Anne karnındaki çocuğu üç ayrı zarla kapladığı gibi bütün âlemleri de rahmetiyle kaplamıştır. O Kâdir-i mutlak her şeyi kaplamıştır.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Sizi analarınızın karnında üç ayrı karanlık içinde yaratılıştan yaratılışa geçirerek yaratır." (Zümer: 6)
Allah-u Teâlâ bebeği ısı, ışık ve sudan muhafaza etmek için üç ayrı zarla kaplıyor, böylece onu orada yaşatıyor. Zaman geldiğinde de oradan alıp imtihan sahnesi olan dünyaya çıkarıyor, çeşitli rızıklarla merzuk edip yaşatıyor. Bir taraftan da imtihana tâbi tutuyor ve oradan da tekrar âlemi berzaha sokuyor.
Senin bu işlerde bir dahlin var mı? Yok. O halde sen çık aradan, kalsın Yaradan.
Görüyorsun ki O hep hükmünü yürütüyor.
Ve size bu noktada bir kıyas vereceğiz.
Musa Aleyhisselâm kavmine hitapda bulunurken kendisine "İnsanların en âlimi kimdir?" diye sorulduğunda "En âlim benim" dedi. "Allah-u Teâlâ bilir"
"Fakirliğim ile övünürüm." buyurdu. (K. Hafâ)
"Ben fakirim, hiçbir şeye malik değilim. Ruhum, bedenim, ilmim, malım, ihsan ettiği, ikram ettiği herşey Sahib'ime aittir. Her şeyi O verdi, ben hiçbir şeye malik değilim."
Bu incelikleri tefekkür eden, ancak buradaki inceliği kavradığı kadarını anlar, iyi bilin ki ötesi kalır.
Zira Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Her ilim sahibinin üstünde daha üstün bir bilen vardır." (Yusuf: 76)
Çünkü kime ne verdiyse o vardır.
Ve yine Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"De ki:Rabb'imin sözleri için denizler mürekkep olsa ve bir o kadar da ilâve getirsek dahi, Rabb'imin sözleri bitmeden önce denizler tükenir." (Kehf: 109)
Azamet-i ilâhi'yi hiçbir mahlûk kavrayamaz.
Farz-ı muhal ki Allah-u Teâlâ'nın insanlara bahşettiği ilim, bütün denizlerin yanında bir damla mesabesindedir. Fakat o damla da O'nundur. Senin neyin var ki "Ben!" dedin ve "Benim!" dedin, "Ben biliyorum!" dedin, fakat bununla gizli şirke girdiğini görmedin.
Hakikatin sırrı; ancak sana ait hiçbir şey olmadığını gördüğünde, hepsi O'nun olduğunu bildiğinde husule gelir, o tecelliyâta ancak o zaman mazhar olunur.
"Sözler ve Notlar" isimli kitaplarımızın "İkinci Cilt" inde şöyle geçer: "Vücud O, mevcud O... Elbiseyi giydiğin zaman sen varsın, elbiseyi kaldırdığında O var." Sen de böylesin, kâinat da böyledir. Fakat insan elbiseyi soyunamadığı için kendisini gördü, Yaratan'ını göremediği için "Ben!" dedi.
Sen zannediyorsun ki sen sensin. Nefis putuna dayanarak "Ben!" diyorsun. Ve fakat vücud elbisesini ifnâ edebilen, yalnız O olduğunu görür ve bilir.
Kişi de böyledir, kâinat da böyledir.
İhlâs sûre-i şerif'inde "Ehadiyet" murakabasına işaret vardır. Bu murakabada gönül yolculuğunun ilk safhası başlar. Hazret-i Allah'a inanmış ve muhabbetini kazanmış olarak, İhlâs-ı şerif kapısından içeriye alınır, perde kapanır, orası bir gönül bahçesidir. Orada dikilen ve feyz-i ilâhî ile nur damlaları ile sulanan mârifet çiçeklerinin kokusunu almaya, birçok gizli tecellileri gönülde seyretmeye başlar ve tefekküre dalar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Tefekkür gibi bir ibadet olamaz." buyururlar. (Münâvî)
Tabi ki bu iç âlemin tefekkürüdür, hususa aittir.
Orada o ekilen çiçeklerin kokusunu aldıkça, onu ekeni tefekkür eder ve Hazret-i Allah'ı yavaş yavaş gönülde arar. Ve böylece murakabanın birincisini bitirmiş olur. Hakk'a giden yolculuk başladı artık.