"Ben size iki şey emanet bıraktım ki, onlara sımsıkı sarılıp tutunduğunuz müddetçe, katiyyen sapıtmazsınız. Birisi Allah'ın kitabı, diğeri ise Resulullah Aleyhisselâm'ın sünnetidir." (İmâm-ı Mâlik, Muvatta)
"Dininizi, emanetinizi, işlerinizin sonuçlarını Allah'a emanet ediyorum." (Ebu Dâvut)
"Din emanettir, dinine hıyanet eden, imanını kaybetmiş olur. Bunu duyurun. İster uyar, ister uymaz."
Hazret-i Allah'ın katında kabul edilen din İslâm'dır. O'na varan yol budur.
İslâm, müminlere teslim olmaları, yaşamaları, şaşmamaları için Cenâb-ı Hakk'ın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın emanetidir.
İslâm dini emirleri ve yasakları ile bütün olarak ilâhi bir emanettir. Hükümlerine kâmil bir şekilde uymak farzdır, uymayanlar emanete hıyanet etmiş olurlar.
Emanet; korumak ve saklamak için insana verilen maddî ve mânevî şeylerdir.
Emanete riayet imânın kemâline işarettir. Allah-u Teâlâ emaneti müslümanların sıfatı olarak beyan buyurmuştur:
"Onlar o kimselerdir ki, emanetlerine ve ahidlerine riâyet ederler." (Mü'minûn: 8)
Emanetin çok geniş manası vardır. Dinî, dünyevî, ahlâkî her şey emanet dairesine girer.
Kur'an-ı kerim'de ilâhî emanetin dağlara verildiği, ancak dağların bunu kabul etmediği beyan buyurulmaktadır:
"Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, korkup endişeye düştüler." (Ahzâb: 72)
Emanet göklerin, yerin ve dağların dayanamayacakları derecede ağır, yerine getirilmesi zor, mesuliyet getiren büyük bir yüktür.
Emanet sahibi olan Allah-u Teâlâ'nın hakkını eda etmek insanlar üzerine farzdır.
Âyet-i kerime'nin devamında şöyle buyuruluyor:
"İnsan ise o emaneti yüklendi. Çünkü insan çok zâlim ve çok cahildir." (Ahzâb: 72)
Allah-u Teâlâ'nın beşeriyete en büyük lütfu olan Muhammed Aleyhisselâm büyük bir dâvâyı omuzlarına yüklenmiş olduğu halde ortaya çıktı. Şirk ve dalâlet içinde yüzen beşeriyeti hidayet ve saâdete kavuşturmak için tek başına dâvete başladı.
Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Ey Peygamber! Biz seni bir şahid, bir müjdeci, bir uyarıcı, Allah'ın izniyle Allah'a çağıran ve nûr saçan bir kandil olarak gönderdik." (Ahzâb: 45-46)
Nûr kaynağı Muhammedî güneş, karanlık ufukları aydınlattı, hayata gençlik getirdi.
O insan şeklindeki canavarlar; bıçak bıçağa gelmiş, birbirlerinin kanına susamış, vahşi hayvanlar gibi dağılmış olan Araplar, birleşip tek bir vücud haline geldiler. İman şerefi ile müşerref, Kur'an nûru ile münevver oldular. Gönülleri ve bünyeleri ile birlikte, büyük bir teslimiyet dairesine girdiler.
Cahili âlim oldu, harpçisi sulhsever oldu. Fitne fesad deryasında yüzenler salâha erdi. Müfsidler muslih, bozguncular ıslah oldu. Yol kesenler yol gösterici oldu. Kin ve düşmanlıkları sevgi ve dostluğa, bedevilikleri medeniliğe inkılâb etti. O ümmî peygamber onlara öyle bir ruh nefhetti ki, hiçbir şey ellerinden gelmeyen kimseler, baştan başa değişerek memleket idare eder oldular. Siyaset sahasında dünyada hiç esâmesi bile okunmayan çöl Arapları, cihanda misli görülmemiş bir izzetle ve şerefle; faziletli, azametli, şevketli idareler kurmaya muvaffak ve mübeşşer oldular, kısa zamanda İslâmiyet'i çok uzaklara kadar yaydılar. Allah'ın yüce adını yükselttiler. Gittikleri yerlere huzur ve saadet götürdüler. Adaletin temelini tesis ederek medeniyet nûrlarını yaygınlaştırdılar.
"Ey iman edenler! Allah'a ve peygambere hâinlik etmeyin." (Enfâl: 27)
Allah'a ve Resul'üne itaat ve teslimiyeti bırakmayın, istikametinizi bozmayın, hidayet yoluna muhalif olacak iş ve icraatlardan uzak olun, bir müslümanın duracağı yerde durun.
"Kendiniz bilip dururken emânetlerinize de hâinlik etmeyin." (Enfâl: 27)
Allah yolundan saptığınız anda her şey biter! Bu ihanetinizin en büyük zararı kendinize dokunur, en büyük ihaneti kendinize yapmış olursunuz. Dünyanız da ahiretiniz de mahvolur gider.
İslâm dini Allah-u Teâlâ'nın insanlığa gönderdiği en aziz emanettir. Bu emanet Mekke vâdisine indirildi. Asr-ı saâdet müslümanları bu emanete hakkıyla layık oldular. Kısa zamanda İslâmiyet'i yaydılar, Allah'ın yüce adını yücelttiler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'den sonra Araplar uzun süre bu emanete ehil oldular. Memleketler genişleyip mal ve servetler çoğalınca, müslümanlar dünyaya daldılar ve ehliyete halel getirdiler. Allah-u Teâlâ Türkleri ehil kıldı ve emaneti onlara verdi.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Dilerse sizi ortadan kaldırıp yok eder ve sizden sonra yerinize dilediği bir milleti getirir." (En'am: 133)
Gerek dini ve gerekse dünyevî vazifeler de birer emanettir. Bu vazifelerin ehil olan kimselere, lâyık olanlara verilmesi lâzımdır.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Allah size emanetleri ehil olanlara vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder." (Nisâ: 58)
Bu Âyet-i kerime Mekke'nin fethinde nâzil olmuştur.
Kâbe-i Muazzama'nın bakım ve temizlik işleri Osman bin Talha ailesinin elinde bulunuyordu. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Mekke'yi fethettiğinde henüz müslüman olmamış olan Osman, kapısını kilitleyip Kâbe'nin üstüne çıkmıştı. Anahtarı vermeyi reddederek "Senin peygamber olduğunu bilseydim, onu verirdim." demişti. Bunun üzerine Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Osman'ın kolunu bükerek anahtarı elinden zorla aldı ve Kâbe'yi açtı.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz içeri girdi, iki rekât namaz kılıp dışarı çıkınca amcası Hazret-i Abbas -radiyallahu anh- anahtarın ve şerefli bir vazife olan bakıcılığın kendisine verilmesini istedi. Bunun üzerine Âyet-i kerime nâzil oldu.Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazret-i Ali -radiyallahu anh-e anahtarı yine eski vazifeliye vermesini ve ondan özür dilemesini emir buyurdu.
Anahtar kendisine teslim edildiğinde, Osman bunun sebebini sordu. Hazret-i Ali -radiyallahu anh- "Bu bize ait bir mesele değildir, emr-i ilâhidir." buyurdu ve Âyet-i kerime'yi okudu. Bundan fevkâlade duygulanan Osman bin Talha, müslümanlığın adalet ve emanet üzerindeki titizliğini görünce "Ben artık Muhammed'in, Allah'ın Resul'ü olduğuna şehadet ediyorum." diyerek müslüman oldu.
"Kıyamet ne zamandır?" diye soran bir zâta Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdular:
"Emanet yitirildiği zaman kıyameti bekle! İşler ehil olmayanlara verilince kıyameti bekle!" (Buharî. Tecrid-i sarih: 54)
Ebu Zerr-i Gıfârî -radiyallahu anh- "Yâ Resulellah! Beni bir göreve tayin etmez misin?" diye sorduğunda, mübarek ellerini omuzuna koyarak şöyle buyurdular:
"Yâ Ebu Zerr! Sen zayıfsın, vazife ise emanettir ve kıyamet gününde rüsvaylıktır ve pişmanlıktır. Ancak bu emaneti hakkıyla alıp yürütenler müstesnâ." (Müslim)
Ehliyet ve salâhiyeti olmayan, yapacağı işe hakkıyla vakıf olamayan bir kimse, bir işi üzerine alıp da lâyıkıyla yapamazsa, bu da emanete hıyanettir.
Allah-u Teâlâ rahmet ve merhametinin bir eseri olarak zararlı olan her türlü şeyi haram onun yerine ise güzel ve faydalı olan şeyleri helâl kılmıştır:
"O peygamber, kendilerine iyiliği emreder kötülükten meneder. Onlara temiz şeyleri helâl, çirkin şeyleri de haram kılar." (A'râf: 157)
Bu yasaklara riâyet etmeyenler dünyada şer'i cezalara, ahirette ise ilâhi azaba müstehak olurlar.
Nitekim Âyet-i kerime'de:
"Kim haksızlık ve zulüm ile bu yasakları işlerse, biz onu cehenneme atacağız." buyuruluyor. (Nisâ: 30)
İslâmiyet gizli veya açık harama giden bütün yolları kapatmıştır.
Allah-u Teâlâ inanan kullarına istikamet üzerinde olmalarını, dosdoğru yolda sebat etmelerini farz kılmış, dininin gönderdiği gibi tatbik edilmesini emir buyurmuştur:
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" (Hûd: 112)
Doğruluk; bir müslümanın niyetinde, söz ve davranışlarında dürüst olması, yalandan ikiyüzlülükten uzak durması demektir.
İslâm, çeşitli hükümleriyle insanları dünya saâdetine ve âhiret selâmetine eriştirmek için gelmiştir. Toplumun her türlü ihtiyaçlarını karşılayan tam ve mükemmel bir nizamdır. İslâm'ın gayesi bu olduğuna göre, hükümlerini birbirinden ayırmadan bir bütün olarak kabul etmek gerekir. Bir kısmını alıp bir kısmını terk etmek mümkün değildir. Böyle bir durum, İslâm'ın gerçekleştirmek istediği gayeye engel olur.
Hükümleri her zaman için toplumun seviyesinden üstün olup, toplum seviyesi ne kadar yükselirse yükselsin, İslâm'ın hükümleri o seviyeden daha üstündür.
Bu hükümler yılların, asırların değişmesiyle değişmeyip, bütün zaman ve mekâna hitap eder.
Zamanın geçmesi, asırların ilerlemesi, gelişmeler ve yenilikler İslâm hukukuna tesir edemediği gibi, kaideleri ve kaynakları değişiklik gerektirmeyecek bir şekilde konulmuştur.
İslâm'ın intişarından bu yana bu kadar zaman geçmesine rağmen, toplum düzeni defalarca değişip altüst olmuş, bir çok yeni keşif ve icatlar bulunmuş, buna rağmen Allah-u Teâlâ'nın değişmez nizamı değişmemiş, hâlâ indiği şekliyle dimdik ayakta durmaktadır.
Ashâb-ı kiram'dan bir zât; "Yâ Resulellah! İslâmiyet hakkında bana öyle bir söz söyle ki, o hususta sizden başka hiçbir kimseden sormaya ihtiyacım kalmasın." diye sorduğunda Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Allah'a iman ettim de, sonra da dosdoğru ol!" buyurdular. (Müslim)
Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Doğruluk iyiliğe götürür, iyilik de cennete götürür." (Buhârî)
"Yazıklar olsun o adama ki, derviş hırkası giyer de kavli ve fiili birbirine muhâlif olur." (Münâvî)
"Yazıklar olsun o şahsa ki, lisan ile Cenâb-ı Allah'ı çok zikreder, fiile gelince şerîatın emrinin aksini irtikab ile Allah'a âsî olur." (Münâvî)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Allah katında din İslâm'dır." buyuruyor. (Âl-i imran: 19)
Allah-u Teâlâ'nın hükmü budur. Din olarak yalnız İslâm vardır. Gerek Allah-u Teâlâ'yı inkâr eden kâfirler, gerekse müslüman görünen din kurucu kâfirler; bu hükmü bozmak, kendi zanlarına, kendi dinlerine göre bu Âyet-i kerime'yi hükümsüz saymak isterler. Kurdukları batıl dini bu Âyet-i kerime'nin yerine koymak isterler. Bunu yaptıkları zaman da bu emri ilâhiyi inkâr etmişlerdir. İster dış kâfir olsun, ister bölücü kâfir olsun, bu Âyet-i kerime'yi kaldırmak isteyen kim olursa olsun, kıpkızıl kâfirdir. Zaten kâfir olalı çok olmuştur.
Hüküm budur. İlâhi emirler budur.
Diğer Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Bu, dimdik ayakta duran bir dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler." (Rum: 30)
Dimdik ayakta durmak ne demek? Allah-u Teâlâ indirdi, hükmü ile emri ile indirdi. Bu din O'nun şeriatıdır. Ancak bu din ile amel edilir. Bu din ile amel eden müslümandır, bu din ile amel etmeyenler; inkâr etmezse fâsıktır, inkâr ederse kâfirdir. Bu dini bozmaya ve yıkmaya çalışmak, kâfirin küfür alâmetlerinden birisidir.
