Süheyl'in oğlu Ebu Cendel -radiyallahu anh-, evvelce müslümanlığı kabul ettiği için babası tarafından zincire vurularak Mekke'de hapsedilmişti. Muahede yazılırken hapisten kurtulmuş, zincirini sürüye sürüye, bin bir güçlük içinde, müslümanlara can atabilmişti. Kureyş'in baş temsilcisi Süheyl, oğlunun geri verilmesini istedi. "Bu muahedeye göre sizden ilk isteyeceğim adam budur." dedi. Aksi halde barışın bozulacağını belirtti. Resulullah Aleyhisselâm, sulhü kurtarmak için Ebu Cendel -radiyallahu anh-i velisine teslime râzı oldu. Ebu Cendel -radiyallahu anh- son derece üzüntüye kapıldı. Acıklı hâlini müslümanlara bildirmek istedi. O zaman Resulullah Aleyhisselâm:
"Ey Ebu Cendel! Sabret! Allah'tan ümidini kesme. Allah-u Teâlâ yakında sana da, senin gibi olanlara da kurtuluş yolu gösterecektir." diyerek kendisini teselli etti.
Ancak durum nazik ve sinirler çok gergindi. Ebu Cendel -radiyallahu anh-in uğradığı felâket, müslümanları galeyana getirmişti. Feryadına dayanamayarak ağlamaya başladılar. Hatta Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- dayanamadı, Resulullah Aleyhisselâm'ın huzuruna çıktı: "Sen Allah'ın peygamberi değil misin, dinimiz hak değil mi? Bu alçaklığı neden kabul ediyoruz?" diye söylendi. Resulullah Aleyhisselâm: "Muhakkak ben Allah'ın peygamberiyim, Allah'a isyan etmiş de değilim." cevabını verdi. Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-: "Sen bize Kâbe'yi tavaf edeceğiz demedin mi?" deyince Resulullah Aleyhisselâm:
"Evet söyledim. Fakat bu sene demedim. Yine tekrar ederim ki Mekke'ye girecek, Kâbe'yi ziyaret edeceksiniz!" buyurdu.
Antlaşmanın bütün şartları görünüşte müslümanların aleyhinde gibi idi. Fakat Resulullah Aleyhisselâm çeşitli sebepler yüzünden harbetmek istemiyordu. Medine'den savaş için çıkılmamıştı. Müslümanların silâhları bile birer kılıçtan ibaretti. Ancak aralarında kuvvetli bir birlik vardı. Bu birlik sayesinde, Kureyş'e karşı harbi kazanmak ihtimali çoktu. Fakat kan dökerek Mekke'ye girilirse Harem-i şerif'e hürmetsizlik olacaktı. Mekke'de müslümanlığını gizli tutanlar da vardı. Bunlar da savaş arasında ayak altında kalacaklardı. Bundan başka sulh sayesinde Mekke'nin ileri gelenlerinden birçoklarının İslâm'a girmesi, müslümanlığın bunlar sayesinde kuvvet bulması ihtimali de vardı.
Barışın neticesi sanıldığı gibi zararlı olmadı. Bilâkis müslümanlara pek çok faydalar sağladı. Hudeybiye barış antlaşması'ndan Mekke'nin fethine kadar geçen iki yıl içinde müslüman olanların sayısı, İslâm'ın doğuşundan Hudeybiye'ye kadar olan on dokuz yıl içinde İslâm'a girenlerin sayısından birkaç misli fazlaydı.
Resulullah Aleyhisselâm muahedenin imzasından sonra Ashâb'ına:
"Haydi kurbanınızı kesiniz, başlarınızı tıraş ediniz!" buyurdu.
Fakat Ashâb'dan hiçbiri yerinden bile kımıldamadı. Resulullah Aleyhisselâm emrini üç defa tekrarladı. Ashâb'ın bu kırgınlığına sebep görünüşte sulh şartlarının ağır olması idi. Resulullah Aleyhisselâm Ashâb-ı kiram'ın bu hâlinden çok üzüldü, zevcesi Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ-nın çadırına girdi. Teessürünü ona bildirdiğinde: "Yâ Resulellah! Siz çıkınız, kurbanımızı kesiniz, tıraşınızı olunuz. Ashâb da size uyacaktır." diyerek Resulullah Aleyhisselâm'ı teselli etti. Resulullah Aleyhisselâm dışarı çıkarak kurbanlık develerini kesti. Berberini çağırarak tıraş oldu. O'nun bu hareketlerini gören Ashâb-ı kiram da birer birer kurbanlarını kestiler, tıraşlarını oldular.
