sırlarının mevcud olduğunu, kâinâtın vücud nûrunun zerrelerinin zuhur mahallinden husule geldiğini görür ve bilirler.
Râbıtaya mezun olanlar da ancak bunlardır. Çünkü o, kendi varlığını var olan Hazret-i Allah'ta ifna etmiş, gerçek mürşidin Hazret-i Allah olduğunu bilmiştir.
Onlar Hakk'ı bilir, Hakk'ı görür ve Hakk'ı tarif eder.
"Allah'tan korkar takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur." (Bakara: 282)
Bunlar Hazret-i Allah'ın talebesi olduğu için Hazret-i Allah'ı yalnız bunlar bilir. Hazret-i Allah onlara ne öğrettiyse ve ne gösterdiyse onu bilir ve görür, o esrarı ancak onlar çözer ve çözdürmeye çalışır. Onlar Hazret-i Allah'a ulaştırır.
Tasavvuf, esrar odasının ilâhi sırlarına insanı mazhar eden bir yoldur.
Asıl mânâ süzülmektir. Tereyağının süzüldüğü gibi süzülmek, haddelerden geçmek... Bu hâle gelebilmek için tasavvuf elzemdir.
Ruhu tâlim ve terbiye, nefsi tezkiye sayesinde insandaki ahlâk-ı zemimeler, kötü huylar gider. Emmâre olan, yani her kötülüğü emreden ve yaptıran nefis "Sâfiye"ye vardığı zaman sâfileşir, övülmeye lâyık olur. Buna da âmil tasavvuftur.
Bütün gaye varlığı ifnâ etmek ve Var'ı bulmaktır. Varlığımız Var'ı bulmaya mânidir. Varlık yok edilip, Var bulunduğu zaman yapılan her iş Allah ile yapılır. Tasavvufun en son sınırı budur ve tasavvufun özüdür. Zira ancak Allah ile yapılan esastır. Bu hâle gelmeyen kimselere nefis müdahele eder, yaptıklarını nefisle yaparlar.
Burada bir sırrı size şöyle arzedelim. Nefsin kalkanı vardır, Kelime-i Tevhid çekildiği zaman kalkan tutar ve o tevhid tohumunu kalbe düşürmez, boşa düşürür. Ve fakat ince yollardan geçe geçe, haddelerden süzüle süzüle varlık yok edilirse, her yapılan iş Allah ile yapılır, nefsin ve şeytanın attığı iğva taşları ona isabet etmez. O yok ki isabet etsin. Erimiş, yok olmuş, varlığını tamamen ifnâ etmiş. Bu ince ayrılığı kavrayabildiniz mi? Yani var olanda nefsin kalkanı var, Kelime-i Tevhid'i içeriye düşürmüyor. Yok olanda ise O var, her yaptığını O'nunla yapıyor. Nefsin ve şeytanın müdahalesi ona tesir edemiyor. Tasavvuf işte onu bu noktaya erdirir.
Tasavvuf bir ilim-irfan mektebidir. Esrar odasının ilâhi sırlarına mazhar olabilmek ve hakikatı anlamak için kurulmuş bir mektep. Bu tahsil sayesinde bütün ilimlerin özüne inilir. Altı mektep var, her mektebin de sınıfları var.
Bu ilim ve irfanı tahsil etmek için Mürşid-i kâmil'i bulmak şarttır ve elzemdir. Hakikat yolunun rehberini Allah-u Teâlâ yetiştirmiştir.
Onu mahviyetin en aşağı derecesine indirmiştir. Yalnız Allah ve Resul'ünden bahseder, başka hiçbir şeyden bahsetmez. Hep O'nun varlığını, O'nun verdiğini ortaya koyar. Allah yolunu o tarif eder.
Mürşid-i kâmil Allah-u Teâlâ'nın ona bahşettiği tasarruf ile yürütür. Oldukları yerde müridânı tekâmül ettirir. Az dersle çok yol aldırır. İstidatları nispetinde geldikleri makamlara tekrar çıkarır. Yâni misâl âleminden gelmişlerdi, tekrar o âleme kadar çıkarmaya muvaffak olur. Bu bir lütf-u ihsandır. Allah-u Teâlâ o kişiye ihsan edecek ki, Mürşid-i kâmil bunu yapsın. Kalbi bozuk, yani cılk yumurta gibi olan hiçbir şey alamaz. Binaenaleyh bir insanın dünyaya gelerek birinci turu yapmasına anne-baba vesile olduğu gibi, ikinci turu yapıp dâireyi tamamlamasına da Allah-u Teâlâ Mürşid-i kâmil'i vesile kılmıştır.
Dikkat edilirse Mürşid-i kâmil'in anne-babadan çok daha mühim olduğu görülür.
Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri'mizin:
"Dünyaya gelmekten murad Mürşid-i kâmil'i bulmaktan ibarettir." buyurmaları bu hakikatın bir ifadesidir ve intisab bu bakımdan lüzumludur.
İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri: "Şeriat üç şeyle tamamlanır. İlim, amel, ihlâs." buyurmuşlardır. İlim okumakla, amel çalışmakla elde edilirse de, ihlâs ve ihlâsta daimi kalmak ancak tasavvufla elde edilir. Onlar hıfz-ı himâyede tasarruf-u ilâhî'de oldukları için, o ihlâsı elde ediyorlar.
Tasavvuf, Allah sevgisine yegâne vesiledir.
İntisab etmek istendiği zaman evvelâ istihâre yapılır. "Eğer bana nasip etmişsen ve kime nasip etmişsen bana göster, bileyim ve ona göre gireyim." diye Allah-u Teâlâ'dan istimdat edilir. Bir alâmet zuhur ederse ehli bulunup ehline tabir ettirilir. Ehli olmazsa, yanlış bir tabir ile kişiyi dalâlete sevk eder. Ehli bulunacak ve o tabire göre hareket edilecek. Tarikat-ı aliye'ye böyle girilir. Bu kadar lüzumlu bir yol, Ahmed'e Mehmed'e intisab etmek demek değildir. Rehber bulununcaya kadar aramak icabediyor. "İntisab ettim, bağlandım." gibi sözler boş sözlerdir.
Allah-u Teâlâ ezelden nasipdar ettiği kimsenin nasibini, yolun hakiki rehberine teslim eder ve kişiyi ona ulaştırır. Mürid günâ gün o nasibi alır ve terakki eder. Mevlâ o nasibi koymasaydı, mürşidde o nasip yoktu. Mürşid O'nun koyduğu nasibi vermiş oluyor. Daha doğrusu o kanaldan almış oluyor. Çünkü veren yalnız Allah-u Teâlâ'dır.
Meselâ çocuk annesini emiyor. Annesi: "Sütü ben verdim." diyebilir mi? "Ben verdim" dese, peki ona sütü kim verdi? Evet hakikaten çocuğu annesi emzirdi ama, süt ona ait değil. Sütü vereni kimse düşünmüyor. Her şeyde Allah-u Teâlâ'nın ikram ve ihsanı vardır.
Mürşid de böyledir, bir ana gibidir. Nasipdar olanlara Allah-u Teâlâ'nın ezelden yerleştirdiği nasiplerini verir. Kendisine ait hiçbir nesnesi yoktur.
Mektebe giden bir talebenin, mektepte sınıf programına göre hareket edip, sınıflarını geçtikçe kitaplarını değiştirdikleri gibi, onun da merhalesinin tablosunu boynuna takarlar. Bu gizlidir. O merhale bitinceye kadar o tablo mucibince harekette bulunur. O tablo vazifesini ifâ edip bitirince, onu kaldırırlar ikincisini koyarlar. Yani sizin anlayacağınız, kitabını değiştirirler. Bu kitaplar Mürşid-i kâmil vasıtası ile değişir. Mürid bunun farkında bile olmaz. Ezeli nasibi günâ-gün iner. Bunu ancak tasarruf sahibi Mürşid-i kâmil yapabilir, mürşid sûret-i katiyyede buraya giremez. Tasarrufu olmadığı için bunu yapamaz. Bütün yükü müridâna yükler. O yalnız yolu gösterir, "Yürü de git." der, gayrıya tecavüz etmez.
Birisi yürütüyor, diğeri yürü diyor. Birisi sütü vereni görüyor, diğeri memede kalıyor. Daha doğrusu birisi O'nun diyor, diğeri benim diyor. Aradaki fark bu kadar büyüktür. Mürşidleri de Mürşid-i kâmil yetiştirir.
Evet Mürşid de vazifelidir. Bir kaymakamın idaresi bir kazayı, bir valinin idaresi bir vilâyeti, bir Reisicumhur'un idaresi de devleti içine alır. Mâneviyat da böyledir. Hepsinin kendilerine göre vazifeleri ve salâhiyetleri vardır. Allah-u Teâlâ nasıl tecelli ederse, nasıl murad ettiyse öyle olur.
Hakikate ulaşmak için merdiven basamaklarından çıkmak gerekiyor. Bu basamaklar üç merhaledir. Mürid Fenâfişşeyh'te varlığını, Fenâfirrasûl'de yokluğunu, Fenâfillâh'ta hiçliğini yok eder. Daha doğrusu hiç olduğunu gözü ile görmeye başlar. Allah-u Teâlâ dilediği zaman hakikati duyurur.
Hep ezeli nasip, başka hiçbir şey değil.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Onlar sözün en güzeline hidayet edilmişler, kendisine çok hamdedilen Allah'ın doğru yoluna eriştirilmişlerdir." (Hacc: 24)
Bu ilim-irfan mektebinin görünüşte mektebi de hocası da yoktur. Lâkin bilen için çok ince bir disiplin, hâli terbiye mevcuttur. Bu mânevi terbiye onu takvâ kalıplarına sokar, Kur'an-ı kerim ve Sünnet-i seniyye rayları üzerinde yürütür.
Bazı kimse "Kâl"den anlar, bazısı bizzat "Hâl"den anlar, bazısı da "Hâlât"a mazhardır. Hâl, Allah-u Teâlâ'nın duyurduğu, fakat kişinin ifade edemediği şey; hâlât ise hâli kavramak ve karşıdakinin anlayabileceği hâli tarif etmeye çalışmak demektir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyor:
"Kim bildiği ile amel ederse, Allah ona bilmediklerini öğretir." (Keşf-ül Hafâ)
Tasavvuf öyle bir mektep ki kişi bildiği ile amel ederse Allah-u Teâlâ ona bilmediğini öğretir. Bu mektepte edep, takvâ ve taatla terbiye edilir, bu terbiye başka mektepte bulunmaz.
Cenâb-ı Hakk'ın lütuf ve ihsanı, sadece ilk devirlerde bulunan müslümanlara mahsus değildir. Her devirde ilâhî ahkâma tâbi olan bütün müslümanların bu gibi ilâhî inâyetlerden istifade edecekleri açık bir gerçektir.
Hiç şüphe yok ki bu efdâl ümmet içinde, yağmurun toprağa düşmesi ile ölü toprağın nebat fışkırttığı gibi; Hakk'ın izni ile ölmüş kalpleri diriltenler de mevcuttur. Bütün engel ve güçlüklere rağmen, yalnız Allah için mücâhede ve mücâdele etmektedirler.
Dini, bütün tazeliği ile ayakta tutan onlardır. Her devirde etraf ve muhitlerine nur saçmışlar, insan yetiştirmişler, yol gösterici eserler vermişlerdir. Emin adımlarla gayelerine doğru ağır ağır ilerlemektedirler. Hazret-i Allah'ı tercih edenler bunlardır. Hazret-i Allah'ın da tercih ettiği bunlardır.
Onlar ki; kendi mutluluklarını, mutsuz ve umutsuz insanlara umut, huzur ve teselli aşılamakta aramış ve bulmuşlar, mum gibi kendilerini eriterek etraflarını aydınlatmışlardır.
"Ümmetim yağmur gibidir. Evvelkiler mi daha hayırlıdır, yoksa sonrakiler mi daha hayırlıdır bilinmez." (Tirmizî)
Evvelkilerden murad Asr-ı saadet'tir. Bir defa geldi, bir daha da gelmeyecek. Sonra gelenler, Saâdet asrındaki müslümanlara çok benzedikleri için Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz onlara teşbih buyurmuştur. Dilerse, dilediği zamanlarda Asr-ı saâdet gibi devir yaşatıyor Hazret-i Allah.
Dilerse bütün kâinatın aradığını bir noktada toplar.
Bir Hadis-i şerif'te de şöyle buyuruluyor:
"Ümmetimden bir tâife kıyamet kopuncaya kadar Hakk yolunda muzaffer olmakta devam edecek, muhalefette bulunanlar onlara zarar veremeyecektir." (Buhârî)
Bilindiği gibi hakikat, güneş gibi daima zâhir ise de; dünya muhabbeti ve aşırı meşguliyetler sebebi ile, kalp üzerine baskı yapan perdeler insanı hakikatten uzaklaştırıyor, müşâhededen ayırıyor.
Hâtem-ül Enbiyâ -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'den sonra vahiy kesilmiş, ilham kapısı ise açık kalmıştır. Din kıyamete kadar bâkidir. Bu devrin karanlık günlerinde bile İslâm'ın nuru gönüllerde parıldamaktadır. İnsanların yeni bir dine ihtiyaçları yoktur. Fakat zamanla vesveselere dalıp, arzu ve heveslerine kapıldıkları için; hakikati hatırlatmaya, ruhları kuvvetlendirmeye ihtiyaçları vardır.
•
Onların sohbeti yakınlık makamından doğar ve âlî makamlardan süzülerek gelir. Kalplerinin üzerinde perde yoktur. Allah yolunda köprü mesabesindedirler. Sohbet ve nazarları feyz kaynağıdır, kalp hastalıklarına şifâdır. Söylediklerini görerek, bilerek ve yaşayarak söylemişlerdir.
Tereddütlü kalplerin itminan bulması, gizli şeylerin öğrenilmesi ancak muhabbet ve sohbet ile mümkündür. Mutmain olmayan bir kalp, yürü demekle yürümez.
Muhabbet ve sohbet ile kazanılan feyz ve bereketin, vecd ve istiğrakın birçok şeyle elde edilemeyeceği, ilâhî tecellilerin doğmasına sebep olduğu erbabınca malumdur.
Tasavvufun başlangıcı Resulullah Aleyhisselâm'ın ve Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'nın yaşayışlarında görülmektedir. Bazılarının zannettiği gibi Resulullah Aleyhisselâm'dan sonra başlamış olmayıp, doğrudan doğruya onun zuhuru ile zâhir olmuştur.
Kaynağı Kur'an-ı kerim ve Hadis-i şerif'lerdir.
Asr-ı saâdet'te tasavvuf adı ve mutasavvıf adı ile anılan zümre yoktu. Sufiliğin hakikati vardı, fakat adı yoktu; yaşanırdı, dâvâsı yoktu.
Saâdet asrında en yüksek mevkiyi, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'le sohbet şerefine eren Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı almışlardı. Hepsi değerliydi, amma içlerinde değerlisinin de değerlisi vardı. Her biri ayrı ayrı kabiliyetlere sahip idiler, vazifeleri ayrı ayrıydı. Bir kısmı ilim öğrenmeye, bir kısmı dini tebliğ etmeye, bir kısmı cihada, bir kısmı yöneticiliğe daha fazla ilgi duyarken, bir kısmı da ibadete daha çok önem veriyordu.
