Muhterem Okuyucularımız;
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Vatan sevgisi imandandır." buyuruyorlar.
Niyet-i hâlisa ile imanımızı ve vatanımızı korumamız lâzım.
Zira; "İmansız vatan, vatansız iman muhafaza edilmez."
Vatan imanı muhafaza eder, çünkü vatansız iman kazanılmıyor. Mühim olan iman ve vatandır.
İman kalesi çöktüğü zaman kişi ebedî felâkete düçar olduğu gibi, İslâm da asliyetini kaybeder. İslâmiyet'in asliyetinin bozulması en büyük tehlikedir.
Bütün bölücüler vatan gemisini bütün güçleriyle batırmaya çalışıyorlar.
Bu yüzden evvelâ dinden uzaklaştırmak, dinde parçalara ayırmak, cihad azmi ve aşkını kırmak, vatan sevgisini yok etmek, bayrağa saygıyı kaldırmak istiyorlar.
Dinde bölücülük, vatanda bölücülük memleketimizi bu hale getirdi. Devlet ittifaktan doğar, devletsizlik ise nifaktan.
Dostumuzu düşmanımızı tanıyalım. Hazret-i Allah bize bildiriyor. İman edelim, teslim olalım.
Küfür tek millettir. Onlara fırsat vermeyelim. Nitekim bunların hedefi imanı kaldırmak, vatanımızı yağmalamaktır. Bu küfür ehline ve küfür ehline tâzim edenlere itimat etmeyelim.
Zira "İmansız vatan, vatansız iman müdafaa edilmez." Biri giderse diğeri de gider.
"Bu vatan çok güzel amma vatandaşlar bunu bilmiyoruz!"
Allah'ım beterinden bizi muhafaza etsin. Amin!
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri "İman" ve "Vatan" üzerinde çok durmuşlar, "Bizim iki gayemiz var; iman ve vatan!" buyurmuşlardı. Bu iki hususun ehemmiyetini izah eden, müslümanları uyandırmaya çalışan birçok eser neşretmiş, dergilerimizde mütemadiyen bu konuların izah edildiği makaleler yazmışlardır.
Bugün birçok kimse "Bu Zât-ı âli doğru söylemiş" diye pişmanlığını ifade ediyor. İnsanlar hakikatleri ancak bugün görebiliyor. O da ne kadar görebilirse!
Oysa, bu Zât-ı muhterem Cenâb-ı Hakk'ın lütfuyla hakkı ve hakikati duyurmadı mı? Defaatle ikaz etmedi mi? Eserleri ile bizleri hâlâ ikaz ve irşad etmeye devam etmiyor mu? Her bir hakikati başımıza bir musibet gelince mi idrak edeceğiz?
Görüyorsunuz, fitne memleketin, devletin içine öyle yerleşti ki, çıkartmak mümkün olmuyor veyahut çok emek ve zaman istiyor. Memleket zarar görmeye devam ediyor.
Bütün bu düşmanlıklara, bu düşmanlıkların karşısındaki bu büyük gaflete rağmen Hazret-i Allah bu memleketi yine ayakta tutuyor. Elhamdülillahi Rabb'il-Âlemin.
Bu vatan bir emanettir.
Bu hususta Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyuruyorlar:
"Bu öyle güzel bir vatan ki, Osmanlılar harbe giderken "Allah'ım bu vatan sana emanet!" diyerek giderlermiş. Bu vatanın içten, dıştan yıkılmayışı emanet oluşundandır."
"Benim ümidim Allah-u Teâlâ bu gemiyi batırmayacak. Bunun sebebi; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i iki defa Türk kıyafetiyle gördüm. Anladım ki Allah-u Teâlâ'nın Türkiye'ye bir nazarı, bir lütfu var; onun hürmetine Allah-u Teâlâ bu gemiyi batırmayacak. Her ne kadar batırmak istedilerse de Allah-u Teâlâ bu gemiyi batırmayacak, yüzdürecek. Deniz altı batıyor amma dilediği zaman su yüzeyine çıkıyor. Biz bunlarla çok meşgul olmak zorundayız."
•
Bu ay içerisinde idrak edeceğimiz mübarek "Kurban Bayramı" nızı tebrik eder, Cenâb-ı Hakk'tan, Ümmet-i Muhammed'e hayırlara vesile olmasını niyaz ederiz.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri; "Devletin ittifaktan, devletsizliğin nifaktan olduğunu belirtiyoruz. Zira devletsiz olunca dinini yaşayamıyorsun. Dinimizde, devletimizde bir ve beraber olalım. Her tarafımızı düşman kaplamış, ittifaksızlık sebebiyle devleti kaybedersek, küffarın idaresinin altına girersek durum ne olur? Allah'ımız muhafaza buyursun." buyuruyorlar.
Binaenaleyh; kavmiyetçilik davası güden, İslâm'ı bu davasının önünde engel gördüğü için İslâm ahkâmını kaldırmaya çalışan, öldüren, silahlı tehditle ideolojisini yerleştirmeye çalışan bir fitnenin ayyuka çıkmasının en büyük sebebi milletin dinden uzaklaşmasıdır. Aksi halde hem dini imanı olmayan, hem masum insanları katleden canilerin peşinden gidilmezdi. Onlara da bunca taviz verilmezdi.
Bu güzide emaneti, vatanı bölmek için uğraşan dağ eşkiyaları, çocuk katilleri, çoluk-çocuk, genç-yaşlı, kadın-erkek demeden insan hayatını söndürüyorlar. Cinayet işlemek, katliam yapmak haramdır, kıyamet alâmetlerindendir.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- hazretleri "İman" ve "Vatan" üzerinde çok durmuşlar, "Bizim iki gayemiz var; iman ve vatan!" buyurmuşlardı. Bu iki hususun ehemmiyetini izah eden, müslümanları uyandırmaya çalışan birçok eser neşretmiş, dergilerimizde mütemadiyen bu konuların izah edildiği makaleler yazmışlardır.
Bu beyanlarını en veciz bir şekilde "İmansız vatan, vatansız iman muhafaza edilmez." buyurarak ortaya koymuşlar ve bu sözün dergimizin kapağındaki logosuna yerleştirilmesini emir buyurmuşlardı.
Binaenaleyh dergimizin logosunda bulunan; Âyet-i kerime ve hükm-ü ilâhî'yi ortaya koyan beyanlarından meydana gelen üç cümle yaptıkları mücahede ve mücadelenin özetini, esasını ve temelini oluşturur:
1. "Allah katında din İslâm'dır." (Âl-i imran: 19)
2. "Bir tek Âyet-i kerime'yi dahi inkâr eden kâfirdir."
3. "İmansız vatan, vatansız iman muhafaza edilmez."
Bu Âyet-i kerime'ye iman edilmiş olsa, bu beyanlara itibar edilmiş olsa idi, bugün içinde bulunduğumuz sıkıntıların hiçbirisini yaşamazdık.
Şöyle ki;
Allah-u Teâlâ'nın emir ve hükümleri ortada olduğu halde, bu zât-ı âli defaatle ikaz ve irşad için eserler ve dergiler neşrettiği halde "Küfrü hoşgörü fitnesi" aldı başını yürüdü. Küfrü hoş görenlerin İslâm'a yaptıkları hainlikler de hoş görüldüğü için vatanda yapılan hainlikler de hoş görüldü. Küffarın, Amerika olsun, Avrupa olsun vatanımız üzerindeki planları da hoş görüldü. Bunun tabii bir neticesi olarak dinsizliği ve İslâm düşmanlığı aşikâr bölücü terör örgütü de hoş görüldü, müslüman Kürt halkının temsilcisi gibi kabul edildi. Halk bu terör zihniyetine teslim edildi.
Dikkat edilirse bu fitneler dinimize zarar verirken aynı zamanda vatanımıza zarar verdiler. Küffar bu gibi fitneleri bütün gücüyle destekledi. Çünkü 1000 yıldır Haçlı seferleri ile bu milleti yıkmaya çalışıyor. Yıkarsa, İslâm milletini de yıkmış olacak. Hâlâ bunun için çalışıyor, "Vatan"ı yıkarsa "Din"i de yıkacak.
İşte bu zamanda küffar hem dinimize hem de vatanımıza saldırıyor. Küffarın oyuncağı olan din ve vatan bölücüleri de aynı gaye ile çalışıyor. Ve bunlar her türlü bölücü gruplara benzer fitnelerini yayıyorlar. Bugün Suriye, Irak, Libya başta olmak üzere bütün İslâm dünyasını bu fitneler kasıp-kavuruyor. Vatanlar parçalanıyor, müslümanlar öldürülüyor, mallar yağmalanıyor, namuslar tarumar ediliyor; küffar da elini ovuşturarak seyrediyor.
Bugün birçok kimse "Bu Zât-ı âli doğru söylemiş" diye pişmanlığını ifade ediyor. İnsanlar hakikatleri ancak bugün görebiliyor. O da ne kadar görebilirse.
Oysa, bu Zât-ı muhterem Cenâb-ı Hakk'ın lütfuyla hakkı ve hakikati duyurmadı mı? Defaatle ikaz etmedi mi? Eserleri ile bizleri hâlâ ikaz ve irşad etmeye devam etmiyor mu? Her bir hakikati başımıza bir musibet gelince mi idrak edeceğiz?
Görüyorsunuz, fitne memleketin, devletin içine öyle yerleşti ki, çıkartmak mümkün olmuyor veyahut çok emek ve zaman istiyor. Memleket zarar görmeye devam ediyor.
Bütün bu düşmanlıklara, bu düşmanlıkların karşısındaki bu büyük gaflete rağmen Hazret-i Allah bu memleketi yine ayakta tutuyor. Elhamdülillahi Rabb'il-Âlemin.
Bunun sebebi 1000 yıl küffarla cihad eden ecdadımızın, atalarımızın, evliyâullahın hürmetinedir, bu ikazları yapan Hâtem-i veli Hazretleri'nin duâ ve tasarruflarının hürmetinedir. Öyle ecdad ki, öyle bir ata ki;
"Ey inananlar! İçinizden kim dininden dönerse, Allah onun yerine ileride öyle bir millet getirir ki; Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler." (Mâide: 54)
Âyet-i kerime'sinin sırrına mazhar olmuş..
Allah sevgisi uğruna, din yolunda asırlarca cihad etmiş, harbe çıkarken memleketi Hazret-i Allah'a emanet etmiş. Elhamdülillah. Hazret-i Allah da o emaneti kabul buyurmuş.
Yoksa bu kadar ihanetin, bu kadar fitnenin, bu kadar gafletin arasında bu memleket eğer bir Suriye, bir Libya olmamışsa bundandır.
Bu vatan bir emanettir.
Bu hususta Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyuruyorlar:
"Bu öyle güzel bir vatan ki, Osmanlılar harbe giderken "Allah'ım bu vatan sana emanet!" diyerek giderlermiş. Bu vatanın içten, dıştan yıkılmayışı emanet oluşundandır."
"Benim ümidim Allah-u Teâlâ bu gemiyi batırmayacak. Bunun sebebi; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i iki defa Türk kıyafetiyle gördüm. Anladım ki Allah-u Teâlâ'nın Türkiye'ye bir nazarı, bir lütfu var; onun hürmetine Allah-u Teâlâ bu gemiyi batırmayacak. Her ne kadar batırmak istedilerse de Allah-u Teâlâ bu gemiyi batırmayacak, yüzdürecek. Deniz altı batıyor amma dilediği zaman su yüzeyine çıkıyor. Biz bunlarla çok meşgul olmak zorundayız."
Ebu Saîd-i Hudrî -radiyallahu anh-in rivayet ettiği bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Ümmetim üzerine öyle bir zaman gelir ki, insanlardan bir topluluk savaşır. Onlara: 'İçinizde Peygamber Aleyhisselâm'ı gören kişi var mıdır?' diye sorulunca: 'Evet vardır!' diye cevap verilir. Nihayet ordu içindeki Sâhâbî'ye hürmeten zafer verilir.
Sonra bir zaman daha gelir. Onlara da: 'İçinizde Resulullah Aleyhisselâm'ın Ashâb'ını gören kişi var mıdır?' diye sorulur. 'Evet vardır!' diye cevap verilir ve zafer müyesser olur.
Sonra bir zaman daha gelir, yine harp edilir. Onlara da: 'İçinizde Resulullah'ın Ashâb'ını görenleri gören var mı?' diye sorulur. Bu defa da: 'Evet vardır!' denilir. Yine fetih müyesser olur." (Buharî. Tecrid-i sarih. 1223)
İşte bütün sır bu Hadis-i şerif'te gizlidir.
Bu Hadis-i şerif onun en açık mucizelerinden birisidir, buyurduğu gibi öylece tahakkuk etmiştir ve tecelliyatı devam etmektedir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in bu ifşaatı bugün için de geçerlidir. Bu beyanın izahı şu Hadis-i şerif'tedir:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir defasında Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri'ne öğüt ve nasihatte bulunurken, kurtuluşa erişebilmesi için ona âhir zamanda gelecek olan bu topluluğa uymasını tavsiye etmiş Hadis-i şerif'in sonunda şöyle buyurmuşlardır:
"Allah yer ehline azap etmeyi murad ettiğinde onlara nazar eder de, azâbı derhâl onlardan geri çevirir. Onun için ey Ebu Hüreyre, sen onların yolu üzerinde bulun! Onların yoluna karşı gelen, vereceği hesâbın şiddetinden tir tir titreyecektir!" ("el-Vesâyâ li-İbnü'l-Arâbî"; Hâlet Ef. no.: 198/2 486a yaprağı)
Binaenaleyh aklımızı başımıza alalım. Zararın neresinden dönülse kârdır. Hazret-i Allah'a yönelelim, dinimizin ve vatanımızın kıymetini bilelim. Küffardan, küffarın yanında olmaktan medet ummayalım. Fitneleri söndürmek için var gücümüzle savaşalım,
Allah-u Teâlâ'nın:
"Fitne kalkıp din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla mücadele et." emr-i şerifine sıkı sıkıya sarılalım. (Enfal: 39)
Zira Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf bağlayarak savaşanları sever." (Sâff: 4)
Buradan anlaşılıyor ki Allah-u Teâlâ gerek iç düşman olan bölücülerle, gerek harp meydanında dış düşmanlarla, kâfirlerle cihad etmek için rızâsında birleşenleri, İ'lây-ı kelimetullah için çalışanları sever, onlardan hoşnut olur.
Nitekim bir Âyet-i kerime'sinde de şöyle buyuruyor:
"Müminler içinde öyle erler vardır ki, Allah'a vermiş oldukları ahde sadakat gösterirler. Onlardan kimi bu uğurda canını feda etti, kimi de bu şerefi beklemektedir. Ahidlerini hiç değiştirmemişlerdir." (Ahzâb: 23)
Allah-u Teâlâ'nın bu has kulları her zaman için mevcuttur. Kimisi canını bu uğurda fedâ ederek ebedi saâdete nâil olmuş; kimisi de ebedî saâdetin şerefine nâil olmak için canını ve malını hiçe saymış, rızâ-i Bâri yolunda gayret sarfetmektedir.
