Sıddıklar üç kısımdır:
1. Sıddık-ı Ekber: Bu makam Hazret-i Ebu Bekir Sıddık -radiyallahu anh- Efendimiz'e âittir.
2. Allah-u Teâlâ'nın has kulları olan mukarreb sıddıklar.
3. Sözünde sâdık kalan sıddıklar.
Yeri gelmişken sıddıkların vasfını arzedelim:
Allah-u Teâlâ onu bütün yarattıkları ile kendisi arasında muhayyer bıraksa, o Allah-u Teâlâ'yı tercih eder.
İkincisi; bir canı değil, bin canı olsa, canlarını O'na kavuşmak için, O'nun yolunda feda etmek ister.
Mukarreblerin vasfı ise şöyledir:
Allah-u Teâlâ'nın içinde olduğunu görebiliyorsa, kendisinin bir perdeden bir maskeden ibaret olduğunu görebiliyorsa ve o şekilde Allah-u Teâlâ ile ünsiyet edip mülâkat yapabildiği zaman o mukarreb olur.
Bu ancak onlara mahsustur, başkalarına şâmil değildir ve bu sırrın hakikatini de onlardan başka bilen olmaz.
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
"Sıddîkiyet mertebesi velilik mertebesinden üstündür. Bu makamın üstünde yalnız nübüvvet vardır. Peygambere vahiy yolu ile gelen ilim, Sıddîk'a ilham yolu ile gelir."
•
"Sıdk"ı getiren Resulullah Aleyhisselâm, o sıdkı tasdik eden Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- olmuştur.
"Sıdk"ı tasdik; Resulullah Aleyhisselâm'a iman edenlerin hepsine şâmil olmakla beraber, hususiyetle Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-a âittir. Nitekim Miraç hadisesinden hemen sonra müşrikler: "Duydun mu? Arkadaşın neler söylüyor? Buna da inanacak mısın?" dediler. Hiç tereddüt etmeden: "Bunu o haber vermişse doğrudur." cevabını verdi.
İşte onun bu kesin tasdiki üzerine Âyet-i kerime nâzil oldu:
"Sıdkı getiren (Muhammed) ve onu tasdik edenler (Sıddîk) muttakilerdir." (Zümer: 33)
İslâmiyet'in intişarından önce de hakikati arayanlardandı, putlardan nefret ederdi. Yüksek seciye sahibi bir zât idi.
Resulullah Aleyhisselâm'ın öteden beri en sadık dostu olması hasebiyle, dâvetini ilk kabul eden odur.
Peygamberlikten önce o Nur'un en sâdık dostu idi. İslâmiyet'ten sonra da en aziz arkadaşı, en fedakâr ve vazifeperver yardımcısı, peygamberlik sırlarının en samimi mahremi, kudsi emanet yönünden sırdaşı, cemâlinin ve kemâlinin aynası oldu.
Resulullah Aleyhisselâm'ın nurundan, kemâl ve faziletinden en çok feyz alan zât-ı âlî şüphesiz ki odur ve en yakınlarıdır. Onu sadece ademiyet gözü ile değil, hakikat gözüyle de görmüştü. Onu öyle tanımıştı ki, ahirete gitmesiyle dünyada durması arasında ona göre fark yoktu. Hakk'a nasıl tâzim ettiyse, o Nur'a da öyle tâzim etti, saygı gösterdi.
Yanından hiç ayrılmadı. Ona gönülden bağlanarak "Bağlılık numunesi" oldu. Onun bir yanılmasının, kendi doğru ve hâlis amelinden daha değerli olduğunu bilerek: "Keşke Muhammed Aleyhisselâm'ın bir yanılması olsaydım." buyurmuştu.
•
Dünyada iken Allah-u Teâlâ'ya tam bir teslimiyetle bağlanan, ahidlerinde duran, akitlerini samimiyetle yerine getiren sıddıklara ahirette büyük müjdeler vardır.
"Allah şöyle buyurur: Bu, sâdıkların sadâkatlerinin fayda vereceği gündür." (Mâide: 119)
Kâfirlerin küfrü, müşriklerin şirki, fâsıkların fıskı kendilerini esfel-i sâfilin'e indirirken, sâdıkların sadâkatı onları a'lây-i illiyyin'e çıkaracaktır.
"Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah'tan râzı olmuşlardır." (Mâide: 119)
Bütün gönüllerin aradıkları kavuşma zevkinin en büyüğü bu rızâdır. Ulviyeti her türlü tasavvurların fevkindedir.
Âyet-i kerime'de:
"Allah'ın hoşnut olması en büyük şeydir." buyuruluyor. (Tevbe: 72)
Rıdvanın zevkine tamamen ermiş bulunurlar. Haklarında tecellî eden böyle bir lütuf ve ihsandan dolayı fevkalâde mahzun olarak kalben müsterih, lisanen de arz-ı şükranda bulunurlar.