Diğer bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, onunki katiyyen kabul edilmeyecek ve o ahirette kaybedenlerden olacaktır." (Âl-i imran: 85)
İslâm dini Allah-u Teâlâ'nın emridir, hükmüdür ve Âdem Aleyhisselâm'dan beri gelir.
Kim ki bir din kurarsa, o din-i İslâm'dan çıkmış bir kimsenin, dini ile ilgisi kalmaz. İster Kur'an-ı kerim okusun, ister okutsun, onun yaptığı iş ve icraat Allah-u Teâlâ tarafından makbul değildir. Çünkü O'nun katında kabul olan bu dindir, onların kurduğu din değildir.
Binaenaleyh bir isimle her din kurucusu, din-i İslâm'dan çıkmıştır.
Kitabımız Kur'an-ı kerim'in o zamandan bu zamana kadar hiçbir kelimesi, hiçbir harfi, hiç bir noktası bile değişmemiştir. Cenâb-ı Hakk onu muhafaza edeceğini ferman buyurmaktadır:
"Bir zikir olan Kur'an'ı biz indirdik ve onun koruyucusu da elbette biziz." (Hicr: 9)
İslâm dini kıyamete kadar payidar olacaktır, Allah-u Teâlâ dinine yardımını değişik tezahürlerle sürdürecektir:
"Onlar Allah'ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Halbuki kâfirler istemese de, Allah nûrunu tamamlayacaktır." (Saff: 8)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:
"Allah'ın nûrunu ağızlarıyla üfleyip söndürmek istiyorlar. Halbuki kâfirler hoşlanmasalar da Allah nûrunu mutlaka tamamlayacaktır." (Tevbe: 32)
Allah-u Teâlâ hakkı ve hakikati açığa çıkarmak, Tevhid'in nûrunu parlatmak, İslâm'ı yüceltmek ve aziz etmek istiyor.
Bunun açıklaması şudur:
"Dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamber'ini hidayet ve hak din ile gönderen Allah'tır. İsterse müşrikler hoşlanmasınlar." (Tevbe: 33)
İslâm dininin diğer dinlerden üstün olması sadece Asr-ı saâdet'e mahsus olmayıp, kıyamete kadar bu hüküm bâkidir. Bu bir vaad-i sübhânî'dir.
Hâlen de hak din bütün dinlere üstündür ve bütün dinlere hâkimdir.
Kelâmullah'ın ahkâmını iptal ve tekzib için her neye teşebbüs ettilerse de hiçbir hükmünü değiştiremediler, hiçbir harfini kaldıramadılar.
Her ne kadar Nûr-i İlâhî'yi söndürmeye çalıştılarsa da, Allah-u Teâlâ karşılarına hakikat ehlini çıkardı, emellerine muvaffak olamadılar. Nûr zulmeti söndürdü, hakikat dalâleti dağıttı. Asırlar boyunca bu hep böyle oldu.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz, ona insanlar arasında bir nûr verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayan kimse gibi olur mu hiç?
Kâfirlere yaptıkları böylece süslü gösterilmiştir." (En'âm: 122)
İbrahim Aleyhisselâm ömrünün sonuna doğru evlâtlarına dine bağlı kalmalarını vasiyet ettiği gibi, torunu Yakub Aleyhisselâm da aynı şekilde vasiyette bulunmuştu:
"Oğullarım! Allah bu dini sizin için beğenip seçmiştir. Siz de ancak müslüman olarak can verin!" (Bakara: 132)
Allah-u Teâlâ onun bu tavsiyesini Âyet-i kerime'sinde bütün beşeriyete numune bir vasiyet olarak takdim ediyor.
Yakub Aleyhisselâm ikinci mühim tavsiyesini vefat etmek üzere iken yaptı.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"O zaman Yakub, oğullarına 'Benden sonra kime kulluk edeceksiniz?' diye sormuştu. Onlar da 'Senin Allah'ın ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın Allah'ı olan tek Allah'a kulluk edeceğiz. Biz O'na teslim olanlarız.' dediler."(Bakara: 133)
Gelecek nesillere ne güzel bir numune! Bir peygamber ki, ölüm ânı olan "Sekerât-ı mevt"te bile, kendisinden sonra evlâtlarının inanç ve ibadet hususunda nasıl bir yol takip edeceklerini düşünüyor. Bıraktığı bu büyük mirasa sahip çıkacaklar mı, bu emaneti koruyacaklar mı? Muhtazar olduğu bir zamanda bile bunu düşünüyor.
Oğulları ise zaten bu işin şuurunda oldukları için; müslüman olduklarını, bu izi takip edeceklerini açıkça ifade ederek, ölüm döşeğindeki babalarını rahatlattılar.
Ne güzel bir numune!
Lokman Aleyhisselâm kendisine insanların en sevimlisi olan oğluna nasihat ve vasiyette bulunmuş, şirkin büyük bir zulüm olduğunu hatırlatarak sözlerine başlamıştır:
"Oğulcuğum! Allah'a şirk koşma, doğrusu şirk koşmak çok büyük bir zulümdür." (Lokman: 13)
Zulüm; adaletsizce davranmak, bir şeyi hakkından mahrum etmek, vazifeyi ehil olmayana vermek demektir. Allah-u Teâlâ'ya ortak koşmak elbette büyük bir zulümdür. Çünkü o kimse yaratılışında, zâhir ve bâtın her türlü nimetlerle rızıklanışında hiçbir ortaklığı bulunmayan varlıkları; kendisini yoktan yaratan ve kendi mülkünde yaşatan Allah-u Teâlâ'ya ortak koşmaktadır. Bundan daha büyük adaletsizlik, bundan büyük zulüm olamaz.
Bu zulümün cezası olarak da:
"Onların çoğu iman etmişlerdir, fakat müşrik olarak yaşarlar." (Yusuf: 106)
Âyet-i kerime'si mucibince müşrik olarak yaşamaktadırlar.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre:
"İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte emniyet onlarındır ve doğru yolu bulanlar da onlardır." (En'âm: 82)
Âyet-i kerime'si nâzil olduğu zaman, bu Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'na çok ağır gelmişti. "Hangimiz imanını zulümle karıştırmaz ki!" dediler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Bu sizin söylediğiniz gibi değildir. Lokman'ın: 'Oğulcuğum! Allah'a şirk koşma, doğrusu şirk koşmak çok büyük bir zulümdür.' dediğini işitmiyor musunuz?" buyurdu. (Müslim: 124)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyor:
"Ben size iki emanet bıraktım ki, onlara sımsıkı sarılıp tutunduğunuz müddetçe, katiyyen sapıtmazsınız. Birisi; Allah'ın kitabı, diğeri; Resulullah Aleyhisselâm'ın sünnetidir." (İmâm-ı Malik)
Bir diğer Hadis-i şerif'te ise şöyle buyuruyor:
"Ben size iki ağır emanet bırakıyorum.
Birisi; Allah'ın kitabı ki içerisinde doğru yolun rehberi ve nur vardır.
Diğeri; Ehl-i beyt'imdir. Ehl-i beyt'im hususunda size Allah'ı hatırlatırım."
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anh- yolculuğa çıkan bir kimseye; "Yanıma yaklaş, Resulullah'ın bizimle vedalaştığı gibi vedalaşayım!" demişler ve Resulullah Aleyhisselâm'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir:
"Dinini, emanetini, işlerinin sonuçlarını Allah'a emanet ediyorum." (Tirmizî)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in gönderdiği bir ordu ile vedalaşmak istediğinde şöyle buyururlardı:
"Dininizi, emanetinizi, işlerinizin sonuçlarını Allah'a emanet ediyorum." (Ebu Dâvut)
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri de âhir ömründe hastalığının son günlerinde:
"Din emanettir, din emanettir, din emanettir.
Emanete hıyanet eden dinini de imanını da kaybetmiş olur. Bunu duyurun ister uyar, ister uymaz!" buyurmuşlardı.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir duâlarında:
"Allah'ım senden sıhhati, iffeti, emaneti, güzel ahlâkı, kadere rızâyı istiyorum." buyuruyorlar. (Taberâni)
İslâm dini son ve ekmel bir dindir. Hazret-i Allah'ın katında makbul olan, seçip beğendiği, rızâsının, hoşnutluğunun olduğu din İslâm'dır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı beğendim." buyuruyor. (Mâide: 3)
İslâm'dan yüz çevirip bir başka din arayan kimse, faydalıyı kaybedip büyük bir zarara düşmüştür.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde kendisine inanan ve Resul'ünü tasdik eden kullarına; İslâm'ın bütün hükümlerini benimsemelerini, buyruklarını uygulamalarını, yasaklarını terketmelerini emir buyuruyor:
"Ey iman edenler! Hep birden tam bir teslimiyetle İslâm'ın sulh ve selâmetine girin." (Bakara: 208)
Allah-u Teâlâ'ya gerçek mânâda teslim olun, hem dışınızla hem içinizle O'na itaat edin. İslâm'a bir başka şeyi karıştırmayın.
İslâm bir bütündür. Hükümlerinden hiçbiri birbirinden ayrılmaz.
Ayrıca bu Âyet-i kerime müminleri ittifak ve ittihada dâvet etmekte, tefrikadan bölücülükten şiddetle sakındırmaktadır.
İslâm dini Allah-u Teâlâ'nın emridir ve Hazret-i Adem Aleyhisselâm'dan beri gelir.
Bu din Allah'ın kullarına hüccetidir. Bu dinin kitabı olan Kur'an-ı kerim ise; Allah-u Teâlâ'nın emir ve nehiylerini vaz eden ilâhi bir kitap, Rabbani bir hitaptır.
Hazret-i Allah Kelâm-ı kadim'inde Resul'üne hitap ederek şöyle buyurur:
"Gerçekten bu Kur'an insanları en doğru yola götürür ve sâlih amellerde bulunan müminlere de kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler." (İsrâ: 9)
Bu dinin elçisi Hazret-i Muhammed Mustafa -sallallahu aleyhi ve sellem- ise Hazret-i Allah'ın yeryüzündeki mahlûkatına bir merhametidir, lütfudur. Onunla kullarına rahmet eder.
"Andolsun ki, Allah müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Çünkü onlara Allah'ın âyetlerini okuyan, kendilerini tertemiz yapıp arıtan, Kitap ve hikmeti öğreten kendi içlerinden bir peygamber göndermiştir." (Âl-i imrân: 164)
Allah-u Teâlâ'nın varlığına, birliğine inanan, Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'a, getirdiğine ve onun Sünnet-i seniyye'sine gönülden inanıp teslim olanlara mümin denilir.
Âyet-i kerime'de:
"Siz beşeriyet için meydana çıkartılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah'a inanırsınız." buyuruluyor. (Âl-i imrân: 110)
Hazret-i Allah'a, Kitabullah'a ve Resulullah'a gönülden inanmak ve iman etmek bu imanın icabı olarak da güzel ahlâk sahibi olmak, amel-i sâlih işlemek, işte mümin olmanın vasfı budur.
Bu ilâhi düstura riâyet edip ahlâkî fermanlara uygun hareket edenler, ahlâkın yüksek payesine vâsıl olarak hürmete lâyık bir millet olmuşlar, allâmeler ve en yüksek medeniyetin yetiştirebileceği en büyük insanlar vücuda getirebilmişlerdir.
Dünya tarihinde eşi ve emsali görülmemiş bir insanlık göstermişler, muazzam ve muhteşem devletler kurmuşlar, adaletli hükümdar, kumandan ve idareciler yetiştirmişler, Allah'ın dinini yaşamak ve yaymak için can ve mal vermişler, her alanda insanlık âlemine yeni buluşlarla, keşiflerle örnek olup, hayırlı hizmetler etmişler, hülasa insanlığa medeniyeti öğretmişlerdir.
Güzel ahlâkı, fazilet ve meziyeti, edep ve hayâyı, hürmet ve saygıyı, sevgi ve merhameti, hak ve adaleti, nezaket ve nezafeti, fitne ve fesattan uzak durmayı, birlik ve beraberliği öğretmişlerdir.
Zira onlar Hazret-i Resulullah'a tam iman etmiş, ona ve getirdiği Hazret-i Kur'an'a gönülden teslim olmuşlardır, onunla hemhaldirler.
"Andolsun ki Resulullah sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı arzu edenler ve Allah'ı çok zikreden kimseler için güzel bir numunedir." (Ahzâb: 21)
O Resulullah Aleyhisselâm ki insanlık alemine, İslâmiyet'i, insaniyeti öğretmiş, şirk ve dalâlet içinde yüzen beşeriyeti hidayet ve saâdete kavuşturmuştu.