Zira bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Hiç şüphesiz Allah yolunda savaşıp düşmanları öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını Allah, cennet kendilerinin olmak karşılığında satın almıştır. Onlara vaad olunan cennet haktır ki, Tevrat'ta da İncil'de de ve Kur'an'da da sabittir. Allah'tan ziyade ahdine vefa gösteren kimdir? O halde yaptığınız bu hayırlı alışverişten dolayı sevinin. İşte bu çok büyük bir saâdettir." (Tevbe: 111)
Dostumuzu düşmanımızı tanıyalım. Hazret-i Allah bize bildiriyor. İman edelim, teslim olalım.
Küfür tek millettir. Onlara fırsat vermeyelim. Nitekim bunların hedefi imanı kaldırmak, vatanımızı yağmalamaktır. Bu küfür ehline ve küfür ehline tâzim edenlere itimat etmeyelim.
Zira "İmansız vatan, vatansız iman müdafaa edilmez." Biri giderse diğeri de gider.
"Bu vatan çok güzel amma vatandaşlar bunu bilmiyoruz!"
Allah'ım beterinden bizi muhafaza etsin. Amin!
Dinde bölücülük, vatanda bölücülük memleketimizi bu hale getirdi. Devlet ittifaktan doğar, devletsizlik ise nifaktan.
Vatan imanı muhafaza eder, çünkü vatansız iman kazanılmıyor. Mühim olan iman ve vatandır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Vatan sevgisi imandandır." buyuruyorlar.
Niyet-i hâlisa ile imanımızı ve vatanımızı korumamız lâzım.
Zira; "İmansız vatan, vatansız iman muhafaza edilmez."
İman kalesi çöktüğü zaman kişi ebedî felâkete düçar olduğu gibi, İslâm da asliyetini kaybeder. İslâmiyet'in asliyetinin bozulması en büyük tehlikedir.
Bütün bölücüler vatan gemisini bütün güçleriyle batırmaya çalışıyorlar.
Bu yüzden evvelâ dinden uzaklaştırmak, dinde parçalara ayırmak, cihat azmi ve aşkını kırmak, vatan sevgisini yok etmek, bayrağa saygıyı kaldırmak istiyorlar.
Binaenaleyh hiçbir dış düşmanın yapamadığını bu iç düşmanlar yapıyorlar. Dikkat ederseniz dış düşmanlar maksatlarına ulaşmak için bu iç düşmanları desteklerler, barındırırlar, kullanırlar.
Küffâr dinimizi ve vatanımızı bölmek isteyenleri destekliyor, dünya üzerinde hiç bu kadar içten ve dıştan kuşatılmış bir ülke yoktur. Çok uyanık olmalı, her türlü tedbiri almalıyız.
Gaye; iman ve vatan olmalıdır. İnsan Hazret-i Allah'a ve Resul'e dayanırsa Allah-u Teâlâ destekler, nefsine, putuna dayanırsa desteğini çeker.
Bize iman lâzım, vatan lâzım... Allah yolunda mücadele, mücâhede lâzım.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyuruyorlar:
"Devletin ittifaktan, devletsizliğin nifaktan olduğunu belirtiyoruz. Zira devletsiz olunca dinini yaşayamıyorsun.
Dinimizde, devletimizde bir ve beraber olalım. Her tarafımızı düşman kaplamış, ittifaksızlık sebebiyle devleti kaybedersek, küffarın idaresinin altına girersek durum ne olur? Allah'ımız muhafaza buyursun."
"Vatanımı, bayrağımı çok ama çok seviyorum.
İki gayemiz var bizim. İman ve vatan. Çünkü ben vatanın ne olduğunu çok iyi biliyorum. Bunun sebebi ben Yugoslavya'da doğdum. Siz bu bayrağın şerefini bilmezsiniz, çünkü bu bayrak altında büyüdünüz. Amma yabancı bir bayrak altında büyüseydiniz o zaman bayrağın kıymetini bilirdiniz. Ben bunu çok iyi biliyorum. ... "
"Ben aslen Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat Efendimiz'in aslındanım, Medine-i münevvere'denim. Orada kalabilirdim. Hatta 1952'de kalmaya da gittim ve fakat baktım ki oranın halkı Resulullah Efendimiz'e karşı çok lâubali.
'Ben lâubâli yaşamaktansa hasretle yaşayayım daha hayırlı.' dedim, buraya geldim."
"Bir yakınım askere gittiği zaman, 'Gittiğin yer Peygamber ocağı' diye ona nasihat ediyorum.
Biz her zaman şöyle duâ ederiz:
Allah'ım! Ümmet-i Muhammed'i affet! Vatanımızı muhafaza et! Ordumuzu muzaffer et!"
Binaenaleyh;
Kavmiyetçilik davası güden, İslâm'ı bu davasının önünde engel gördüğü için İslâm ahkâmını kaldırmaya çalışan, öldüren, silahlı tehditle ideolojisini yerleştirmeye çalışan bir fitnenin ayyuka çıkmasının en büyük sebebi milletin dinden uzaklaşmasıdır. Aksi halde hem dini imanı olmayan, hem masum insanları katleden canilerin peşinden gidilmezdi. Onlara da bunca taviz verilmezdi.
Memleket için asıl tehlike şu üç husustur:
Düşmanı dost bilmek. Düşmanı bağrında barındırmak. Düşmana zemin hazırlamak. Bunları göz önüne sunuyoruz ki; kâfirler saklansa dahi göründüğünü bilsin, müslümanlar da tehlikeyi görsün. Ama uyanır ama uyanmaz." demiştik. Ama halk uyandı.
En büyük düşmanı dost bilmek İslâm'a, imana, vatana ihanettir. Defaatle beyan ettik. Bu "Küfrü hoşgörü", bu "Kâfirle dostluk", bu "Düşmana zemin hazırlama", bu icraatlar tamamen İslâm'a zıttır. Bunları yapanlar münâfıktır, kâfirdir, hâindir.
Küffar mütemadiyen düşmanlığının icabını yapıyor; bölücüleri besliyor destekliyor, etrafımızda kin ve ihanet tohumları ekiyor, sinsi sinsi memlekete nüfuz etmeye çalışıyor. Siyasetini, diplomasisini, iktisadını; düşmanlığının icabını icra için araç olarak kullanıyor.
Bu güzide emanet vatanı bölmek için uğraşan dağ eşkiyaları, çocuk katilleri, çoluk-çocuk, genç-yaşlı, kadın-erkek demeden insan hayatını söndürüyor.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri onlar hakkında şöyle buyurmuştu:
"PKK demek eşkiya demektir. Dinine, vatanına saldıran demektir. Öldüren kimseler demektir. Bunu müslüman yapmaz.
Ey insan yakışır mı bunca kerem sahibi olan Hazret-i Allah'a isyan. Sen olsana müslüman! Onun için PKK eşkiya grubu. Yoldan çıkmış, vurmayı, kırmayı hiç saymış.
Halbuki bir insanı öldürmek ebedî cehennemliktir. Hazret-i Allah Kelâm-ı kadim'inde şöyle ferman buyurmaktadır:
"Kim bir mümini kasten öldürürse, onun cezası, içinde devamlı kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, lânetlemiş ve büyük bir azap hazırlamıştır." (Nisâ: 93)
Onlar bunu umursamıyorlar, yarın cehennemde onları kim umursayacak? "Küllühüm finnâr" buyurdu Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz.
"Ümmetim benden sonra yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bir fırka müstesna, diğerleri hep ateştedir.
– Onlar kimlerdir Yâ Resulellah?
Benim ve Ashâb'ımın yolunda olanlardır." (Ebu Dâvud)"
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Nefsim kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, insanlara öyle bir zaman gelecek, katil niçin öldürdüğünü, maktül de niçin öldürüldüğünü bilmeyecektir." (Müslim: 2908)
Bugünkü anarşi beyan ediliyor.
Niçin öldürdüğünü, kimi öldürdüğünü bilmiyor. Sebep yok, maksat yok.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre diğer bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Eğer gök ve yer sakinleri bir müminin kanının akıtılmasına (öldürülmesine) katılsalar, Allah mutlaka onları cehenneme yüzü üzere sürer." (Tirmizî. Diyât 8)
İnsanların nazarında dünya büyük ve önemli bir varlık olmasına rağmen, bir mümini öldürmenin anlatılmayacak derecede tehlikeli ve korkunç bir âfet olduğu belirtilmektedir.
Hadis-i şerif'te Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Müslümana sövmek fısk, onu öldürmek küfürdür." buyuruyorlar. (Buhâri: 45)
Cinayet işlemek, katliam yapmak haramdır, kıyamet alâmetlerindendir.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Kim bir cana kıymamış, ya da yeryüzünde bozgunculuk yapmamış olan bir kimseyi öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibidir." (Mâide: 32)
İlâhî mahkemede İlây-ı kelimetullah için öldüren kurtulacak, fakat gayr-i meşru bir maksatla öldüren, öldürdüğü kimsenin de günahını yüklenerek hesap yerinden ayrılacaktır.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:
"Kıyamet günü bir adam bir başkasının elinden tutmuş olarak gelir ve: 'Ey Rabb'im! Bu beni öldürdü!' der.
Azîz ve Celîl olan Allah da: 'Onu niye öldürdün?' diye sorar. Adam: 'İzzet senin için olsun diye öldürdüm!' der. Allah-u Teâlâ: 'İzzet benim içindir!' buyurur.
Bir başka adam da bir başkasının elinden tutmuş olarak gelir ve: 'Ey Rabb'im! Bu beni öldürdü!' der.
Azîz ve Celîl olan Allah da: 'Onu niye öldürdün?' diye sorar. Adam: 'İzzet falancanın olsun diye öldürdüm!' der. Allah-u Teâlâ: 'İzzet falancanın değildir!' buyurur ve o adam öbürünün günahıyla döner." (Nesâi. Tahrim 2)
İnsan öldürmenin haram olduğunu belirten daha pek çok Hadis-i şerif mevcuttur.
Büreyde -radiyallahu anh-den rivayet edilen diğer bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Müminin öldürülmesi Allah katında, bütün dünyanın yok olup gitmesinden daha büyüktür." (Nesâi. Tahrim 1)
Tarihe ibretle baktığımızda yahudi ve hıristiyanların işbirliği içinde, İslâm dini'ne karşı büyük tertip ve tezgâhlar hazırladıkları görülür.
Osmanlı Devleti'ni yıkanlar da onlardır. Onların emelleri hâlâ bitmiş değil. Yayınladıkları haritalarda Türkiye'yi bölmek istiyorlar. Bu maksat için müslüman Kürt halkını kavmiyetçilik fitnesi ile avlamaya çalışıyorlar. Onları bu hale getirenler bunlardır.
Daha evvel de diğer İslâm ümmetlerini Osmanlı'ya karşı kışkırtmışlar idi. Osmanlı'yı bitirdiler, 60 civarı İslâm ülkesi ortaya çıktı ve fakat hiçbirisi iflâh olmadı. Şer-i şerif yaşanmadı, zâlim ve bencil, işbirlikçi krallık, emirlik, rejim ve sistemler geldi. Ve hâlâ bu memleketler içten içe kaynıyor, huzur yok.
Bütün İslâm aleminin gözü Türkiye'de. Küffar ise Türkiye'yi nasıl yıkabiliriz diye elbirlik uğraşıyorlar. PKK eşkıyasını ortaya çıkaranlar da, destekleyenler de, milletin başına musallat edenler de onlardır.
Onlar İslâm'ı yıkmak istiyorlar. Müslümanların tek ümit kaynağı olan bu memleketi parçalamak, yok etmek istiyorlar.
Ancak Allah-u Teâlâ da onları yıkacak. Allah-u Teâlâ'nın yıkması gibi hiç kimse yıkamaz.
"Amerika hep ister ki Türkiye'yi hem bölsün, hem harbe soksun. "Sen sürt, ben yaşayayım" diyor. Türkiye kuvvet bulmasın parçalansın. Çünkü Türkiye'yi büyük görüyorlar. Türkiye içinden çökük amma, onlar büyük görüyorlar, parçalayalım diyorlar. 'Yunan yutsun, şu yutsun, bu yutsun, kâfir yutsun!' diyorlar. Allah'ım korusun, Allah'ım korusun, Allah'ım korusun! O koruyor zaten. İç düşman, dış düşman!"
Kâfirden müslümana hiçbir zaman fayda gelmez. Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde, onların birbirleriyle dost olduklarını beyan buyuruyor.
"Ey iman edenler! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır. Şüphesiz ki Allah zâlimler gürûhunu hidayete erdirmez." (Mâide: 51)
İslâm'a ve müslümanlara olan kinleri hiç sönmemiştir. Özellikle Türkler'e karşı ayrı bir garazları vardır. Zira tarihte Allah-u Teâlâ en derin galebeyi İslâm'a vermiş. Asr-ı saâdet'te ve Osmanlı Devleti zamanında.
Batı'nın hiçbir sınır tanımayan açgözlülüklerini tatmin uğruna giriştikleri ifsat ve sömürgecilik gayretlerinin önündeki en büyük engel daima İslâm milletleri ve bilhassa Türkler olmuştur.
Allah-u Teâlâ murad ettiği zaman bir ıslâh edicisini gönderir ve eski duruma getirir. Bu, halka bırakılmaz, Hakk'ın işidir.
"Ey mülkün sahibi Allah! Sen mülkü kime dilersen ona verirsin, kimden dilersen ondan alırsın. Kime dilersen ona izzet verirsin, yükseltirsin. Kime dilersen ona zillet verirsin, alçaltırsın. Hayır senin elindedir. Sen her şeye kâdirsin." (Âl-i imrân: 26)
Amerika bir plân çeviriyor, ancak ona da kalacak değil!
Binaenaleyh, hasmımızı tanımamız ve çok uyanık olmamız icabediyor. Zira Amerika olsun, Batı olsun bu İslâm milletini silâh ile yıkamayacağına kani olduktan sonra yaklaşık 300 yıldır Haçlı seferlerinin şeklini değiştirmiş, öncelikle iç bünyemizi ve manevî değerlerimizi bozmak ve yıkmak için sinsice çok büyük bir gayret içerisine girmiştir. Bu veçhesiyle Haçlı seferleri büyük bir kin ve vahşetle devam etmektedir.
Avrupa Birliği ve Avrupa Parlâmentosu; Kıbrıs, Ege, Ermeni meselesi, PKK, Fener Patrikhanesi gibi konularda her zaman Türkiye aleyhinde karar almış ve halen de Türkiye aleyhindeki kararlarına devam ediyor.
Birkaç misâl:
"Bay Öcalan'a verilen cezayı lanetler ve ölüm cezasının kullanılmasına kesin muhalefetini tekrarlar. Türkiye'yi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin Bay Öcalan için alacağı karara uymaya çağırır." (27 Temmuz 1999 - Avrupa Parlamentosu Kararı)
...
"Türk Silahlı Kuvvetleri Güneydoğu Anadolu'da Kürtlere karşı sürdürdüğü operasyonları durdurmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti Hükemeti tüm Kürt örgütleri ile görüşmelere başlamalı ve Kürtlere hakları tanınmalıdır." (20 Haziran 2002 - Avrupa Parlamentosu Kararı)
Avrupa Parlâmentosunda; "PKK terörizmi" yerine "PKK aktivisti" sözü kabul edildi. (23 Nisan 2013)
Avrupa Birliği, Türkiye'yi PKK saldırılarına karşı orantılı olmaya çağırdı. (4 Ağustos 2015)
Avrupa Birliği, Türkiye yurttaş komisyonu başkanı Kariane Westrheim: "Avrupa Birliği, PKK'yı terör örgütleri listesinden çıkarmalı!" demiştir. (4 Aralık 2013)
...