Müslümanlar onlar için "Sahabi" olmaktan daha üstün bir tâzim ünvanı tasavvur etmiyorlardı. Resulullah Aleyhisselâm'dan sonra Ashâb-ı kiram'a yetişenlere ve ilmi onlardan alanlara "Tâbiîn" denilmiştir. Ondan sonra da "Tâbiîn"e erişen "Tebe-i tâbiîn" gelmektedir. Bu üç nesil, en hayırlı insanlar olarak kabul edilmişlerdir.
İslâmî ilimler ilk devirlerde bir bütündü. Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelâm, Tasavvuf gibi bölümlere ayrılmış değildi. Bugünkü şekliyle bir Tefsir, bir Hadis ilmi yoktu, itikadî ve fıkhî mezhepler de yoktu. Bu tasnifler daha sonraki yıllarda ortaya çıkmıştır.
•
Ashâb-ı kiram Tarikat-ı aliye'nin ne olduğunu bilmiyordu, amma yaşıyordu. Nasıl yaşıyordu? O Nur'un sohbetinde kendilerine icabeden her şey veriliyordu. Herkes nasibi kadar alıyordu. Kimisi çok alıyordu, derya oluyordu; kimisi az alıyordu, havuz oluyordu.
O Nur'un sohbetinde bulunmakla, Allah-u Teâlâ onları lütfu ile dolduruyordu. Şu kadar var ki, Ashâb-ı kiram'ın hepsinin dereceleri aynı değildir. Bu dereceler, onların kendi şahsiyetlerine âit faziletlere, İslâm'a yaptıkları hizmete göre farklılık arzetmektedir.
Ashâb-ı kiram Tarikat-ı aliye ile meşgul olmamıştır, çok az olmuştur. Amma hepsi de Tarikat-ı aliye'nin içinde idiler. Hele bunların arasında bir zümre vardı ki;
"Seninle beraber olanlardan bir tâife de kalkıyorlar." (Müzemmil: 20)
Âyet-i kerime'sinde belirtildiği üzere, fazla ibadetleriyle seçilmişlerdi.
Dikkat edilirse görülür ki, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz zikrullah için çok seyrek halka toplamıştır. Hadis-i şerif'lerde birkaç yerde geçer. Ashâb-ı kiram'ı her yönden yetiştirmeye çalışmıştı. Çünkü herşeyden habersiz bir topluluğun, her yönden eğitime ihtiyacı vardı. Bir yönden, bir noktadan değil, birçok yönlerden onları yönetiyordu.
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimiz, Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz kendilerine göre bir ders vermişlerdi, fakat yaygın değildi.
Çünkü onlar Hazret-i Kur'an'ın nuru ile nurlanmış, feyzi ile feyizlenmişlerdi. Âyet-i kerime'ler sabah akşam nâzil oluyordu. Resulullah Aleyhisselâm'ın nuru ile, şeref-i sohbeti ile hemhâl oluyorlardı. O Nur'un karşısında bulunuyorlar, o Nur'dan nur alıyorlardı, ilim alıyorlardı, edep alıyorlardı, feyz alıyorlardı. O Nur'un yanında bulunmak, ona bakmak kâfi idi. Baka baka iman ediyorlardı. Hepsi de Tarikat ehli idi, amma kapalı, meydanda bir şey yok. Öylece yetişiyorlardı.
Bu müridan da aynı şekildedir. Ciddi bir ders almış, terbiye görmüş değil, hususiyetli bir şey yok. Kitaplardan nasibi kadar almış, kimisi derunî noktasına yavaş yavaş inmiş, kimisi cihada eğilmiş, kimisi yolda kalmış, amma o yolun içinde bulunuyor. Herkes nasibi kadar nasibini alıyor. Kimisi açık olarak, kimisi gizli olarak terakki ediyor. Fakat hepsi de kapalı olarak götürülüyor, gizli hallerle terbiye ediliyor. Teslimiyeti, bağlılığı, sadakati ve nasibi nisbetinde hiç farkına varmadan mahviyetle yürütülüyor, Allah-u Teâlâ'nın ilâhî lütfuna nâil oluyorlar.
O yol ile bu yol bu noktada da bitişiyor.
Her ne kadar mâneviyat yoluna ağırlık veriyorsa da birçok müridan bunun ciddiyetle farkında değil.
Ashâb-ı kiram da böyle idi. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin aralarında bulunması ve sohbeti onları yetiştiriyordu. Ashâb-ı suffa da aynı şekilde yetişiyordu. Ashâb-ı kiram ile her zaman görüşemese de, Ashâb-ı suffa ile her zaman görüşüyordu. Onlar onun talebeleri idi. Onun feyzi ile gıdalanıyorlardı. Onlar onu tercih etmişlerdi.
•
Ashâb-ı kiram ve Tâbiîn devirlerinden sonra muhtelif ilimlerle uğraşanlara, uğraştıkları ilimlere göre isimler verilmişti. Meselâ Tefsir ilmiyle uğraşanlara "Müfessirûn", Hadis ilmiyle uğraşanlara "Muhaddisûn", Kelâm ilmiyle uğraşanlara "Mütekellimûn", Fıkıh ilmiyle uğraşanlara da "Fukaha" gibi isimler verilmişti. İşte bu arada rûhî kabiliyetlerini geliştirmeye çalışan ve Allah yoluna sülûk eden zümrenin yoluna da "Tasavvuf" adı verildi.
İlk devirlerde zühdî bir hareket tarzında başlayan tasavvuf; İslâm dininin kendi bünyesinde doğmuş, gerçek canlılığının ve tazeliğinin bir devamı niteliğinde gelişmiştir. Tasavvuf ismiyle zuhuru, hicrî ikinci asrın ortalarına rastlamaktadır. Tarikat kelimesi ise tasavvufun sistemleşmesinden sonrakullanılmaya başlamıştır.
Zühd hareketi "Mutasavvıfe" adı ile bir topluluk meydana getirince tasavvuf sistemleşmeye başladı. Fakihler nasıl ki fıkıh ilmini, kelâmcılar kelâm ilmini sonradan meydana getirdilerse; başlangıçta sadece hareket halinde beliren tasavvuf da öteki, İslâmî ilimler gibi, sonradan bir ilim haline geldi.
Bedenî ameller için hükümler konduğu gibi, kalbî ameller için de hükümler kondu. Böylece "Tasavvuf ilmi " doğmuş oldu.
Zâhirî fıkhın hükümleri Kur'an-ı kerim'de ve Sünnet-i seniyye'de bulunduğu gibi, bâtınî fıkhın hükümleri de Kur'an-ı kerim'de ve Sünnet-i seniyye'de bulunmaktadır.
İslâm dini ruh ile bedenin birleşip kemâle erdiği bir dindir. İnsanın ruh ve beden diye iki cephesi olduğu gibi, dinin de zâhir ve bâtın diye iki yönü vardır.
Namaz, oruç ve diğer amellerin zâhirî bir şekli varsa ve bunlar zâhirî fıkhın mevzusunu teşkil ediyorsa; yine bu ibadetlerin aynı şekilde huzur ve huşû gibi bâtınî bir şekli de vardır. Bu da bâtınî fıkhın yani tasavvufun mevzusunu teşkil eder.
Fıkıh konularının dört mezhep imamı tarafından toparlanıp sistemleştirildiği ve bu imamların adları ile anılmaya başlandığı gibi; zikrin cehri kısmını Abdülkadir Geylâni -kuddise sırruh- Hazretleri, hafi kısmını ise Muhammed Bahaüddin Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri sistemleştirmişlerdir. Bundan dolayı cehri zikir yapanların yoluna "Kadiri tarikatı", hafi zikir yapanların yoluna ise "Nakşibendi tarikatı" denmiştir.
Bundan sonra çeşitli kollar zuhur etmiş ise de, hepsinin aslı birdir. Tarikat-ı Muhammediye'dir. Gaye, Allah-u Teâlâ'yı en güzel şekilde zikretmek ve O'na kulluk yapmaktır.
Tasavvufun asıl gayesi süzülmektir. Tereyağının süzüldüğü gibi süzülmek, haddelerden geçmektir.
"Koca bir adam olarak girdim, zerre hakîr olduğumu bildim."
Tasavvuftan gaye budur. Bu hale gelebilmek için, "Fenâ"ya varmak için tasavvuf elzemdir.
Tarikat-ı aliye münevver bir yoldur. Nefsi tezkiye, ruhu tâlim ve terbiye için lüzumlu olan bir yoldur. Kişinin varlığını dağıtması ve Var'ı bulması için yegâne âmildir.
Hiç şüphesiz ki bu da, Fenâfillâh'a ermiş bir Mürşid-i kâmil'in taht-ı terbiyesine girmekle gerçekleşir. Ezelî nasibini aldıkça nefis tezkiye olur, ruh tekâmül eder. Nefis derecelerini aştıkça, perdeleri bir bir kaldırdıkça Hakk'a yaklaşmış olur.
Çünkü Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"İçinizde... Görmüyor musunuz?" buyuruyor ve inananlara duyuruyor. (Zâriyat: 21)
O'nu görünceye kadar bir bir perdeleri kaldırmak gerekiyor, ki O'na vâsıl olmuş olsun.
Her yolun çalışması dıştan olur, fakat hiç şüphesiz ki bu yolun çalışması içten olur.
•
Tarikat kelime mânâsı itibarı ile "Yol" demektir. Tasavvuf dilinde ise; "Allah-u Teâlâ'yı bilmek, bulmak ve O'na yaklaşmak için takip edilecek ibadet yolu" mânâsına gelir.
"Allah'a ulaşan yollar mahlûkatın nefesleri adedincedir."
Lüzumu ise Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerle ispat edilmiştir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik." buyuruyor. (Mâide: 48)
Fahrüddin-i Râzi -rahmetullahi aleyh- Hazretleri ve diğer bazı müfessirler bu Âyet-i kerime'ye:
"Ey kullarım! Sizin her birinize iki şeyi vâcip ettim. Evvelâ şeriat, sonra da tarikat." mânâsını vermişlerdir. Çünkü "Minhac"ın kelime mânâsı "Münevver bir yol" demektir.
"Minhac" kelimesinden kastedilen münevver yol "Şeriatın güzelliklerinin bütünü" olduğuna göre, şeriat yolun başı, tarikat da devamıdır.
Tarikât-ı âliye'ye intisap etmek ve mürşidin öğretip telkin edeceği zikir ile kalbini ihyâ eylemek her mümin için önemli ve lüzumludur.
Sen O'nu nasıl bilebilirsin? O'nu bilmen için O'nu bileni bulman lâzımdır. O'nu bileni bulmadıkça Hakk'ı nasıl bilirsin, Hakk'a nasıl varırsın?
"Erden Hakk'a varmak gerek,
Varanları bulmak gerek."
"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve sâdıklarla beraber olun." (Tevbe: 119)
Şeklindeki ilâhî emre uyarak Tarikât-ı âliye'ye dahil olmak ve o Tarikât-ı âliye'de mevcut olan ümmetin büyüklerinin ruhânî yardımlarıyla kuvvet kazanmak gerekir.
Allah-u Teâlâ bütün ehl-i imanın onlarla birlikte olmasını, onların sohbetlerinden feyz almasını emrediyor.
Bu emr-i şerif'e uyarak bir Mürşid-i kâmil aramak vâciptir.
"Sâdıkîn"den murad "Mürşidûn" yani mürşidler olduğu "Bahr-ul Hakâyık" tefsirinde beyan buyurulmuştur.
Allah-u Teâlâ ehl-i imânı bu Âyet-i kerime ile mükellef kılmış, vâris-i enbiya olan bir Mürşid-i kâmil'in maiyyetinde bulunmalarını emretmiştir.
Allah-u Teâlâ'nın "Teklif-i mâlâ yutak" buyurmayacağı yani kuluna güç getiremeyeceği şeyi teklif etmeyeceğini bildiğimiz halde; sâdıklarla beraber olmayı emredince, her zaman için sâdıkları bulundurmayı hem de bildirmeyi temin etmiş demektir.
Dünyaya geliş sebebin budur. Nasibin varsa Hakk'ı bulursun. Bulamadın, bil ki zannında kaldın.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Ben cinleri ve insanları ancak (beni bilsinler) bana ibadet etsinler diye yarattım." buyuruyor. (Zâriyât: 56)
O'nu bilmek, O'nu bulmak; O'nu bilerek ihlâs ile ibadet etmekle kâimdir.
Allah-u Teâlâ; "Sâdıklarla beraber olmayı" emir buyuruyor. Çünkü o kulunun varlığını boşaltmış, kendi lütfu ile doldurmuştur. Ona kendini bildirmiş, mahlûka âit hiçbir şey olmadığını, her şeyin O'nun ve O'ndan olduğunu ona duyurmuştur. Sonra onu irşad için vazifelendirerek mânevî makamından indirmiştir. "Ben seni gönderiyorum, bildirdiklerimi bildir." diye. Bunların muallimi Allah-u Teâlâ'dır. Başkasına o sermayeyi vermediği için, hiç kimse O'nu bilip öğretemez. Vermediği için kimse bilemez. Dolambaçlı yollardan gider. İşte bu hakikati öğrenmek için Allah-u Teâlâ sâdıklarla beraber olmayı emrediyor. Bu sebepledir ki, onu bulamamak Hakk'ı bulamamak kadar mühim oluyor. Bu mühimliği kavrayabilmek de mühimdir.
•
Bilindiği gibi ümmet-i Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in havassı derecesinde bulunan kâmil zevât-ı kiram'ın en son arzu ve isteği, Allah-u Teâlâ ile sevgi zinciri kurabilmektir.
Bu ise;
"Resul'üm! Onlara söyle: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın." (Âl-i İmran: 31)
Âyet-i kerime'sine göre, ancak Sünnet-i seniye'ye harfiyyen uymakla gerçekleşeceğinden, her hâl-ü kârda bir tarikata başvurmak zaruridir.
Ve buna benzer birçok Âyet-i kerime'ler vardır.
Tarikat-ı aliye'ye dahil olan bir sâlik:
"Nefsini temizleyen kurtulmuştur." (Şems: 9)
Âyet-i kerime'sinde buyurulduğu üzere kalbini, mâsivânın bataklık ve bulanıklıklarından temizleyerek mârifet evi ve muhabbet yurdu hâline getirir.
Tarikat, şeriat-ı mutahharanın hâdimidir, yardımcısıdır. Abdest, temizlik, taharet, namaza hazırlık olduğu gibi; tarikat da kalbi temizleyip huzura hazırlar.
Kalb temiz olursa, kişiyi ibâdet ve taate sevkeder. Hasta bir insan güzel yemeklerin lezzetini anlayamadığı gibi, mâsivâ bataklığına dönen bir kalb de ibadet ve taatın lezzetini anlayamaz. Hasta olan kalbin temizlenmesi lâzımdır.
Yeryüzünde mevcut bu kadar sular vardır, menbaı birdir. Kimisi çok güzel, gayet tatlıdır. Kimi ise acı ve bulanık olur.
Kalplerinde nur olanlar hikmetli, feyizli ve tesirli olur. Masivâ bataklığına dönen kalpte ise ne olur?
Bir insan zâhirini süslemek için Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz'in şeriatına; bâtınını ziynetlendirmek, iç dünyasını nurlandırmak için de tarikatına ittiba eylemelidir. Şeriatla dış nizam, tarikatla da iç nizam tesis edilir.
İç âleme intikal etmek ancak farz ve nafile ibadetlerle kazanılır. Çünkü farzların edâsı ile mükellef olan beden olduğu gibi, nafilelerle memur olan da ruhâniyettir.