On dokuz veya yirmi gün kalındıktan sonra Resulullah Aleyhisselâm Hudeybiye'den ayrıldı. Önce Merruzzahran'a, sonra Usfan'a kondu. Sonra Gamim'e gelindi. Zilhicce'nin başında Medine-i münevvere'ye dönüldü. Ashâb-ı kiram Kâbe'yi ziyaret edemedikleri için üzüntü içinde bulunuyorlardı.
Müslümanlar daha Mekke ile Medine arasında bulunurken "Fetih Sûre-i şerif'"i nâzil oldu. Bu Sûre-i şerif Hudeybiye sulhünün, birçok fetihlere başlangıç olacak bir "Feth-i mübin" olduğunu bildirdi.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- der ki:
"Ben Hudeybiye seferinden Resulullah Aleyhisselâm ile dönerken geceleyin ona bir şey sordum. Cevap vermediğinden soruyu iki defa daha tekrar ettimse de karşılık alamadım. Kendi kendime: 'Ömer, yazıklar olsun sana! Resulullah Aleyhisselâm'ı tâciz ettin, cevap alamadın!' diyerek devemi sürdüm. Herkesin önüne geçtim. Hakkımda âyet gelmesinden endişe edip düşünüyordum. Aradan çok geçmedi, birinin beni çağırdığını duydum ve hemen Resulullah Aleyhisselâm'ın yanına gittim: 'Bu gece bana bir sûre indi ki, o bana güneş ışığının değdiği her şeyden sevgilidir!' buyurarak: 'Sana çok açık, büyük fetihler verdik.' diye başlayan 'İnnâ Fetahnâleke' sûresini sonuna kadar okudu."
Bu Sûre-i şerif indiği zaman Cebrâil Aleyhisselâm: "Tebrik ederiz seni yâ Resulellah!" demiş, Cebrâil Aleyhisselâm tebrik edince müslümanlar da tebrik etmişlerdi. Hudeybiye barışı ile müslümanlara bir fetih ve zafer kapısı açıldı. Hayber gibi, Mekke-i mükerreme'nin fethi gibi bir takım zaferler Hudeybiye'yi süratle takip etti. Resulullah Aleyhisselâm'ın vefatında ise müslümanlık bütün Arap yarımadası'na yayılmış bulunuyordu. İslâmiyet'ten kime söz açılsa, biraz düşünmekte ve hemen ona girmekte idi. Müşriklerin harpte ve şirkte en ileri gelenlerinden Amr bin Âs ile Halid bin Velid müslüman olmuşlardı.
Müşriklerin Uhud'da ve Hendek'te kökünü kazımak istedikleri İslâm devleti ilk defa olarak Hudeybiye antlaşması ile ister istemez tanınmış oluyordu.
Bu antlaşma üzerine müslümanlar müşriklerle bir araya gelmeye, onlara Kur'an-ı kerim dinletmeye, İslâmiyet üzerinde onlarla açıktan açığa ve korkusuzca konuşmaya, müslümanlıklarını gizleyenler de onu açığa vurmaya başlamışlardı. Halbuki daha önce her iki taraf da birbirine karışamıyordu. Antlaşmadan sonra ise müşrikler Medine'ye serbestçe geliyorlar, müslümanlar da Mekke'ye serbestçe gidiyorlar, orada yakınları, dostları ve başkaları ile oturup kalkıyorlardı.
Artık Resulullah Aleyhisselâm'ın hâl ve ahvâli, mucizeleri, ahlâkı ve yolunun güzelliği hakkında müslümanların verdikleri bilgiler ve öğütler dinlenir olmuş, müşriklerin kalpleri yumuşayıp, İslâmiyet'e meyletmeye başlamıştı.
Bâdiyelerde oturan Araplar da müslüman olmak için Kureyşliler'in müslüman olmalarını bekliyorlardı.