Ey Müslümanlar!
Görüyorsunuz küffar seferber halde.
Düşmanını dost bilme. Dinini, imanını, vatanını koru. Bunlarla mücadele et! Bu gerçek bir iman-küfür mücadelesidir.
Cenâb-ı Hakk'ın verdiği kudretle mücadele etmemiz lâzım. Bunlara pabuç vermememiz lâzım. Küfrü mağlub, İslâm'ı galib getirmemiz lâzım. Bize düşen budur!
Fitnelerin, senlik-benliğin, bölücülüğün, terörün, bütün kötülüklerin ayyuka çıktığı seyyiat zamanında, âhir zaman devrinde yaşıyoruz.
Bu gibi fitnelerin çoğalmasının birinci sebebi İslâm'dan uzaklaşılması, sûreta yaşanır hale gelmesidir. Diğer sebep ise küffarı dost bilmekten gelir.
Dinde ve vatanda bölücülük, dinimize ve vatanımıza çok büyük zararlar verdi. Dinimizi ve vatanımızı paramparça yapmak isteyen bölücü grupları Hazret-i Allah dininden tardetmiştir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz muhtelif Hadis-i şerif'lerinde âhir zamandaki bu fitneleri, bu durumları haber vermişler, ümmet-i Muhammedi uyarmışlardı.
"Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün yere bir çizgi çizerek "Bu Allah yoludur." buyurdular. Yine bu çizginin sağına ve soluna başka çizgiler çizdikten sonra "Bunlar da yollardır, bu yolların her birisinde insanları o yola çağıran birer şeytan bulunur." buyurdular ve:
"İşte bu benim dosdoğru yolumdur, siz ona uyunuz. Başkaca yollara gidip de onlar sizi Allah'ın yolundan ayırmasın." (En'âm: 153)
Âyet-i kerime'sini okudular." (Dârimî-Sünen)
İbn-i Abbas -radiyallahu anh- buyurur ki:
"Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime ile müminlerin tek bir cemaat olmasını emrediyor, ayrılıkları, gruplaşmaları yasaklıyor ve geçmiş milletlerin bir çoğunun bölünüp parçalanma yüzünden yıkılıp yok olduklarını haber veriyor."
Allah-u Teâlâ En'âm Sûresi 153. Âyet-i kerime'sinde kendi yolunu tek olarak zikretmiştir. Zira hak birdir. Şeytanın davet ettiği yolların ise çok olduğunu beyan buyurmuştur.
İnsanlar İslâm'dan uzaklaştığı için, isim müslümanı olduğu için; şeytan yoluna davet eden davetçiler rahat hareket ediyor, fitne fesat rahat yol buluyor.
Diğer taraftan dost bilinip medet umulan küffar ise sinsi sinsi düşmanlığını yürütüyor, kuyumuzu kazıyor, bu fitne ve fesadın çoğalması için ateşe benzin döküyor. Halbuki küffardan dost olmaz, domuzdan da post olmaz. Küffarın dost bilinmesi İslâm'dan uzaklaşmanın bir neticesidir. Zira Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadim'inde bize küffarı, küffarın dost olmadığını gayet sarih bir şekilde tanıtmış ve küfrü şiddetle reddetmiştir.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Eğer onların güçleri yetse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler." (Bakara: 217)
İmanın alâmetlerinden birisi de hiç şüphesiz ki Allah-u Teâlâ'nın düşmanlarından nefret etmektir. Allah-u Teâlâ onlara düşman olmayı emretmiş ve onları dost edinmeyi yasaklamıştır.
Müminlere gelince;
"Bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman birbirine yardım ederler." (Şûrâ: 39)
Bunu ancak hakiki müslümanlar yapar. Hiçbir bölücü bunu yapmaz. Neden? Çünkü o kendi dininin kuvvetlenmesini düşünür, İslâm'ı düşünmez.
Her biri bir isimle türeyen bölücüler dinimizi, vatanımızı paramparça etmişler ve küffara zemin hazırlamışlar. Bu vebalden kurtulamazlar.
Allah'a, Kitabullah'a, Resulullah'a tâbi olmazlar, imamlarına tâbi olurlar.
"İnkâr edip de insanları Allah'ın yolundan alıkoyanlara, fesat çıkarmaları yüzünden, azap üstüne azap vereceğiz." (Nahl: 88)
Birinci azap kendi isyanları için, diğeri ise başkalarını Allah yolundan çevirdikleri için.
Kendileri küfrü irtikap ettikleri gibi, başkalarını da küfre sevketmişlerdir.
"Onlar hem insanları Kur'an'dan menederler, hem de kendileri ondan uzak dururlar.
Böylece ancak kendilerini helâke atarlar da farkına varmazlar." (En'âm: 26)
PKK'nın durumu belli, eşkiya. Ona göre cephe alırsın tedbirini alırsın. Din kurucu bölücüler ise İslâm gibi görünüyor, oysa İslâm düşmanıdırlar. Dinine, vatanına, cebine göz dikmişler; seni küfre kaydırmak istiyor, küfrü hoş göstermeye çalışıyor.
Dinine, vatanına ihanet ediyor. Niçin? Bir isimle türediği, dinini ilân ettiği ve kendi kurduğu dinine hizmet ettiği için.
Oysa;
"Allah katında din İslâm'dır." (Âl-i imran: 19)
Bunları hep İslâm perdesi altında yapıyorlar.
Bunun için çok dikkat edilmesi lâzım.
"Ey iman edenler! Allah'a ve Peygamber'e hâinlik etmeyin." (Enfâl: 27)
Bunlar iç düşmanıdır, din ve vatan için çok tehlikelidir. Her müslüman bunlara karşı tedbir almalıdır.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri bu din ve vatan bölücülerini isim isim ifşa etmişler, haklarında eserler neşretmişler, ümmet-i Muhammed'i uyandırmak için büyük bir mücahede ve mücadele yapmışlardır.
Kendileri bu din bölücülerinin vatanda da bölücü olduğunu seneler önce ifşa etmişlerdi. Bu hakikat birçokları tarafından ancak bugün anlaşılıyor. Bugün devleti ele geçiremediği için küffarla işbirliği yapan, Türkiye'yi bütün dünyaya şikâyet edip zor durumda bırakmaya çalışanların vatanda nasıl bir hainlik ve bölücülük yaptıkları ortaya çıktı. Ancak bu bölücülüğü bunlar önce dinde yaptılar. Dinde bölücülük yapan vatanda da çok rahat yapar. İşte görüyorsunuz. Bunlar ortaya çıkanlar. Bunlar gibi içyüzleri ortaya serilmeyen başkaları da var. Ortaya serilmedi diyoruz ancak Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri bunları ortaya serdi. İç yüzlerini Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerle ifşa etti. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lere iman edenler duyar duymaz "İşittik, iman ettik." dediler, imanlarını ortaya koydular.
Binaenaleyh Hazret-i Allah bize, bu millete böyle bir uyarıcı göndererek büyük bir lütufta bulunmuştur. Onun sözlerine kulak vermek, İslâm'a ve imana sarılmak gerekmez mi?
Kur'an-ı kerim'de müslümanların birlik ve tesanüd içinde olmalarını, parçalanıp ayrılığa düşmemelerini emreden; ayrılığın ve ayrılık yapanların İslâm'a ve müslümanlara büyük zararlar verdiğini beyan eden birçok Âyet-i kerime mevcuttur:
"Ey iman edenler! Allah'tan nasıl korkmak lâzımsa öylece korkun. Sakın siz müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin.
Hepiniz topluca sımsıkı Allah'ın ipine sarılın, parçalanıp ayrılmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın.
Hani siz birbirinize düşman idiniz. Allah gönüllerinizi birleştirmiş ve O'nun nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz.
Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken, oradan da sizi O kurtarmıştı.
İşte Allah, doğru yolu bulasınız diye size âyetlerini böyle açıklıyor." (Âl-i imrân: 102-103)
Bu Âyet-i kerime'ler Ashâb-ı kiram'ın câhiliye devrindeki durumları ile, iman şerefiyle müşerref olduktan sonra kazanmış oldukları saâdeti beyan buyurmaktadır. Bu büyük nimet kıyamete kadar, kendisini Allah'ın dinine teslim eden her müslüman için de aynıdır. Gerçekten de bu nimet, hatırlanması ve şükredilmesi gereken büyük bir nimettir.
İmanla, basiretle tetkik edildiği zaman görülecektir ki bu husus çok mühimdir ve her müslümanın imanını koruması için bu durumu daima göz önünde bulundurması gerekmektedir.
İslâm dini kardeşlik dinidir. Birlik, beraberlik, kardeşlik, huzur ve medeniyetin temelidir. Bugün yaşanan ayrılıklar, terör ve fitneler İslâm dininden uzaklaşmamızdan, dinde ve vatanda bölücülük yapılmasından kaynaklanmaktadır.
"Ey iman edenler! Hep birden tam bir teslimiyetle İslâm'ın sulh ve selâmetine girin. Şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır." (Bakara: 208)
İslâm dini gönüllere huzur, kalplere şifadır. Gönüllerdeki fitne ve fesadı yok eder, insanları kardeş yapar. Zira Allah-u Teâlâ fitne ve fesadı sevmez. Bunun en büyük delili Resulullah Aleyhisselâm'ın gönderildiği asır ve toplumda çok kısa zamanda yaşanan muazzam inkişaftır.
Bu inkılâp Resulullah Aleyhisselâm'ın çok aşikâr bir mucizesi, İslâm'ın mükemmelliğinin büyük bir delilidir.
"Onların gönüllerini birleştiren Allah'tır. Eğer sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin. Fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O Azîz'dir, hüküm ve hikmet sahibidir."(Enfâl: 63)
Bugünkü fitne ve fesadın en büyük ilâcı yine Resulullah Aleyhisselâm'ın nuruna tâbi olmak, İslâm'ın kardeşlik dairesinde hemhal olmaktır. Irkçılık ve bölücülük fitnesi içerisinde yakıp, yıkıp, öldürenler Allah-u Teâlâ'nın indinde çok büyük bir suç işlemişlerdir. Hem İslâm'a hem de vatana ihanetin cezası çok büyüktür. Hem dünyada hem de ahirette...
"Hem sizden hem de kendi topluluklarından emin olmak isteyen başkalarını da bulacaksınız. Bunlar her ne zaman fitneye götürülseler, fitnenin içine başaşağı atılırlar. Eğer onlar sizden uzak durmazlar, sulh işini size bırakıp ellerini çekmezlerse, onları yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün. İşte öylelerine karşı size apaçık yetki verdik." (Nisâ: 91)
Kavmiyetçilik ve kabilecilik fitnesi bütün bir Arabistan'ı işgal etmiş olduğu gibi, Medineli Evs ve Hazreç kabileleri de birbirine hasım durumda idi. Bu iki kabile arasında câhiliye devrinde birçok savaşlar yapılmış ve kötülüğü devam ettiren işler meydana gelmişti. Resulullah Aleyhisselâm'ın teşrifi ve İslâm dini'nin nuru ile Allah-u Teâlâ bütün bunları lütuf ve keremi ile kaldırmış, yerini huzur ve sükûn almıştı.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz, Kudüs halkına verdiği emannamenin hutbesinde Hazret-i Allah'ın bu nimetini ikrar ederek şükrünü şöyle dile getirmişti:
"Hamd olsun O Allah'a ki, bizi İslâm dini ile aziz etti. İman ile şereflendirdi. Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- hürmetine bizi rahmetine nâil kıldı. Dalâletten kurtardı. Dağınık iken onun sayesinde bir araya getirdi. Kalplerimizi birbirine ısındırdı. Düşmanlarımıza karşı muzaffer kıldı. Memleketler ihsan etti. Bizi sevişen kardeşler hâline getirdi.
Ey Allah'ın kulları! Bu nimetlerden dolayı Allah'a hamd ve senâ ediniz." (Başbakanlık Osmanlı Arşivi, K. D., "Kamâme Defteri", nr: 8)
İşte bu ilâhi lütfu idrak edenler böyle söylemiştir ve bununla övünmüşlerdir. Bu bir şükürdür.
•
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah'a inanırsınız." (Âl-i imrân: 110)
Bu şerefe nâil olmak mı hayırlıdır, yoksa dini dünyaya satıp ebedî hüsrana uğramak mı hayırlıdır?
İşte biz bu Âyet-i kerime'ye inandık, iman ettik ve bu yolda bulunmaya gayret ediyoruz.
Diğer bir Âyet-i kerime'sinde ise şöyle buyurur:
"İçinizden, insanları hayra çağıracak, iyiliği emredecek, kötülükten alıkoyacak bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Âl-i imrân: 104)
Allah-u Teâlâ bunlardan râzı olmuştur. Ebedî saâdetine nâil ve dahil ettiği kimselerin de yalnız bunlar olduğunu bize bildiriyor.
Böyle bir Saâdet-i ilâhî'ye nail olmak mı daha hayırlıdır, yoksa Esfel-i sâfîlin'de bulunmak mı?
Düşmanlarımız boş durmuyor. Bu milletin kardeşlik, uhuvvet duygularını köreltmeye, bölüp, parçalayıp yutmaya gayret ediyor. Asla fırsat vermeyelim. Silah ile bu vatanı zaptedemeyenler, içeriden yıkmaya çalışıyor. Aman uyanık olalım!
Birlik içinde, dirlik içinde olalım. İslâm kardeşliğinin her şeyin fevkinde ve üstünde olduğunu asla unutmayalım. Dinimizin ve vatanımızın düşmanlarının oyununa gelmeyelim. Bu oyunu daha evvel tarihte oynayanlar yine sahneye koymaya çalışıyorlar.
"Sen onların dinlerine uymadıkça ne yahudiler ne de hıristiyanlar aslâ senden hoşnut olmazlar." (Bakara: 120)
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri; "Devlet ittifaktan doğar, devletsizlik ise nifaktan" buyurarak bu hususu şöyle izâh etmişlerdir:
"İslâm dini kardeşlik dinidir. Uhuvvet İslâm'ın temel düsturlarındandır.
"Allah'a ve Resul'üne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin, sonra korku ile zaafa düşersiniz ve kuvvetiniz elden gider. Bir de sabırlı olun, çünkü Allah sabredenlerle beraberdir." (Enfâl: 46)
Hazret-i Allah'ın emri budur. Hazret-i Allah'ın kitabı budur, Hazret-i Allah'ın dini budur.
Biz hiç kimseye bağlı değiliz, kimseden de bir şey beklemiyoruz. Biz ancak Hazret-i Allah ve Resul'üne -sallallahu aleyhi ve sellem- sığınırız. Onun içindir ki cesaretle konuşuyoruz. Kimseden de korkumuz yok.
Biz "İLÂHÎ GÖRÜŞ BİRLİĞİNE DAVET" ederiz. Gelenlerin gönüllerine Hazret-i Allah ve Resul'ünün -sallallahu aleyhi ve sellem- muhabbetini ve emirlerini koymaya, her türlü bölücülükten arındırmakla yalnız Hazret-i Allah ve Resul'ünde -sallallahu aleyhi ve sellem- birleştirmeye, aralarında gerçek bir kardeşliğin tesisine gayret ederiz.