Zulüm yerine adâlet, bedevilik yerine medeniyet, cehalet yerine ilim ve fazilet, sefalet yerine asalet ve bereket gelmişti. İnsanlık âlemine hem dünya saadetinin hem ahiret selametinin kapılarını açtı.
İşte o müstesna Hatemü'l-Enbiya Resulullah Aleyhisselâm sosyal adaleti tesis eden, güzel ahlâkı tamamlayan bir hâl ile insanlığa yaratılış gayesine matuf güzellikleri öğretti. İlim, irfan, edep, ahlâk, fazilet ve ismet gibi erdemleri ve İslâm kardeşliğini yaşayıp yaşattığı gibi, her alanda; tıp, astronomi, ekonomi, matematik, fizik, kimya, tarih ve bütün alanlarda örnek oldu. Bilinmeyenleri öğretti. Bugün ilim onun 1400 yıl önceki beyanlarını yeni keşfediyor.
Ahlâkı hamide denilen güzel ahlâkı getirdi. Edep, hayâ, hilm, cömertlik, şükür, merhamet, af ve müsamaha gibi güzel huyları, dürüst olmayı, doğruluğu, yalan konuşmamayı, söz verilince durmayı, emanete hıyanet etmemeyi, ahlâkı, kalp temizliğini öğretti.
Kibirden kaçınmayı, tevazu sahibi olmayı, aza kanaat getirmeyi, sabırlı olmayı, tevekkül etmeyi, söz taşımamayı, gıybet etmemeyi, adaleti gözetmeyi, zekâtı ve öşürü vermeyi, haram yememeyi, fuhuş ve zinâdan, kumar ve içkiden, hırsızlık ve arsızlıktan, riyâ ve gösterişten, hülasa kötülüklerin cümlesinden kaçmayı öğretti.
Ana-babaya itaat etmeyi, her zaman hüsn-i zan beslemeyi, iyi davranışlarda bulunmayı, dini ve vatanı için can ve malın verilmesi gerektiğini öğretti.
Ahkâm-ı ilâhi'ye sımsıkı sarılmayı, Sünnet-i seniyye'ye ittiba etmeyi, imandan taviz vermemeyi, İslâm'ın beş şartı olan; Namaz, Oruç, Hacc, Zekât ve Şehadet'i öğretti.
Komşusu aç iken tok yatmamayı, hediyeleşmeyi, akrabayı ziyaret etmeyi, muhtaçlara yardım etmeyi, fakirleri okşamayı, yetimlere iyilik etmeyi öğretti.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"O peygambere uyun ki doğru yolu bulasınız." (A'râf: 158)
Hazret-i Resulullah en güzel örnektir, onu örnek alan kurtulmuştur.
Allah-u Teâlâ'ya kul ve Resulullah Aleyhisselâm'a ümmet olabilmek için; O'nun emirlerine itaat, nehiylerinden içtinap etmelidir. Ve Resulullah Aleyhisselâm'ın ahlâkı ile ahlâklanmak, tabiatı ile tabiatlanmak gerekiyor. İslâm laf işi değildir. İmandan sonra hemen amel-i sâlih geliyor.
Âyet-i kerime'de:
"İman edenler ve amel-i sâlih işleyenler." buyuruluyor. (Asr: 3)
Resulullah Aleyhisselâm Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Allah sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz, kalplerinize ve amellerinize bakar." (Müslim)
İlâhî hükümlere riâyet ettikçe insan her zaman faziletlidir, neciptir. Çünkü mükerrem olarak yaratılmıştır.
Hududullah'a ve Sünnet-i Resulullah'a uymayıp nefis ve şeytanın yoluna girilirse hıyanet olur.
Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, bütün kötülüklerin bir bir ortaya çıktığı ve yapıldığı ahir zamanı, seyyiat zamanını yaşıyoruz. Dünya kurulalıdan beri kötülüklerin ayyuka çıktığı böyle bir devir gelmiş değil. Bütün kötülüklerin anası bu devirde mevcut.
Vatana ihanet, dinde bölücülük almış başını gidiyor. Ahir zaman âlimleri ortalığı istilâ etmiş, hak ve hakikatten gafiller... En büyük ihanet budur.
Bugün mücahid kesilerek din namına halktan para toplayıp, gayesi haricinde harcayanlar da emanete hıyanet ederek büyük bir mesuliyet altına girmektedirler.
Halbuki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Müslümanların işine harcanmak üzere ayrılan maldan bir çok haksız harcamalar yapan kimseler için kıyamet gününde cehennem vardır." (Buharî. Tecrid-i sarih: 1294)
"Emanete hıyanet edenler, kâmil imandan mahrumdur." buyurmuşlardır. (C. Sağir)
Âliye kabilesinden bir zât gelerek "Yâ Resulellah! Bu dinde en zor ve en kolay şeyi bana haber ver!" dedi. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:
"Bu dinde en kolay şey 'Lâ ilâhe illallah, Muhammed'ün abduhu ve Rasulühü' şehâdetidir. En zor olanı ise emanettir. Zira emanete riayet etmeyenin dini de, namazı da, zekâtı da yoktur." (Bezzar)
Ve kıyametin küçük alâmetleri bir bir çıkmaya, zuhur etmeye başlamıştır. Ve bu hal son deccale kadar devam edecektir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Ümmetim üzerine öyle bir zaman gelecektir ki İslâm'ın yalnız ismi, imanın resmi, Kur'an'dan ise harf ve hurufat kalacak.
Gayretleri mideleri, dinleri para, kıbleleri karıları olacak. Onlar aza kanaat etmeyecekler, çok ile de doymayacaklar."
İnsanlar bu hâle geldiği zaman bunlar zuhur edecek ve çeşitli ibtilâlara maruz kalacaklar. Bunun içindir ki içki, kumar, fuhuş, faiz, denize çırılçıplak girilmesi gibi ve buna mümasil küfür âdetlerinin yerleşmesi, bunların yaygınlaşması, hakikatin kalkması ile artık insanlar her şeye müstehak olmuş demektir.
Halk bu isyanlarının cezalarını hiç şüphesiz ki görecektir.
Kadınlar çılgın, erkekler sarhoş, orta tabaka şaşkın ve şuursuz, zenginler azgın.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki gayretleri mideleri, şerefleri servetleri, kıbleleri karıları, dinleri dirhemleri ve dinarları olacak. Onlar mahlûkatın en şerlileridir ve onların Allah katında hiçbir nasipleri yoktur." (Deylemî)
Böyle zamanda böyle insanlar gelecek ve insanlar da böyle cezalanacak.
Dünya cezaları böyle olduğu gibi, ahiretteki cezaları da ebedî cehennemde kalmalarıdır.
Hak ve hakikatten saptıkları için başlarına bu belâlar gelecek. Niçin? Hain oldukları için.
Diğer bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Fuhuş ve ahlâksızlık açıkça yapılıncaya ve dirhem ile dinara tapılıncaya kadar, şöyle şöyle oluncaya kadar kıyamet kopmaz." (Ahmed bin Hanbel)
Ulemânın durumu ise meydanda. Bunların yaptığı tahribatı hiçbir papaz ve hiçbir kâfir yapamaz.
Halk çoğunlukla nefse uydukları, İslâm'ı yaşamak, emr-i ilâhî'yi tatbik etmek nefislerine zor geldiği için açık kapı aramaktadırlar. Onlar da halkın içindeki bu arzuları bildiklerinden dolayı halkın hoşuna giden fetvâları vererek ifsad ediyorlar, beşeriyeti peşlerinden sürüklemek istiyorlar. Şu kadar var ki kendilerine modern müslüman adını verenler bunların peşindedirler.
•
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz etrafında ashabından bir cemaat olduğu halde buyurdu ki:
"Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayacağınıza, hırsızlık yapmayacağınıza, zina etmeyeceğinize, çocuklarınızı öldürmeyeceğinize, kendiliğinizden uyduracağınız herhangi bir yalanla iftirada bulunmayacağınıza, dinen bilinen kulluk ve taatta isyan etmeyeceğinize dair bana biat ediniz.
Verdiği bu sözü yerine getirenin sevabı, Allah tarafından karşılanır. Kim ki bu sayılan günahtan birine düşer ve bu dünyada cezasını çekerse, bu onun günahının kefaretidir. Dünyada suçu gizli kalanın cezası Allah'a kalır. Allah dilerse onu bağışlar, dilerse azab eder." (Buhârî. Tecrîd-i sârîh: 18)
Şu hususu da arz edelim ki:
Kişiye bütün vücudu ve azâlârı, her şeyi birer emanettir. Maddî ve manevî sıhhat ve afiyetini koruması, emanete hıyanet etmemesi, aklını iyiye ve doğruya kullanması, mesuliyetini idrak etmesi gerekir.
Anne baba, evlât kardeş, karı koca, akrabalar hısımlar, komşular arkadaşlar, yoksul dul ve yetimler, her çeşit insan sınıfları ile her hususta ahkâm ölçüleri çerçevesinde adaletle ve iyilikle hareket etmek vazifesi bir emanettir.
Birinin diğerine geri almak üzere bıraktığı mal veya ödünç bir şey emanet olduğu gibi, bir toplulukta konuşulup da dışarıya sızmaması icabeden sözleri ve sırları saklamak da emanettir.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"Toplantılarda cereyan eden sözler gizli tutulmalıdır." (Tirmizî)
İstişare yapıldığında, konuşulanların sağa sola yayılmaması emanettir. Akıl danışan kimseye doğru bilgi vermek, hakikati anlatmak da emaneti yerine getirmektir.
Ücret veya maaş karşılığında çalışan kimsenin yapacağı işi hakkıyla yapması, mesuliyetini bilmesi emanettir. Yanında çalıştığı kimsenin izni olmaksızın işi gevşek tutarsa, işe geç gelir veya erken paydos ederse, emanetin hilâfına hareket etmiş olur.
Aynı şekilde çalışanlar da çalıştıranlara bir emanettir. Bütün bu hak ve hukuklara riâyet edilmesi zaruridir.
Hatta insanların faydalanmasına sunulan hayvanların haklarını gözetmek de emanettir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Hepiniz muhafızsınız ve hepiniz maiyyetinizde bulunanların hukukundan mesulsünüz.
Amirler maiyyetindekilerin, erkek âile efradının muhafızı durumundadır. Kadın da kocasının evi ve çocukları üzerinde muhafızdır.
Hülâsa, hepiniz muhafızsınız ve hepiniz emriniz altında bulunanların hukukundan mesulsünüz." (Buharî-Müslim)
Gerek dini ve gerekse dünyevî vazifeler de birer emanettir. Bu vazifelerin ehil olan kimselere, lâyık olanlara verilmesi lâzımdır.
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Mümin kulun kalbi, Rahman olan Allah'ın arşıdır." (K. Hafâ)
Bu Hadis-i şerif'in gerçek manası şudur:
Gerçek mana da insân-ı kâmil'de O var. "Dağların özünde elmas var, Kâbe-i muazzama'nın özünde Hacerü'l-esved var, insan-ı kâmil'in özünde ise Hazret-i Allah var!" demişizdir.
O kalpte mevcut olan ancak Hazret-i Allah'tır. O kalpte yalnız ve yalnız Hazret-i Allah olur. O kişi orada bir maske, bir perde vazifesi görür. Allah-u Teâlâ'nın arşı olması orada tecelli olmasındandır. Bütün ihsan ikram edeceği mânevi nimetleri onda olduğu için, o da o maskenin altında olduğu için hepsi Hazret-i Allah'a aittir. Fakat o perdenin altına koymuş.
Şimdi o maske içindekini de görüyor, maske olduğunu da biliyor, perde olduğunu da biliyor ve emanât-ı İlâhi'ye mazhar olduğunu da biliyor. Çünkü içinde O var.
"İçinizde... Görmüyor musunuz?" (Zâriyat: 21)
Emanetten gaye içinde...
Bunlar dünyaya nadiren gelenlerdir. Bunlar bir tanedir. O kadar azdır dünyada bazen bir tane iki tane bulunur. Sehm-i nübüvvet, sehm-i velâyet deyince kalpten kalbe akıtılan emanet sahipleridir. Resulullah Aleyhisselâm; "Allah-u Teâlâ benim kalbime ne döktüyse bende olduğu gibi Ebu Bekir'in kalbine boşalttım!" buyuruyor. Başkalarının kalbine değil, bir kişinin kalbine. Bunlar bir kişidir. Kalpten kalbe akıtan Sıddîk-ı Ekber'in kalbi. Halbuki sehm-i nübüvvet ve sehm-i velâyete veyahut her ikisine mazhar olur. Kimisi Resulullah'ın nübüvvetine, kimisi velâyetine varis olmuştur. Hazret-i Allah ve Resul'ünün namına iş yapıyor.
Allah-u Teâlâ, Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" (Hûd: 112)
Bu Âyet-i kerime kantar...
İslâm budur, terazi budur. Bunun haricindeki hareketler yanlıştır.
Şimdi insanın yaratılışı bir pisliktir. Bu pislik kurursa, uçarsa birşey kalır mı? Sen busun! Sana bu nimeti bahşeden O'dur.