Resulullah Aleyhisselâm Umre için Mekke-i mükerreme'ye gitmek istediği zaman Medine çevresindeki Müzeyne, Cüheyne gibi kabilelere haber göndermişti. Fakat onlar bu çok şerefli sefere katılmamışlar ve silâhsız olarak Mekke'ye gidenlerin Kureyş kabilesi tarafından imha edileceklerini sanmak suretiyle Resulullah Aleyhisselâm'ı kötü zan altında tutmuşlardı. Henüz iman kalplerine yerleşmemiş olduğu için: "Muhammed ve Ashâb'ı bu seferden geri dönmez!" dediler.
Allah-u Teâlâ onların bu sözlerini ve edecekleri itirazı Resul'üne, henüz kendilerine ulaşmasından önce bildirmişti. Resulullah Aleyhisselâm'ı ve Ashâb'ının sağ salim döndüklerini görünce de dil ucu ile özür beyan etmişlerdi. Allah-u Teâlâ inzâl buyurduğu Âyet-i kerime'leri ile onları rezil etti:
"Bedevîler'den geri kalmış olanlar yakında sana gelip: 'Mallarımız ve âilelerimiz bizi alıkoydu (da gelemedik). Allah'tan bizim için bağışlanmamızı dile!' diyecekler. Onlar kalplerinde olmayanı dilleri ile söylerler. Resul'üm! De ki:
Allah size bir zarar gelmesini isterse veya bir fayda elde etmenizi isterse, O'na karşı sizin için kim ne yapabilir? Hayır! Allah yaptıklarınızdan haberdardır." (Fetih: 11)
Daha sonra Allah-u Teâlâ onların geri kalmalarının asıl sebebini beyan etmek, mazeret olarak ileri sürdükleri hususun geri kalmalarına sebep olmadığını açıklamak üzere şöyle buyurdu:
"Aslında siz Peygamber'in ve müminlerin âilelerine bir daha aslâ dönmeyeceklerini sanmıştınız.
Bu sizin gönüllerinize güzel göründü de siz kötü zanda bulundunuz ve helâke mahkûm bir kavim oldunuz." (Fetih: 12)
Allah'ın azabına ve gazabına müstehak oldunuz, her türlü iyiliklerden mahrum oldunuz.
"Siz ganimetleri almak için gittiğinizde seferden geri bırakılanlar: 'Bırakın, biz de sizinle gelelim.' diyeceklerdir. Onlar Allah'ın kelâmını değiştirmek isterler. De ki: 'Siz bizim arkamıza aslâ düşemezsiniz. Allah daha önce sizin için böyle buyurmuştur.' Size: 'Hayır! Bizi çekemiyorsunuz!' diyeceklerdir. Aksine onlar pek az anlayan kimselerdir." (Fetih: 15)
Ganimetler yalnız Hudeybiye'de bulunmuş olan müslümanların hakkıdır. Çünkü Allah-u Teâlâ bu ganimetleri onlara vaad etmişti.
"Bedevîler'den (seferden) geri bırakılanlara de ki: Siz yakında güçlü kuvvetli bir kavme karşı savaşmaya çağırılacaksınız. Onlarla savaşırsınız veya onlar müslüman olurlar. Eğer itaat ederseniz, Allah size güzel bir mükâfat verir. Amma daha önce döndüğünüz gibi yine dönerseniz, size acıklı bir azap ile azap eder." (Fetih: 16)
Dünyada zillete, ahirette ise cehennem azabına düşmüş olursunuz.
•
Allah-u Teâlâ daha sonra gelen Âyet-i kerime'de, cihadı terketme hususunda özürlü sayılanları anlatmak üzere şöyle buyurdu:
"Gözü kör olana vebal yoktur, topala da vebal yoktur, hastaya da vebal yoktur." (Fetih: 17)
Görülen bu özürlerden dolayı cihada gidemeyenler mesul değildirler, onlara ruhsat verilmiştir.
Bununla beraber yasaklanmış da değildir. Kendi arzuları ile gidebildikleri takdirde kendilerine mâni olunamaz. Nitekim Abdullah bin Ümmü Mektum -radiyallahu anh-in gözleri görmediği halde Kadisiyye savaşları'nın bazısında bulunmuş ve bayrak tutmuştu.