Devlet ittifaktan doğar, devletsizlik ise nifaktan.
Müslümanların birbirine yaklaşmaları, birleşmeleri, aralarında bir dayanışma husule gelmesi en büyük arzumuzdur.
Hakk Celle ve Alâ Hazretlerimiz'den niyaz ederim ki fakirin bu arzularını basiret sahibi din kardeşlerimin ibret kulaklarına ulaştırsın, feyiz ve bereketini de ihsan buyursun.
Muhakkak iç ve dış din ve vatan düşmanlarına karşı yekvücud olmamız lâzım.
Âyet-i kerime'lerde:
"Mü'minler kardeştirler." (Hucurât: 10)
"İyilik ve takvâ üzerine yardımlaşınız. Kötülük ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayınız." buyuruluyor. (Mâide: 2)
"Allah-u Teâlâ muhakkak birleşmeyi emir buyururken bizim Allah ve Resul'ünde birleşmemiz mi daha hayırlıdır, yoksa her bir bölücüye ayrı ayrı tabi olup paramparça olmamız mı? "Elbette birliktir" diyeceksiniz. O halde Allah ve Resul'de birleşelim. Bu "İlâhi Görüş Birliği'ne Dâvet"tir.
Hazret-i Allah'ta, Resulullah Aleyhisselâm'da, Kitabullah'ta birleşelim. Yek vücut halinde hem dinimizi hem vatanımızı kuvvetlendirelim.
Allah'ımız bir, Kitabımız bir, Peygamberimiz bir. İslâm'da kardeş olalım."
"Eserlerimiz incelendiğinde siyasi hiçbir şey bulamazsınız. Gayemiz İslâm'dır, isim değil, muradımız Hazret-i Allah ve Resul'üdür, bölücülerden herhangi biri değil.
Bizim bütün gayemiz budur, Allah ve Resul'üdür, Hazret-i Allah'ın hoşnutluğunu kazanmaktır."
"Bizim iki gayemiz var; nuru yaymak, küfrü kaldırmak!.."
"Ancak öyle bir devirde yaşıyoruz ki, her türlü fitne, her türlü bölücülük almış başını gidiyor. Her türlü ahlâksızlık yaşanıyor.
İşte bu en kötü devirde vatanda bölücüler olduğu gibi dinde, İslâm dini'nin içinde de bölücüler türedi. Vatan bölücülerinin vatanımızı parsellemeye çalıştıkları gibi bunlar da Allah-u Teâlâ'nın dinini, din-i İslâm'ı bölüm bölüm bölmeye, kendi nam ve hesaplarına parsellemeye çalışıyorlar. Kendi zanlarını hüküm yerine koymaya, insanları nefis putunun etrafında toplamaya çalışıyorlar. Herkes kendi parselinde memnun, rahatı istirahatı yerinde. Ancak belli bir vakte kadar:
Gerek İslâm'a ve gerekse vatana düşman olan bu bölücüleri iyi tanıyın. Sakın parçalanmayın. Sabırlı olun. Allah-u Teâlâ yardım edecek ve bunları, bu küfür ehlini bir bir yok edecek. Din-i İslâm ve vatan selâmet olacak."
İman; âmentü esaslarına inanmaktır.
İman; Hazret-i Allah'a, Resulullah'a, Kitabullah'a gönülden teslim olmaktır.
İman; nurdur, ışıktır, aydınlıktır.
İman; nezafettir, nezâkettir, letafettir, saâdettir, doğruluktur.
İman; ebedî saadet hayatının anahtarıdır.
İman; en büyük hazinedir.
İman; Hakk'tır, hakikattir, hidayettir.
İman; en büyük nimet, en büyük lütuftur.
İman; cihattır, sabırdır, şükürdür.
İman; istikamettir, teslimiyettir.
İman; Hazret-i Allah'a itimattır, sığınmaktır, güvenmektir, yönelmektir.
İman; Hazret-i Allah'a ve Resulullah'a yönelik olmaktır, yolunda olmak, yolunda ölmektir.
İman; Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir.
İman; Allah yolunda, din-i İslâm için canını, malını vermektir.
İnsan denilen hazinenin cevheri imandır. İnsan vücudu o cevherle nurlanır, gönüller o nurla aydınlanır.
Dünyanın hakikati imanla bilinir. Dünyaya geliş maksadının sermayesi imandır.
Cennet imanla kazanılır, azaplardan imanla kurtulunur.
Hakiki dostluklar iman sebebiyle kurulur. Her türlü düşmanlıklar iman nuru ile dostluğa dönüşür.
İman ile açılmayan kapılar açılır, zorluklar kolaylaşır, güçlükler hafifler, uzunlar kısalır, üzüntünün adı sevinç olur.
İman karanlıklardan kurtulup aydınlığa kavuşmanın sebebi olduğu gibi, iman eden topluluklar da aydınlığın temsilcisi, insanlığın öğretmeni, medeniyetin önderi olmuşlardır.
"Allah iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan kurtarıp nura çıkarır." (Bakara: 257)
İman; insanın yaratılış gayesine teslimiyetinin tezahürüdür.
İman; hiçbir şeye feda edilemez. Ahirette en evvel iman aranır. İmanı olmayanlar küfür, kâfir hükmünde sayılır. İnandığını söyleyip imanında samimi olmayanlar münafıktır, onların da sûreta imanlarının ahirette faydası yoktur.
Bir müslüman yeryüzünün bütün hazineleri teklif edilse bile imanını değişmez. Dünyanın bütün anahtarları, bütün saltanatları teklif edilse iman ile değiştirilmez.
Bu imandır ki cihat azmini, şehadet aşkını verir. Seve seve canını fedâ eder.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"İman edenlerin Allah'a sevgileri ise her şeyden sağlamdır." (Bakara: 165)
Hakiki iman edenler Hazret-i Allah'a gönülden sevgi ve muhabbetle, aşkla bağlıdırlar. İnsan sevdiğinin her şeyini sever, emirlerini, yasaklarını sever, her takdirine her tedbirine rızâ gösterir. İman budur.
Bir kimsenin iman ile ahirete intikal etmesi, bütün dünya ve içindekilerden daha kıymetlidir. Hatta kıyası bile mümkün değildir. İman en büyük hazinedir.
İmanın en büyük alâmeti Allah-u Teâlâ'nın emir ve hükmüne teslim olmak, Allah-u Teâlâ'nın hükmünü dünya ve nefsin arzularına tercih etmektir. Gönüldeki gerçek imanı açığa çıkaran en büyük ölçü, Allah'ın ve Peygamber'in hükmüne tereddütsüz boyun eğmektir. Bu mihenktir. Birçokları burada soyulmuştur. İsmi İslâm, görüntüsü takvâdır.
Ancak nefsine hoş geleni dünya hayatını Allah-u Teâlâ'nın hükmüne tercih eder.
"Onlar dünya hayatını âhirete tercih ettiler." (Nahl: 107)
Dünyayı tercih etti gitti. Öyle bir zamandayız ki ufacık bir dünyalık için nice imanlar kayıyor. Öyle bir devir var ki ufacık bir menfaat için nice kimseler cehennemi boyluyor. Şimdi gördünüz mü? İman ne kadar mühim imiş. Şimdi anladınız mı bu konuları niçin sık sık ele aldığımızı? Zira son nefeste aranan da imandır.
Allah'ımız, cümlemizin hidayetini artırsın, imanımızı kemâlleştirsin. Kâmil imanla aldığı kullarından etsin. Niçin geldiğimizi, nereye gideceğimizi, âkıbetimizi düşündürdüğü ve hazırladığı kullarından etsin.
Müslümanların gönülleri mânevi bir yangın yerine dönmüş, büyük bir afât yaşanıyor. İmanlar yanıyor! Öyle bir devirde yaşıyoruz ki; bir kimseyi imansızlık felâketinden kurtarmak için nasıl çalışmak lâzım? Bir samanlık yansa herkes söndürmeye koşuyor, gönüller yanıyor da hiç kimsenin kılı kıpırdamıyor!..
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'te şöyle buyuruyorlar:
"İman üryandır, libası takvâ, ziyneti hayâ, semeresi ilimdir." (Beyhakî)
İmanı muhafaza etmek şarttır. Bu da ihlâslı ibadetle olur.
İmanlı bir el harama uzanmaz, imanlı bir ayak fena yere gitmez, imanlı göz harama bakmaz. Ancak gerçek imandan mahrum olanlarda münafıklık alâmeti bulunur.
İmanın özü;
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" (Hûd: 112)
Âyet-i kerime'sindeki Emr-i ilâhi'dir.
Yani iman Hazret-i Allah'ın rızâsını gözetmek, Resulullah Aleyhisselâm'ın memnuniyetini aramak, onların vekilinin yürüdüğü yolda yürüyebilmektir.
Bir defasında Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz'in elinden tutmuştu.
"Yâ Resulellah! Sen bana canımdan başka her şeyden daha sevgilisin." deyince buyurdular ki:
"Hayır! Hayatım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, ben sana canından daha sevgili olmadıkça imanın kemâle ermez."
Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-:
"Öyle ise, şu anda yâ Resulellah! Sen canımdan da sevgilisin." diyerek bağlılığını ifade etti.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Yâ Ömer! Şimdi imanın kemâle erdi." buyurdular. (Buhârî, Tecrid-i sarîh: 2069)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Allah'ım bize imanı sevdir, gönüllerimizi imanla ziynetlendir." buyurmuşlardır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Müminler o kimselerdir ki, Allah'a ve Resul'üne iman etmişlerdir. Sonra şüpheye düşmemişler, Allah yolunda canları ve malları ile cihad etmişlerdir.
İşte onlar sâdıklardır." (Hucurât: 15)
İmanlarında sâdık, verdikleri ikrara kalpleriyle ve icraatlarıyla içten bağlılık göstermiş samimi müslümanlardır.
Allah-u Teâlâ kâmil müminleri üç sıfatla vasıflandırmaktadır:
Birincisi; Allah-u Teâlâ'ya ve Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine kesin iman.
İkincisi; şek ve şüpheye düşmemek.
Üçüncüsü ise; mal ve can ile cihad etmek.
Kim bu sıfatları kendinde toplarsa, o gerçek mümindir.
Müminler o kimselerdir ki; Allah-u Teâlâ'nın mevcudâtı yoktan var ettiğine, gizliyi, gizlinin de gizlisini bildiğine, kalplerdeki sırları bildiğine, lütuf ve kerem sahibi olduğuna, gücünün her şeye yettiğine, her şeyin kendisine döneceğine, kendi Zât-ı akdes'inden başka her şeyin yok olacağına, mahşer gününde herkesin O'nun huzurunda toplanacağına inanırlar.
Müminler; Allah'ın Resul'ü Muhammed Aleyhisselâm'ın peygamberlerin sonuncusu ve önderi olduğuna, Rabb'inden gelen bütün hükümleri en ince teferruatına kadar tebliğ ettiğine, kendi arzu ve hevesine göre hiçbir şey söylemediğine, söylediği her sözünRabb'i tarafından kendisine vahyedilen gerçekler olduğuna inanırlar.
Müminler; hiçbir hususta şüpheye kapılmazlar, onların imanları hiçbir zorluk karşısında sarsılmaz.
Allah yolunda malla ve canla cihad etmek, imanın delili, işareti, esası ve mihenk taşıdır. İslâm dâveti, dünya menfaati elde etmek için yapılan bir cihad değil, Allah yolunda ve İlây-ı kelimetullah uğrunda yapılan bir cihaddır.
İşte kim bu vasıfları kendinde toplarsa, o gerçek mümindir.
İşte bizim bütün gayemiz iman kurtarmaktır...
"Çok şükretmemiz lâzım. Cenâb-ı Hakk bizi sevmiş, seçmiş bu nurun yayılması için, küfrün azalması için, insanların hidayetine vesile olmak için. Hakikaten Osmanlılar'dan sonra seyyiat zamanı geldi. Ancak iman sahipleri müstesna. Onun için nasihatle insanların imanını korumak ve coşturmak, onları din ve vatanın müdafii haline getirmek... Kendisini ve evlâd-u ıyalini de koruması lâzım."
Bu hususta Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyuruyorlar:
"Bizim iki gayemiz vardır; iman ve vatan. Vatansız iman da korunamıyor.
Vatan imanı muhafaza eder. Çünkü vatansız iman kazanılmıyor. Bu vatan çok, çok güzel amma vatandaşlar bunu bilmiyoruz.
Dergimizin logosunda Hakikat yazısının üzerinde her ay şu cümle neşredilir:
"İmansız vatan, vatansız iman muhafaza edilmez..."
Bütün bölücüler vatan gemisini bütün güçleriyle batırmaya çalışıyorlar.
Bu yüzden evvelâ dinden uzaklaştırmak, dinde parçalara ayırmak, cihat azmi ve aşkını kırmak, vatan sevgisini yok etmek, bayrağa saygıyı kaldırmak istiyorlar.
İfşaat edin, ikaz edin! Dini, vatanı müdafaa edin! Bizim bu kitapları yaymaktaki amacımız; dini, imanı ve vatanımızı korumaktır. Çünkü bu vatan çok güzel bir vatan."
"Bu vatan bir emanettir. Osmanlılar harbe giderken 'Allah'ım bu vatan sana emanet' der, öyle giderlerdi. Emanet olduğu için iç düşman, dış düşman çok ama yıkılmıyor. Emanet olduğu için yıkılmıyor da halk bunun farkında değil."
"Birçok Osmanlı Padişahı sırf Allah için cihada çıktı, vatanı ve milleti Allah'a emanet etti öylece yola çıktı. Allah-u Teâlâ o emaneti kabul etti. Bizler hâlâ o emanet sayesinde ayaktayız, İlâhî yardım ve destek altındayız.
Hiç şüpheniz olmasın Allah-u Teâlâ bu emaneti kabul etti. İlâhi muhafazaya aldı. Yoksa kâfir dışarıdan, münafıklar ve fâsıklar içeriden yıllardır bu devleti yıkmaya çalışıyor. İlâhi muhafaza olmasa ayakta kalması mümkün değildi.
Bütün kabahatlerimize rağmen bu memleket bu sayede ayakta duruyor.
Böyle bir zamana geldik ama Rabb'imiz kimin yüzü suyu hürmetine koruyor ise koruyor. Rabb'im korusun.
Dikkat ederseniz dergimizin logosunda "Türk bayrağı" vardır. Bu bölücüler bu bayrağı hazmedemezler.
Bu vatan hainleri Türk bayrağının paçavra olmasını istiyorlar.
Oysa devlet ittifaktan, devletsizlik ise nifaktan doğar. Hatta bir defasında;
"Türk bayrağına paçavra diyen bir kimse nasıl müslüman olabilir?" demiştik."
"Bu güzel vatanı bozmaya kimsenin hakkı yok. Çünkü vatansız din de olmuyor. Küçüklüğümü Yugoslavya'da geçirdiğim için, onların bayrağı Sırp bayrağı idi. Buradakiler, yabancı bir bayrağın altında yaşamanın ne olduğunu bilmiyorlar. Azgın, taşkın, dinsiz, imansız insanlar evvelâ memleketin polisine, askerine hücum ediyor. Sen kimi yıkmaya çalışıyorsun? Bir bak şöyle, kimi yıkıyorsun? Sen kendi vatanını yıkıyorsun. Açık söylüyorum o zaman sen bu vatanın evlâdı değilsin."