Bir insan söz ve davranışlarına ilâhî hükümler çerçevesinde yön vermezse onun tarikattan feyz alamayacağı açık bir gerçektir. O kimse doktorun verdiği ilaçları kullanıp, perhize riayet etmeyen bir hasta gibi olur.
Şurası çok iyi bilinmelidir ki, tarikatların hepsine Allah-u Teâlâ'nın emr-i şerif'i ile sülûk edilmiştir. Bütün tarikatların hangisi olursa olsun hepsinin de esası ve değeri Şeriat-ı mutahhara'dır. İslâm'a muhalif olan bir tarikat, zaten tarikat da değildir.
Tasavvuf sadece kâl değil, bir hâl ilmidir, bir tatbikattır. Yaşanılmadıkça, tadılmadıkça, hissedilmedikçe nazari bilgilerle anlaşılmaz ve anlatılmaz.
Tarikat-ı aliye'ye dehalet etmekten maksat, şeriatte inanılması gereken şeylere karşı yakîn hâsıl olmasıdır. Hakiki iman da budur.
Mesela Allah'ın varlığını önce işiterek inanan insan; bularak, anlayarak inanmaya başlar, imanı kemâle erer.
Diğer taraftan ibadetleri yapabilmek için nefs-i emmâreden ileri gelen güçlükler ortadan kalkar, ibadetler kolaylıkla ve seve seve yapılır.
İlmi ve ameli elde etmek için şeriatten istifade edilmiştir. İlmin ve amelin ruhu makamında olan ihlâsı elde etmek için ise tasavvuf yolunda ilerlemek lâzımdır.
Tasavvuf yolunda ilerleyenlerin ilimde ve amelde kazançları olur. Başkalarına çalışmakla, öğrenmekle, anlamakla hâsıl olan bilgiler, onlara ilham yolu ile hâsıl olur. Ameller, ibadetler kolayca ve seve seve yapılır. Nefis ve şeytan tarafından gelen gevşeklik kalmaz. Günahlar ve haram olan şeyler çirkin görülür.
İlim ve hakikat âleminde imanın kemâlleşmesine büyük bir âmil, zühd ve takvâ ile başlayıp olgun dimağlarda bir felsefe olan tasavvufun; bir takım müfsid telakkiler altında zan, nam ve menfaatler sebebiyle safiyeti ve aslı kaybettirilmeye çalışılmıştır.
Bazı câhilleri marifet ehli zannıyla aldatan, taassub ehli birkaç sahte mürşidin tasavvuf iddiasında bulunmaları, fikirlerde kararsızlık husule getirmiştir.
İslâm dininin düşmanları çeşitli tertipler kurmuşlar, hakikati insafsızca koparmaya kalkışmışlardır.
Her gülün dikeni, her güzelin bir zıddı ve düşmanı olduğu gibi, hakikat ehlinin de düşmanı çoktur. Herkes yaratılışı üzerine icraatını yapıyor; ağzına bir kemik alıp onu yemeye çalışan kelp gibi, ömürleri böylece hakikati ağızlarına dolamak, koparmaya ve hakikat güneşini söndürmeye çalışmakla geçiyor.
Tarikatın fazilet ve meziyeti, İslâm din düşmanlarının tutum ve davranışlarından daha iyi öğrenilir.
Zira dikkat edilirse nerede Allah ve Resul'üne yakın, doğru-dürüst bir insan görülürse, ister tarikat ehli olsun ister olmasın, hemen tarikatçı damgasını vuruyorlar.
Tarikat-ı münevvere Cenâb-ı Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in söz ve davranışlarından ibarettir. Kaynağı Kur'an-ı kerim ve Hadis-i şerif'lerdir.
Bu münevver yolun hakikat erleri din uğruna malları ile, canları ile, aç-susuz olarak sırf Allah için uğraşmışlar, hem ibâdet, hem de mücadele-mücahede etmişler, bu surette İslâm birliğini bozacak en ufak bir fitnenin dahi meydan bulmamasına gayret sarfetmişlerdir.
Çünkü onlar Allah-u Teâlâ'nın biricik Habib-i Ekrem'i Muhammed Aleyhisselâm'ın ahlâkı ile ahlâklanmışlar, tabiatı ile tabiatlanmışlardır. Tam bir teslimiyet, kuvvetli bir iman ile bağlanmışlar, onun izini ve prensiplerini takip etmektedirler.
Bugünkü bu bunalım içinde hayat bulan yine onlardır. Huzur ve saâdet onlarda vardır.
•
Allah-u Teâlâ, her zaman için mürşid-i kâmil bulundurmaktan âciz değildir.
Âyet-i kerime'de:
"Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk'a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler." buyuruluyor. (A'raf: 181)
Bu tertemiz vazife manevî bir miras olarak nebîlerden âlimlere intikal etmiştir. Buradaki âlimlerden murad, kibâr-ı evliyaullahtır.
Her zamanda olduğu gibi bugün de tasavvuf aynen mevcuttur. Bilhassa Tarikat-ı Nakşibendiye'de kıyamete kadar Pîr eksik olmayacaktır. O has oda; odadan odaya, halkadan halkaya geçmiş ve hiç bozulmamıştır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Ebu Bekir'in kapısından başka, mescide açılan bütün kapıları kapatınız." (Buharî)
Bu Hadis-i şerif'e Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz:
"Allah'ım! Bütün tarikatların pîri kesildiği zaman Ebu Bekir'in yolunu kıyamete kadar baki kıl." mânâsını vermişlerdir.
Allah-u Teâlâ zâhirî ilimlerin öğrenilmesi için yeryüzünden âlimleri eksik etmediği gibi, bâtınî ilimleri öğretmek için de tarikat ehlini eksik etmemiştir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Her asırda benim ümmetimden Sâbikûn (öncüler) vardır." (Nevâdir'ül Usûl)
Bunlar yüz senede bir gönderilirler. Allah-u Teâlâ onları o kadar sever ki, yeryüzü halkına vereceği bütün nimetleri onların yüzü suyu hürmetine verir, bütün beşeriyet ondan istifade eder. Yeryüzüne bir belâ vereceği zaman onların yüzü suyu hürmetine vaz geçer.
Bunlar Resulullah Aleyhisselâm'ın vekilidir. Allah-u Teâlâ onu seçmiş, sevmiş, o dostuna akıtacağını akıtmış.
Akıtılan bu mânevî ve ruhânî feyizlerle kalbinin diriltilmesini arzu edenler, kalplerini evliyâullahın ruhâniyetinin teveccühüne arzetmelidirler.
Bedeni hastalıkların teşhis ve tedavisi için hâzık bir tabibe müracaatı emir buyurmuş olan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, mânevi hastalıklardan kurtulmak için de mânevi bir tabibe, Rabbânî bir âlime başvurmayı dini bir ihtiyaç olarak göstermiştir.
Mühim olan bu mânevi hastalıklardır.
"Onların kalplerinde hastalık vardır." (Bakara: 10)
Âyet-i kerime'si ile işaret buyurulan bu korkunç hastalıklar, tedavi edilmezse insanın ebedî ahiret hayatını öldürdüğü için çok tehlikelidir.
Hasta olan bir insan güzel yemeklerin lezzetini anlayamaz. Ağız tadının geri gelmesi, hastalığının tedavisine bağlıdır. Bunun gibi nefs-i emmâreye mağlup olan masivâ bataklığına dönen bir kimsenin kalbi hastadır, ibadet ve taatlarından lezzet alamaz.
Kin, kibir, gadap, şehvet, hased, riyâ, tamah, ucb... gibi kötü sıfatlar kalp hastalıklarıdır. Kâmil bir mümin olabilmek için kalpten bu sıfatları bir bir izâle etmek gerekmektedir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Kötülüklerin zâhir ve bâtın olanlarından (açığından gizlisinden) uzak bulununuz." buyuruyor. (En'am: 151)
Kalp temiz olursa, kişiyi ibadet ve taate sevkeder.
Nefsin tezkiyesi, ruhun talim ve terbiyesi ile insan, insan olur. Sonra insan-ı kâmil olur, sonra fenâ olur; lâfla değil...
İşte icraatı yapan o nefistir, sıfat-ı hayvanî ile yürüyor, Allah'ım şerrinden korusun.
Tarikât-ı âliye'ye intisap etmekten murad nefsin tezkiyesi, ruhun tekâmüliyeti ve o hayvanî sıfatları bir bir izale etmektir.
Kalp hastadır. Onun için Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:
"Zikrullah kalplerin şifâsıdır." (Münâvî)
Çünkü hastadır, marazlıdır. Bu marazlı kalple ahirete gidersek hayvan olarak, sıfat-ı hayvanî ile gideriz.
İmam-ı Gazâli -rahmetullahi aleyh- Hazretleri, bu bâtıni kötülüklerden sakınabilmek ve korunma yollarını bulmak için bir Mürşid-i kâmil'e intisabın zaruri olduğuna dair "Adâb-ı zikr" Risâle'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Terbiye etmek suretiyle kötü ahlâkını atıp onun yerine güzel ahlâkı yerleştirmesi için, sâlikin mürşid ve mürebbi bir şeyhin terbiyesine girmesi şarttır.
Burada sözü edilen terbiye, topraktan diken ve yabani otları söküp nebâtını güzelleştirmek ve neşv-ü nemâ bulmasını ikmâl etmek için çalışan çiftçinin işine benzer.
Çünkü Allah-u Teâlâ kullarını kendi yoluna irşad edecek peygamberler göndermiştir. Bu mânâdan dolayı Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ahirete irtihal edince mahlûkatı Allah-u Teâlâ'ya irşad ve isâl etmek için hulefâsı onun makamına halef olmuşlardır. Onun için sâlikin, kendisini terbiye ve Hakk Teâlâ'nın yoluna irşad edecek bir şeyhe mutlak ihtiyacı vardır."
İmam-ı Rabbâni -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
"Onun bir nazarı, kalp hastalıklarını giderir. Bir teveccühü, beğenilmeyen kötü huyları siler süpürür." (285. Mektup)
Medresede müderris ne ise, tarikatta mürşid odur.
Müderris akla hitâb eder, nakli akla tatbik eder, metni açıklar, ilminin derecesine göre tahlile girişir, vazifesi bununla biter.
Mürşid-i kâmil ise, ruh ile meşgul olur. Mürebbidir, terbiyecidir. Kendisine intisâb eden müridin bütün hususiyetlerini göz önünde bulundurarak herkese ayrı ayrı yol gösterir. Yaratılışındaki firasetin ve edindiği mârifetin derecesine göre müridin kalbindeki kudreti, micazındaki sertliği, ahlâkındaki fesadı tedricen izâleye çalışır. Mürid tam teslim olduysa çabuk yol alır, olgunlaşır, safây-ı kalbe ulaşır.
Bu yolun terbiye sistemi, siret-i Nebevî ile ahenklidir. Gaye onu numune almaktır.
Bütün bu güzel hâller, ancak kâmil bir mürşidin taht-ı terbiyesi altında bulunmakla husule gelir.
Yolumuzun pîri Muhammed Es'ad Erbilî -kuddise sırruh- Hazretleri bu hususta şöyle buyururlar:
"Tarikat ricâlinden bir zâta müracaattan maksat, sâlikin kabiliyet toprağına ilâhi mârifet tohumlarının ekilmesidir. Yalnız zikir talimi ve telkini değildir. Zira bu cihet, tasavvuf kitaplarını okumakla da müyesser olabilir." (4. Mektup)
"Kulların bilgisizlik ve cehâlet felâketinden kurtulmaları, ilâhi ilim ve irfan ile kendilerini süslemeleri için sadece kitap okumanın kâfi gelmeyeceği, bildiklerini kemâl derecesinde yaşayan kâmil ve terbiyeci bir mürşidin huzurunda mutlaka diz çöküp onun terbiyesi altında yetişmek zarureti açık bir gerçektir.
Nefs-i emmârenin duygu ve temayüllerinden sıyrılıp, mânevi yüceliklerle donanma ve ilâhi tecellilerle hemhâl olma gibi yüce bir gaye sadece Allah'ı zikretmekle elde edilemeyeceğinden bu hususta dahi bir yol göstericiye ve uyanık bir gönül sahibi mürşide kalbi bağlamak gerekir." (68. Mektup)
Tasavvuf, insanın süflî hayattan ulvî hayata yükselmesi ve kendisi için mümkün en yüksek kemâle ulaşması için nefsini kötü huylardan, hayvânî sıfatlardan kurtararak ahlâkını düzeltmesini, içini ve dışını nurlandırmasını sağlayan bir disiplindir. Bu bakımdan tasavvuf, İslâm ahlâkının vücut bulmasında en büyük âmildir.
Ahlâk, insan ruhundaki huy dediğimiz bir meleke, bir hassa demektir.
Böyle bir meleke; ya hayırlı bir netice verir veya hayırsız bir netice verir. Bu ahlâki melekelerin güzel neticelerine "Ahlâk-ı hasene" veya "Ahlâk-ı hamide" adı verilir. Çirkin neticelerine ise "Ahlâk-ı zemime" denilir.
Edep, hayâ, tevazu, hilim, cömertlik, kanaat, tevekkül, sabır, şükür, merhamet, af ve müsamaha... gibi güzel huylar, ahlâk-ı hamidenin birer neticesidir.
Kin, kibir, ucb, şehvet, gadap, riyâ, hırs, haset, yalancılık, gıybet, su-i zan, koğuculuk... gibi kötü huylar da, ahlâk-ı zemimenin birer neticesidir.
İnsan dünyaya geldiğinde bu kötü huylardan hiçbirisi üzerinde yoktu. Bunları hep sonradan öğrenir ve itiyat hâline getirir. Fıtratta olmayan bu huylardan kurtulmak ve ahlâkı güzelleştirmek mümkündür.
Dinimiz ahlâkımızı güzelleştirerek, kötülüklerden ve kötü huylardan kaçınmamızı emretmektedir. Zira din güzel ahlâktan ibarettir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini ve onun yüksek ahlâkını överek:
"Doğrusu senin için tükenmeyen bir mükâfat vardır. Şüphesiz ki sen büyük bir ahlâk sahibisin." buyurmuştur. (Kalem: 3-4)
İman ve ibadetten sonra, dinimiz ahlâka büyük ehemmiyet vermiştir. İslâm dininin gayesi güzel ahlâktır.
Güzel ahlâk Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'in sıfatı, sıddıkların amellerinin en makbulü, en yücesidir. Takvâ sahiplerinin mücâhedelerinin meyvesi, müminlerin ahiret sermayesidir.
Müslümanlıkta insanın mânevî kıymeti, sahip olduğu güzel ahlâk ile mütenasiptir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Müminlerin iman bakımından en olgun ve kâmil olanı ahlâkça en güzel olanıdır." buyurmuşlardır. (Tirmizi)
Bir Hadis-i şerif'lerinde de:
"Ben ancak ahlâkın güzelliklerini tamamlamak için gönderildim." buyurmaktadırlar. (Ahmed bin Hanbel)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kendisinden evvel gelen Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'in dinlerinde bulunan ahlâk ve fazilet gibi değerlerin eksikliklerini tamamlayarak kemâle erdirmiştir. Onun ahlâkı Kur'an ahlâkı idi.
İnsan; hayvanî sıfatlardan kurtulup insanî sıfatı takınması, Yaratan'ını bilmesi, bulması için gönderilmiştir. Kim ki bunları yaparsa Hakk'ın kulu olur. Kim ki bunları inkâr ederse şeytanın kulu olur ve şeytanla beraber cehennemde olur.