O'nun nimetini O'na tefahür etmen nasıl yakışır? Halbuki senin aslın bu bir damla kerih sudur.
Binaenaleyh, yalnız O var. O'ndan gayri hiçbir şey olmadığını; biz bunu gözümüzle görüyoruz...
Bu pislik, kurudu, uçtu, ne kaldı? Hiç. Senin aslın hiç zaten. Senin aslın bir damla pislik...
Binaenaleyh, sen bir zerre pisliksin. Pisliğin O'nun yanında ne hükmü var? O da kuruduğu gittiği zaman; O var, başka bir şey yok. Düşün bir kere; hani, benlikler nerede kaldı şimdi? Ama gel de nefse sor. "Ben varım!" diyor. Kayan nokta bu. Ama burası çok kötü bir kayış yeridir. Çünkü Hazret-i Allah'a karşı hasım kesiliyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"İnsan, bizim kendisini nutfeden (kerih bir sudan) yarattığımızı görmez mi ki, şimdi o apaçık bir hasım kesilmektedir." (Yâsin: 77)
Allah-u Teâlâ;
"Ben onu nutfeden yarattım, o bana hasım kesildi!" buyuruyor.
Allah Allah! Güler misin, ağlar mısın? "Ben onu nutfeden yarattım, o nutfeyi unuttu, verdiğim nimeti kendisine benimsedi, Bana hasım kesildi."
Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm'ı topraktan yarattığı gibi, zürriyetini de toprağın hülâsası olan nutfeden yaratmaya devam etmiştir.
Düşünmeli ki bir nutfe (sperma) ne kadar değersiz bir sıvı, ne kadar güçsüz ve zayıf bir şeydir. Bu değersiz şeyden çok değerli bir insan yaratmak ne büyük bir kudrettir! Böyle bir yapıyı tanzim eden büyük kudret karşısında, düşünen insan iki büklüm olur.
Onun için, bu düşünülemediği için Cenâb-ı Hakk;
"İnsan çok zâlim ve çok câhildir." buyuruyor. (Ahzâb: 72)
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri bir Hadis-i kudsî'de de şöyle buyurur:
"Benim cinlerle ve insanlarla önemli bir hadisem var! Ben yaratıyorum, benden başkasına ibadet ediliyor! Ben rızıklandırıyorum, benden başkasına şükrediliyor." (Taberânî)
Fakat insan aslını unutuyor da yaratıcısına karşı açık bir düşman oluyor. O'na karşı şirk koşmaya, mantık yürütmeye kalkışıyor.
Halbuki insan Yaratan'a karşı çıkmak için değil, O'na tapınmak ve kulluk yapmak için yaratılmıştır.
Câhil ve gâfil her insanın durumu budur.
Başkasına âit olanı kişinin kendisine mâletmesi çok yersizdir. Hem emânete ihanetlik yapıyor, hem yalan söylüyor, hem riyâkârlık yapıyor, hem de şirk koşuyor.
Binaenaleyh Allah ehlinde dâvâ olmaz. Yaprağı çevirdiği gibi varlığını çevirir. "O" der ve orada kalır. Başka hiçbir söz söylemez. Çünkü O'ndan başkası yok.
Onun içindir ki kendisine değer verenler, kendi nefsini putlaştırmış oluyor. Allah'ım korusun!
İnsanın kendi nefsi ile cihad etmesine "Cihad-ı ekber" denilmiştir. Çünkü düşmanların en büyüğü nefistir. Bir insanın sana yapacağı en büyük düşmanlık seni öldürmesidir. Bu ise şehâdetine vesile olduğu için, seni en yüksek mertebeye erdirir. Nefsin elinde ölürsen ebedî hayatın mahvolur.
Bunun içindir ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"En şiddetli düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir." buyurmuşlardır. (Beyhakî)
En büyük düşmanla mücadeleye girişildiği için Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif'lerinde:
"Hakiki mücahid, nefs-i emmâresi ile savaşan kimsedir." buyurmuşlardır. (Tirmizî)
Vuslata erebilmek nefis ve şeytanla mücadeleye bağlı kılınmıştır.
Bir Âyet-i kerime'de:
"Nefsini tertemiz yapıp arındıran felâh bulmuş kurtulmuştur. Onu kirletip örten kişi ise ziyana uğramıştır." buyuruluyor. (Şems: 9-10)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyor:
"Cehennem nefsin istekleri ile, cennet de nefsin hoşlanmadıkları ile örtülüdür." (Buhârî. Tecrîd-i sârîh: 2035)
Nefsin her bir arzusu bir put mesabesindedir. Süflî nefsi, his ve meyillerinden arındırıp tezkiye etmedikçe kişi nefsin putlarına tapmaktan kurtulamaz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" (Furkân: 43)
Demek ki insanın nefsini ilâh edinmesi bir şirk imiş, kişi müşrik olduğunun farkında bile değil.
Şimdi o nefisini ilâh edinmiş, ona tapıyor. O bir put. O bir put olduğu için putuna tapıyor. Ona iltihak edenler de puthaneye girer, puthane de tapınırlar. O kendisi puta tapınıyor, tâbi olanlar da o puthane de tapınır durur.
Görünüşte iman etmiş gibi görünürler, hem de kendilerinin, müslümanların en ön safında olduklarını zannederler;
"Onların çoğu Allah'a iman etmişler, fakat müşrik olarak yaşarlar." (Yusuf: 106)
Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğu üzere Allah'a şirk koşarlar ve dolayısıyla müşrik olarak yaşarlar.
Şimdi kavrayabildin mi kendi nefsini? Bir damla pisliksin. Üstündeki âsar O'nun.
O'nun verdiğini mi O'na tefahür ediyorsun? Ne ayıp şey, ne ayıp şey.
Bu Âyet-i kerime çok incedir. Daha evvel geçmişti amma çok mühim olduğundan, imana taalluk ettiğinden arz ediyoruz.
Nefsin arzusu ile hareket edenler nefsinin oyuncağı olur. Bilmez! Bu Âyet-i kerime'de de şirkte olduklarını buyurur.
O sanır ki Hazret-i Allah'a kulluk ediyor, bilmez ki nefsinin, nefsini ilâh edinenlerin kuludur. Hâlîk'ın âyetini dinlemez amma mahlûkun sözünü dinler.
Zira Âyet-i kerime'de:
"Şeytan kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş." buyuruluyor. (Neml: 24)
İşte insan hakiki rehberi bulamazsa, yoldan kayar gider haberi bile olmaz. Nefis bir taraftan, şeytan bir taraftan, şeytanlaşmış insanlar bir taraftan, saptırıcı imamlar bir taraftan, şeytan şeyhleri diğer taraftan insanları dinden, imandan ediyor.
Niçin şirk içindedir?
Çünkü; müslüman gibi görünürler, iman etmiş görünürler fakat içlerinde iman yoktur.
Nefisleri peşinden giderler, şeytanın yolunda yürürler. Böylece Hazret-i Allah ve Resul'ünün dinine karşı gelir, emir ve nehiylerini alaya, hafife alır, tiksinip hoşlanmazlar.
İslâm akaidinin bilinen bir kuralı vardır: Allah-u Teâlâ'nın hükmünü inkâr eden kâfir olduğu gibi, Allah-u Teâlâ'nın hükmünü hafife alan da kâfir olur. Bu sebeple küfre rıza göstermek, küfrü hoş görmek de kişinin küfrüne delalet eder.
Zira:
"Hüküm ancak Allah'ındır." (En'âm: 57)
Oysa bugün nice müslümanlar Allah-u Teâlâ'nın hükmünü hafife alıyor. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'leri görmezden geliyorlar.
Bu gibi durumlar, iman zaafiyetinden, ilim eksikliğinden, dine uyması gerektiği halde dini kendine uydurmaya çalışanların ifsatlarından kaynaklanıyor.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in mahrem-i esrârı olan Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretleri buyururlar ki:
"Münafıklık Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- devrinde vardı. Şimdi ise imandan sonra küfür vardır." (Buhârî. Fiten 21)
Ya imandadır, ya da küfürdedir.
Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretleri'nin bu sözü ile ne demek istediğine dair bazı âlimler şöyle söylemişlerdir:
"Cemaate tefrika sokmak Allah-u Teâlâ'nın "Velâ teferrekû = Tefrikaya düşmeyin." emrine aykırıdır. Bütün bunlar artık gizli-kapaklı değildir. Öyleyse bu, imandan sonra küfür gibidir."
İman o kadar mühimdir ki iman ve küfür ayrılmıştır. Aradaki berzah kıl kadar incedir, hassastır. Bu yüzdendir ki eğer Hazret-i Allah'a imanınız olsaydı elbette bölücülere iman etmezdiniz.
"İnandıktan sonra yoldan çıkmış olmak ne kötü bir addır. Kim de tevbe etmezse işte onlar zalimlerdir." (Hucurât: 11)
Demek ki çıkılıyormuş ama bilerek, ama bilmeyerek.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Münafıklık alameti üçtür. Söylediği zaman yalan söyler, vâdederse sözünü yerine getirmez, kendisine bir şey emanet edildiği zaman ona hıyanet eder." (Buhârî - Müslim)
Diğer bir rivayette "Her ne kadar oruç tutsa da, namaz kılsa da ve kendini müslüman zannetse de." buyurulmuştur. (Müslim)
"Yalan söyler": Şimdi hepimiz bunu dünyada yalan söylemek olarak alırız. Asıl olan insanın yalanı Hazret-i Allah'adır. O ki yoktan var etti, vücut azaları ile donattı. Hazret-i Allah'a kulluk yaptığını sanır, halbuki O'nun hakkında Hazret-i Allah şöyle buyurur:
"Ey Âdemoğulları! Ben size 'Şeytana ibadet etmeyin, o sizin apaçık bir düşmanınızdır, bana kulluk edin, bu dosdoğru yoldur.' diye emretmedim mi?" (Yâsin: 60-61)
Ee sen Hazret-i Allah'a ibadet ediyordun. Demek ki etmiyor muşsun.
Hadis-i kudsî'de:
"Benim cinlerle ve insanlarla önemli bir hadisem var! Ben yaratıyorum, benden başkasına ibadet ediliyor!. Ben rızıklandırıyorum, benden başkasına şükrediliyor." (Taberânî)
O başkası; nefis ve şeytan. Niçin? Onun yolunda olduğun için. Ne oldu şimdi? Yalancı olduk.
Yalan; doğru olanın veya doğru bildiğinin aksini söylemektir. Dinimiz yalanı haram kılmış ve şiddetle menetmiştir.
Âyet-i kerime'lerde:
"Yalan sözden çekinin." (Hacc: 30)
"Şüphesiz ki Allah, aşırı yalancıyı doğru yola eriştirmez." buyuruluyor. (Mümin: 28)
Doğruluk imanın sermayesi, yalan da nifakın sermayesidir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Kişinin her işittiğini söylemesi, yalan olarak yeterlidir." (Müslim)
"Söylediklerine inanacak bir mümin kardeşine yalan söylemen, çok büyük bir hıyanettir." (Ebu Dâvud)
"Sözünü yerine getirmez": Gerçekten bizler "Kalu belâ"da söz vermemiş miydik. "Sen Rabb'imizsin!" diye.
Peki Rabb'imize yöneldik mi, O'na döndük mü, O'na ibadet, kulluk ile O'nun rızâsını tahsil edebildik mi? Yoksa azdık, taşdık yoldan çıktık mı?
Bir Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
"Vaad borçtur. Yazık şu kimseye ki vaad eyler de sonra meşrû bir engel bulunmaksızın vaadini yerine getirmez." (Münâvî)
Bir Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
"Allah'a ve ahiret gününe imanı olan ya hayır söylesin veya sussun." (Buharî)
Diline sahip olan, diğer uzuvlarına da sahip olur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Âdemoğlu sabaha çıktığı vakit, bütün uzuvları dile derler ki:
Bizim hukukumuzu korumak hususunda Allah'tan kork!
Biz sana tâbiyiz, bizim doğruluğumuz sana bağlıdır.
Eğer sen dosdoğru olursan biz de doğru oluruz, doğruyu buluruz.
Şayet sen eğrilirsen biz de öyle oluruz." (Tirmizî)
İnsanın diline sahip olmasının ne kadar mühim olduğunu Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde beyan buyuruyorlar:
"Bir kulun imanı istikamette olmaz, kalbi istikamette olmadıkça; kalbi de istikamette olmaz, dili istikamette olmadıkça." (Ahmed bin Hanbel)
"Emanete hıyanetlik eder": Hazret-i Allah bize dinini, kitabını, Resul'ünü emanet olarak göndermiş ve emanet etmiştir.
Din, dinini yaşayıp yaymaya, dinine sahip çıkmaya, dininin emir ve yasaklarına riayet ettik mi?
Kitabına ve kitabındaki hakikatlere sarıldık mı?
Resul'üne teslim olduk mu?
Gönülden sevdik mi?
Yoksa dilde mi iman ettik ve böylece şeytan ve nefis yolunda soyulduk.