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri;
"Hiçbir memleket hariç olmamak üzere, biz onu kıyamet gününden önce ya helâk ederiz veya onu şiddetli bir azapla cezalandırırız. Bu, kitapta (Levh-i mahfuz'da) yazılıdır." (İsrâ: 58)
Âyet-i kerime'sini her vesile ile hatırlatırlar, her milletin başına bir musibet mutlaka isabet edeceğini bu Âyet-i kerime hükmünce duyurmaya çalışırlardı.
Diğer bazı beyanları da şöyleydi:
"Binaenaleyh bizim duâmız hep başkaları için, Ümmet-i Muhammed'in iman ve selâmeti için."
"Yâ Rabb'i! Halilullah Mekke için duâ etti,
Yâ Rabb'i! Resulullah Medine için duâ etti,
Yâ Rabb'i! Fakir bu devlet için duâ ediyor, bu devlete zevâl verme!"
"Hazret-i Allah veli kulları sayesinde bu milleti, bu devleti dilediği kadar muhafaza ediyor. İyi kötü, iyi kötü bu veliler sayesinde yürütüyor. Velilerin sonu kesildiği zaman ateş başlar. Öyle bir ateş ki, gide gide Mehdi Aleyhisselâm, İsa Aleyhisselâm'a kadar gider. Deccal çıkar, Çinliler (Ye'cüc, Me'cüc) çıkar. Bu ateşi velileri sayesinde kaldırıyor, çünkü onların yüzü suyu hürmetine indireceği azaptan vazgeçiyor."
"Çadırın direği dururken herkes rahat. Fakat çadırın direği yıkılırsa ne olur bilmiyorum, o zaman her şeyi bekleyin. Allah-u Teâlâ o direkle murad ettiğini tutar. Amma direği alırsa kimi tutar?"
"Benim ümidim Allah-u Teâlâ bu gemiyi batırmayacak. Bunun sebebi; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i iki defa Türk kıyafetiyle gördüm. Anladım ki Allah-u Teâlâ'nın Türkiye'ye bir nazarı, bir lütfu var; onun hürmetine Allah-u Teâlâ bu gemiyi batırmayacak. Her ne kadar batırmak istedilerse de Allah-u Teâlâ bu gemiyi batırmayacak, yüzdürecek. Deniz altı batıyor amma dilediği zaman su yüzeyine çıkıyor. Biz bunlarla çok meşgul olmak zorundayız."
"Dünyanın ömrü kısa, seyyiat zamanı. Sağ olursanız otuz seneye kadar neler göreceksiniz, aklınız almaz"
"Dünyanın ne olacağı belli değil, bir defa ateşlendi mi dünya ateşlenir."
"Para harcanacak zamanı değil, para biriktirin."
"Bundan sonra hep beklenir, bundan sonra yevmü'l-beter, çünkü rot çıktı."
"Bugün için bir huzur var, yarını Sahib'imiz bilir."
"Bu gelecek dalga Allah'u-âlem çok büyük dalga, O dilediğini korur, tabii ki size de her şey anlatılmıyor. Allah'ım korusun, Allah'ım korusun, Rabb'im korusun. Allah'a emanet... Takdir ne ise o olur. Hazret-i Allah'a yönelik olmak lâzım, bakalım bu afat bu dalga kimi alır, kimi bırakır, onu Yaratan bilir.
Çok vahim hadiseler olabilir, fakat O dilediğini korur."
İç karışıklıklardan Allah'a sığınırlar, "Tedbir lâzım" buyururlardı.
Sevenlerine Hazret-i Allah'a sığınmalarını, Hazret-i Allah'a yakın olmalarını, Hazret-i Kur'an'dan, Resulullah Aleyhisselâm'ın sünnetinden ayrılmamalarını tembihlemişler;
"Ben size gizli bir şey söyleyeyim:
Ben hayatta iken Cenâb-ı Hakk sizi korur. Fakat beni aldıkları an, bütün tedbirlerinizi alın, sonrasını bilmiyorum." demişlerdi.
Diğer bazı beyanları da şöyledir:
"Osmanlı'dan sonra devir değişti, seyyiat zamanı başladı, fakat veliler mevcuttu. Resulullah Efendimiz buyuruyor ki:
"Allah yer ehline azap etmeyi murat ettiğinde onlara nazar eder de, azabı derhal onlardan geri çevirir." (el-Vesaya li-İbnü'l-Arabi)
Allah-u Teala ve Tekaddes Hazretleri'nin veli kulları mevcut olduğu için ibtilalar iniyor kalkıyor, iniyor kalkıyor, iniyor kalkıyor. Ne zaman tehlike var? Velileri kaldırdığı zaman."
•
"Bunlar her şeyin başlangıcı. Salladığı zaman dünya sallanacak.
Bizim duamız hep başkaları için. Şöyle düşündüm; kafirler yüzlerce sene evvel milletin imanını nasıl aldılar? Vakta ki Osmanlılar yok oldu, artık onların zemini geldi, küfrün yayılmasına vesile oldu ve küfür alabildiğine yürüdü, her şey değişti. Lakin buna rağmen Hazreti Allah'ın veli kulları mevcut. Veli kulların sayesinde Allah-u Teala bu milleti, bu devleti dilediği kadar muhafaza ediyor. İyi, kötü, iyi, kötü bu veliler sayesinde Allah-u Teala dilediği gibi yürütüyor.
Velinin sonu kesildiği zaman ateş başlıyor. Öyle bir ateş ki! Nasıl tarif edeyim? Çöplük süpürülür ya, bu imansız, inançsız insanlar gidecek. Bunun ardı kesilmeyecek. Gide, gide, gide, Hazret-i Mehdi çıkar, İsa Aleyhisselâm çıkar, Deccal çıkar. Bunlar hep temizleme. Çinliler çıkar. Çinliler de temizlendikten sonra zaten dünyada artık et kalır. Mülk'ün sahibi sahibimiz bizim.
Ateşi veliler sayesinde kaldırıyor. Velileri kaldırdığı zaman kim kaldıracak? Çünkü onların yüzü suyu hürmetine indireceği azaptan vazgeçiyor. Velileri kaldırdığı zaman kim kaldıracak?"
İslâm'ın doğuşundan şu içinde bulunduğumuz zamana kadar bir çok müslüman milletler, Allah'ın dinine yardımcı olmuşlardır. Kıyamete kadar da İslâm ümmetinden bir topluluk bu Din-i Mübin'i ayakta tutmaya devam edecektir.
Bu hususta Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse, Allah hiç şüphesiz onun yerine ileride öyle bir millet getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler." (Mâide: 54)
Dinden dönmeleri durumunda, bu yaptıklarının cezâsını kendileri görür. Bu sebeple İslâmiyet hiçbir zaman zarar görmez. Allah-u Teâlâ onların yerine, İslâm'a hizmet edecek yeni bir millet getirir.
Onlar öyle kimselerdir ki, Allah-u Teâlâ sevmesinin bir neticesi olarak onları en güzel sevaplarla mükâfatlandırır. Onlar Allah-u Teâlâ'nın sevgisini kazanacakları yolları takip ederler, hoşnutluğunu kaybettirecek yollardan uzak dururlar. Emirlerine sarılırlar, yasaklarından son derece sakınırlar. O'nun râzı olmasını her şeyden üstün tuturlar. Sevgilerinde samimidirler.
"Müminlere karşı alçak gönüllüdürler." (Mâide: 54)
Müminler birbirleriyle kardeş olmaları hasebiyle kardeşlik icraatını yaparlar. Kendileri için arzu ettikleri iyilikleri müminler için de arzu ederler. Müminleri Allah için severler, onlara karşı çok şefkatlidirler, rahmet kanatlarını üzerlerine indirirler, onlara hürmet ve tâzimleri büyüktür. Onlara karşı büyüklenmezler, haset etmezler, kin gütmezler, kusurlarını affederler, hiçbir zaman hiçbir surette kuvvet kullanmazlar. Bilakis içlerinden birinin bir musibete uğraması onları üzer.
"Kâfirlere karşı başları dik ve güçlüdürler." (Mâide: 54)
Bu da onların en belirgin vasfıdır. Kâfirlerin küfürlerine karşı zayıflık, yılgınlık ve müsamaha göstermezler. Allah'ın dinini korumaya ehildirler. Dinlerine muhalefet edenlere aslâ sevgi beslemezler. Kâfirlere karşı sert ve çetindirler. Dinlerinden tâviz verip alçalmayı aslâ kabul etmezler. Onlara Allah için buğzederler.
Kâfirlerle ne zaman bir savaşa girişseler, teslim olmaktansa ölmeyi tercih ederler.
"Allah yolunda cihad ederler." (Mâide: 54)
Fitne zamanlarında Kelimetullah'ı yüceltmek, ilâhî hükümleri ayakta tutmak için, kafirlerin küfrünü, münafıkların nifakını ortaya koymak için, fitne ve fesadı yok etmek için açık ve gizli düşmanlarla bütün güçleriyle cihad ederler. Hakk'ı gerçekleştirmeye gayret sarfederler. Bu uğurda başlarına gelecek olan her türlü sıkıntıya katlanırlar. Allah yolunda mallarını ve canlarını fedâ etmekten çekinmezler. Allah yolunda cihad da onların belirgin vasıflarından biridir.
"Hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar." (Mâide: 54)
Hiçbir hâl ve ahvalde aslâ sarsılmazlar. Onların cihaddaki durumları münafıkların durumundan farklıdır. Çünkü münafıklar ne yaparlarsa yapsınlar, bu işleri sebebiyle kâfirler tarafından kınanacaklarından korkarlar.
Onlar dinlerinde selâbet ve metanet sahibidirler. Allah yolunda cihad ederken hiçbir şekilde hiçbir kimsenin kınamasından bir defa olsun bile çekinmezler. Hakk uğruna, hakkı açıklamak uğrunda, yerenlerin yermesinden korkmazlar. Kâfirlerin ve münâfıkların yaptıkları ve söyledikleri hiçbir şey onları korkutmaz. Bu kınamaların hiçbir etkisi olmaz, cihadlarını sonuna kadar sürdürmekten alıkoymaz, karşı çıkanlara aldırış etmezler. Değil bir millet, dünya karşılarına çıksa hiç mi hiç umursamazlar. Çünkü onların bütün gaye ve hedefleri Allah rızâsını kazanmaktır.
"İşte bu, Allah'ın öyle bir lütf-u ihsanıdır ki, onu dilediğine verir." (Mâide: 54 - Cum'a: 4)
Bu engin lütuf sebebiyle dilediği kimselere dilediği şekilde üstünlük verir.
"Allah'ın lütfu geniştir, her şeyi hakkıyla bilendir." (Mâide: 54)
O'nun lütufları Vâsi olmasının, bu vasıflara lâyık olan kimselere bol bol vermesi de ezelî ilminin genişliğinin bir tecellîsidir. İhsan ve lütuflarının sınırı ve ölçüsü yoktur.
•
Şehirlerin anası, nur kaynağı belde Mekke-i Mükerreme'dir. Fakat Allah-u Teâlâ Araplar'dan emaneti aldı Türkler'e verdi, bu lütfu Türk milletine bahşetti.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i Şerif'lerinde Türk milletini meth-ü senâ etti, Fatih Sultan Mehmed Hazretleri'ni ve ordusunu övdü.
Vedâ hutbesinde şöyle buyurdu:
"Bu nasihatlarımı burada bulunanlar bulunmayanlara tebliğ etsinler. Umulur ki söz kendisine ulaştırılan kimse, ulaştırılan sözü bizzat dinleyenden daha iyi anlar."
Onlar bütün güçleri ile Hazret-i Allah'a ve Resulullah Aleyhisselâm'a itaat ettiler. İslâm dünyasında pek büyük hizmetlerde bulundular. Asırlardır mücadele meydanlarında bulundular, İslâm dini'nin şarkta ve garpta yayılmasına çalıştılar. Bunca zaman halifeliği üzerlerinde bulundurdukları için İstanbul İslâm'ın merkezi olmuş oldu, bu Din-i Mübin oradan da yeryüzünün her kıtasına intişar etti.
Bu Âyet-i kerime'den anlaşıldığına göre Allah-u Teâlâ tekrar bu ümmetten bir zât çıkaracak ve bu ifsadı kaldıracaktır.
Allah sevgisinin en büyük tezahürü O'nun sevgililerine olan sevgidir. Bu millet de Resulullah Aleyhisselâm'a olsun, onun varisi Evliyâullah Hazerâtı'na olsun daima onlara karşı büyük bir muhabbet beslemiştir.
Bu cihadın bu azmin arkasında bu Allah dostları vardır. Sevenlerini daima imanın yayılması, küfrün dağılması için sevketmişlerdir. Hoca Ahmed Yesevî'den başlayarak bu sevk uzun asırlar devam etmiştir. Eski devirlerde de bunun böyle olduğuna dair tarihi bilgiler gün geçtikçe ortaya çıkmaktadır. Anadolu'nun, Balkanlar'ın bu millete yurt olması ilâhi sevkiyatın ve ilâhi taksimatın tezâhürüdür.
Allah'a iman edenler bunun için bu milleti sevmiştir. Küfür ehli de bunun için bu millete düşman olmuştur.
Kâfirler dışarıdan, münafıklar içeriden bu milletin imanını çalmaya vatan ve din duygularını kaldırmaya, cihat aşkını köreltmeye çalışıyorlar. Millet adeta sindirilmiş, halk balık otu yutmuş gibi.
Görüyorsunuz ki küffar her daim büyük bir azimle İslâm düşmanlığı yapmaktadır. Gerek harp ile, gerek siyaseti ile, gerekse fitne, fesat ve sinsiliği ile.
Bu sebeple bu küfür ehlinin Türk milletini sevmesi mümkün değildir. Zira atalarımız Allah-u Teâlâ'ya iman etmiş samimi müminlerdi. Bu millet yüzlerce yıl İslâm'ın bayraktarlığını yaptığı, hakikatin temsilciliğini üstlendiği için hiçbir küfür ehli bu milleti sevmez.
"Hiçbir küfür ehli Türk'ü sevmez. Düşmanlık yapmak için fırsat bekler."
Avrupa milletlerinin edebiyat ve fikir adamlarının eserleri bu düşmanlığa dair ifadelerle doludur. Avrupa dillerinin ilk yazılı metinleri kabul edilen edebiyat metinlerinden tutun, Papaların, Luther gibi din kurucuların, Erasmus, Marks gibi nicelerinin eserlerinde hususiyetle Türklere karşı hakaret ve iftiralar vardır.
Binaenaleyh hıristiyan küffar milletleri olsun, yahudi milleti olsun bu böyledir.
Hakikat yerine küfre meyledenlerin, kâfirin küfrünü hoş görenlerin en büyük destekçileri Amerika'dır. Memleketimizi, devletimizi, milletimizi ele geçirmeye çalışıyorlar.
Halbuki sahip olduğumuz miras bunların bize dostluk beslemesinin önünde aşılmaz bir engeldir. Bizi sevmezler ve yok etmek isterler.