Cenâb-ı Hakk, Âyet-i kerime'sinde yaratılış sebebimizi şöyle beyan ediyor:
"Ben cinleri ve insanları ancak (beni bilsinler) bana ibadet etsinler diye yarattım." (Zâriyat: 56)
Fakir bu Âyet-i kerime'ye mânâ verirken, bilinmeyen Hazret-i Allah'a ibadet edilmez deriz. Bilmen lâzım. Fakat nasıl bileceğiz?
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Nefsini bilen Rabb'ini bilir." buyuruyorlar. (K. Hafâ)
Kendini bilirsen Yaratan'ını bilirsin, amma sen kendini bilmezsen Yaratan'ını hiç bilemezsin. O'nu bilen, O'nunla ibadet eder, O'nun has kulu olur.
Seyyid-i Kâinat, Sebeb-i Mevcûdât -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Fakirliğimle övünürüm." (Keşfül-Hafâ)
Fakat buradaki fakirlik, sizin anladığınız mânâda; parası olmayan, elbisesi olmayan fakir demek değildir. "Ruhum, bedenim, ilmim, malım ve bütün her şeyim Sahib'imindir. Hiçbir şeye de sahip değilim. Fakirliğimle de iftihar ederim." demektir.
Biz Allah-u Teâlâ'nın nimetlerini benimsediğimiz için bu ihsân-ı ilâhi'yi bilmiyoruz. Farz-ı muhal ki, ruhu çektiği zaman neyin kalır? Hiç. Mühim olan aldığı zaman bunları bilmek değil, almadan bilmek, vereni tanımak. İşte en üstünü budur. "Fakirliğimle övünürüm."
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Ben cinleri ve insanları ancak (beni bilsinler) bana ibadet etsinler diye yarattım." buyuruyor. (Zâriyât: 56)
Yaratılışın asıl sebebi, kişinin Yaratan'ını arayıp bulmasıdır. Âyet-i kerime'nin sırrı budur. İnsan yüzünü Hakk'a döndürmezse neyi bulur?
O Allah ki, insanı bir damla kerih sudan yarattı. Bir insanın Yaratan'ını bilmesi, bulması ve hakkıyla ibadet edebilmesi için varlığını ata ata, asıl yaratılışı olan "Nutfe"ye inmesi şarttır. O noktaya indikten sonra Allah-u Teâlâ o kulunu "Kudsî ruh" ile destekleyerek;
"Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile takviye edip desteklemiştir." (Mücâdele: 22)
Âyet-i kerime'sinin tecelliyâtına mazhar eder.
Gerçek ilim, kendini bilimdir.
Hadis-i şerif'te:
"Men arefe nefsehü, fekâd arefe Rabbehü."
"Nefsini bilen Rabb'ini bilir." buyuruluyor. (K. Hafâ)
"Men Arefe"nin sırrına vâkıf olabilmek için insanın küçüle küçüle "Nutfe"ye inmesi gerekmektedir. Bu noktaya inip, kendisinin değersiz bir su damlası olan "Nutfe" olduğunu gözü ile görünce, Azamet-i ilâhî tecelli etmeye başlar. İşte tasavvufun özü ve aslı budur.
Nutfe hâline gelinceye kadar aslında insan çok terakki etmiştir, birçok merhaleler katetmiştir. Fakat asıl terakki ve yükselme nutfeye indikten sonra başlar ve hakikatta olan terakki de budur.
"Şeriat", dış nizamı sağlayan ahkâm-ı ilâhî'dir. Allah-u Teâlâ'ya vâsıl olmak, bu ahkâmın icrasına bağlıdır.
"Tarikat", Allah-u Teâlâ'ya yaklaşmak maksadı ile sülûk olunacak ibâdet yoludur. Zikrullahın nuru ve ateşi ile seyr-ü sülûk vasıtasıyla muhabbet ve huzur temin edilir, imanın kemâlleşmesi sağlanır.
İman kemâle ermezse, insan Allah-u Teâlâ'nın emirlerini akıl süzgecinden geçirmeye çalışır. Akıl süzgecinden süzünce de takılır kalır. Kâmil iman sahibi aklını emirlere uydurur, hiçbir zaman akıl süzgecinden geçirmez. Hakikat, mânevi zevk ve mânevi hâl ile anlaşılır. Seyr-ü sülûk ve mânevi zevkten nasip alamayanlar hakikatin ne olduğunu bilemezler, ancak ismini bilirler.
"Marifet" ise tarikatten ve hakikatten sonra zuhur eden ve edecek olan hâl ve ahvallerdir.
Bu hâl ve ahvallerle hakikatın özüne inilir. Nutfe demek yaratılışın özü demektir. Allah-u Teâlâ insanı nutfeden yaratmış, onun üzerine de bir beden inşâ etmiştir. Nutfe ile bu beden arasında bir ilgi var mı? Yok. Bedeni yapan kim? Hazret-i Allah... Nutfeyi yaratan, sonra ona ruh veren, o ruh ile hareket ettiren de Hazret-i Allah... İnsan bu temele indikten sonra hakiki terakkiyat başlar. İşte "Sırr-ı ilâhî" budur.
Allah-u Teâlâ'nın gösterdiği sırlar hakikattır. Sen yoksun ki göreceğin bir şey olsun.
Allah-u Teâlâ'nın insanı nutfeden yarattığının hikmetini insan bir düşünse kâfidir. Gerçekten âciz, âdi, kerih bir şeydir. Kişinin daima aslına nazar etmesi gerektiği için ondan yaratmıştır.
"İnsan, bizim kendisini kerih bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki, şimdi o apaçık hasım kesilmektedir." (Yâsin: 77)
Sonra onu kan, kemik, et... gibi çeşitli merhalelerden geçirdi. Daha sonra ona ruh verdi. Bu ilk yaratılış.
Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm'ı topraktan yarattığı gibi, insanları da nutfe, yani sperma haline gelene kadar topraktan yaratmış, bundan sonra ise nutfeden vâretmiştir.
"Biz insanı erkek ve dişi suları ile karışık bir nutfeden yarattık." (İnsan: 2)
İnsan kendi kendine var olmuş ve kemâle ermiş bir varlık olmadığı gibi, bir anda yaratılıvermiş basit bir yaratık da değildir.
"O, akıtılan meniden bir nutfe değil miydi?" (Kıyame: 37)
İnsan sulplerden rahimlere akıtılan değersiz suyun güçsüz ve kerih bir damlası idi.
Bütün bunlar:
"O her an yeni bir iştedir." (Rahman: 29)
Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğu üzere, her an yeni bir yaratma halinde olan Allah-u Teâlâ'nın tecelliyatlarıdır. Her an tekerrür ediyor da O'nu kimseler göremiyor.
İnsanın yaratılışındaki değişik merhalelerin olması, Allah-u Teâlâ'nın tek gerçek olması dolayısıyladır.
Âyet-i kerime'sinde:
"Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık." buyuruyor. (Tin: 4)
İnsanı ne güzel yarattı ve onu nâmütenâhi nimetlerle donattı. Kâinatta ne ki varsa insanda o var.
Âlemleri insanda yine O dürdü. İnsanda kendine âit hiçbir zerre yoktur. Bütün nimetler O'nundur.
İnsan üzerinde öyle nimetleri var ki, saymaya akıl ermez. O bize ihsan ve ikram ederken hiçbir karşılık da talep etmedi. Sadece kendisini tanımamızı ve kulluk yapmamızı istedi. En güzel rızıklarla da merzuk etti. Bu nimetlerle o mahlûkun hiçbir ilgisi var mı? Hiç yok. Nasıl yok? O bir damla kerih su olan nutfeyi Allah-u Teâlâ ne ile dürerse o olur.
İnsan kendi âcizliğini öğrenmedikçe, Azamet-i ilâhî'yi bilmesi mümkün değildir.
Şayet bir kimsenin birinci turu zâhiri ilimlerle tamamlayarak ikinci tura çıkması murad edilmişse, Allah-u Teâlâ onu bir mürebbiye bağlar. Mürebbi elinde yavaş yavaş terakki ettikçe, ruh ile nefis birbirinden ayrılmaya ve nefis küçülmeye başlar. Varlıklar bir bir düşer. Bu tahsil o kadar devam eder ki, bütün varlıkları ve benimsenenleri Allah-u Teâlâ düşürürse, o kişi sonunda yaratılışı olan "Nutfe"ye iner. Tasavvur buyurun ki bütün bu varlıklar zerre zerre düşecekler ve yok olacaklar.
"Nutfe"nin önceki durumu ne ise, ikinci durumu da aynıdır. O kendisini çok iyi bilir ki bir nutfeden ibarettir ve hiç hükmü yoktur. Onun kıymeti, Sahibinin ona bahşettiği kıymetten başkası değildir. O ne kadar yürütürse o kadar yürütür. İster yürütür, ister durdurur. Zaten O'nun hükmünden başka hiçbir zerrede hüküm yoktur. Fakat bunun böyle olduğunu görmeye en büyük mâni kişinin kendi varlığıdır. Var olan Var'ı göremez, bilemez, bulamaz.
"Nutfe"ye indikten sonra Var olan görülmeye başladığı gibi, ulvi varlıklar da ondan sonra görülmeye başlar. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve diğer nebiler o zaman görülür. Çünkü Allah-u Teâlâ onları seçmiş, sevdiklerinden onları donatmış.
İnsan Resulullah Aleyhisselâm'ı o zamana kadar kendi zannı, kendi gözlüğü ile ölçerken, "Nutfe"ye indikten sonra; onun nurundan bütün mükevvenâtın yaratıldığını düşünmeye, onu Allah-u Teâlâ'nın seçtiğini, bütün tasavvurların fevkinde onu donattığını görmeye başlar.
Allah-u Teâlâ'nın varlığı apaçık meydanda. Eseri ve âsârı ile var olduğu biliniyor. Fakat Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin varlığı meydanda değil. O'nun varlık nurundan mükevvenâtı halkettiğini bilen azdır. O olmasaydı hiçbir varlık olmayacaktı.
Allah-u Teâlâ'nın ona bahşettiği lütuf, insan havsalasının haricindedir. Öyle murad etmiş, onu öyle halketmiş.
"Nutfe"ye inmedikçe Sebeb-i mevcûdat olan Resulullah Aleyhisselâm'ın nuru görülmez, muhabbeti ele geçmez. "Nutfe"ye inince kendisini yok edeni, yoktan var edeni görür. Orada Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin nurunu görür, muhabbetini kazanır. Bu noktaya inildiği zaman yine görür ki, nurdan başkası zaten yok. Böylece gerçek var eden, kendiliğinden ortaya çıkar.
Muhabbet nispetinde kişinin borusu genişletilir ve o borudan o nisbette feyz-i ilâhî gelir. Bundan sonra Allah-u Teâlâ dilerse onu "Nutfe"de tutar, dilerse lütfu ile destekleyerek onu hususiyetine alır. Hususiyetine aldıkları veli kullardır. Onları Resulullah Aleyhisselâm'ın deryâsına bırakır. Onlara hayat-ı hakikiyi veren o deryâda bulunmalarıdır. Bir an alınsalar hükümsüz kalırlar. Bu deryâya herkes giremez, kimi koyarsa o girer.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Biz Âdemoğlunu mükerrem kıldık." buyuruyor. (İsrâ: 70)
Allah-u Teâlâ kimi lütfu ile donatmışsa, nuru ile desteklemişse o mükerremdir. Kimi ki nutfeye indirip deryâya koymuşsa mükerrem odur. Bir an çıkarılırsa hemen ölür. Hani sen büyük balıktın?
"Nutfe"nin hiç hükmü yok. Hüküm Allah'ındır. Benim varlığım bir damla kerih sudur. Vallahi Rabb'imin lütfuna muhtacım.
Allah-u Teâlâ bir kulunun hayrını dilerse, onu dilediği bir rehbere ulaştırır. O vasıta ile kalbine Tevhid tohumu düşürür ve ruhu kendisine çağırır. Çok sevdiği o kararmış nefse uymamasını ona duyurur.
Nasipdar olan ruh, böyle bir dâvetçinin dâvetini duyar ve hemen icâbet eder. Ona Râbıta verilerek ders tarif edilir. Bu dersler Allah-u Teâlâ'nın nasıl zikredileceğini, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e nasıl ve ne zaman salât-ü selâm getirileceğini ihtiva eder. Bir saat kurmak mesabesindedir, asıl hakikat dersi Kur'an-ı kerim'den alınır. İlâhî emirler öğrenilir ve tatbik edilir. Ahkâma uymayan işler terkedilir. Kişinin dış âlemi düzene girer.
Bu arada ruh, vücudu nefsin işgaliyetinden kurtarmak ve iç düzeni sağlamak için teşebbüse geçer. Kişi üstadının tarifi üzerine lâfza-i celâl çektikçe, ruh kuvvet bulmaya başlar ve nefisle mücadeleye girişilir.
Badem çekirdeği mengeneye girince bir tarafa posa, bir tarafa yağ olarak ayrıldığı gibi, mânevi mengene ile de ruh ve nefis birbirinden ayrılırlar. Nefsin karanlığı ve cehâleti ruha tesir etmez olur. Birbirine tamamen düşman oldukları anlaşılır. Ruh ulvî olduğu için daima ulvîyat üzerinde bulunur. Zikir-fikirle meşgul oldukça, iyi insanlarla ünsiyet edildikçe takviye görür, günâ gün terâkki eder. Nefis ise zayıflamaya, kuvvetten düşmeye başlar. Ruh tekâmül ettikçe duygu ayrılıyor.
Lafza-i celâl'de nur vardır, her bir Lafza-i celâl bir ok mesabesindedir, bir darbedir. Nefis bu darbelere, zikrullahın verdiği hararete, nura tahammül edemez. Kalbi boşaltmak zorunda kalır ve ruh odasına kaçar. Artık kalp işgalden kurtulmuş, asliyetine dönüp nurlanmıştır. Zikrullahı çoğalttıkça, yani yüz çekiyorsa iki yüze, beş yüze artırdıkça ateşi de kuvvetlenir. Ruhun esiri olmamak için bütün gücü ile direnmesine rağmen nefsin mukavemeti azalır. Ruh, sır, hafâ ve ahfâ odalarını da terkeder. Oralar da kalp gibi asliyetine döner, her bıraktığı oda kendi nuruyla nurlanır. Yoksa mecbur kalmasa kolay kolay işgal ettiği odaları bırakmak istemez. En son olarak nefs-i kül odasına kaçar ve burada en büyük direnmeyi yapar. Burası secde mahallidir, oradan da çıkarılırsa hâkimiyeti ruh ele geçirir, nefsi esâreti altına alır, onun süflî arzularını dinlemez. Letâif ampulleri yanar. Letâifi bitirenler, sıfat-ı hayvaniyeden sıyrılmış insan olurlar.
Her bir letâif nurunun rengi vardır.
Sırasıyla:
"Kalp" kırmızı,
"Ruh" sarı,
"Sır" beyaz,
"Hafâ" yeşil,
"Ahfâ" siyah,
"Nefs-i kül"ün rengi ise mavidir.
Kişi artık bütün kötülüklerden nedâmet eder. Bir daha yapmadığı gibi düşünmekten de sıyrılır. Kemâl yollarını bulur. Ona hiç söz söylemeden o vücud değişir ve bütün âzâlar ahkâm mucibince hareket etmeye başlar. Takvâ elbisesi geçirilir. İmanlı bir göz kötülüğe bakmaz, imanlı bir kulak kötülüğü işitmez.