Allah-u Teâlâ Âyeti kerime'sinde:
"Bir kısmınız diğerlerine bir şey emanet ederse, güvenilen kimse kendisine emanet edileni yerine versin ve bu hususta Rabb'i olan Allah'tan korksun." buyuruyor. (Bakara: 283)
Hadis-i şerif'te ise:
"Emanet izzettir." buyuruluyor. (Münavî)
Diğer Hadis-i şerif'lerde ise şöyle buyuruluyor:
"Nezdinde emânet bırakılan eşyayı sahibine iade et. Sana hıyânet eden kimseye de hıyânet etme!" (Tirmizî)
"Güvene lâyık olmak bir bakıma zenginliktir." (Camius-sağir)
Yani başkalarının güvenine lâyık olan zât, itibarın sağladığı bir zenginliğe sahiptir.
"Halkın malında ve ırzında emanete mâlik olmak rızık bolluğunu, hiyânet ise bilakis fakr ve ihtiyacı celbeder." (Camius-sağir)
Şu iki Âyet-i kerime'de Cenâb-ı Hakk birçok esrarını gizlemiş Ümmet-i Muhammedi sadakât ve teslimiyet, itaat ve hürmet, sevgi ve saygı gibi hususlarda ikaz etmiş, azmamaları, şaşmamaları, taşmamaları için tembihte bulunmuştur:
"Biliniz ki Resulullah aranızdadır. Şayet o birçok işlerde size uysaydı, mutlaka sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah size imanı sevdirdi ve onu kalplerinizde süsledi. Küfrü, fıskı ve isyanı da çirkin gösterdi. İşte doğru yolda olanlar bunlardır." (Hucurât: 7)
"Size Allah'ın âyetleri okunurken ve aranızda O'nun Resul'ü bulunurken nasıl küfre dönersiniz? Kim Allah'a sımsıkı sarılırsa, muhakkak ki o doğru bir yola iletilmiştir." (Âl-i imrân: 101)
Bu tecelliyat el'an devam edegelmektedir.
Allah-u Teâlâ kullarına tevdi ve ihsan ettiği en büyük emaneti olan "Zâtî ilâhi tecelli"sini Hâtemü'l-evliyâ'ya tahsis etmiş; bu emanet-i ilâhi doğrudan doğruya bir miras olarak Hâtemü'l-enbiyâ'dan Hâtemü'l-evliyâ'ya intikâl etmiştir. Onun ilminin, peygamberlere ve velilere kaynak olan velâyetinin, vazifesini icra ederken gördüğü ilâhi teyidin üstünlüğü ve fazileti hep bu emanet-i ilâhiden ileri gelir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, korkup endişeye düştüler. Onu İnsan yüklendi." (Ahzâb: 72)
"Sana Rabb'in, sen râzı oluncaya kadar verecek." (Duhâ: 5)
"O sizi seçti." (Hacc: 78)
Allah-u Teâlâ bu ilâhi emanetin kimlerde bulunduğunu beyan etmek üzere Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Sonra biz o kitabı kullarımızdan beğenip seçtiklerimize miras bıraktık." (Fâtır: 32)
Senden sonra ümmetinden olan kullarımızın içinden seçip beğendiğimiz, süzüp çıkardığımız kulları ona vâris kıldık. Senin ümmetin en ileri süzme ümmet olduğu gibi, onların içinde en seçkinleri de bu "Vâris"lerdir.
Allah-u Teâlâ'nın bu mirası kime bıraktığı burada belli oluyor. Zaten bütün bu icraatlar bu mirastan ötürü değil midir?
Allah-u Teâlâ bâtınî ilim verdiği kimseler hakkında Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Kur'an kendilerine ilim verilen insanların kalplerinde parıldayan apaşikâr âyetlerdir." (Ankebût: 49)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hiç okuma-yazma bilmiyordu, nübüvvet verilmeden önce onun herhangi bir hazırlık yaptığını da hiç kimse görmemişti. Böyle olduğu halde geçmişin ve geleceğin ilimlerini içinde toplayan Kur'an-ı kerim gibi bir kitabı getirmesi ve onu beşeriyete sunması, Allah tarafından gönderildiğinin apaçık delilidir.
Hâtem'ül-enbiyâ -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'den sonra vahiy kesilmiş, ilham kapısı ise açık kalmıştır. Din kıyamete kadar bâkidir. İnsanların yeni bir dine ihtiyaçları yoktur. Fakat zamanla vesveselere dalıp arzu ve heveslere kapıldıkları için, hakikati hatırlatmaya, ruhlarını kuvvetlendirmeye ihtiyaçları vardır.
Bâlî-i Sofyavî -kuddise sırruh- Hazretleri "Fusûsu'l-Hikem Şerhi"nde Hâtemü'l-evliyâ'yı:
"Zâtiyet hazinelerinin anahtarlarını elinde bulunduran zât..." olarak vasıflandırmıştır. ("Şerh-i Fusûsu'l-Hikem li'l-Bâlî", s. 39)
Yani "Allah-u Teâlâ emânât-ı ilâhîyi ona bırakmış!" diyor.
Allah-u Teâlâ onun velâyetini öyle yaratmıştır ki, bütün velilere verdiği hâli, ahvâli, tecelliyâtı... hepsini onda cem etmiştir. Niçin? Onu sevdiği için. Allah-u Teâlâ Hâtemü'n-nebi'ye "Habib'im!" dedi. Bu bir intikal olduğu için bu sevgi de intikal eder. Sevmeseydi zaten iki kandil yaratmazdı.
Onlar bu sırrı o zaman görmüşler. Allah-u Teâlâ dilediği esrarını ona bildirir, o da o hazinedekileri görür, göre göre bilir. Anahtar elinde çünkü. Yani ilâhi esrâra ait olan sırları o açar, Allah-u Teâlâ'ya ait gizli sırları o ifşa eder.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri "Hatmü'l-Evliyâ" kitabının 9. Bölüm'ünde şöyle buyuruyorlar:
"Bütün velilerin kalpleri Allah'ın celâliyle birleşir, hepsi tek bir kişinin kalbi üzerinde bulunur.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- onunla ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
"Ümmetimden yetmiş bin kişi hesapsız olarak cennete gireceklerdir. Onların kalpleri bir adamın kalbi üzerindedir." (Buhârî, c. 8, 124; Müslim, İman 371-372)
Onlar, kalpleri O'ndan gayrı her şeyden uzaklaşıp, tek bir kalp gibi birbirine bağlanmaları nedeniyle birleşip böyle olmuşlardır."
Gayeleri bir. Ne idi gaye? Allah! Hedef O olduğu için, o hedefe göre yönelmişlerdir. Yetmiş bin kişi amma, bir kişinin yönelmesi gibi yetmiş bin kişi yönelmiş.
Bu bir gönül işidir. Muhabbet erbâbının işi başka. Bunlar hesaplarını dünyada verenlerdir. Dünyada hesaplarını bitirmişler, Allah-u Teâlâ defterlerini kaldırmış, orada onlara hesap sormayacak.
O öyle murad etmiş, hep oradan geliyor. Sermayedir o işi yaptıran. O lütfetmedikçe kuldan hiçbir şey husule gelmez.
Çünkü O Ganî'dir, biz fakiriz. O bir kişiye tecellî eder amma, binlerce kişi istifade eder.
Onun için fakir der ki: "Hakk ile olalım, Hakk ile ölelim!.."
Muhyiddîn İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri Hâtemü'l-veli hakkında:
"Hiç şüphe yok ki o, herkesin kendisine muhtaç olduğu bir Seyyid'dir." buyuruyor. (Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ ve Şemsü'l-Mağrib)
Emanet-i ilâhi onda olduğu için, O koyduğu için...
Hazret başka bir ifşaatında bu emanet-i ilâhi'den "Bu ilim, ilm-i billâh'ın âlâsıdır. Bu ilim, ancak peygamberlerin ve velilerin sonuncusuna verilmiştir." buyurarak Hâtem-i nebi'nin ve Hâtem-i veli'nin ilminin verilme olduğunu onların kalplerine emanet edildiğini işaret buyuruyorlar. ("Fusûsu'l-Hikem" s: 43)
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri "Nevâdirü'l-Usûl" isimli eserinde; "O hidâyet anahtarı, yeryüzünün nuru, velilerin defterinin emanetçisi ve onların rehberidir." buyurarak, velilerin defterinin Hâtemü'l-evliyâ'ya emanet edildiğini haber veriyorlar.
Buradaki gizli sırrı ifşa etmeme imkân yok. Fakat bu Zât-ı muhterem çok ince esrarı görmüş ve haber vermiştir.
Yine Hazret ifşaatlarının bir noktasında;
"O, O'nun eminidir." buyurmuşlardır. (Nevâdirü'l-Usûl c. 1, s. 613)
Bu vazifeyi ona emanet etmiş, o da emanete riayet eder. Emanet olduğunu bilir, kendisine hiçbir şey mâletmez.
Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri "Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ" isimli eserinde: "Benim ahdimi taşıyacak bir kimse de yoktur." buyuruyor.
Bu sözün mânâsı; yani veli olmadığı gibi, Emânât-ı ilâhî'yi ona yüklemiş, ondan başkası bu yükü taşıyamaz demektir. Onun ahdini taşıyan, onun yerine gelecek bir fert yoktur. Ona ihsan ve ikrâm edileni başkasına yüklememiştir, ona verilen başkasına verilmemiştir. Başkasına verilmediği için, bu soy ve bu ahlâktan gelecek kimse olmadığı için ve böyle bir zaman bulunmadığı için onun yerine gelecek kimse de yoktur.
Bütün bu Zevât-ı kiram Hazerâtı onun Hazret-i Allah'ın emini, emanetçisi olduğunu, Allah-u Teâlâ'nın onda tecelli ettiğini, nazargâh-ı İlâhi'ye mazhar olduğunu haber vermişlerdir. Bunlara şaşırmayın, dahası var, akıl havsala almaz.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri "Nevâdirü'l-Usûl" isimli eserinde velilerin defterinin Hâtemü'l-evliyâ'ya emanet edildiğini şöyle haber veriyorlar:
"O hidâyet anahtarı, yeryüzünün nuru, velilerin defterinin emanetçisi ve onların rehberidir."
"Velilerin defterini ona emanet eder, onların makamlarını kendisine tanıtır ve menzillerine muttali kılar." (Nevâdirü'l-Usûl fî Ma'rifeti Ehâdîsü'r-Resul, c. 1, s. 619-620)
Buradaki gizli sırrı ifşa etmeme imkân yok. Fakat bu Zât-ı muhterem çok ince esrarı görmüş ve haber vermiştir.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri Hâtemü'l-evliyâ olan zâtın, Allah-u Teâlâ'nın emri ve hükmü ile yürüyeceğini bin sene öncesinden haber vererek diğer bir ifşaatlarında şöyle buyurmuştur:
"Hâtemü'l-evliyâ, Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in yolunda, onun nübüvveti ve Allah'ın mührü ile yürür." (Hatmü'l-Evliyâ)
O, O'nun halifesidir. Allah-u Teâlâ'nın lütuf ve ihsanlarını akıl almaz, bu O'nun ihsanından başka bir şey değildir. O öyle murad etmiş, mahlûka âit hiçbir şey yok.
O Muhammed Aleyhisselâm değil, Muhammed Aleyhisselâm'ın vekâletinin taşıyıcısı ve emanetçisidir, o hazinenin hazinedârıdır.
Nitekim Yâkub Hân Kâşgârî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
"Sultan'ın hazinesine bir hazinecinin tayin edilmesi gibi; Hâtemü'l-velâye de onun velâyet mertebesine tayin edilmiştir.
Lâkin hazinesini hazineciden alıyor diye, hazinecinin Sultan'dan üstün olduğu düşünülmemelidir."
Bandırmalı-zâde Mustafa Hâşim Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri "Vâridât-ı Mensûre"de yer alan başka bir beyânında, İlâhî ilme mazhar olan Hâtemü'l-evliyâ'nın "Emânet-i kübrâ"yı, yâni "En büyük emânet"i taşıdığına işâret etmiş; onun yalnız bâtınî verâset yönünden değil, nesep itibâriyle de Hâtemü'l-enbiyâ'nın vârisi olduğunu ifşâ etmiştir:
"Bâtındaki beş hissin her biri bir cevherdir; beş hâssası vardır, her bir hâssasına da bir isim verilir.
Bir mertebe tâbir eylerler ki, o Cevher-i yektâ daha önce yukarıda zikrolunan 'ilm-i İlâhî'nin elbisesidir, ağacın tohumunun zuhur ettiği mezrâlardır ve 'Emânet-i kübrâ'; yâni 'En büyük emânet' de odur. Nübüvvet sûretleri ve velâyet sûretleri elbisenin değişmesinden ibârettir. Sûretler mertebeleri üzere nice dursa, İlm-i İlâhî'nin hâmili (taşıyıcısı) Hâtemü'l-evliyâ'dır; sırca (bâtın îtibârıyla) da, nesilce (soyca) da Hatmü'l-enbiyâ'nın vârisidir.