Nitekim daha evvel de arz ettiğimiz gibi; Osmanlı padişahları sefere çıkarken memleketini, milletini Allah-u Teâlâ'ya emanet eder, öyle çıkarlardı. 16 tanesi bunu cân-ı gönülden Allah-u Teâlâ'ya arzetmişti. Hiç şüpheniz olmasın Allah-u Teâlâ bu emaneti kabul etti. İlâhi muhafazaya aldı. Yoksa kâfir dışarıdan, münafıklar ve fâsıklar içeriden yıllardır bu devleti yıkmaya çalışıyor. İlâhi muhafaza olmasa ayakta kalması mümkün değildi.
Dikkat ederseniz Allah-u Teâlâ bu münafıklara fırsat vermiştir ancak ruhsat vermemiştir. Bu devlet hâlâ ayakta kalmışsa bunun sebebi bu ilâhi muhafazadır.
Bu kalem cihadı yapılmasa, halk bunlara karşı uyandırılmasa, hak ve hakikat her türlü zorluğa rağmen tebliğ edilmemiş olsa idi çok büyük kayıpların olması işten bile değildi. Buna şüpheniz olmasın. Çalışan buna göre çalışsın.
Allah-u Teâlâ da iman ehlinden azim, gayret ve cihad beklemektedir. Dünyadaki ilâhi adaletin tesisi ancak bu şekilde mümkündür. Yoksa çok büyük bir fesat, çok büyük bir zulüm dünyayı kaplar. Bugün olduğu gibi.
"Ey iman edenler! Yakınınızda bulunan kâfirlerle savaşın. Onlar sizde büyük bir azim ve sertlik görsünler. Bilin ki Allah takvâ sahipleriyle beraberdir." (Tevbe: 123)
Tarihte iman ile bu cihadı yapan birçok millet olmuştur. Ancak dikkat edilirse uzun asırlar boyunca bu cihadı devam ettirmek her millete nasip olmamıştır.
Bu cihadçılar Hazret-i Allah'ı sevmiştir, Hazret-i Allah da bu cihadçıları sevmiştir.
Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri "Nevâdirü'l-Usûl fî Ma'rifeti Ehâdîsü'r-Resul" adlı eserinin "Yüz Yirmi Sekizinci Asl"ında Resulullah Aleyhisselâm'dan sonra ashâbının önde gelenlerinin dini bid'at ve fitnelerden temizleyip aslını koruduklarını misallerle anlattıktan sonra, Hâtem-i veli'nin de dini ve onun ehlini buna benzer fitnelerden koruyacağını haber vererek şöyle buyurmuştur:
"O öyle bir kimsedir ki, bunun benzeri şeyleri (dinden) uzaklaştırıp defeder. Ondan temizleyip, kovup uzaklaştırması sâyesinde de artık onu giderir. O'nunla düşündüğü, O'nunla konuştuğu için O'nunla defeder. İşte o Allah'ın halk üzerindeki hücceti, O'nun sürüsünün çobanı ve kullarının mânevî tabibidir. O'nu engellemeye kalkışan kimse farkına bile varmadan helâk olur." (c. 2, s. 225)
Niçin helâk olur? Onu Allah-u Teâlâ ileriye sürdüğü için, ona karşı gelen Allah-u Teâlâ'ya karşı gelmiş ve helâk olmuş olur.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin bir başka beyanları da şöyledir:
"Âhir zamanda Mehdi yokken, henüz yaklaştırılıp seçilmemişken; aradaki boşlukta, Hâtemü'l-velâye'den başka adâleti (hakkâniyeti) ayakta tutacak kimse olmaz. Ve o, bütün veliler üzerine o devirde, Allah'ın hücceti olmaya muvaffak olur." ("Hatmü'l-velâye"; Fâtih no.: 5322, 168b yaprağı)
Bu zât-ı muhterem'lerin beyanlarına bakın, bir de bu ortadaki icraatlara bakın. Allah-u Teâlâ bu zâtlara asırlarca evvel bu durumu göstermiş, size açıklıyorum. Siz bunu gördünüz mü?
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir defasında Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri'ne öğüt ve nasihatte bulunurken, kurtuluşa erişebilmesi için ona âhir zamanda gelecek olan bu topluluğa uymasını tavsiye etmiş ve onların kimler olduklarını açıkça ifşâ ederek şöyle buyurmuştu:
"Ey Ebu Hüreyre! Sen, insanlar çekindikleri zaman çekinmeyen, insanlar ateşten emin olmak istediklerinde korku duymayan topluluğun yolu üzerinde bulun!"
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- dedi ki:
"Yâ Resulellah! Onların vasfını bana anlat ki onları tanıyayım!"
Buyurdu ki:
"Onlar benim ümmetimden, âhir zamanda gelecek bir topluluktur ki; kıyamet gününde, tıpkı peygamberlerin haşrolunduğu gibi haşrolunacaklardır. İnsanlar, durumları gösterilip de onları gördükleri zaman, onların peygamberler olduklarını sanacaklar. Tâ ki ben; 'Ümmetimdir, ümmetimdir!..' deyip de kendilerini tanıtıncaya kadar... Nihayet halk onların peygamber olmadıklarını anlayacak. Şimşek ve rüzgâr misâli geçip gidecekler, nurlarından mahşer ehlinin gözleri kamaşacak!"
Dedim ki; "Yâ Resulellah! O hâlde bana onların yaptıklarına dâir bir misal ver de, ben de onlara katılayım!"
Buyurdu ki:
"Ey Ebu Hüreyre! Bu topluluk, zor ve güç bir yola girerek peygamberlerin derecesine kavuşurlar. Allah kendilerini doyurduktan sonra açlığı, giydirdikten sonra çıplaklığı, içirdikten sonra susuzluğu tercih ederler; Allah'ın katındakine ümitlerini bağlayıp bunları terkederler. Hesabından korku duyarak helâli dahi bırakırlar. Dünyaya sadece bedenleri ile ilgi gösterirler, onun herhangi bir şeyiyle iştigâl de etmezler.
Onların Rabb'lerine olan itaatleri karşısında, melekler ve peygamberler dahi hayrete düşer. Ne mutlu onlara, ne mutlu onlara! Allah'ın, onlarla benim aramı birleştirmesini ne kadar çok isterdim!"
Sonra Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- onlara duyduğu iştiyaktan dolayı ağladı ve daha sonra şöyle buyurdu:
"Allah yer ehline azap etmeyi murad ettiğinde onlara nazar eder de, azâbı derhâl onlardan geri çevirir. Onun için ey Ebu Hüreyre, sen onların yolu üzerinde bulun! Onların yoluna karşı gelen, vereceği hesâbın şiddetinden tir tir titreyecektir!" (el-Vesâyâ li-İbnü'l-Arâbî, Hâlet Ef. no.: 198/2, 486a yaprağı)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri'ne o orduya katılmasını emretmesinin sebebi:
"Onlar peygamberlerle beraber haşrolacaklar, o haşrın içine sen de gir! Bu ordu mahşerde büyük bir nazar toplayacağından ötürü, sen de bu orduya iltihak et! Bu dereceye sen de nâil ol, bu lütfa dahil ol!"
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Bayraklı" demedi, "Bayraklılar Ashâbı" buyurdu.
İşte bu fazilet umuma âittir, şahsa âit değildir. Şu kadar var ki şahıstan umuma doğru gidiyor.
İşte size izahı ve ispatı!
Bediüzzaman Hazretleri bunu teyid etmiş ve parmak basmış, bunun böyle olduğunu beşeriyete duyurmuş.
"Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve mânevi ordusu, yalnız ihlâs ve sadâkat ve tesanüd sıfatlarına tam sahip olan bir kısım şakirtlerdir. Ne kadar da az da olsalar, mânen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar." (Emirdağ Lâhikası, sh. 259)
İhlâs sahiplerini, sadâkat sahiplerini, uhuvvet sahiplerini işaret ediyorlar.
O mânevî ordu, az olmasına rağmen Allah-u Teâlâ'nın desteği ile çok kuvvetli olacaktır. Bunlar az da olsalar, bir ordu kadar kuvvetlidir.
•
Kâdı Muhammed bin Mehmed -kuddise sırruh- Hazretleri "en-Nâberât fî Beyânu Hatmü'l-Velâyeti'l-Muhammediyye" adlı risâlesinde, Hâtemü'l-evliyâ'nın âhir zamanda şer'î hudutları yeniden yerine oturtacağını haber vererek şöyle buyurmuştur:
"Allah-u Teâlâ âhir zamana kadar, tâ ki Hâtem'ül evliyâ ile birleşinceye dek, onu (şer'i hudutları) devam ettirecek ve onunla tekrar yerine oturtacaktır. Ki Allah, nübüvvet duvarını nasıl ki Hâtemür-resul'ün nübüvvetiyle hatmetmişse, sonra da Hatem'ül evliyâ ile onun duvarının her iki tuğlasını tamamlamış olsun. Buna göre de umarım ki güneşin batıdan doğma saati artık iyice yaklaşacaktır." ("Risaletü fî'l-Beyânu Hatm'ül-Velâye"; Düğümlü Baba, no: 283'de mahfuz. 26b yaprağı)
Bu zât-ı muhterem Allah-u Teâlâ'nın şer'î hudutları Hâtem-i veli ile tekrar yerine oturtacağını beyan buyuruyor. Oturmadı mı kardeşler?
Demek ki o saat yaklaşmış. Çünkü hâtem deniliyor, artık iş bitiyor. Bundan sonra artık her an beklenebilir.
"Velileri kaldırdığından sonraki afata dikkat et. Bizi Cenâb-ı Hakk öne sürmüştür. Hakim-i Tirmizi -kuddise sırruh- Hazretleri de şöyle buyuruyor:
'O kıyamet zamanında Kelimatullah-i İlâhi'yi ondan başka müdafaa edecek kimse yoktur.'"
Kıyametin büyük alâmetlerinden birisi de, güneş Hazret-i Allah'ın izni ve emriyle bir defaya mahsus olmak üzere bir Cuma günü battığı yerden doğacaktır.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Güneş battığı yerden doğmadıkça kıyamet kopmayacaktır. O battığı yerden doğduğu zaman bütün insanlar iman edecek, fakat o gün daha evvelden iman etmeyen, yahut imanında bir hayır kazanamayan hiç kimseye imanı fayda vermeyecektir." (Müslim)
Güneşin batıdan doğması, herhalde büyük alâmetlerin başlangıcıdır.
Yaklaşık on bir asır önce kaleme aldığı "Hatmü'l-Evliyâ" adlı eserinde, kırkların tümünün zuhurundan sonra Hâtemü'l-evliyâ olan zâtın kâim olacağını haber veren Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri (v. 932), yaşadığı mânevî tecellîleri anlattığı "Büdüvv-ü Şe'n" risâlesinde belirttiğine göre, kırkların zuhûrundan sonra kâim olacak olan bu zâtın, halkın fesada düştüğü bir devirde Türk'e gönderileceğini keşfetmişti.
İfşaatının bir noktasında halkı içinde bulundukları çalkantı ve karışıklıktan kurtaran bir de ordu bulunduğunu müşâhade ederek; "Halkın, mâ'iyyeti Türk olan bir orduya mürâcaat ettiklerini gördüm, Türk onlara yoldaşlık ediyordu." diyor.
Nitekim o, ileride kaleme alacağı "Hatmü'l-Evliyâ" kitabında, müşâhade ettiği bu "kırk kişi" den ve "onların tümünün zuhûru" ndan sonra "Türk'e geleceği" ni gördüğü bu esrârengiz kimseden şöyle sözedecekti:
"Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in vefâtından sonra, ümmetinden kırk kişi onun yerine kâ'im olur. Yeryüzü onlarla ayakta durur. Onlardan biri ölünce yerine bir başkası geçer. Bunların sayıları tükenip, dünyanın zevâl vakti gelince Allah bir velî gönderir. Bu velîyi seçmiş, kendine yaklaştırmıştır. Evliyâya verdiğini buna vermiş, ona bir de 'Hâtemu'l-velâye' tahsis etmiştir." (Hakîm et-Tirmizî, "Hatmü'l-Evliyâ", s. 247, bas.: Hakikat Yay. İstanbul, 2003)
Dikkat ederseniz Hazret bu beyanlarında halkın, mâiyyeti Türk olan bir orduya mürâcaat ettiklerini görmüş ve "Türk'ün onlara yoldaşlık ettiğini" haber vermiştir. Bunun mânâsı; Osmanlı devleti bir zamanlar İslâm'ın bayrağını götürüyordu, hilâfet onlardaydı. Allah-u Teâlâ onları her devirde velîlerle destekledi. Nitekim Şeyhü'l-Ekber -kuddise sırruh- Hazretleri'nin Osmanlı Devleti kurulmadan önce "Şeceretü'n-Nu'mâniyye fî Devleti'l-'Osmâniyye" adında bir kitap telif etmesi, bu zevât-ı kirâm'ın keşf-ü keramet sahibi olduğuna delâlet eder.
Şu kadar var ki, Osmanlı Devleti'nin bu fazîleti, bu izzet ve şevketi sona erdi; âhir zaman geldi, fesad devri başladı ve bu necip millet bozuldu, fesad hâline düştü. Öyle bir fesad ki, artık îmân ile küfür birbirine karıştı!.. Böyle bir zamanda, bu necip milletin hâlâ necip olanlarını kurtarmak için, Allah-u Teâlâ bu beldeye Hâtemü'l- velî'yi gönderdi. Bu milleti seviyor, neciplerini ayırıyor ve onları desteklemek için bir lütuf veriyor!
Şeyh Şerâfeddîn ed-Dağıstânî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin talebelerinden Ali Usta'nın anlattığına göre; Hazret Yunan harbi esnâsında Geyve'de bulunduğu sırada, kendisine harbin sonundan, memleketin ve İslâmiyet'in durumundan endişe ederek: "Hazret! Müslümanların ve memleketin sonu ne olacak?" diye sorduğu zaman ona şöyle buyurmuştu:
"Bir gün Hazret-i Ali -radiyallahu anh-e, kendisiyle birlikte muhârebe edenlerden biri muhârebe esnâsında: 'Böyle bir fitnenin içinde bu işin sonu ne olacak?' diye sormuş. O da: 'Din kıyâmete kadar bâkîdir.' dedikten sonra bir müddet başını önüne eğmiş, öylece kalmış. Hatta etrâfındakiler uyudu zannetmişler. Sonra Hazret-i Ali -radiyallahu anh- başını kaldırıp üç defâ: 'Ni'mel Etrâk, ni'mel Etrâk, ni'mel Etrâk!': 'Türkler ne güzeldir! Türkler ne güzeldir! Türkler ne güzeldir!' dedikten sonra: 'Din Türkler elinde kalacak, Türkler ile yücelecek ve kıyâmete kadar bâkî kalacak!' buyurmuş." ("Menâkıb-ı Şerefiyye")
Daha evvel de arzetmiştik ki; bu vazife birinci basamaktır. Bu gönderilme vazifesi; Türk milletinin ıslâhı, ordunun mânevî desteği içindir. Binaenaleyh bu destek âhirete çekilinceye kadar devam edecek, işin nezâketi daha sonra başlayacak. Nasıl ki her çadırın bir direği olur, çadırı ayakta tutan odur; direk yıkılınca çadır da yıkılır.