Meselâ bir hayvanı ahırdan çıkardın. O ahırı temizlersen, tebdil edersen, dayayıp döşersen, orası oda haline gelir. Biraz evvel ahır idi, şimdi oda oldu. Ahıra padişah girmez amma, odaya padişah girer.
Sen kalbini ahıra çevirdin, pis ise orada her an pisliyor. Pisi atmadıkça, orayı dayayıp döşemedikçe, ibadet ve taatla nurlandırmadıkça, hiçbir zaman oraya padişah gelmez.
"Kalp sarayın eyle pak,
Şayet gele Sultan sana."
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır." (Ahzâb: 4)
O'nun bulunduğu kalpte nefis ve mâsiva yaşamaz, O'nun bulunmadığı bir kalpte her şey bulunur amma O bulunmaz.
Ahır haline getirdiğin kalpten pisi çıkar ki orası nurlansın. Bütün letâfatını bu şekilde nurlandırırsan için de nur olur.
Mücadele ile Sultânî zikre de erersin, murad ederse nefes zikrine dahi ulaştırır.
Allah-u Teâlâ'nın yarattığı şeylerin hepsine birden "Âlem" denir. Çünkü herşey O'nun varlığını gösteren bir alâmet, bir işarettir.
Âlem ikiye ayrılır:
1. Âlem-i halk: Madde ve ölçü bulunan şeylerdir. Arşın içinde bulunan her şey, canlılar, gökler ve yer, cennet, cehennem, melekler... hep âlem-i halktır.
2. Âlem-i emir: "Ol!" emri ile bir anda yaratılan, maddesiz, zamansız, ölçüsüz şeylerdir.
Âlem-i emir, maddesiz ve müddetsiz birdenbire; âlem-i halk ise zaman içinde tedrici olarak yaratılmışlardır. Akıl, ruh ve nefis âlem-i emirden; maddi şeyler ise âlem-i halktandır.
İnsan beşi "Âlem-i halk"tan, beşi de "Âlem-i emir"den olmak üzere on letâiften teşekkül etmiştir.
Zâhirdeki beş letâif: "Toprak", "Su", "Hava", "Ateş", "Nefis"dir. Bunlar âlem-i halktandır, cismanî farzlarla mükelleftir, tek kanatlı kuş gibidir.
Tarikat-ı âliye'deki beş letâif: "Kalp", "Ruh", "Sır", "Hafâ" ve "Ahfâ"dır. Bunlar âlem-i emirdendir. Hem cismânî farzlarla mükelleftir, hem de nafilelerle vazifelidir, çift kanatlı kuş gibidir.
Âlem-i emrin birinci basamağı "Kalp"tir. Kalp, göğüsteki et parçası değildir, bu et parçasına yürek denir. Kalp, bu yürekle alâkası bulunan bir kuvvettir. Kalbin yürekte bulunması, elektriğin ampulde bulunmasına benzer. İkinci mertebesi "Ruh", ruhun üstü "Sır", sırrın üstü "Hafâ", hafânın üstü ise"Ahfâ" mertebesidir.
Nefis, hilkat itibariyle "Âlem-i halk"ın kaynaşmasından meydana gelen zulmânî buhar ise de nispet itibariyle "Âlem-i emir"e tâbi tutulmuştur.
Âlem-i halktan olan lâtifelerin temizlenmesine tezkiye, âlem-i emirden olan lâtifelerin temizlenmesine ise tasfiye denir.
Eğer Allah-u Teâlâ ona ezelden istidat ihsan buyurmuşsa ve "Ene" kabuğunu delerse, misal âlemine kadar uçar. Yani Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'in, sıddıkların, şehidlerin makamına kadar ulaşabilir.
Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Mümin-i kâmil olanlar Allah katında bazı meleklerden de efdaldir." (İbn-i Mâce)
Bu fazilet, kişinin nefsine galebe çalması ile mümkündür.
"Huşu", "Huzur", "Muhabbet", "Maiyyet", "Kurbiyet" gibi birçok beşerî meziyetlere hâiz olan âlem-i emirdir.
Bu on letâifin zikrullah ile uyanması ve bütün vücudun ahkâm-ı ilâhî'ye uyması için, Fenâfillah'a çıkmış bir Mürşid-i kâmil'e ihtiyaç vardır. Zira mürşidsiz vuslat olamaz.
Mürşid "Yürü!" der, Mürşid-i kâmil ise tasarrufu ile yürütür.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Kim inanır, nefsini ıslah ederse, onlara hiç korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır." (En'âm: 48)
İnsanın terakki edip yükselebilmesi ancak nefse muhalefet etmesiyle kâimdir. Ruhun esâreti nefsin hürriyetidir, nefis esir alınmadıkça ruh hürriyete kavuşamaz.
Bir insan nefsi öldürmedikçe ruhen yükselemez. Dünya puttur, nefsin arzuları puttur, onlara tapmaktan kendisini alamaz. Dinin hakikatine, imanın kemâliyetine varamaz. Şu halde ölmeden evvel ölmek, yani nefsi öldürmek lâzım ki ruh dirilsin.
Nefsin işgali altında kalan ruh ya hastadır, ya da ölü mesabesindedir, yani canlı cenazedir.
Ulvî olan ruh, bu karanlık cesetle birleşince yedi perde ile aslî hâlinden perdelenmiştir. Bu perdelerden her birine nefsin dereceleri veya makamları denir.
Tam yedi perdeli hâli "Nefs-i emmâre"dir. Bir perdenin kalkmasıyla "Levvâme", iki perdenin kalkmasıyla "Mülhime", üç perdenin kalkmasıyla "Mutmainne" gibi isimler alır. Daha sonra "Râziye", "Mardiyye", "Sâfiye" gibi dereceler gelir.
Birinci nefisten yedinci nefse doğru gelindikçe ve her perde kalktıkça; cismâniyet, zulmâniyet, kesafet azalırken, derece derece ruhâniyet, nûrâniyet ve letâfet artar, ruha mânevî âlemden ışıklar sızar. Tam perdeli hâlinde ise hiç ışık sızmaz. Perde sayısı azaldığı nispette nefis saflaşır.
Farz-ı muhal ki bir şeyin üzerine örtü örtülmüş. Bu örtüyü yağmur, rüzgâr, güneş yıkıp yakıp yıpratıyor. Perde zayıfladıkça örtülen şey yavaş yavaş belirmeye başlıyor.
İşte kişinin kalbi de yedi kalın perde ile örtülüdür. Bütün perdelerin kalkması hâlinde ise tamamen nur kesilir. Bu makam, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in makamıdır.
Altı derecenin ismi Kur'an-ı kerim'de açık olarak zikrediliyorsa da, "Nefs-i sâfiye" Âyet-i kerime'lerin işaretlerinden anlaşılmaktadır.
Her nefsin bir âlemi, bir seyri, bir hâli, bir vâridi, bir yeri, bir müşâhedesi, bir ismi, bir nuru vardır.
Nefsin çeşitli hayvânî sıfatları vardır. Mücadele ve mücahede yapıldıkça, bu sıfatlar bir bir küçülür. Bundan sonra her sıfat değiştikçe kuvvetten düşer. Sonraki sıfat daha zayıftır.
Burada çok ince bir nokta vardır. Nefis ne kadar zayıflarsa zayıflasın, ancak sıfatını değiştirir. Meselâ arslansa kedi olur, sinek olur. Her zaman korunmak lâzımdır. Nefis öyle bir mahlûktur ki, ne kadar küçülürse küçülsün icraatını yapmak ister. Her ne kadar sessiz duruyorsa da silahları yanıbaşındadır. Hiç tahmin edilmeyen bir zamanda derhal silahlarını kullanır ve ruhu esir eder. Nefse hiç güvenilmez, uslu durmasına hiçbir zaman itimat edilmez.
Her zaman için Allah-u Teâlâ'ya sığınan kimse, O'nun hıfz-u himâyesine girer ve şerrinden korunur.
Nefis hâkim olursa, ruhu hükümsüz hale getirir, vücut arabasını istediği tarafa götürür. Artık o, şeytanla arkadaş olur, şeytanlaşmış insanlara yoldaş olur, Hakk ve hakikatle ilgisi kalmaz. Niçin geldiğini, nereye gideceğini de düşünmez. Yiyeyim içeyim, giyeyim gezeyim derken, zevk ve sefâsının içinde iken kuyusuna düşer.
İkinci bir incelik ise; ruh ne kadar kuvvet bulursa bulsun, kişi bu tecelliyâtı Allah-u Teâlâ'nın lütfundan olduğunu bildikçe muhafazadadır. Kendisinden bilirse helâk olur, yahut o an için bırakılır. Allah-u Teâlâ nefsine ve şeytana ruhsat verir ve musallat eder. Kişi Hakk'tan ayrıldığı için, Allah-u Teâlâ da ona düşmanı bağlar, artık düşmanla beraber çalışır.
Hakk ile olmayan, o binayı nefis ve şeytana tahsis etmiştir, Hakk'ın ihsan ve ikrâm ettiği lâtifeleri ifsat etmiştir. Bir düşman bir eve girdiği zaman evi tahrip ettiği gibi, bu iki düşman da kalbi ve bütün vücudu ifsat ederler.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Her kim Rahman olan Allah'ın zikrinden göz yumarsa, biz ona şeytanı musallat ederiz. Artık o onun ayrılmaz bir arkadaşıdır." (Zuhruf: 36)
Nefis ve şeytan ruhsat nisbetinde musallat olurlar, müsaade edilmezse yine bir şey yapamazlar, insana zarar veremezler. Hüküm ve irade Allah-u Teâlâ'nındır. Bu noktada size Mevlâ ile nasıl bir merbûdiyet kurulması gerektiğini, insan bırakıldığı anda düşmanın istilâya hazır olduğunu anlatmak istiyoruz. Azmi ve gayreti nispetinde kulunu destekliyor, gevşekliği nispetinde nefse ve şeytana yol veriyor. Bu böyledir.
Mesela iki şey birbirine bitişik olursa araya başka bir şey giremez, ara açılırsa herşey girer.
Bu ameliyelerle, bu çalışmalarla Tarikat-ı aliye'nin altı mektebinden bir tanesi tahsil edilmiş olur. Geride beş mektep daha kalır. Bu bir mektebi bitirmeye birçok kimsenin ömrü dahi kâfi değildir.
Bu kadar derin yollara girince insan kendisinin hep mânevî yolun bâtınî kısmında olduğunu kabul eder. Halbuki buraya kadarki seyir, mânevî yolun zâhirî kısmıdır. Evi düşmandan kurtarmaya muvaffak olmuştur, herşey olmuş değildir. Bu birinci merhaleye Fenâfişşeyh denir. Şeyhin yardımı, müridin çalışması ile husule gelir. Artık şeyh vazifesini bitirmiş olur. Onu bizzat Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in terbiyesine teslim eder ve murakaba ettirir. İşte şimdi bâtınî kısımdan içeri girilir. İçeri girmesine rağmen, yine de şeyhe muhtaçtır.
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerimiz:
"Biz nihayeti bidayete yerleştirdik." buyurmuşlardır.
Yani diğer yolların nihayetinde elde edilen, Tarikat-ı Nakşibendiye'de başlangıçta elde edilir.
Size bu sırrı şöyle arzedelim:
Fenâfillâh'a ermiş bir Mürşid-i kâmil, müridin ruhunu bizzat tasarrufa alır ve birkaç ay gibi kısa bir zaman içinde; Allah-u Teâlâ'nın izni kadar, varması mukadder olan makama kadar mânen çıkarır. Ruhâniyet nefisten o an için ayrılmıştır, nefisten ayrı olarak çıkar ve o çıkışta büyük bir kuvvet kazanır. Müridin bundan haberi olmaz. Nefsi de o zaman tezkiye ettirir, onu harekete geçirmez. O anda hakikaten yürüyor, yürüdüğünü de görüyor, mânevî bir haz içindedir. Fakat istidâdı olan son noktaya kadar çıktıktan sonra bırakılır, orada tutunamaz, tekrar eski makamına düşer. Çünkü çıktığı o yer o anda onun makamı değildir. Oraya rûhen çıkmıştı, nefisle mücadele etmeden çıkmıştı. Fakat oraya nefisle çıkması icap etmektedir.
O güzel yerleri gördüğü için, bundan sonra artık çocuğun yeni yürümeye başladığı gibi, o da düşe kalka o noktaları yeniden tırmanmaya çabalar. Çıktığı yer çok güzel olduğu için, bütün gücü ile oraya çıkmaya azmeder. O iki aylık çıkışı şimdi kimbilir kaç senede çıkabilecek? O zaman çıkarılmıştı; şimdi ise nefis var, şeytan var, dünya meşgaleleri, maişet derdi var. O mânevî haz ona güç verir, artık ruhâniyet ile cismâniyet ciddi bir mücadeleye başlar. Çünkü nefis bütün gücüyle engel olmak ister. Fakat mücadele ederse, o nisbette muvaffak olur. Ruh kuvvet bulunca, nefis ister istemez ruha tâbi olmak mecburiyetinde kalır. Ruh kuvvet bulduğu için, nefisle mücâdele kolaylaşır.
İstidadı olduğu için, çalışırsa nasibi olan yere kadar çıkabilir. Amma bir sene, amma on sene, amma yirmi sene, amma elli sene sonra... Nasipdar olan mürid nasibini aldıkça gider. Nasibi varsa bir gün "Murad" bile olur.
Tarikat-ı Nakşibendiye'nin, yolu kestirmeden alışı buradan doğuyor. Mürşid müridin merdiveni olduğu için, nefis terbiyesine girmeden önce ruhu yükseltiyorlar. Diğer yollarda ise evvela nefsi tezkiyeden başlanıyor, hayli tezkiyeden sonra ruha geçiliyor. Fakat kuvvet bulmayan bir ruhun yanında nefsi tezkiye etmek çok zordur. Bir ömür bile kâfi değildir. Yani nefsi tezkiye edeceğim derken kimisi de ömrünü tüketmiş oluyor. Eğer nasibi varsa sonra ruha geçiyor. Mürşid müridin merdiveni olduğu için ve Tarikat-ı Nakşibendiye'de doğrudan doğruya ruhtan çıkış yapıldığı için, bir mürid onların seneler sonra ulaşacağı menzile bir anda yetişmiş oluyor. O mesafeyi kestirmeden katediyor. Nefis ile ruh yollarının ayrıldığı nokta burasıdır.
Her şeyin bir özü vardır. Dağların özünde elmas var. Kâbe-i Muazzama'nın özünde Hacer-i esved var. İnsan-ı kâmil'in özünde de Hazret-i Allah var.
İnsan-ı kâmil kendisine bakar; nasıl ki bir insan yumurtanın kabuğunu bir hiç olarak gördüğü gibi, inanın ve itimat edin, kendisinin hiçbir hükmü olmadığını hem gözü ile görür, hem bilir.