'Allah îmân edenlerin Velî'sidir.' (Bakara: 257) sırrı, bu söz için âdil bir şâhiddir. İyi anla!.." ("Envârü'l-Melâmiyyûn", Millet Ktp. Ali Emîrî, Manzum, Mecmû'a, nr.: 737, vr. 151b-152a)
Her zaman diyoruz ki, hep O, hep O'ndan, kişide bir şey yok. Hep verilme... Öyle murat etmiş.
Muhyiddîn İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri, Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin "Hatmü'l-Evliyâ"da sorduğu soruları cevaplandırmak için yazdığı "el-Cevâbü'l-Müstakîm" isimli eserinde; bu sorulardan on üçüncüsü olan: "Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- Hâtemü'n-nübüvvet'e hak kazandığı gibi, Hâtemü'l-evliyâ olmaya kim hak kazanmıştır?" sorusuna şu cevabı vermiştir:
"Buna hak kazanan, ceddine (yani Muhammed Aleyhisselâm'a) çok benzeyen bir kimsedir. O Arapça'yı pek iyi konuşamaz, fakat ahlâkı hususunda ondan farklı da olmaz." ("el-Cevâbü'l-Müstakîm ammâ Se'ele anhü et-Tirmizî el-Hakîm", Beyazıt Devlet Ktp. nr.: 3750 vr. 242b)
Demek ki onun nesebi asaleten geliyor ve bu asalet en asillerden geliyor, aynı zamanda bu geliş vekâleten oluyor.
O da oluyor, bu da oluyor. Yani isterse onun neslinden, isterse seçtiği kuldan veriyor. O Allah-u Teâlâ'ya âit bir iştir. Onu da yürüten O, bunu da yürüten O.
Onun nesebi asaleten olduğu için çok yüksek oluyor. Fakat ona merbudiyet de asaleten olduğu zaman oraya çıkabiliyor. Hem asalet hem vekâlet birleşmiş oluyor.
Hülâsa olarak hepsi Resulullah Aleyhisselâm'ın ıyâlidir. Kimisi Sıddîkiyye yolundan gelir, kimisi de Hazret-i Ali -kerremallahu veche- Efendimiz'in yolundan gelir. Bazen her ikisinin bir kimsede cem olması da mümkündür. Yani hem zâhirî nesep itibariyle Hazret-i Ali -kerremallahu veche-ye hem de mânevî nesep itibariyle Sıddîk-ı Ekber -radiyallahu anh-a varırlar. İşte bunlar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in hem nübüvvet, hem de velâyet hâline sahiptirler.
Mânen öyle yakınlık var ki, en yakından da yakındır ve bu yakınlık kıyamete kadar bir yoldan devam eder. Her fazilet, her meziyet o Nûr-i Muhammedî sayesindedir.
Bu yol has bir yoldur, Sıddîkiyet yoludur. Velâyet yolu, Hâtem'lik yoludur. Bu hâtemlik, Hatemü'l-Enbiyâ ile Hatemü'l-Evliyâ'ya verilmiştir.
Bu nurun, bu ilâhî feyzin kaynağı Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'dir. Bu vazifeyi Sıddîk-ı Ekber -radiyallahu anh- ve Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Hazerâtı'na teslim etti, yani onun buyurması ile yol devam etti, bu vazifeyi onlar gördüler. "Hâfî" olanı Hazret-i Ebu Bekir Sıddîk -radiyallahu anh- Efendimiz'den, "Cehrî" olanı ise Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz'den intişar etmiştir. Gele gele bu nurun Hâtem-i veli'de bütünüyle yayılmasına vesile oldu.
Şöyle ki:
Muhyiddîn İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri: "Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ" adlı eserinde; Hâtemü'l-evliyâ olan zâtla gizli bir perdenin ardından konuştuğunu ifşâ etmiş ve ona;
'Peki (velâyetin sizde olduğuna dâir) beraberinde tasdik edici bir yardımcın var mı?' diye sorduğunda:
"Ben Sıddîk-ı Ekber -radiyallahu anh-in halifesiyim, (kalplere) onun zikrini boşaltırım!" cevabını aldığını söylemiştir.
Yani ona verilen emaneti devren almış oluyor.
Şeyhü'l-Ekber -kuddise sırruh- Hazretleri'nin, husûsiyetle Hâtemü'l-evliyâ olan zâtın makâmını, alâmetlerini ve ayırt edici hususiyetlerini tespit etmek için yazdığı "Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ" adlı kitabındaki ifâdesine göre:
"Onun 'Hâtemü'l-evliyâ'lığının tasdik edici alâmeti, Sıddîk-ı Ekber -radiyallahu anh-in halifelerinden biri olarak gönderilmesi ve onun zikrini tâlim ve telkin etmesidir." (sh. 48)
Nasıl ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Sıddîk-ı Ekber -radiyallahu anh- Hazretleri'ne zikrullahı tâlim ettiyse ve onun vekâletini yapıyorsa, o tâlimâtın vekâletini o da yürütecek. Çünkü ona Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz tâlim etti ve o tâlim ile yürüdü. Sonra bu tâlim ona intikal edecek ve bunu o yürütecek.
Bizim yolumuz tasavvuf üzerinde irşattır. Çünkü Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri:
"Allah-u Teâlâ onun irşadını yayacak" buyuruyor.
İşte bu, bu mânâyı taşıyor.
Allah-u Teâlâ işte bu "Emanet-i İlâhi"yi Hâtemü'l-evliyâ'ya yüklemiş, taşıyacak gücü de bahşetmiştir. Bu ilâhi emaneti ondan başkasının taşıyabilmesi mümkün değildir.
Bandırmalı-zâde Seyyid Hâşim Mustafa el-Üsküdârî -kuddise sırruh- Hazretleri "Vâridât-ı Mensûre" adlı eserinde; Hâtemü'l-evliyâ olan zâtın, "İlmu'llâh"ın hocası olan Resulullah Aleyhisselâm'ın aslından ve Hazret-i Ali -radiyallahu anh-in neslinden "Mânevî hilâfet"e vâris olarak zuhur edeceğini beyan buyurmuştur:
"Şimdi, ey tâlip! Râbbânî âlemi ve İlâhî esrârı izhâr etmek ve kavratmak için her ne mikdâr çaba ve gayret, sa'y ve ihtimâm eylesem, bahânesi olan ehle fayda ve yakîn gelmez, bilâkis daha ziyâde münevver olmuş ve muhabbet etmiş olur. Hemen talep ve rağbet edenlere lâzım olan budur ki; zikrolunan faydalı yön üzere, velâyet sırrının mertebeleri olan dört mertebedeki efrâd (ferdleşmiş) zâttan eyleye ki, âlemin mürşidi ve İlâhî bir yol göstericidir.
Fahr-i Âlem, Sebeb-i veled-i benî-Âdem -sallallahu aleyhi ve sellem- Hazretleri saâdetle buyurdular ki:
'Benden sonra hilâfet yeryüzünde bulunan Hâşimoğulları'ndan nesep itibâriyle bana en yakın olanındır.' diye nice kere haber verdikleri farklı kitaplarda yazılıdır ve bu hilâfetten murâd üzerlerindeki ledün ilmi, hidâyete irşâd için olan hakîkî ve manevî hilâfettir. Zîrâ hâşâ, sümme hâşâ Sıdkiyyetin Hakîkat'i (Hâtemü'l-enbiyâ) vehimle ve hayâlle haber vere, sonra tersi zuhûr ede!.. Eğer murâdları zâhirî hilâfet olsaydı öyle zuhûr ederdi. Lâkin onların murâdı mânevî hilâfet ile ilgiliydi ki öyle zuhûr eyledi. İyi anla!...
Zâhirî hilâfet mânevî hilâfetin gölgesidir. İlâhî halîfeye, kâmil merde mânevî akid ile nefsi bağlamak, Ehlullâh'ın malûmları olan bir sırdır. Bu sözlerden murâd, İlmullâh'ın hocası, İlâhî halîfe âleminin mürşidi olan Resul-i Ekrem'in hânedânından ve İmâm-ı Alî -radiyallahu anh- nesl-i pâklerinden olur, Hâtemü'l-enbiyâ'nın ilmine vâris olan Hâtemü'l-evliyâ'dır." ("Vâridât-ı Mensûre", Millet Ktp. Ali Emîrî, Manzum, Mecmû'a, nr.: 737, vr. 153b)
"Hâtemü'l-evliyâ"lık hem nesep itibârı ile hem de mânevî yol ciheti ile birleşiyor. Bu hususlar gizlidir, beşerin idrâkinin dışındadır. Allah-u Teâlâ dilediğini dilediğine veriyor.
Hazret; "Zâhirî hilâfet mânevî hilâfetin gölgesidir. İlâhî halîfeye, kâmil merde mânevî akid ile nefsi bağlamak, Ehlullâh'ın malûmları olan bir sırdır." buyuruyor.
Allah ehli olan Evliyâullah Hazerâtı mânevi akitle bu zâta bağlıdır. Onlar ona bağlılıkta samimidirler, bunu ibraz etmişlerdir, söz vermişlerdir.
İlâhî vergiler husûsunda Şît Aleyhisselâm'dan istimdâd ettiklerini zannedenlerin, aslında Hatm'in rûhundan istimdâd ettiklerine dikkati çeken Karabaş Velî -kuddise sırruh- Hazretleri, "Hatm'in rûhu" ile murâd edilenin "Zâtî Tevhîd" olduğunu ifşâ ederek, onun asıl varlık maddesinin Allah'tan olduğunu haber vermiştir:
"İşte bu, gerçek müşâhade ilmidir ve her insan buna değer verir, bunu arzu eder. Lâkin istidâdını bundan başkasına harcayan onu hiçe müncer eder. Hatm'in rûhuna gelince, bu onun için geçerli değildir, zîrâ onun asıl maddesi Allah'tandır, varlıklardan hiçbirinin maddesinden değildir.
Hatm'in rûhundan murâd, Zâtî Tevhîd'dir ve ayrıca ondan başka, Zât'a muhtaç olan fiileri ve sıfatları dahî Tevhîd'dir. Kişi Şît'in rûhundan istimdâd ettiğini zanneder de, rûhun hakîkatini kavrayamaz." ("Kâşifü'l-Esrâri'l-Fusûs", Hacı Mahmud Efendi, nr.: 2225, vr. 29b-30a)
Hazret bu ifşaatında Hâtem-i veli'nin ruhunun asıl maddesinin Allah-u Teâlâ'dan olduğunu, varlıklardan hiç birisinin maddesinden olmadığını beyan buyuruyor.
Bu husustaki gizli sırrı yaklaşık üç yüz sene evvel yaşamış olan Allâme Abdülganî Nablusî -kuddise sırruh- Hazretleri "Cevâhirü'n-Nusûs" adlı eserinin Şit Aleyhisselâm'la ilgili olan İkinci Bölüm'ünde bu peygamberin kendi ilmini taşıyanlara yaptığı istimdâttan, velilerin sonuncusu olan bu zâtı istisnâ ederek şöyle buyurmuştur:
"Risâlet velâyeti, nübüvvet velâyeti ve iman velâyeti hususunda evliyânın Hatm'i olan insanın ruhu bunun dışındadır. Onun ilmi kâmillerin ruhları arasındaki bir ruhtan değil, ancak vasıtasız olarak, bir olan Allah-u Teâlâ'nın katından gelir." (Cevâhirü'n-Nusûs, s. 42)
Mevzunun özü budur.
Yani o bunların hepsinden ayrıdır. Onu O idare ediyor. Doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ onunla irtibat kurmuş. O ona veriyor, o dilediğine oradan veriyor.
Şeyhü'l-Ekber Muhyiddîn İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri "Fusûsü'l-Hikem" isimli eserinde Allah-u Teâlâ'nın Hâtemü'l-evliyâ'yı ezelden ayırdığına ve onun ruhî yapısına temas ederek şöyle buyurmuştur:
"Onun maddesi ruhlar arasındaki bir ruhtan değil, ancak Allah'tan gelir. Belki de onun rûhu, bütün ruhlara madde olur." (Fusûsü'l-Hikem)
Allah-u Teâlâ ezelden o iki nuru yarattı, murad ettiğini yerleştirdi, oradan yerleştirdi.
Allah'tan geldiği için onun ruhunun bütün ruhların mayası olduğunu beyan ediyor.
Huzeyfe -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz emanetin verilişini anlattıktan sonra bu emanetin (yani din duyguları, adalet ve emniyet umdelerinin) nasıl yok olacağını şöyle haber vermişlerdir:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bana emanetin nasıl indiğini şöyle haber verdi:
"Emanet (yani din duyguları, adalet ve emniyet umdiyeleri) bir takım yiğitlerin kalplerinin derinliklerine indi. Sonra onlar Kur'an'dan bilgiler öğrendiler, daha sonra Peygamber'in sünnetinden öğrendiler.
"Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler. Korkup endişeye düştüler. Onu insan yüklendi. Çünkü insan çok zalim ve çok cahildir." (Ahzâb: 72)
Âyet-i kerime'sinde işaret edilen iman, tevhid ve diğer emirler o insanin kalbine yerleşti. Sonra Kur'an-ı kerim ve Sünnet-i seniyye'den buyruk ve yasakları öğrenip yerli yerince yaptılar.
Sonra Resulullah Aleyhisselam bu emanetin yok olacağını şöyle haber verdi:
"Bir kişi azıcık uyur. O uyurken kalbinden emanet hissi çekilip alınır da; emanetin eseri (izi ve yeri), rengi uçuk bir nokta halinde yanık yeri gibi kalır. Sonra o yine uyur, bu defa emanetin izi (geri kalan kısmı da) alınır. Bunun eseri ve yeri de balta sallayan bir işçinin avucundaki bere kabarcığı gibi kalır.
Şu halde (o mübarek) emanet, senin ayağına düşürdüğün bir kıvılcımın düştüğü yeri şişirtip, senin onu bir kabarcık halinde görmen gibidir. Halbuki bu kabardıkça (vücudun hayati acısından) bir önemi yoktur.
Bu eser, siyahlıktan daha kötüdür.
Kalplerden emanet böyle silindikten sonra insanlar alışverişe devam ederler, fakat içlerinde emaneti doğruca yerine getirecek kişi zor bulunur. 'Filan oğullarından emin bir kişi varmış, ne akıllı, ne tedbirli, ne zarif, ne kahraman adamdır. Allahtan çekinir.' derler. HALBUKI ONUN KALBİNDE ZERRE KADAR İMAN YOKTUR."
Huzeyfe -radiyallahu anh- der ki:
"Ben o güzel günleri görüp geçirdim. Kiminle olursa olsun düşünmeden alış-veriş ederdim. O Müslüman ise dini, başka dinden ise âmiri, valisi onu bana hainlik etmekten menederdi. Bugün emanet ve emniyet kalmadığından, falandan başkasıyla alış-veriş etmiyorum." (Buhari, Tecrid-i sarîh: 2039)
Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretleri emanetin yani din duygularının, adalet ve emniyet umdiyelerinin Allah-u Teâlâ tarafından insan gönüllerine nasıl ilham olunup sonra birer birer nasıl silinip gittiğini en beliğ bir üslup ile Resulullah Aleyhisselam'in nübüvvet lisanından nakletmiştir. Bir kelime ile İslâm nurunun nasıl doğduğunu, nasıl söndüğünü bildirmiştir.
İnsan uyuyacak, uyurken imanı çekilecek, imanı çekilince orada bir kabartı kalacak. Amma balta yemiş el şişer, orda taş yoktur, şişkinlik vardır. Başka zaman gene uyur, şişkinlikte gider. Siyah nokta kalır, başka zaman yine uyur, o siyah nokta da gider.
Artık dümdüz olur, bitti iman gitti, gece uyurken iman gider. Yani Cenâb-ı Hakk onun kalbinden imanı alıyor.
Tabi bu da hatalardan ötürü oluyor. Yani sen hiç farkına bile varmadan iman gidiyor. Sonra sen işi bozuyorsun. Zaten iman alındığından ötürü bozuyorsun. Onun için hata yaparsan senin imanını çeker, sonra sen işi bozarsın. Zaten iman alındığından ötürü bozarsın. Bugün de iman çok az. Görünüşte fevkalade müslüman fakat zerre kadar iman yok.
Emanet kalpte, kalbin derinliklerindedir. Kalbe emanet edilmiştir. Bu emanet öyle bir emanet ki, imanın hakikatleri, İslâm'ın nezaketi, letafeti, tevhid ve diğer emirler ile adalet, emniyet gibi ahlâki faziletlerdir.
İnsan hata yapar, günahta ısrarcı olur, kabahatlerde sınır tanımaz isyan, şirk ve küfürde kalırsa iman gider. İman gidince insanın kalbi döner ve işi bozmaya başlar.
İmansız olarak yaşarlar, bütün iş ve icraatları gösterişten ibarettir. Diğer taraftan dinin yıkılmasına sebep olacak iş ve icraatlar yaparlar. Bu icraatlarını dindenmiş gibi göstermek isterler.
İnsan Hazret-i Allah'a yönelik olsaydı, tevbe istiğfar kapılarından girseydi, belki emanet duygularını kaybetmeyebilirdi.
Ebu Hureyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i Şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Zani zina ederken mümin olarak zina etmez. Hırsız çalarken mümin olarak çalmaz. Şarabı içerken dahi sarhoş mümin olarak içmez." (Müslim: 57)
Nefsinin şehvetine uyarak başkasının hukukuna gizlice el uzatmak, kendisinin hakkı bulunmayan bir malı Allah-u Teâlâ görmüyormuş gibi çalmaya kalkışmak, elbette Allah-u Teâlâ'nın izzetine bir tecavüz ve gizliden gizliye bir harptir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i serif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Bir kul zina ettiği zaman, iman nuru kalbinden çıkar, bir gölge gibi başının üzerinde durur. Ancak tam bir tövbe ettiği zaman dönüp kalbine girer." (C. Sagir)
İnsan hatasında ısrarcı olup günahında da tevbe-i nasuh ile tevbe etmeyince emanet kalpten çıkmaya başlar. Dıştan çok akıllı, zarif, kibar dersin ama iman çekilmiş, kalpte zerre kadar iman kalmamıştır.
Nasıl ki uykuda iken ruh alınıyorsa ve bir daha geri verilmiyorsa insanın ölümü gerçekleşiyorsa, uykuda alınan bu emanet duygularıyla da imansızlık, yani mânevi ölüm gerçekleşmiş olur. Artık o kalp mühürlenmiştir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde kullarını geceleyin uykularında kendilerinden geçirmek suretiyle öldürdüğünü beyan buyuruyor:
"Sizi geceleyin öldüren O'dur." (En'am: 60)
Ruh uyku halinde zâhirden bâtına geçer. İnsan uykuya daldığı zaman ölü gibi kendini kaybeder, şuur ve idrakine sahip olamaz. Çünkü uyku küçük ölümdür. O artık her haliyle Allah-u Teâlâ'nın kabza-i ilâhisindedir. Onu yeniden hayata döndürecek yegane kudret O'dur.
Bu Âyet-i kerime ayrıca uykunun ölüme, uyanmanın da yeniden dirilip kalkmaya açık bir delilidir.
Allah-u Teâlâ büyük ölüm esnasında bedenlerdeki ruhları kabzetmek üzere vazifeli melekleri göndermek suretiyle ruhları alanın da, uyuma esnasında küçük ölüm ile ruhları alanın da kendisi olduğunu Âyet-i kerime'sinde beyan buyurmaktadır:
"Allah öleceklerin ölümleri anında, ölmeyeceklerin de uykuları esnasında ruhlarını alır.
Ölmelerine hükmettiği kimselerin ruhunu yanında tutar, diğerlerini belli bir süreye kadar (bedenlerine) gönderir." (Zümer: 42)
İnsanlar uyanıkken de uykuda iken de Allah-u Teâlâ'nın murakabası altındadırlar.
Allah-u Teâlâ ömürleri tamam olmayıp ölmeyecek olanların ruhlarını alır, uyanıncaya kadar tutar, cesetlere bırakmaz sonra uyanırlar ve hayatları mukadder ecelleri gelinceye kadar devam eder.
Ömrü tamam olmuş, eceli gelmiş olanların ruhlarını ise tutar, bedenden alâkasını keser ve onlar bir daha uyanamazlar. Kıyamete kadar da bir daha o bedene dönüşü mümkün olmaz.
"Şüphesiz ki bunda iyi düşünen kimseler için öğütler ve ibretler vardır." (Zümer: 42)
Ölürken ve uykuda iken ruhların alınmasında, bunların alıkonulmasında veya belli bir süreye kadar bırakılmasında, Allah-u Teâlâ'nın azametinin enginliğine, kıyametin ve haşrın gerçekleşeceğine pek büyük ve açık deliller vardır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Sizden biriniz yatağına yatacağı zaman yatağını silksin. Çünkü oraya neler girdiğini bilemez. Sonra şöyle duâ etsin:
(Bismike Rabbî veda'tü cenbî vebike erfeuhü in emseke nefsî ferhamhâ ve in erseltehâ fahfazhâ bimâ tahfezu bihi ibâdikes-sâlihîn)
"Ey Rabb'im! Ancak senin isminle yanımı yatağa koydum ve ancak senin iradenle kaldırabilirim. Ey Rabb'im! Uykudayken ruhumu alırsan bana rahmetini ihsan et. Tekrar cesedime yollarsan sâlih kullarını muhafaza ettiğin gibi muhafaza buyur." (Buhari. Tecrid-i Sârih: 2147)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"O gün ki, ne mal fayda verir ne de oğullar... Meğer ki Allah'a tamamen salim ve temiz bir kalp ile gelenler ola." (Şuara: 88-89)
Kalbin ıslahı çok mühimdir, çünkü bütün azalar onun emrindedir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İyi bilin ki insanda bir et parçası vardır, o iyi olursa bütün ceset iyi olur. O bozulursa bütün ceset ifsad olur. O et parçası kalptir." (Buhârî)
Kötülüklerden ve günahlardan uzaklaşan bir kalp saâdete erip felâh bulduğu, Allah katında makbul olduğu gibi; mâsiyetlere daldığı zaman, şehvet ve lezzetlere dalıp hayvanî sıfatlarla örtüldüğü zaman, o nispette Allah'tan uzaklaşır.
Bir Hadis-i şerif'te de şöyle buyuruluyor:
"Kalp bir hükümdardır ve kalbin askerleri vardır. Eğer hükümdar bozulursa askerler de bozulur, iyi olursa askerler de iyi olur." (C. Sağir)
Kalp nurlandığı zaman nûru bütün uzuvlara dağılır, uzuvlardan sadır olan kötülüklerin kaynağı ise yine kalptir.
O'nun tecelli etmesi için kalp kilidinin açılması lâzım, kalp kulağının açılması lâzım, kalp gözünün açılması lâzım. İnsan ancak kalp vasıtasıyla hikmetle idrak edebilir. İlim, amel, ihlâs üzere bulunursa gitgide melekiyet sıfatına nail olur, aksi halde hayvânî melekeye iner. Beden bir binek, azalar nefer mesabesinde, kalp ise padişah hükmündedir.
Gönül gayb âlemine dönüp ona bağlanırsa, o kimse Allah yoluna sülûk eder, meleklerin vasıflarını kazanır, emaneti taşımaya yaraşır bir kimse olur. Nimet-i ilâhiye temiz kalplerde tecelli eder.
Allah-u Teâlâ dilediği zaman bir kulunun kalp gözünü açarsa gayb âlemini görür, dilerse âlemleri seyrettirir. Kalp kulağını açarsa istediklerini duyurur. Bunların kalbine nurunu akıtmış, kendi lütfundan bir ruh ile desteklemiştir. Allah-u Teâlâ kimin kalp gözünü açarsa hakikati o bilir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Kalpler dört sınıfa ayrılır:
1. Tertemiz bir kalptir ki, içinde alev alev yanan bir lâmba vardır. Bu müminin kalbidir.
2. Simsiyah kesilmiş ve döndürülmüş kalptir. Bu kâfirin kalbidir.
3. Kılıflı ve kılıfının ağzı bağlanmış kalptir. Bu münafığın kalbidir.
4. Terkedilmiş, yüz çevirilmiş kalptir ki, iman da nifak da vardır.
İman bu kalpte, temiz suyun yeşillendirip çoğalttığı bakla gibidir. Nifak ise irin ve sarı suyun geliştirip büyüttüğü çıban gibidir. Binaenaleyh bu iki maddeden hangisi üstün gelirse, onunla hükmedilir." (Ahmed bin Hanbel)
"Kıyamet ne zamandır?" diye soran bir zâta Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdular:
"Emanet yitirildiği zaman kıyameti bekle! İşler ehil olmayanlara verilince kıyameti bekle!" (Buhârî. Tecrîd-i sarîh 54)
Ebu Zerr-i Gıfârî -radiyallahu anh- "Yâ Resulellah! Beni bir göreve tayin etmez misin?" diye sorduğunda, mübarek ellerini omuzuna koyarak şöyle buyurdular: "Yâ Ebu Zerr! Sen zayıfsın, vazife ise emanettir ve kıyamet gününde rüsvaylıktır ve pişmanlıktır. Ancak bu emaneti hakkıyla alıp yürütenler müstesnâ." (Müslim)
Ehliyet ve salâhiyeti olmayan, yapacağı işe hakkıyla vakıf olmayan bir kimse, bir işi üzerine alıp da lâyıkıyla yapamazsa, bu da emanete hıyanettir.
Hadis-i şerif'lerde emanete hıyanet etmenin kıyamet alâmetlerinden olduğu haber verilmektedir. Diğer bir Hadis-i şerif'te ise kıyamet alâmeti olarak "Emanetin ganimet bilineceği" beyan edilmektedir.