Allah-u Teâlâ bu direği çekince bu millet büyük bir perişanlık içine düşecek, bu perişanlık bütün İslâm âlemine sirayet edecek. İslâm âlemi bir müddet büyük bir çalkantı içinde bulunacak. Fitnenin en çok yayıldığı bir anda Allah-u Teâlâ çığır açmak için, bayrağı kaldırmak için Hazret-i Mehdî'yi gönderecek ve ona ruhsat verecek. O kendisine bahşedilen ruhsatla, mânevî destekle murâd edilen noktaya kadar yürüyecek ve vazifesini îfâ edecek. Sonra onun elindeki irâdeyi de çekecek, Deccal'e salâhiyet vermeyi murâd edince onun kuvvetine karşı çok zayıf düşecek. Bunun sebebi; Hazret-i Mehdî uzağa açılacak, o ise bunu fırsat bilip istilâya başlayacak, ortalık büsbütün karışacak. Hazret-i Mehdi çok zayıf düşünce, onun mâiyyetini kurtarmak ve İslâm'a galebe çaldırmak için, Allah-u Teâlâ üçüncü olarak da Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm'ı gönderecek, Deccâl'i ve yahudileri o şekilde temizleyecek. İslâm âlemi küffârdan, yahudinin zulmünden kurtarılmış olacak. Fakat bununla kalmayacak; bu sefer de bu hâlâtı gören Çin harekete geçecek, o zamâna kadar harplerle boşalan dünyayı istilâ edeyim diyecek.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde bu husûsa işâret ederek şöyle buyuruyor:
"Biz o gün onları (Ye'cüc ve Me'cüc'ü) bırakırız da dalgalar halinde birbirine girerler." (Kehf: 99)
Dalga dalga insanların üzerine hücûm ederler ve ülkeleri istilâ ederler.
Abdullah bin Amr -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Ye'cüc ve Me'cüc Âdem'in soyundandır. Onlar insanların üzerine gönderildiklerinde, onların hayatını altüst edeceklerdir. Onlardan her biri, kendi soyundan binden fazla kişiyi arkasında bırakmadan ölmeyecektir." (Hâkim, "el-Müstedrek": 4 / 490)
Yâni sayıları bu kadar çok olacak.
Onlar her ne kadar insanların üzerlerine tank gibi yürüseler de; sonunda Allah-u Teâlâ verdiği ruhsatı çekip onları da bir gecede helâk edecek ve böylece dünyayı boşaltmış olacak.
Ortalığın vehametine bakıyorum; bu alay alay dinden çıkan gruplara bakıyorum ve belki bizden sonra ortalık karışabilir. Bu ortalığın karışması ile, gönül ister ki bu bulanık suya girilmesin. Bir fırkadan başka hiç kimse Allah için çalışmıyor. Herkes lideri için, önderi için ve mal için çalışıyor. Bunun içindir ki hududu muhafaza edin, sakın be sakın hiçbir zaman hiçbir şekilde bu bulanık suya girmeyin, kimsenin işine karışmayın, dakik ve uyanık bulunun, büyük kan dökülebilir!
Binaenaleyh bu yoldan çıkmış sapıklar için Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: "Bunlar hayvandan daha aşağıdır!" buyuruyor. Bunların üzerinde durmayalım. Bunlara söz söylemek hayvana söz söylemekten beterdir. Artık hayvana söz söylemek yersiz, söylersen kabahat senin. Hiçbir bölücü ile de uğraşmayın. Hiçbir imansızın, yoldan çıkmışın üzerinde durmayın, bu aklınızda olsun. Ancak müslümanın irşadı için, ikazı için çalışın, İlâhî rızâ yolundaki hudud dahilinde çalışın. Ve böylece sizde: "Ben rızâ-i ilâhi için nasıl kazanırım? Nefsimi ileriye sokmadan, kendime bir paye vermeden, kimseyi tahkir etmeden ben bu işi nasıl yapabilirim?" düşüncesi olsun.
Allah-u Teâlâ bu hududun içine aldığı için bulunduğunuz hâle şükredin, Din-i mübin'e yararlı işler yapın, ebedi saâdete ermek için çalışın.
Bize Hazret-i Allah, Kitabullah, Resulullah gerekir. Yani bunu haber veriyoruz, bu aklınızda olsun.
Bizim zamanımız öyle bir zaman ki yazıların yazılması ile beşeriyet bu kitaplardan istifade edecek.
"O çiçek misâli baharda açar, meyveleri güzün toplanır."
Bundan sonra kıyamete kadar böyle bir kitap gelmeyecek, beşeriyetin bu kitaplardan istifade edeceğini ifşa ediyorlar.
Ömrü olan kısa zamanda çok şey görecek, "Yevmü'l-beter" denmiş, bitmiş.
Hiç şüphe yok ki önümüzde çok büyük hadiseler, çok büyük sıkıntılar var; şiddetli, tasavvura sığmayacak kadar büyük harpler var. Bunları size hatırlatıyorum, şimdiden Hazret-i Allah'a ve Resul'üne yönelmeye ve sığınmaya bakın. Bu felâketler geldiği zaman şaşırmayın. Artık kendinize gelin, dünyanın sonundayız, ona göre kendinizi ayarlayın. Gün bugündür, yarın ne olacağını Yaratan bilir. Akıllı insan her an Hazret-i Allah'a yönelik olmalı, sonraya kalanlar donakalır. O zaman herkes inanacak amma, iş işten geçmiş olacak.
Gün gelecek ortalık çok karışacak. Onun için bugün imanın sağlam olmalı, ahiret için hazırlık yapmalı, hiç kimseye bir şey söylemeden insan kendi yoluna böyle akıp gitmeli. Karıştığı zaman büyük dalgalar var önümüzde. Çok büyük dalgalar var. Bugün sakin, bugününü ihya etmeye bak. Fırtına koptuğu zaman imanı kurtarmak için; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyor;
"Dünyanın geniş vakitlerinde, (yani sıhhat ve servet, asayiş ve emniyet gibi istirahat sebepleri mükemmel olduğu bir zamanda) Cenâb-ı Hakk'a ibadet ve taat ile kendini takdim et ki, muzayakalı bir zamanda seni lütfu ile yad buyursun." (Ahmed bin Hanbel)
Gün; iman kurtarma günü, zaman; imanı koruma zamanı. İşte Irak'ın durumuna bak, yemeği mi düşünecekler, ölüm tehlikesinden mi korkacaklar, giyim mi düşünecekler. Allah'ım beterinden saklasın.
Allah-u Teâlâ'ya yönelmekten daha güzel bir kale olmaz, O'nun kalesinin harici boşluktur. O kalesine kimi aldıysa hayat vardır, hem de hayat-ı ebediye vardır. Bu bir ikazdır, hatırlatmadır, yönetmedir. O dilediğine hidayet verir. Dilerse O her felâketten kurtarır.
O yüzden tedbirli olmak, dikkatli olmak lâzım, tevekkel olmak lâzım. Dünyanın durumu bozuluyor. Ona göre harcama yap, israf etme! Mümkün olduğu kadar mübrem ihtiyaçları, evin iaşesini temin et! Bu yenilir, tekrar yerine konur. Bir taraftan yenir, bir taraftan konur, ama stok orada durur. Çoluk çocuk yarın aç kalmasın!.. Mazallah bir darlık geldiği zaman sıkıntı çekmesin!..
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin eserlerinde ve sohbetlerinde geçen ve 2001-2002 tarihli dergilerimizde de yayınlanan bazı beyanlarını arz edelim:
"Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Siz ne halde iseniz, başınıza o halde idareciler gelir." buyurmuşlardır. (Deylemî)
Bu da sizin ameliniz ve cezânızdır.
Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
"Bazı hareketlerini akla ve dine uygun, bazılarını da çirkin bulduğunuz bir kısım idareciler çıkacak. Onlara verdiği desteği geri alan kurtulur. Onlardan uzak yaşayan selâmete erer. Onlarla haşır-neşir olan da helâk olur." (C. Sağîr: 4781)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:
"Amel defterleri soldan verilenler... Onlar ne uğursuzdurlar.
İnsanın içine işleyen ateşin alevi ve kaynar su içindedirler.
Onlar serinliği ve hoşluğu olmayan kapkara dumandan bir gölge altındadırlar.
Çünkü onlar bundan önce dünyada iken varlık içinde şımartılmışlardı. Büyük günah işlemekte direnir dururlardı. 'Öldüğümüzde, toprak ve kemik yığını olduğumuzda mı, biz mi tekrar dirileceğiz? Önce gelip geçmiş atalarımız da mı?' derlerdi.
De ki:
Hem öncekiler, hem de sonrakiler, bilinen bir günün belli vaktinde mutlaka toplanacaklardır." (Vâkıa: 41-50)
Allah-u Teâlâ'ya gönül veren kimse Hakk'ın kuludur. Kalbini bâtıla çevirenler halkın kuludur. Bu gibi kimselerin cismine aldanman, senin aptallığına delâlet eder.
Şerefsiz bir yönetici olmaktansa şerefli bir vatandaş olmak ondan çok daha hayırlıdır. Zira şerefi ile yaşar.
Şerefsiz yöneticinin ruhu ölmüştür. Vicdanı ona rahat vermez ve kalbi daima huzursuzdur.
Bir yönetici konuşurken sözüne dikkat et! Doğru mu konuşuyor, yalan mı konuşuyor? Eğer yalancı ise onun hiçbir sözüne ve icraatına itibar edilmez. Çünkü o, hâinlik yürütür.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Hâinlerin savunucusu olma!" buyuruyor. (Nisâ: 105)
Allah-u Teâlâ'nın halkettiği bütün mahlûkat bunlara lânet eder. Niçin? Çünkü müslüman gibi görünüyor, fakat Din-i İslâm'a ihânet ediyor. Bir taraftan dini, diğer taraftan devleti yıkmaya çalışıyor. Fakat onlar bunu bilmezler, gayeleri peşinde koşarlar.
Kim daha fazla hırsızlık yaparsa şöhret oluyor. Kim daha fazla çalarsa rağbet buluyor...
Harama irtikap edenlerin oturduğu koltuk elektrikli sandalyedir. O kişi, o anda ölüme mahkûmdur. Yani ruhu o anda ölmüştür, yaşayan canlı cenazedir. O koltuğa hevesli, cebine hevesi çok amma, oturduğu anda elektrikli sandalyeye oturduğunu çok iyi bilmelidir, ebedî hayatını söndürmüştür.
Onlar artık Hazret-i Allah ile ilgilerini kesmişler, halk ile ilgilerini kurmuşlar. Onların alış-verişi halk iledir. Yalnız nam ve şöhret düşünürler, gösteriş, riyaset ve mevki düşünürler. Halk da bunlara rağbet eder. Sözüne, kalıbına, elbisesine bakar.
Halbuki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Sen o münâfıkları gördüğün zaman, kalıpları hoşuna gider ve söylerlerse dediklerine kulak verirsin. Sanki onlar direk olmuş keresteler gibidirler. Ve her gürültüyü, korkularından aleyhlerinde sanırlar. Onlar düşmandırlar, onun için (kendilerine emniyet etme) onlardan sakın. Allah kahretsin onları! Hakk'tan nasıl çevriliyorlar?" (Münâfikûn: 4)
Bu halleri ile kendilerini halkın en iyileri, en faziletlileri zannederler. Oysa bunlar nefislerine değer verdikleri için, Hazret-i Allah'ın yanında gerçekten en düşük insanlardır.
Bunları yapanlar riyâkâr olur, yalancı olur, emanete hıyanet ettiği için de vatanına ihânet etmiş olur. Onun vazifesi cebini doldurmak olur. Bunlar emanete hıyanet edip münafık oldukları için de, ahiretteki yerleri Esfel-i sâfilin'dir. Ve bunlar güya o sandalyeye, milletin memleketin menfaatine çalışmak için otururlar. Fakat aslında bu adaletsizlikleri ile hem dine, hem de vatana en büyük ihâneti etmiş oluyorlar.
"İnsanların hesap görme zamanı yaklaştı, fakat onlar hâlâ gaflet içindedirler." (Enbiyâ: 1)
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Kıyamet kopmazdan önce karanlık gece kıtaları gibi fitneler olacak. Bu karışıklıklar içinde kişi mümin olarak sabahlayıp kâfir olarak akşamlar, mümin olarak akşamlayıp kâfir olarak sabaha çıkar. Birçok kimseler azıcık bir dünyalık karşılığında dinlerini satarlar." (Tirmizî: 2196)
Fitnenin vehametinden insan bir günde bu derece değişiklikler geçirecek, günü gününe saati saatine uymayacak, kalpler bozulacak, iman sâfiyeti kalmayacak.
Bir âhir zaman âlimi veya bir bölücü Allah-u Teâlâ'nın hükmüne aykırı bir söz söylüyor, o da: "Bu doğru söylüyor!" deyip tasdik ediyor, böylece azıcık bir dünyalık karşılığında dinlerini fedâ ediyorlar.
Türkiye'nin bu anki hâli.
Dinden çıkmak kolay oluyor, çünkü bölücüler önünü kesiyor.
Allah-u Teâlâ'nın hıfz-u himayesine tasarruf-u ilâhîsine aldığı kimseler hiç şüphesiz ki bu fitnenin dışında kalacaklardır.
Nitekim Ebu Ümâme -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"Birtakım fitneler olacaktır. Kişi o fitnelerde mümin olarak sabahlayacak ve kâfir olarak akşamlayacaktır.
Ancak Allah'ın, ilim ile (kalbini) ihyâ ettiği kimseler (bu tehlikeden) müstesnâdır." (İbn-i Mâce: 3954)
•
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Birtakım fitneler olacaktır. O fitnelerde oturan ayakta durandan, ayakta duran yürüyenden, yürüyen koşandan daha hayırlıdır. Kim o fitnelerin başında dikilirse, fitneler onu yıkar. Her kim o fitneler zamanında sığınacak bir yer bulursa, hemen oraya sığınsın." (Müslim: 2886)
Birçok fitneler zuhur edecek, ediyor da.
Kişi o fitnelerin tehlikesinden ve fitnelere karışanlardan ne kadar uzak durursa onun için o kadar hayırlıdır.
Memlekette herhangi bir karışıklık çıktığında siz uzak durun, o ateşin içine girmeyin. Çok şeyler husule gelecek. O ateş bölücülük ateşidir, harp ateşidir, halkın birbirine düşme ateşidir. Onun için böyle bir şey olduğunda kenarda durun.
•
Huzeyfe -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Birtakım fitneler olacaktır. O fitnelerin kapıları başında cehennem ateşine çağırıcı kimseler olacaktır. Bir ağacın kökünü ısırır halde ölmen onlardan birisine tâbi olmandan senin için daha iyidir." (İbn-i Mâce: 3981)
Fitne dönemlerinde fitne gruplarından uzak durmak en uygun olanıdır.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyuruyorlar:
"Mutlu kimse fitnelerden uzakta kalandır, mutlu kimse fitnelerden uzakta kalandır, mutlu kimse fitnelerden uzakta kalan ve fitneye maruz kalıp da sabreden kişidir. Fitneye başlayan ve çalışanın vay haline!" (Ebu Dâvud)
O yüzden samimi bir müslüman bu ve bunun gibi fitnelerden uzak durur. Hazret-i Allah'a, Resulullah'a sığınır, yönelir, dayanır. Aksi halde fitneler insanı helâk eder. Müslümanlar Allah ve Resul'ünün ipine sımsıkı sarılmalı, her türlü bölücülükten kaçınmalı, bir ve beraber olmalıdır.