Âyân-ı sâbite bir zerredir, o zerre parçalandığı zaman ne oluyor? Vahdet-i vücudun en son merhalesine ulaşıldığında;
"Allah göklerin ve yerin nûrudur." (Nûr: 35)
Âyet-i kerime'sinin tecelliyatına mazhar olan da, bu zerre de, bu atom da parçalanır. Atom, yani zerre de parçalanırsa onda hiçbir şey yoktur artık. Onda hiçbir şey kalmamış, Âlem-i ekber olmuştur. Niçin? Hazret-i Allah'tan gayri bir şey kalmadığı için. Fakat zerre kadar da kalmış olsa o varlıktır. Hülâsa Âlem-i ekber oluşu hiçliktendir. Zerre bile varlık olduğuna göre, hiç olmak gerekiyor. İşte o zaman insan-ı kâmil Âlem-i ekber olmuştur.
O'ndan başka ne vücud var, ne de mevcud var.
Bunlar bu Âyet-i kerime'nin tecelliyatına mazhar olanlardır. Vücud O, mevcud O olduğunu hem görür, hem bilirler. Her şeyin "Ol" emriyle husule geldiğini ve herşeye bir suret verildiğini, her zerrede ulûhiyet sırlarının olduğunu, kâinâtın vücud nûrunun zerrelerinin zuhur mahallinden husule geldiğini görür ve bilirler.
Hadis-i kudsi'de şöyle buyuruluyor:
"Yere göğe sığmadım, mümin kulumun kalbine sığdım." (K. Hafâ: 2256)
Hakiki Vahdet-i vücutçular yalnız bunlardır. Çünkü o Hakk'ı görüyor, kendisini görmüyor. Her zerrede ulûhiyet sırları mevcut olduğundan O her şeyi çepeçevre kuşatmıştır. Her şey her şeyi kuşatmış, O ise her şeyi kuşatmıştır.
"Allah her şeyi çepeçevre kuşatandır." (Nisa: 126)
Allah-u Teâlâ her şeyi çepeçevre kuşattığından dolayıdır ki nereye baksan yalnız O'nu göreceksin.
"Yüzünüzü hangi cihete çevirirseniz çevirin, vech-i ilâhi oradadır." (Bakara: 115)
Bunlar Allah-u Teâlâ'nın has ve hususi kullarıdır. Bunlar kendisi için yarattığı, seçtiği, huzuruna aldığı kullardır.
Bunlar insan-ı kâmil olanlardır. Hazret-i Allah'ın huzur-u ilâhisine kabul edilenlerdir.
"Onlar sıdk makamında, kudret ve kuvvet sahibi hükümdarın huzurundadırlar." (Kamer: 55)
•
Şükredenler bilir, O Sübhanı...
Sonsuz nimetleri ikram eden O Sultanı.
Yalnız O'nun yaratıcı olduğunu
Yalnız O'nun rızıklandırıcı olduğunu
Lütfu sonsuz, ikramı bol, O yaratıcı Sultanın...
•
Bunlar kendini görmez, Hakk'ı görür. Her şeyin Hakk'tan olduğunu hem görür, hem bilir. Ona bahşettiği nimetlerin bir zerresinin idrakinden aciz olduğunu bilir. Çünkü O'ndan görür ve O'nu görür.
İşte bunlar kendilerinin paçavra olduğunu da bilir. Hazret-i Allah o paçavrayı dilediği şekilde kullanır. Murad ettiği yerin silinmesini temin eder.
Bu hakiki mutasavvıflar ve hakiki Vahdet-i vücudçular bu bahsedilenleri daha dünyada iken bilir, görür ve söyler. Neyi? Kendisinin bir resimden, bir maskeden, bir paçavradan ibaret olduğunu bilirler. Hülâsa bunlar Hakk'ın paçavrasıdır.
Gerçek mürşid Hazret-i Allah'tır. Hakiki mutasavvıflar ve hakiki Vahdet-i vücut'tan bahsedenler hem kendisinin ve hem de bütün kâinâtın "Ol" emriyle olduğunu, kendisinin bir çerçeveden ibaret olduğunu görür. O çerçeve içinde Hazret-i Allah'ın tecelliyatını, mevcudiyetini görür ve bilir. Artık onun içinde Hakk var. O Hakk'ı görüyor. Ve bir çerçeveden ibaret olduğunu biliyor. Râbıta ancak onlara yapılır.
Zira Cenâb-ı Hakk:
"İçinizde... Görmüyor musunuz?" (Zâriyat: 21)
Âyet-i kerime'sinin tecelliyatına, sır ve esrarına yalnız bunları mazhar etmiştir. Bunlar esrar odasının sahipleridirler.
Bunlara râbıta yapan kimse bizzat Hazret-i Allah ile merbuyetini kurar. Zira o kişi Hakk'ta fani olmuştur. Onda Hakk'tan gayrısı bulunmaz. Bu, bu hale gelenlere mahsustur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Sâdıklarla beraber olunuz." (Tevbe: 119)
Bu bir emr-i ilâhî'dir. Bu emr-i ilâhîye kimler muhataptır, kimlere mahsustur? Râbıta kime yapılır?
Mürşid-i kâmil'i bulmak ilâhî bir lütuf ve bağış, büyük bir kolaylıktır.
Mürşid "Yürü!" der, Mürşid-i kâmil ise bizzat Allah-u Teâlâ'nın tasarrufu ile, ihsanı ile yürütür. Fakat şunu unutmamalı ki, Mürşid-i hakiki Hazret-i Allah'tır. Bu noktayı biraz daha açalım. Mürşid-i kâmil, Allah ve Resul'de tamamen fânî olduğu için Allah-u Teâlâ'nın lütfuyla yürütür. Allah-u Teâlâ'nın lütfuyla yürüttüğü için halkı Hakk'a davet eder. En kestirme yol ile, en az sözle Hakk'a ulaştırmaya gayret eder.
Mürşid-i kâmil'i Allah-u Teâlâ ileriye sürdüğü için, ona o makamı verdiği için; o çok iyi bilir ki kendisi hükümsüz bir resimden ibarettir. Allah-u Teâlâ onun varlığını almıştır, kendi varlığını duyurmuştur.
Mürşid-i kâmil Hazret-i Allah'ın malını pazara koyar, onun gönlündedir Hazret-i Allah.
Mürşid ise oraya eremediği için, Hakk'ta fâni olamadığı için, hep kendini görür, kendi malını pazara koyar, onun ağzındadır Hazret-i Allah.
Mürid "Seyr minallah"da yola çıkar, altı mektepten birincisi burada tamamlanır. Sonra "Seyr ilâllah", "Seyr fillâh", "Seyr billâh", "Seyr anillâh"gibi Hakk'a tekarrubiyet seyirleri başlar.
Nefis kalpten, ruhtan, sırdan, hafâ ve ahfâdan çıkarıldığı gibi, murakabalar da tıpkı bunun gibidir, sıra ile gider. Murakabalardan geçtikçe iman tekâmül eder.
Tarikat ilmi tahsil edilmediği müddetçe, iç âlemine hiç kimse vâkıf olamaz. Nefsin ayrı duygulara, ruhun ayrı duygulara sahip olduğu anlaşılmaz. Kişi nefsin sefâsını ruhun sefâsı zanneder. Nefis onu istiyor, o da nefsinin arzusuna uygun iş ve icraat istiyor. Nefsin hoşuna giden şeyler Allah-u Teâlâ'nın hoşuna gitmez, nefsin hoşuna gitmeyen şeyler O'nun hoşuna gider. Ona hâkim olabilmek, dizginini tutabilmek için nefsin hoşlandığı şeyleri yapmayacaksın, hoşlanmadığı şeyleri yapacaksın. Esas budur.
Dolayısıyle şeriattan sonra tarikatı da bitirmeye muvaffak olunursa marifetullah mektebine girilir. Fenâfişşeyh tahsili bitmiş, bizzat Seyyid-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in taht-ı terbiyesine mânevî olarak alınmış olur. Bu noktada müride Kelime-i tevhid verilir. Lâfza-i celâl "Cezbe-i zâtiye", Kelime-i tevhid ise "Cezbe-i kayyûmiye" husule getirir.
Lâfza-i celâl dersini çekerken Râbıta ile muhakkak meşgul olmak lâzımdır ki, şeyhin tasarrufu ile letâfâtı geçmiş olsun. Kelime-i tevhid dersine geçince de murakaba ile meşgul olmak lâzım ki, erişemediği yerlere eriştirilsin.
Kalbin vüs'at bulması için Kelime-i tevhid, nefesi hapsetmek suretiyle bir nefeste yirmibir defa çekilir. İç âleme o nisbette nüfuz etmeyi, birçok hakikatlerin doğmasını kolaylaştırır.
Bir taş, bir leş, bir insan ilâh olabilir mi?
Hâşâ olamaz.
Şu halde Kelime-i Tevhid çekilirken "Lâ" deyince bunların hiçbirinin tapınılacak şey olmadığı tefekkür edilecek. Tapınılacak şeyler olmadığı gibi, bunların hükmü de kıymeti de yoktur. Çünkü "Ol!" emri ile olmuştur. "Var" onları yaratmış, var olarak gösteriyor.
"Lâ" denince insan bunları yok edecek ve hiçbir teferruâtı düşünmeyecek.
"İlâhe" derken kendi varlığını da oraya katacak. Cenâb-ı Hakk'ın lütfuyla, zerresine varıncaya kadar gerek kendi varlığını gerekse mevcudâtın varlığını silmiş olacak.
"İllâllah" deyince de; "Allah'ım senden başka hiçbir şey yok. Görünen şeyleri sen var ettin, var gibi görünüyor. Amma senden başka bir var yok." diye düşünecek.
Böylece Hazret-i Allah'ın varlığı kendiliğinden meydana çıkmış olur.
"Muhammed'ür-Resulullah" Cenâb-ı Hakk kendi nurundan Habib'ini yarattı ve bütün mükevvânatı O'nun nuruyla donattı. Yani mevcûdat demek O demek. Çünkü bütün varlıklar Habib'inin nurundan husule geldi.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Hadis-i kudsi'de:
"Seni yaratmayacak olsaydım, mükevvenâtı yaratmazdım." buyuruyor.
Habib'inin nuru kendi nurundan olduğu için, bütün mükevvenâtı o nurla donattı. Nereye bakarsan hep o nur.
Cenâb-ı Hakk cümlemize kavratsın bu noktayı.
Her âzânın hoşlandığı, zevk ve lezzet aldığı şeyler vardır. Gözün lezzeti güzel şeyleri görmek, kulağın lezzeti istediği şeyleri duymak, şehvetinki yemek-içmek, mukarenet, düşmanına galip gelmek gibi şeylerdir.
Kalbin lezzeti ise her şeyin hakikatini bilmektir, bu da marifetullahtır. Marifetullah yolunda ne kadar ilerlerse o nispette lezzet alır. Kâinatın Hâlik'ı ve mutasarrıfı olan Allah-u Teâlâ'nın zât ve sıfatına, esrar ve hikmetine, âsâr ve sanatına, izzet ve kudretine taalluk eden marifetten daha lezzetli; O'na yakın olmak, O'nu tanımak şeref ve saâdetinden daha büyük ne olabilir?
Kalp, Allah-u Teâlâ'nın cemâlini müşâhede için halkolunmuştur. Bunun içindir ki kalbin saâdeti muhabbet ve marifetullahtır. En güzel ve en devamlı olan budur. Marifetullah ehli Allah-u Teâlâ'yı canlarından, mallarından, uzuvlarından, evlâd-ü ıyâlinden ziyade severler. Çünkü dünya hayaldir, ne ki varsa seriüz-zevâldir, muhabbet etmeye değmez.
Kalp ölümle fenâ bulmadığı için ebedîdir. Ölümden sonra kınından çıkan kılıç gibi daha da kuvvetlenir. Karanlıktan ışığa çıkar ve Cemâlullah'ı müşâhede imkânı daha ziyade olur. Bunun içindir ki, tasavvuf yolu insanı ebedî saâdete eriştiren en kestirme ve en doğru yoldur.
•
İnsan kendi varlığını yok ederse Hakk'a ulaşır. Yani kişi kendini yok etmekle, zaten içinde var olan Hazret-i Allah ortaya çıkmış olur.
Sen varsın O yok, O var sen yoksun.
Misafirin gelmesi kalp sarayının temizlenmesine bağlıdır. Fuad gözü yani kalp kapısı aralanırsa bazı sırlar tecelli eder.
Nimet-i ilâhiye temiz kalplerde tecelli eder. Kalpler kaplara benzer. Kap su ile dolu bulundukça hava giremez. Kalpler de mâsiva ile meşgul oldukça marifet hâsıl olmaz. Kalpte iki kapı vardır. Birisi dahile yani melekût âlemine, diğeri harice yani beş hislere açılır.
Kalbin dış âlemle temasını sağlayan ve dış âleme tanıtan beş duyu organıdır. Bu dünyaya ait tad ve lezzetler kalpten çıkarıldığı anda kalbe doğru gayb âlemi açılır ve hakikat görülür. Çünkü kalbin her iki âleme yönelip ikisini birlikte bilmesi mümkün değildir. Bir tarafı kapalı olduğu için aynada görüntü meydana geldiği gibi, kalp de Hakk'tan gayrı olan şeylere kapalı olduğu zaman ona gayb âlemi açılır. Esrar-ı ilâhiye zuhur eder. Çünkü bu görülen âlem değersizdir ve Allah-u Teâlâ'dan çok uzaktır. Eğer gönül bu âleme tamamen çevrilip gayb âlemi terkedilirse, o kimse insan suretinde hayvan olur. Böyle insanların çok yiyip-içtiklerini, çok uyuduklarını, öfke ve şehvetlerinin esiri olduklarını görürsünüz.
Gönül gayb âlemine dönüp ona bağlanırsa, o kimse Allah yoluna sülûk eder, meleklerin vasıflarını kazanır, emaneti taşımaya yaraşır bir kimse olur.
•
Kalpten murad, marifetullah ve ruhtur. Kalp, ilim ve irade ile teçhiz edilmiştir.
Bir kalp vardır, et parçasıdır, maddi hastalıklara düçar olur. Mânevi kalpte ise ahlâk-ı zemime ile hastalık hasıl olur.
Kalp bir et parçası olmasına rağmen, içi ilâhidir. Allah'ı bilme ve sevme makamıdır. Kalbin büyük şânı ve fazileti bu özelliğindendir.
İrfan ehlinin kalbi, Allah-u Teâlâ'nın evidir, feyz ve keremin yeşerip geliştiği bir bahçedir. İlâhi güzelliği aksettiren bir ayna, O'nun ilim ve irfanının bir hazinesi, lütuf ve ihsanının bir denizidir.
Kalbin bu özelliğini bilen kişi, nefsini ve Allah'ını bilmesi için zikrullah ve ibadetlerle gönlünü temizler ve cilâlar. Böylece ilâhi güzelliğin aksetmesini sağlar.
İşte bundan sonradır ki:
1. Gönül açıklığı Allah-u Teâlâ'nın kudretini duyup güzelliğini seyreder.
2. Kalp, sevinç ve elemi unutarak görünmez âlemde uçmaya başlar.
3. Allah-u Teâlâ'nın lütfuna kavuşan kalp gözü, sevinç ve aşkı ile dolar, cemâlini görür. Zaman ve mekândan çıkarak gerçek makama yükselir. Peygamberler meclisine girer, ebedî huzur ve saâdete erişir.
Allah-u Teâlâ'nın öyle veli kulları vardır ki, bedenleri dünyadadır amma, kalpleri arşın altındadır. Kalpleri Arşurrahman'ın altında olması, dünyada Allah-u Teâlâ'nın sırlarının kalbe tecelli etmesindendir.
Nitekim Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz:
"Kalbim, Rabb'imin nuru ile Rabb'imi gördü." buyurmuştur.
Kalp, Cemâl sıfatının tecellisine bir aynadır. Sıfatların tecellisi, fuad yani kalp gözü ile görülür.
"Fuad yani kalp, gördüğünü yalanlamadı." Âyet-i kerime'si bu mânâyı teyid etmektedir. (Necm: 11)
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz de: "Görmediğim Allah'a ibadet etmem." buyuruyor.
Bunlar hep ayrı tecelliyattır. Bunların cümlesi Allah-u Teâlâ'nın sıfatlarının müşahedesindendir. Cama güneşin vurması gibidir.
Kul olabilmek demek, Allah'ta hiç olabilmek demektir. Kul olabilmek için kişide varlığın zerresi kalmayacak.
"Allah'ta hiç olabilmek" noktası çok gizlidir, mahlûka âit olan bir husus değildir. Allah-u Teâlâ tecelli ettiği zaman ve o Allah-u Teâlâ'yı gördüğü zaman, O'na ulaştığı zaman; ateşte yanıp giden küçük bir kâğıt gibi hükümsüzdür, üflesen gider. Gerçek hüküm Hazret-i Allah'tadır. O'nun tecelli ettiği yerde mahlûkun hiç hükmü olmadığı gibi, değil varlık, varlığının eseri bile olmaz.
Meselâ bir ateşte kül var. Külü üflediğin zaman bir şey kalır mı? Kalmaz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde buyurmuyor mu?
"Yeryüzünde bulunan her şey fenâ bulacaktır.
Ancak azamet ve ikram sahibi olan Rabb'inin veçhi (zâtı) bâki kalacaktır." (Rahman: 26-27)
Bütün mevzuyu bu sır açar. Demek ki mahlûk diye hiçbir şey yokmuş.
Ama sen kendinin bir kül olduğunu, kâinatın külden ibaret olduğunu görmedikçe O'nu nasıl görürsün?
O'nu anlamak mümkün değildir. Herkes kendi zannını ortaya koyar, orada kalır.
Fakir elhamdülillâh bunu görüyorum ve biliyorum. Siz işitirsiniz, bu böyledir dersiniz, amma kül olmak, yok olmak o ayrı bir iştir.
"Hamd, âlemlerin Rabb'i Allah'a mahsustur." diyorum. (Fâtiha: 1)
O'nun varlığını kendimde hissettiğim, kendimi kaldırdığım zaman O çıkıyor.
Ben zerre bir hakirim. O da O'nun. Ben yokum O var. Kâinat da bilsin böyle olduğunu, kâinat da bulsun O olduğunu.
Benim hamdim O'na mahsus. O yarattı, O donattı. O bildiriyor, O gösteriyor.
O yaratıyor, O yaşatıyor, aynı zamanda O yönetiyor.
"Gökten yere kadar her işi O düzenler." (Secde: 5)
İman nedir? Kendini inkâr ettiğin zaman, O'nu tasdik ettiğin zaman iman etmiş olursun. Gerçek iman da budur. Bunu böyle kabul edin. Vaktâki kendini inkâr ettiğin zaman, "Lâ!" dediğin zaman kendini de kâinatı da inkâr ettiği zaman, Var olan husule gelir. Açık söylüyorum, iman budur diyorum. İmanın hakikisi budur, külün hakikisi budur.
"Lâ ilâhe" Şimdi bir pehlivan hasmını yendiği, devirdiği zaman pehlivan oluyor. Fakat asıl pehlivanlık, âlemleri bir anda devirdiği zaman, yaratılanları değil de, Yaratan'ı bulduğun zaman olur.
Âlim-i billâh olanlar "Elhamdü lillâhi Rabbil-âlemîn" dedikleri zaman kendilerinden zerre kalmaz, "Rabbil-âlemîn" husule gelir. O öyle bir Allah ki, âlemlerin yaratıcısı ve mürebbisidir. Âlemler maske gibi hükümsüzdür. Çünkü "Ol!" emriyle oluyor, "Öl!" emriyle ölüyor.
Mülkü O yarattı, sen ise O'nu mülkün içinde zannediyorsun, hem de "Elhamdü lillâhi Rabbil-âlemîn." diyorsun. Bu ne biçim iman, ne biçim zan? Halbuki sizin gördüğünüz bu mülk en küçüğüdür, Allah-u Teâlâ'nın yarattığını yalnız O bilir.
Şeyh Es'ad Erbilî -kuddise sırruh- Hazretlerimiz'de şöyle buyuruyorlar:
"Yok olmayan Var olamaz,
Varlığı dağıtmak gerek."
Var olmak için bir insanın Fenâfillah'a çıkması lâzımdır. Fenâfillah'a çıktığı zaman da ayan-ı sabite olarak düşer ve Hazret-i Allah'da onu orada idare eder. Orada hiç olur, zerre olur. Yok olmuş, mahvolmuştur ama O'nun takdiri, tecelliyatı, hükmüne bağlıdır. Oraya inen bir zerrenin ne hükmü var? Anne karnındaki çocuğun ne hükmü var? Oraya çıkan bir kimse aynı anne karnındaki çocuk mesabesindedir. Ve o hep oradan alır. Çocuk kordondan nasıl alıyor, tekâmül ediyorsa o da oradan alır. Çocuk tekâmül ettiğini bilmez, o da aynı şekilde tekamül ettiğini bilmez.
Mahviyet mevzuları sık sık geçiyor. Nefsin acizliğinden, insanın değersiz bir mahlûk olduğundan bahsediliyor.
Bu sizin tuhafınıza gitmesin. İşleyen bir motor toz tutmadığı gibi, bunları daima mevzu etmekle, gönül ister ki nefsin üzerine toz konmasın. Toz konsa tozu bile benimsemeye çalışır. Acizliğimizi unutmama, varlıktan benlikten uzaklaşma hâli üzerimizde devamlı kalsın istiyoruz. Toz kadar bir nesne dahi varlık verir. Bir toz konar, onu kaldırmazsan bir toz daha, bir toz daha konar, derken kalp örtülür ve hakikatin kapanmasına sebep olur.
Allah-u Teâlâ bu kölesine mahviyeti sevdirdiği için, bütün kardeşlere mahviyet basamağından yol vermeye çalışıyoruz. Başkalarında bu basamak olmadığından, bu işlerle alâkası da olmuyor. Allah-u Teâlâ'nın ihsan ettiği kullara âittir. Verilme iledir, öğrenmekle değildir.
İnsan kendisini boş bir kutudan farksız olarak görmedikçe hiçbir zaman hakikata ulaşamaz.
Mevlâ ne ki sermaye koyarsa kişide o vardır. O'nun koyduğu sermaye cevherdir, o cevherle çok şeyler satın alınır, sermaye kadar icraat yapılır. Biz koyarsak mangırdır, mangırla hiçbir şey satın alınmaz.
"Mahviyet, mahviyet..." demenin asıl sırrı şudur ki; Allah-u Teâlâ bir kulunu sevip, kendisine yaklaştırmışsa, o kul Allah-u Teâlâ'dan çok korkar. O kadar korkar ki, mahlûkatın en aşağı derecesine inmek ister. Orada mahvolmuştur. Mahviyetin ismi oradan geliyor.
O korkunun tarifine imkân yoktur. Hadd-i zâtında o da O'nun, oraya indiren de O.
Bir insanın Allah-u Teâlâ'ya çok sığınması ve nefsinden de çok korkması lâzımdır. Nefsin kendini beğenmesi en büyük tehlikedir. Kişiyi uçurumun kenarına getiren kendi varlığıdır.
Şah-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerimiz:
"Ben değersiz bir mahlûkum." buyururlar.
Bu öyle ince bir sırdır ki, iniş hâllerine göre beyan etmişlerdir. Bunlar hep Hazret-i Allah'ın azametine karşı iniş hâllerinin icraatıdır.
Varlık peşinde koşan Var'a ulaşamaz. Bir insan hayatının o anına kadar topladığı varlıkları dağıtıp, kendisinin hiç olduğunu öğrenecek ki var edeni bulabilsin.
Bize en çok sevdirilen mahviyettir. En çok kaçtığımız şey de varlıktır.
Herkes yukarıya çıkmaya çalışırken, bir gaye ve bir maksat peşinde koşarken, biz ise fenâ üzerinde iniş yapıyoruz. Pirân-ı izam Efendilerimiz'in bulunduğu ve yürüdüğü yol bu oluyor. Hep bu yoldan yürümüşler ve aynı hedefe varmışlar. Hepsi orada bulunurlar. O nokta varlık yeri, post makamı değildir, kulluk makamıdır. Orada hiçbir dâvâ yoktur, onlarda başka arzu yaşamaz. O hedef yalnız O'nu arzu edenlerin hedefidir.
Bâtınî yönden illâ terakki etmek lâzım ki, nefis kendini beğenmesin.
Allah-u Teâlâ'nın lütfettiği kimselere; varlık taslamak, üzerinde fazilet toplamak çok abes gelir. O'nun malı ile O'na karşı övünmek çok gülünçtür. Bu muazzam varlık sahibimizin. Her lütuf O'nun, her lütuf O'ndan. O verdi, daha sonra da alacak.
İnsan her şeyin O'nun ve O'ndan olduğunu bildikten sonra kendisinin basit ve değersiz bir mahlûk olduğunu görmeye başlar. Bunu böyle gördükten sonra Rabbimize o nispette sığınmamız icabeder. Kendisine sığınanı Allah-u Teâlâ çok sever. Nefsine pâye verenleri de hiç sevmez.
Fakir der ki:
"Allah'ım! Beni hükümsüz ve değersiz olarak bulundur."
Hükümsüz ne demek? Hiç hükmü olmayan demek. Hiç hükmü olmayan şey zaten değersiz olur. Hüküm olmadığı zaman O'nun hükmü geçiyor. İlik O oluyor. Aslında hep O. Eğer kişide zerre kadar varlık husule gelirse, bunu söyleyemez ve bunu yapamaz, söylediği zaman riyâ olur. O kadar da incedir.
Hükümsüz; senin bir varlığın vardı, varlığını attın. Artık ikinci bir mevzu orada yaşamaz. İlik O'dur, varlığın zerresi atıldığı zaman, kül olduğu zaman O kalır. Amma bu sözle olmaz. Bu Hakk ile olan bir iştir, ancak ehline mahsustur. Ehli kimdir? Allah-u Teâlâ kimi sevip seçtiyse ve kimde tecelli ettiyse ehli odur. Kişiyi mahviyete sürükleyen işte o tecelliyâttır. Çünkü bir şey görecek ki, ötekisinin hükümsüz olduğu anlaşılacak. Allah-u Teâlâ'nın varlığı başka varlık kabul etmez.
Allah öyle bir Allah ki, hayatım boyunca bir nimetine bile şükrümü ifa edemem. Nimetlerinin birinin dahi suâline cevap veremem. Meğer ki hesapsız kerem edip bağışlasın.
Allah-u Teâlâ'yı anamadığımı, ibadet edemediğimi, bilmeye de imkân olmadığını ifade etmek istiyorum.
İtimat edin Allah-u Teâlâ'ya lâyık-ı veçhile sığınamadığımı, Azamet-i ilâhî'si karşısında korkmadığımı biliyorum. Bunu kalben söylüyorum. Çünkü korksam erimem lâzım. Sığınsam başka hâle bürünmem lâzım. Hiç güvencem yok. Eğer zerre kadar bir güvencem varsa, gözyaşları ile onun erimesini niyaz ederim.
Şu hususu da hemen ilâve edelim ki, kendimden daha biçare bir âciz de bilemiyor ve göremiyorum. Bunu sakın bir tevazu kabul etmeyin, bir hakikattır. Çünkü nefsime bakıyorum, bir tehlikeye düşmezden evvel kurtuluşunu arıyor. Bir ibtilâ karşısında, gelmesinden evvel kalkmasını istiyor.
Bu büyük gerçekleri ne duyuyoruz, ne de duymak istiyoruz. Var olan Allah-u Teâlâ'dır. Sen âcizsin, Allah-u Teâlâ'yı bilemezsin, anlayamazsın. Bir zerre toz seni ölçebilir mi? Sen zerre kadar toz bile değilsin. Çünkü seni de O yarattı.
Allah-u Teâlâ bilinmedikçe ibadet edilmez. Bilmek için de intisab edip sülûk etmek gerekiyor. Daha sonra Azamet-i ilâhî ortaya çıkar.
Gözün; "Bakar göz", "Şaşı göz", "Kör göz" diye üçe ayrılması bu noktadadır. Birisi Allah-u Teâlâ'yı görerek ibadet eder, birisi kendi varlığı ile ibadet eder, diğeri ise hiç görmez.
İnsan "Nutfe"ye indikten sonra bile, şeytan ve nefis hücum ederek ona varlık katmaya çalışırlar. Bu iki düşman zorlamaktan hiç geri kalmazlar. Hazret-i Allah'a sığınılmadıkça kurtuluş mümkün değildir. "Allah'ım bu düşmanlardan sana sığınırım." diye niyaz ve ilticâ edilirse, Allah-u Teâlâ da lütfedip onu şeytanın ve nefsin hücumlarından korursa ancak kurtulmuş olur. Kurtuldum diye bir şey yok.
Bunun temsilini şöyle arzedelim:
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Sizden hiç kimse amel ve ibadeti ile kurtulamaz." buyurdu.
Sahâbe-i kiram -radiyallahu anhüm-:
"Sen de mi yâ Resulellah?" diye sordukları zaman ise şöyle buyurdu:
"Evet ben de. Meğer Allah-u Teâlâ rahmeti ve fazlı ile beni koruya." (Müslim: 2816)
Var ile övünüyorum. Varlığımdan utanıyorum. Çünkü hep O...
Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri vardır ve birdir. O Ehad'dır. O'ndan başka bir mevcud yoktur.
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Allah var idi ve Allah'tan başka birşey mevcud değildi." (Buhari)
Herkes O'nu bu mülkün içinde, mekanların içinde arıyor. Halbuki bütün mekanlar O'nda mekândır. O'nun mekânı yoktur.
"Yüzünüzü hangi cihete çevirirseniz çevirin, vech-i ilâhi oradadır." (Bakara: 115)
Hazret-i Allah herşeyden herşeye yakındır. Bu bilinmediği için herşey biliniyor, O bilinmiyor. Herşey görülüyor, O görülmüyor. O ise her şeye her şeyden yakındır.
Halbuki gören için O var, başka birşey yok. O "Var" dedi göründüler, "Yok" dediği zaman hiçbir şey yok. Yine O'ndan başka hiçbir şey yok.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Yeryüzünde bulunan herşey fena bulacak. Ancak azamet ve ikram sahibi olan Rabb'inin vechi baki kalacak." (Rahman: 26-27)
Var olan Hazret-i Allah'tır.
Var ile övünüyorum; Bunların sırrı ise bir zerrenin sırrında saklıdır. O sır çözülürse her şeyin sırrı meydana çıkacak. Evvel O, Âhir O, Zâhir O, Bâtın O, hep O'dur. O vahdâniyeti ile zâhir, vahdâniyeti ile bâtın oldu. Yani hem açığa çıktı, hem gizlendi. O'nun varlığı vahdâniyeti ile gizlidir. Amma şekilsiz, keyfiyetsiz.
"O'nun benzeri birşey yoktur." (Şûrâ: 11)
Evvel harflerin varlığı O'dur. Âhir harflerin varlığı O'dur. Zâhir ve bâtın da öyle. İsim ve müsemması ile anlatılan hep O...