•
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuştur:
"Her kim bir soy sop dâvâsına (halkı) teşvik ederek veya bir soy sop dâvâsı için öfkelenerek hak veya bâtıl olduğu bilinmez bir gaye ile körü körüne açılan (gayesi İslâm olmayan) bir bayrak altında (yani toplanan topluluk içinde) savaşırsa o kimsenin öldürülüşü câhiliyet öldürülüşüdür." (İbn-i Mâce: 3948)
Bu sıkışık durumlarda bir müslümanın memleketinde olması ve memleketinde ölmesi lâzım. Niyeti hâlis ise şehit olur, fakat küffâr bayrağı altında ölürse nasıl olacak, kimin için ölmüş olacak, gidişi nasıl olacak?
Kaçabildiğiniz kadar kaçın, bu fırtınaya tutulmayın!
Kişi yalnız kendisinden mesul değil, çoluk-çocuğundan da mesuldür.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Herc çoğalmadıkça kıyamet kopmayacaktır."
Buyurmuşlar, Ashâb-ı kiram: "Herc nedir yâ Resulellah?" diye sorduklarında:
"Katildir katil!" buyurmuşlardır. (Müslim: 157)
Haksız yere kasten bir kimseyi öldürmek büyük bir suçtur. Bu cinayeti işleyenler dünyada kısasa, ahirette ise cezaya uğrar.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Firavun kıyamet gününde milletine öncülük eder, onları cehenneme götürür. Gittikleri yer ne kötü yerdir!" (Hûd: 98)
İşte Firavun'un ve bu gibilerin âkıbeti böyle ciğer yakan bir sonuçtur. Onlara uyanlar da böyle bedbaht kimselerdir. Onlar kendilerine gönderilen o âlicenap Peygamber'e uymadılar, Firavun gibi bir ifsatçının peşine düşüp gittiler. Şimdi ise orada bir ve beraberdirler.
"Onlar bu dünyada da, kıyamet gününde de lânete uğratılırlar." (Hûd: 99)
Kıyamete kadar ümmetlerin lânetine hedef oldukları gibi, ahirette de lânete maruz kalacaklardır.
"Ne kötü yerdir onların götürüldükleri yer!" (Hûd: 99)
Ne kötü bir ikramdır onlara takdim edilen! Ne kötü bir bağıştır verilen!
Bu sapıtıcı önderlerin, kendilerine uyanları cehenneme götüreceklerine dair Kur'an-ı kerim'de apaçık ilâhî hüküm vardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki:
"Zâlimlerin sonunun nasıl olduğuna bir bak!" (Kasas: 40)
Hepsi de helâk olup gittiler. Cürümlerinin cezasını kat kat gördüler. Yaptıkları yanlarına kâr kalmadı.
Onlar arkalarına taktıkları kimseleri cehenneme götürecek işleri yapmaya dâvet ediyorlardı. Onları ilâh edinerek tâbi olanlar da bilgisizce peşlerinden yürüdüler.
"Onları ateşe çağıran imamlar kıldık. Kıyamet günü onlar yardım görmeyeceklerdir." (Kasas: 41)
Kendilerine teveccüh eden azabı hiçbir kimse onların üzerinden kaldıramayacak. Ahiret rüsvaylığının yanısıra dünya rüsvaylığına çarptırılacaklar. Allah-u Teâlâ'nın, meleklerin ve müminlerin lâneti üzerlerine olacak, rahmet-i ilâhîden tardedileceklerdir.
"Bu dünya hayatında biz onların peşine bir lânet taktık (daima lânetle anılacaklardır.) Kıyamet gününde ise onlar çirkinleştirilip iğrenç kimselerden olacaklardır." (Kasas: 42)
İyilerin arkasında gidenler, saadet-i ebediyeyi kazanmaya vesile oldukları için liderlerini överek ve ona duâlar ederek büyük bir mutluluk içinde Cennet-i alâ'ya doğru yürüyeceklerdir. Saptırıcı liderlerin peşine takılanlar ise felâket-i ebediyeye düşmelerine sebep oldukları için onlara büyük bir kin ve öfke duyacaklar, düşünmeden körü körüne ardına sürüklendikleri önderlerine lânetler yağdıracaklar, bedduâlar edeceklerdir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Kıyamet gününde insanlar bir araya toplanır, Rabb'imiz 'Her kim neye tapmışsa onun ardına düşsün.' buyurur. Artık kimi güneşin, kimi ayın, kimi tağutların (kodamanların) peşine düşüp gider." (Buhârî. Rikak: 52)
•
Allah-u Teâlâ bu gibi kimselere azabını hatırlatarak kendi katına geldikleri zaman hor ve hakir olarak birbirleri ile çekişip tartışacaklarını haber vererek Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Sen o zâlimleri Rabb'lerinin huzurunda durduruldukları zaman, suçu birbirine atıp dururken bir görsen!" (Sebe: 31)
Hep birbirini suçlayacaklar, hep birbirlerini kınayacaklar... Hiç birisi suçu üzerine almak istemeyecek. Başkalarının peşlerinde körü körüne giden, bu hususta kendilerini uyarmak isteyen münevver insanları dinlemeyen kimseler, o gün hakikati apaçık gördüklerinde; liderlerinin suret-i haktan görünerek her şeyi nasıl ters gösterdiklerini, o kodamanlara uydukları için nasıl bir felâkete düşürüldüklerini ve azabın hazır vaziyette kendilerini beklediğini müşahede ettiklerinde pek büyük bir hasret çekecekler.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"İçlerinde zayıf sayılanlar (tâbi olanlar, peşlerine takıldıkları o) büyüklük taslayanlara: 'Siz olmasaydınız biz inanmış olacaktık.' derler." (Sebe: 31)
Zehirli propagandalarının kendilerinin kâfir olmalarına sebep olduğunu söylemek isterler.
Fakat onlar da kendilerine uyanlar gibi büyük bir azapla karşı karşıya bulunuyorlar, hepsi de aynı girdabın içindeler.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Büyüklük taslayanlar ise zayıf sayılanlara (kendilerine tâbi olanlara) 'Size hidayet geldi de, sizi ondan biz mi çevirdik? Hayır, kendiniz suçlu idiniz' derler." (Sebe: 32)
Onların verdiği cevabı da Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde beyan buyuruyor:
"Zayıf sayılanlar (tâbi olanlar) da (peşlerinden gittikleri) o büyüklük taslayanlara 'Hayır, gece gündüz bizi aldatıyordunuz. Bize Allah'ı inkâr etmemizi, O'na ortaklar koşmamızı emrediyordunuz.' derler." (Sebe: 33)
Kendileri için hazırlanan azabı gördüklerinde kelimelerle ifade edilemeyen elem ve nedamet duyarlar.
"Bunlar azabı gördüklerinde pişmanlıklarını içlerine atarlar, ettiklerine içleri yanar." (Sebe: 33)
Fakat bu pişmanlıkları kendilerine hiçbir fayda vermez.
•
Bu sapıtıcılar ve onlara uyanlar şeytanın dostu ve askeridirler, şeytan taraftarıdırlar. Dost edindikleri şeytanla birlikte cehenneme atılacaklardır.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Onlar ve azgınlar tepetakla oraya atılırlar. İblis'in bütün askerleri de." (Şuarâ: 94-95)
"Onlar" imamlardır, "Azgınlar" ise etrafında olanlardır. İşte onların sonu budur.
O zamana kadar arkadaş idiler. Fakat oraya atıldıklarında şöyle diyecekler:
"Ey şeytan! Keşke benimle senin aranda gün doğusu ile batısı kadar uzaklık olsaydı. Ne kötü arkadaşmışsın sen!" (Zuhruf: 38)
Onlara tâbi olanlar, kendilerini sapıtıp cehenneme götürenlere lânet ederler ve en büyük düşman kesilirler. Nedâmet çok, faydası hiç yok. Hep birlikte ebedî olarak cehennemdedirler.
Niçin? Cenâb-ı Hakk'ın emir ve nehiylerine inanmayıp şeytana tâbi olan imansız insan şeytanlarına uydukları için.
•
Öncekiler ve sonrakiler hepsi birleşirler. Hep beraber cehenneme girdiklerinde birbirlerinden son derece nefret duyarlar, birbirlerine lânet yağdırırlar.
"Her ümmet (topluluk) girdikçe kardeşine (kendini saptıran yoldaşına) lânet eder." (A'râf: 38)
Saptırıcı önderlerle onlara şuursuzca uyan şakşakçılar bir araya gelince husumet ve karşılıklı tartışmalar başlar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Hepsi birbiri ardından cehennemde toplanınca, sonrakiler öncekiler için: 'Ey Rabb'imiz! Bizi saptıranlar işte bunlardır. Bunlara ateşten bir kat daha fazla azab ver!' derler." (A'râf: 38)
İki taraf da sapıklıkta ortaktır. Çünkü öndekiler sapıtmışlar, sonrakiler de bu sapıtmayı kabullenmişlerdir. Uyan ile uyulan birbirinden karşılıklı kuvvet almıştır.
"Allah da: 'Zaten hepsinin azabı kat kattır, fakat siz bilmezsiniz.' buyurur." (A'râf: 38)
•
Allah'ı ve O'nun dinini bırakıp bâtıl sistemlerin kurbanı olanlar cehennemin alt derecelerinde birbirleriyle hasımlaşır, mesuliyeti birbirine atmaya çalışırlar.
Âyet-i kerime'de:
"Onlar birbirlerini suçlayıp çekişirler." buyuruluyor. (Saffât: 27)
Sapıtıcıların peşine takılanlar, kendilerinin sonsuz bir felâkete düşmelerine sebep oldukları için onlara büyük bir kin ve öfke duyarlar.
"Sen bizim buraya girmemize sebep oldun!" diyerek, leş üzerine üşüşen kargalar gibi üzerlerine üşüşürler.
İleri gelenlerine:
"Siz bize sağdan gelir, suret-i haktan görünürdünüz!" derler. (Saffât: 28)
Öyle suçlayıcı iddiâlarda bulunurlar ki, maksatları suçu üzerlerinden atmak ve kurtulmak. Fakat ne mümkün!
Bu sefer kodamanlar ileri atılırlar, haklarındaki ithamları reddederek, mesuliyeti onlara yüklemek isterler. Ve derler ki:
"Hayır! Zaten siz inanan kimseler değildiniz." (Saffât: 29)
Ki, sizi imandan küfre çevirdiğimize dair iddiâlarınız doğru sayılsın. İman etmek imkânınız olduğu halde yüz çevirmiştiniz, kendi isteğinizle küfrü tercih etmiştiniz.
"Bizim sizi zorlayacak bir gücümüz yoktu, siz kendiniz azgın bir topluluk idiniz." (Saffât: 30)
"Artık Rabb'imizin sözü bize hak oldu. Azabımızı muhakkak tadacağız." (Saffât: 31)
"Evet biz sizi kışkırttık. Çünkü kendimiz azgındık." (Saffât: 32)
"O halde o gün hepsi azapta müşterektirler." (Saffât: 33)
"Biz suçlulara böyle yaparız." (Saffât: 34)
•
Uyanlar cehennemde lâyık oldukları cezalarını çekerlerken zebaniler saptırıcı önderlere şöyle seslenirler:
"İşte şunlar peşinize düşüp sizinle beraber gerçeğe karşı direnenlerdir." (Sâd: 59)
Ömürlerini sizin peşinizde körü körüne geçiren uyruklarınız da sizinle beraber en acı bir şekilde azap göreceklerdir.
Onlar da son derece öfkeyle cevap verirler:
"Onlara merhaba yok, rahat yüzü görmesinler! Çünkü onlar da ateşe girmişlerdir." (Sâd: 59)
Dünyada iken kendilerine uymalarından gurur duydukları kimseleri artık görmek istemiyorlar.
Buna mukabil uyruklar da onlara cevap vermekten geri kalmazlar:
"Asıl size merhaba yok! Siz rahat yüzü görmeyin! Bunu başımıza getiren sizsiniz.
Ne kötü bir durak!" (Sâd: 60)
Saptırıcı önderlere uymanın acı ızdırabını çok acı bir şekilde çeken uyruklar güruhu, kin ve intikam duyguları ile dolup taşarak Allah-u Teâlâ'ya yönelirler.
Derler ki:
"Ey Rabb'imiz! Bunu bizim başımıza kim getirdiyse, ateşte azabını kat kat artır." (Sâd: 61)
İş işten geçtikten sonra yalvarıp yakarıyorlar:
"Ey Rabb'imiz! Cinlerden ve insanlardan bizi yoldan çıkarıp sapıtanları bize göster. Onları ayaklarımızın altına alalım da en alçaklardan olsunlar!" (Fussilet: 29)
İnsanları saptırıp yoldan çıkaranların, dinden diyanetten, ahlâk ve fazilet değerlerinden mahrum bırakanların büyük bir azaba uğrayacaklarında şüphe yoktur.
•
Gözleriyle ayan-beyan gördükleri bu azap gibi, Allah-u Teâlâ onlara amellerinin cezasını pişmanlık ve kahırla ödetecektir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"O zaman küfür öncüleri azabı görünce kendilerine uyanlardan hızla uzaklaşıp giderler ve aralarındaki bütün bağlar kopar." (Bakara: 166)
"Onlara uyup arkalarından gidenler: 'Ah ne olurdu, bir daha dünyaya gitmemiz mümkün olsaydı da, şimdi onların bizden uzaklaştıkları gibi, biz de onlardan uzaklaşmış olsaydık!' derler." (Bakara: 167)
Fakat ne çare ki, o sözleri olmayacak bir şeyi temenni etmek kabilindendir.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Böylece Allah onlara bütün yaptıklarını hasretler ve pişmanlıklar halinde gösterecektir.
Onlar cehennemden çıkmayacaklardır." (Bakara: 167)
"Tat bakalım! Hani sen kendince çok üstün, çok şerefli bir kimse idin!" (Duhan: 49)
Onların boyunlarına demir halkalar takılır, yetmiş arşın uzunluğunda zincirlere vurulur. O bir lânet halkasıdır, o lânet halkası ile kaynar suya da atılırlar.
Aslında o lânet halkası onlara daha dünyada iken takılmıştır. Zira onlara Allah-u Teâlâ ve melekler, peygamberler ve sâlih kullar kıyamete kadar lânet etmişlerdi. Nefsini ilâh edinenlerin, Allah-u Teâlâ'nın yolunu kesenlerin durumu budur.
Suçlular arasında zâlimler, zâlimler arasında en zâlimler elbette hiç felâh bulmazlar. Ahirette ebedî surette azap görüp duracaklardır.
"Kötülükleri yapanlara gelince, kötülüğün cezası kendi mislidir. Onları zillet kaplar.
Onları Allah'tan koruyacak hiç kimse bulunmaz. Onların yüzleri sanki karanlık geceden bir parçaya bürünmüştür.
İşte bunlar da cehennemliklerdir. Orada ebedî kalacaklardır." (Yunus: 27)
Ve onlar çok acı bir gerçekle başbaşa kalırlar.