Var olan Hazret-i Allah ile övünürüm.
Gaye Yaratan'ı bilmektir.
Bir zerreden mükerrem bir insan yaratıyor. O ne güzel yaratıcıdır! Onun için O'nunla övünüyorum. Ama kerih suyun övünülecek hiçbir şeyi yok. O'nu yürüten yöneten hep Allah.
Benim yanlış işlerim hep nefsimdendir. Ondan utanıyorum. Bu nimetleri bahşeden bunca iyilikler veren Allah'ım ile övünüyorum.
İçte O, dışta O... Her zerrede ulûhiyet sırları mevcut... Zâhire gelince; zâhir de ben diyor. Fakat insan O'nu görmüyor da perdeyi görüyor.
Hülâsa; gerçek mürşid O. Çünkü hep O.
O Allah ki nufteyi yarattı.
"Biz insanı erkek ve dişi suları ile karışık bir nutfeden yarattık." (İnsan: 2)
İşte o nutfeye, suya baktığım zaman utanıyorum. Yalnız var olan Hazret-i Allah ile iftihar ediyorum.
Aslım bir damla kerih su iken nasıl varlığımdan utanmayayım.
"İnsan neden yaratıldığına bir baksın! Atılıp dökülen bir sudan yaratıldı. O su erkeğin sulbü ile kadının göğüs kemikleri arasından çıkar." (Târık: 5-6-7)
İnsanların herbiri Âdem Aleyhisselâm'dan meydana geldiği halde herbirinin karar yerleri ve emanet yerleri vardır. Baba sulbünden ana rahmine, rahimden dünyaya, dünyadan kabre, bazen yerleşme bazen de emanet olarak bırakılmaktadır. Kimisi henüz çıkış yeri olan sulbden ayrılmamış orada duruyor. Kimisi de rahime tevdi edilmiş doğmak üzere bulunuyor.
"O her an yeni bir iştedir." (Rahman: 29)
Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğu üzere bütün bunlar her an yeni bir yaratma halinde olan Allah-u Teâlâ'nın tecelliyatlarıdır.
"Ey inkar edenler! Sizi biz yarattık. Hâlâ tasdik etmeyecek misiniz? Gördünüz mü rahimlere akıttığınız meniyi? Onu siz mi düzgün bir insan suretine getiriyorsunuz, yoksa biz mi onu yaratıyoruz?" (Vâkıa: 57-58-59)
Hücrelerin içinde bulunan ve gen dediğimiz, mikroskopla bile zor görülebilen varlıklar, gelecek olan insanın karakter ve kabiliyetlerini, bütün hususiyetlerini üzerlerinde taşımaktadırlar.
Erkek veya dişi olacağı, güzelliği, çirkinliği, boyunun kısalığı veya uzunluğu aklî ve ruhî yapısı, duygu ve emelleri kabiliyet ve anormallikleri... Hepsi bu bir zerrede gizli bulunuyor.
Yeryüzüne gelmiş ve geçmiş iki insanı asla birbirine benzetmeyen hususiyetler güçsüz bir cisimcikte mevcut. Bir zerre nerede bir insan nerede?
O zerrenin içerisine bütün mukadderatını da koymuş. Sonra o kerih suyu dilediği şekilde şekillendirmiş ve şekilden şekile koymuş.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Seni topraktan, sonra nutfeden yaratıp sonunda da seni bir insan şekline getiren Rabb'ini inkâr mı ediyorsun?" (Kehf: 37)
Düşünmeli ki bir nutfe ne kadar değersiz bir sıvı, ne kadar güçsüz ve zayıf bir şeydir. Bu değersiz şeyden çok değerli bir insan yaratmak ne büyük bir kudrettir!
Her şeyi nizam ve intizam içinde yoktan var eden O'dur. Her güzelliğin her tekamülün ilk numunesi O'nundur.
Allah-u Teâlâ; zürriyetini kerih bir sudan meydana gelen nutfeden yarattığını, sonra onu düzeltip tamamladığını, içine ruh üfürdüğünü ve sonradan kulaklar, gözler, gönüller verdiğini Secde suresi'nin 7, 8, ve 9. Âyet-i kerime'lerinde beyan buyuruyor.
Allah-u Teâlâ kulağı, gözleri ve kalbi tertip üzere zikretmiştir ki önce Hakk'ı işitsin, sonra işittiğini gözü ile görsün, gördüğü şeyleri kalbi ile tefekkür etsin.
"Sizin için kulaklar, gözler, gönüller verdi. Ne az şükredersiniz!" (Secde: 9)
Nihayet günü gelince 280 gün sonra fevkalâde bir bebek olarak dünyaya gelir.
"Sonra sizi bir bebek olarak çıkarırız." (Hacc: 5)
Artık bu merhaleden itibaren daha önce cansız iken canlı, konuşmaz iken konuşan, duymaz iken duyan, görmez iken gören bir varlık olmuştur.
İnsanın aslı olan bir damla kerih suyu Cenâb-ı Hakk takdir toprağı ile karıştırdı. Hüküm tohumunu attı, hayat suyu ile fırlattı "Ol" dedi ve oldu. Diğerleri hep teferruattan ibarettir. Biz ise çocuk oldu deyip geçiyoruz. Herkes kabuğu görür, özü gören çok azdır.
İnsan yaratanı bilmezse, yaratılanı unutur. Sen ne idin, ne hale kondun?
İnsan bunu daima göz önünde bulunduracak. Nefis "Ene" dediği zaman kişi helak olur. Nasıl oldun? Bir damla kerih sudan oldun. İşte o kerih suya bakıyorum, varlığımdan utanıyorum.
Binaenaleyh gerçek var olan O'dur. Senin aslın bir damla kerih sudur. Ona bak ki, o suyu ne halden ne hâle getirdi. Seni o kerih sudan yarattı, bunca nimetlerle donattı. İşte bu var ile övünüyorum.
Hülâsa-i kelam;
Var ile övünürüm,
Varlığımdan utanırım.
Niçin varlığımdan utanıyorum?
Nutfeyi O yarattı.
Beni de o nutfeden yarattı, benim varlığım o nutfeden ibarettir.
Nutfeye baktığım zaman utanıyorum,
Yaratanı düşündüğüm zaman övünüyorum,
Ne güzel yaratıcıdır Hazret-i Allah!
"Şekil verenlerin en güzeli olan Allah'ın şânı ne yücedir." (Müminun: 14)
Allah'ım sensiz kuvvet olmaz.
Allah'ım sensiz vücud olmaz.
Allah'ım sensiz mevcud olmaz.
Lâ mevcude illâllah.
Sen Sübhan'sın,
Sen Sultan'sın,
Sen Hâlîk'sın,
Sen Râzık'sın.
Sen engin kerem sahibi olan Allah'ımsın!
Allah-u Teâlâ'nın veli kullarının cümlesine hürmet edip sevgi beslemelidir. Zira onlar Hakk'ın sevdiği ve muhabbet için seçtiği kullarıdır.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Biz kimi dilersek onu derece derece yükseltiriz." (En'am: 83)
İşte bunlar bu derecelere yükselttiği kullardır. Gerçek bahtiyar insan bunlardır.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Bize kendi katından bir veli ver, bize kendi katından bir yardımcı ver." (Nisâ: 75)
Bazı zevât-ı kiram bu Âyet-i kerime'yi:
"Bize senden sana gitmemizi gösterecek, bize kılavuzluk edecek bir veli ver." şeklinde mânâlandırmışlardır.
Duâlarında Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin:
"Ey Allah'ım! Bana kendi sevgini, seni sevenlerin sevgisini ve beni sana yaklaştıracak olanların sevgisini nasip eyle." (Tirmizi)
Buyurmaları, bu sevginin çok mühim olduğunu ifade etmektedir.
Allah-u Teâlâ bir kulu hayra yöneltirse, o hep iyileri sever. Bu, hukuk-u peygamberiye gereğidir. Hakk'ın dostlarını sevmek ve onların sevgisini kazanmak büyük bir nimet, dünya ve ahiret sermayesidir. Onlara Allah için gönülden bağlı olanlar, ahirette de onlarla beraberdirler. Onların gönüllerine girenler onlarla ilhak olurlar.
Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri:
"Sâdât-ı kiram ve Pirân-ı izam Efendilerimiz hakkında besleyebildiğim cüz'i bir muhabbetten başka bir sermayem yoktur." buyurmuşlardır. (31. Mektup)
Bu yol Hazret-i Allah'ın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın yoludur.
İbrahim Ethem -kuddise sırruh- Hazretleri buyuruyorlar ki;
"Rüyâmda Cebrâil Aleyhisselâm'ı gördüm, gökten iniyordu, elinde divit kalem vardı. Sordum:
– Yâ Cebrail, nereye gidiyorsun?
– Yeryüzüne geliyorum.
– Ne yapacaksın?
– Hazret-i Allah'ın sevgili kullarını yazacağım.
– Beni de yazacak mısın?
– Hayır! Senin için emir almadım.
– Evet, ben biliyorum, ben onlardan değilim amma onları çok seviyorum, dedim.
Cebrâil Aleyhisselâm durakladı, sonra;
"Evet seni yazacağım, hem de en başa yazacağım" diye cevap verdi."
Hazret-i Allah'ın sevgililerini sevmekte, cidden büyük esrar vardır. Sevmediğini sevmek ise son derece zararlıdır.
Meselâ bir dostumuzu hiç sevmediğimiz bir düşmanımızın yanında görürsek ona buğzederiz. Fakat hiç görmediğimiz, tanımadığımız bir insanı sevdiğimiz bir kimsenin yanında gördüğümüz zaman onu da severiz.
Binaenaleyh Mevlâ'nın dostunu Mevlâ için seversek, belki de hiç beğenilecek tarafımız olmadığı halde, Mevlâ bizi onun yüzü suyu hürmetine sever. Lâkin belki ufak-tefek küçük amellerimiz de olsa, Hazret-i Allah'ın sevmediği bir kimse ile ünsiyet edip muhabbet edersek, muhakkak ki muhabbetini bizden kesiverir.
"Hamd olsun Allah'a, selâm olsun O'nun beğenip seçtiği kullarına." (Neml: 59)
Gerçek fenâyı bulabilmemiz için Tarikât-ı âliye'ye intisap etmemiz lâzımdır.
Var olan ancak Hazret-i Allah'tır, başka hiçbir varlık yoktur. Bir mahlûk Hazret-i Allah'ta fâni olursa artık onda ne tasarruf ediliyorsa o odur ve şu Kudsî Hadis-i şerif'in tecelliyatına mazhar olur.
"Velilerimden birisine düşmanlık eden kimseye ben harp ilân ederim.
Kulumu bana en çok yaklaştıran şey, farz kıldığım ibâdetleri yapmasıdır. Nâfile ibadetlerle de bana o kadar yaklaşır ki, nihayet ben o kulumu severim. Sevince de artık onun duyan kulağı olurum, o benimle işitir. Gören gözü olurum, o benimle görür. Eli olurum, o benimle dokunur. Ayağı olurum, o benimle yürür, (Kalbi olurum, o benimle anlar. Söyleyen dili olurum, o benimle konuşur.) Ne dilerse onu yerine getiririm. Herhangi bir şeyden bana sığınırsa ben onu muhafaza ederim." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2042)
Allah'ımız gerçekten fâni olduğumuzu bize bildirsin. Biz insanlar bir çöpten farksızız. Hatta ruh çıkınca cesedin bir an evvel kaldırılması isteniyor. Çünkü kalırsa kokar. Amma çöp kokmaz hiç olmazsa.
Demek ki onda bir şey vardı. Konulan o şey alındığı için, ceset hükümsüz kaldı. Şu halde o bir şeyi kendimize bağlamayalım. Bizim olmayan bir malı kendimize bağlamayalım. Bizim onunla hiçbir ilgimiz yok. O bir emr-i İlâhi'dir.
Âyet-i kerime'de:
"Resul'üm! Sana ruhtan sorarlar. Onlara de ki; Ruh Rabb'imin emrindendir." buyuruluyor. (İsrâ: 85)
Madem ki bu böyle, O'nun emanetini bilmemiz gerekiyor. O'nun emanetini kendimize mâledersek, hem yalancı, hem riyâkâr, hem de sahtekâr oluruz. Kâr bu mudur?
Malın sahibinin olduğunu bilmemiz lâzım. Bilelim ki bu filânın malıdır.
Bize verilenler ise hep O'nun, hep O'ndan. Kendimizde bir şey aramamız cidden çok yersiz. O'nda fâni olursak, O vardır başka hiçbir şey yoktur.
İntisabın gayesi de budur zaten.
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerimiz buyuruyorlar ki:
"Ben Hakk'a ulaşmayı istedim. Hakk Celle ve Alâ Hazretleri beni bu yolda rehberlik yapanlara ulaştırdı. Onlar da beni Hakk'a kavuşturdu. Şimdiki zamanda birçok insanlar kendi kendilerine Hakk'ı bulmak istiyorlar. Gerçekten yolcuları Hazret-i Allah bize gönderir. Biz de ezelî nasibi varsa, Hakk'ın ihsan nasibini veririz ve onu Hakk'a ulaştırırız. Mürşid-i Hakiki Hazret-i Allah'tır."
Bu yolun sırlarından bir tanesi de budur.
Bu âli yolu Muhammed Es'ad Erbilî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle tarif buyuruyorlar:
"Sünnet-i seniyye ve Pâk Muhammedî nizama kıl kadar muhalif olmayan Nakşibendiyye evliyâsının büyükleri vasıtasıyla, her türlü münakaşadan uzak bulunan Hâlidiyye tarikatına kalplerini rapteden sâdık ihvanımız için fevkalâde müjdelerin vaki olacağı inkâr olunamaz." (27. Mektup)
Dikkat ederseniz sizi her yönü ile Hakk'a bağlamaya, Hakk'a istinat ettirmeye çalışıyoruz. Efendilerimiz'in yolundan, izlerinden yürütmeye gayret ediyoruz.
Hazret-i Allah, Efendilerimiz'e karşı sonsuz bir muhabbet bahşetmiş, Allah'ıma sonsuz şükürler olsun.
Hazret-i Allah her şeyi onlardan gösteriyor, bütün icraatlarımızı onlara bağlıyoruz.
Onları tarif ederken öyle haz duyuyoruz ki... Allah'ım onlarda tecelli etmiş, O'nun tecelliyatı ile yürümüşler. Öyle nurlu bir yol bırakmışlar ki, izlerinden yürüdükçe sırât-ı müstakimden gitmiş olacağız. Onun için "Böyle yaptılar, böyle gittiler..." diye daima onları öne koyuyoruz. Allah'ıma şükürler olsun ki, bu kölesine hiçbir şey benimsetmedi, buradan çok istifadeniz oluyor.
Arzumuz bütün ihvanın Hazret-i Allah'ın kulu, Sebeb-i Mevcudat Efendimiz'in ümmeti ve yolumuzun büyüklerinin evlâdı olarak yetişmelerine çalışmaktır. Başka hiçbir şeye bağlanmıyor. O'nun gayrısına bağlananları bir hayalât olarak kabul ediyoruz.
En güzel şey ne? En parlak makam, en yüksek rütbe Efendilerimiz'in yürüdükleri yolda yürümek ve Fenâfillah'a ermektir.
Bu cevher sizin cebinizde kalsın, bununla önününüzü daha iyi görebileceksiniz..