Emanet; korumak ve saklamak için insana verilen maddi ve mânevi şeyler demek olduğu için Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Bir kısmınız diğerlerine bir şey emanet ederse, güvenilen kimse kendisine emanet edileni yerine versin ve bu hususta Rabb'i olan Allah'tan korksun." buyuruyor. (Bakara: 283)
Hadis-i şerif'te ise:
"Emanet izzettir." buyuruluyor. (Münâvî)
Ücret veya maaş karşılığında çalışan kimsenin yapacağı işi hakkıyla yapması, mesuliyetini bilmesi emanettir. Yanında çalıştığı kimsenin izni olmaksızın işi gevşek tutarsa, işe geç gelir veya erken paydos ederse, emanetin hilâfına hareket etmiş olur.
Başkasının malını haksız olarak yemenin haram yollarından birisi de rüşvettir. Hangi şekilde ve hangi isim altında bulunursa bulunsun dinimiz rüşveti yasaklamıştır.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde:
"Aranızda birbirinizin mallarını haksız sebeplerle yemeyin, bildiğiniz halde günaha girerek insanların mallarından bir kısmını yemek için onu hâkimlere (rüşvet yollu) aktarmayın." buyuruyor. (Bakara: 188)
Allah'ın gadabını gerektirecek kadar kötü olan rüşveti alan da veren de, hatta vasıta olan da günahta eşittir.
"Rüşvet alana, verene ve vasıta olana Allah lânet etsin." (Hâkim)
Rüşvete hediye isminin verilmesi, onu haramdan helâle çevirmez.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Kur'an-ı kerim'inde:
"Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haram sebeplerle değil, karşılıklı rizâ ile yapılan ticaretle yiyin. Haram ile nefsinizi mahvetmeyin. Şüphesiz ki Allah size karşı çok merhametlidir." buyuruyor. (Nisâ: 29)
Âyet-i Celile'deki "Haram ile nefsizini mahvetmeyin!" Emr-i Sübhâni'si çok mühim ve ince bir mânâyı ihtiva etmektedir.
Hadis-i şerif'te:
"İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, kişi kazandığı malın helâlden mi haramdan mı olduğuna aldırış etmeyecektir." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 962)
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Haramdan meydana gelen her vücuda, ateş daha lâyıktır." buyuruyorlar. (Tirmizî)
Haram, yürüyen merdiven gibidir. Ayağını bastın mı bir daha yakayı kurtaramazsın. Seni alır, cehenemin dibine kadar götürür.
Haram, insanın içini karartır. Haram yiyen kişiden iyi işler beklemek boştur. Çünkü küpün içinde ne varsa dışına o sızar.
Diğer Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyuruyorlar:
"Bir kimse haramdan bir şey yerse kırk gün namazı kabule şâyân olmaz." (Deylemî)
"Bir insan ki, büyük bir iştiyâkla, (Hacc veya Umre için) yola çıkar. Birçok eziyetlere katlanır, toz toprak içinde kalır. Ellerini semâya doğru açıp Yâ Rabb'î, Yâ Rabb'î diye yalvardığı halde, yediği haram, içtiği haram, giydiği haram ve her türlü gıdası haramdır. Böyle bir adamın duâsı nasıl kabul edilir?" (Müslim)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz yanlışlıkla zekât develerinin sütünü içtiği zaman, parmağını ağzına sokarak istifrâ etmiştir. "Biz harama düşeriz korkusuyla helâlin onda dokuzunu terkederdik." sözü ne kadar düşündürücüdür.
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimiz de, kölesinin haram kazancından olan sütü içince, boğazına parmak salarak istifrâ etmeye başlamış, neredeyse ölecek hale gelmişti. Daha sonra "Allah'ım! Midemde kalıp damarlarıma karışan kısmından sana sığınırım." diye duâ etmiştir.
Haram ve bâtıl yollarla, başkalarının rızâ ve menfaatlerini gözetmeksizin elde edilen kazançlar menfaat gibi görünüyorsa da aslında zarardır.
Haram lokma insanın içini tahrip eder ve kötülüğe tahrik eder.
Fâiz, kumar, ihtikâr, rüşvet, hile... gibi gayr-i meşru yollardan kazanç sağlayan kimse kendisini mahvetmiş demektir. İşte bu elim âkıbetten müminleri kurtarmak için rahmetiyle tecelli eden Allah'ımız, bu yollardan kazanç sağlamayı yasaklamıştır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet olunduğuna göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde beyan buyururlar:
"Bir adam bir kimseden bir arsa satın aldı. Daha sonra arsada bir küp altın buldu. Küpü alarak arsayı satan adama getirdi. 'Ben senden yalnız arsayı satın aldım, altın almadım, al şu altınları!' dedi. Fakat adam almadı: 'Hayır almam, ben sana toprağı her şeyiyle sattım.' cevabını verdi. Alırsın almazsın derken mahkemeye düştüler. Hakim de onlara 'Sizin oğlunuz ve kızınız var mı?' diye sordu. Bunlardan birisi 'Benim bir oğlum var.' Öbürü 'Benim de bir kızım var.' dediler. Bunun üzerine hakim 'Öyle ise bu ikisini evlendirin ve bu altından onlara verin, bir kısmını da kendiniz için sarfedin.' diye hükmetti." (Buhârî ve Müslim)
Altınları ikisi de almıyorlar. Bugünkü durumumuza bakın, şu İslâm'ın güzelliklerine bir bakın!
İslâm budur.
"Bir şeyi gizlice almak, hırsızlık yapmak" mânâlarına gelen gulûl; taksim edilmeden önce ganimet mallarından bir şey çalmak demektir. "Devlet malına da vakıf malına da hıyanet etmek" de bu türdendir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle söylemiştir:
Bir gün Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- aramızda bulunduğu bir sırada ayağa kalkarak hıyaneti andı, onu büyüttü de büyüttü, onun halini de büyüttü.
Sonra şöyle buyurdu:
"Sakın sizden birinizi kıyamet günü, boynunda böğürmesi olan bir deve olduğu halde gelerek: 'Yâ Resulellah! Beni kurtar!' derken, kendimi de: 'Senin için hiçbir şeye mâlik değilim, ben sana tebliğ ettim.' diye cevap verirken bulmayayım.
Sakın sizden birinizi kıyamet günü, boynunda kişneyişi olan bir at olduğu halde gelerek: 'Yâ Resulellah! Beni kurtar!' derken, kendimi de: 'Senin için hiçbir şeye mâlik değilim, ben sana tebliğ ettim.' diye cevap verirken bulmayayım.
Sakın sizden birinizi kıyamet günü, boynunda meleyişi olan bir koyun olduğu halde gelerek: 'Yâ Resulellah! Beni kurtar!' derken, kendimi de: 'Senin için hiçbir şeye mâlik değilim, ben sana tebliğ ettim.' diye cevap verirken bulmayayım.
Sakın sizden birinizi kıyamet günü, boynunda çığlığı olan bir kimse olduğu halde gelerek: 'Yâ Resulellah! Beni kurtar!' derken, kendimi de: 'Senin için hiçbir şeye mâlik değilim, ben sana tebliğ ettim.' diye cevap verirken bulmayayım.
Sakın sizden birinizi kıyamet günü, boynunda dalgalanan elbiseler olduğu halde gelerek: 'Yâ Resulellah! Beni kurtar!' derken, kendimi de 'Senin için hiçbir şeye mâlik değilim, ben sana tebliğ ettim.' diye cevap verirken bulmayayım.
Sakın sizden birinizi kıyamet günü, boynunda altın, gümüş olduğu halde gelerek: 'Yâ Resulellah! Beni kurtar!' derken, kendimi de: 'Senin için hiçbir şeye mâlik değilim, ben sana tebliğ ettim.' diye cevap verirken bulmayayım." (Müslim: 1831)
Bu Hadis-i şerif'ten anlaşılıyor ki, gerek ganimet malından ve gerekse devlet malından çalınıp aşırılan her şey kıyamet gününde hâinlerin boynunda asılı olarak gelecektir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in bir cümle ile ifade edilebilecek bir hususu, aynı kelimelerle ayrı ayrı beyan etmesi hıyanetin vebalini büyütmek ve zihinlerde kuvvetle yerleşmesini sağlamak içindir.
Her ne kadar bu Hadis-i şerif'te değeri yüksek olan şeyler zikredilerek ihanetten men edilirse de, diğer bazı Hadis-i şerif'lerde; ayakkabı bağı, iğne, iplik ve hatta bunlardan daha değersiz olan devlete âit şeyleri çalmanın aynı şekilde hıyanet olduğu, ganimet malından böyle değersiz küçük bir şey çalmış olarak cephede ölen bir askerin şehitlik mertebesini kaybedeceği belirtilmektedir.
Devlet malına hıyanet etmek çok büyük bir günahtır. Kişiyi direkt cehenneme götürür.
Devlet malından bir şey çalmak, vazifesini şahsi çıkarı için kullanmak emanete hıyanet etmektir.
"Kim bu hıyanetliği yaparsa, kıyamet gününde hıyanet ettiği şeyle gelir." (Âl-i imrân: 161)
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- şöyle söylemiştir:
"Bir toplulukta devlet malından hırsızlık (Gulûl) zuhur ederse, Allah o topluluğun kalplerine korku salar.
Bir topluluk içinde zina yayılırsa orada ölümler artar.
Bir topluluk ölçü ve tartılarda hile yaparak miktarı azaltırsa Allah onlardan rızkı keser.
Bir kavmin (mahkemelerinde) haksız yere hükümler verilirse, o kavimde mutlaka kan yaygınlaşır.
Bir kavim sözünden dönüp gadre yer verirse, Allah onlara mutlaka düşmanlarını musallat eder." (Muvatta. Cihad: 26)
Görülüyor ki devlet malının yağmalanması ile başlayan düşüş; zina, ölçü-tartıda hile, adaletsizlik gibi çeşitli safhalardan geçerek sözünden dönme noktasına ulaşmaktadır.
Midelerine haram girince, kalplerini korku sarar ve düşmanlarıyla karşılaşmak istemezler. Düşmanları da onlara galebe çalar.
Yine rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz devlet malından iki dirhemlik bir miktarı çalan Eşca'lı sahabenin cenaze namazını kılmamıştır. (İbn-i Hemmâm; el-Musannef)
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ezd kabilesinden bir zâtı zekât toplamak üzere göndermişti. Bu zâtın vazife dönüşü "Şunlar zekât malı, şunlar da bana verilen hediyelerdir." demesi üzerine Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz minbere çıkarak Allah'a hamd-ü senâdan sonra şöyle buyurdu:
"Gönderdiğim memura ne oluyor ki, 'Bu sizin, bu da bana verilen hediyedir.' diyor. Babasının ya da annesinin evinde otursaydı, ona hediye verilir miydi?
Hayatım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, sizden biriniz haksız yere bir şey alırsa; o aldığı deve, sığır veya koyun, omuzuna yükletilmiş olarak Allah'ın huzuruna çıkacaktır."
Sonra Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz koltuk altları görünecek şekilde ellerini kaldırıp üç defa "Yâ Rabb, emrini tebliğ ettim mi?" buyurdu. (Buhârî)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in, memuriyeti şahsi menfaatlere âlet edilmemesi hususunda yaptığı tebliğat son derece etkili olmuştur.
Muaz bin Cebel -radiyallahu anh- der ki:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- beni Yemen'e göndermişti. Hareket edip yürüdüğüm zaman arkamdan birini göndererek beni çağırdı.
Yanına varınca:
'Sana niye adam gönderip geri çağırdığımı biliyor musun?' buyurdu ve ilâve etti:
"Benim iznim olmadan hiçbir şey almayacaksın! Zira bu gulûldür (hırsızlıktır). Kim gulûl yaparsa, kıyamet günü aldığı şey ile gelir. İşte bunun için seni çağırdım. Artık işine gidebilirsin." (Tirmizî: 1335)
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ- bir deve satın alarak meraya salmıştı. Deve orada otlayarak hayli beslendi. Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- çarşıda gördüğü bu besili devenin kime ait olduğunu sordu. Oğlunun olduğunu öğrenince onu çağırttı. Kendisini dinledikten sonra çok celâllendi.
"Emirül-müminin'in oğlunun devesini güdün, sulayın, besleyin öyle mi? Olmaz böyle şey! Ey Abdullah! Deveyi sat, sermayeni al, fazlasını beytülmâle koy." buyurdu ve öyle de yapıldı.
•
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
"Hayber savaşının vukû bulduğu gün Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in ashâbından birkaç kişi gelerek 'Filân şehit, filân şehittir!..' dediler. Nihayet bir kişinin yanına vararak 'Bu da şehittir!' dediler.
Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
"Hayır! Ben onu aşırdığı bir hırka yahut yağmurluktan dolayı cehennemde gördüm." buyurdu.
Sonra da: "Ey Hattab oğlu! Git de: 'Cennete müminlerden başkası giremez.' diye topluluğun içinde nidâ et!' buyurdu.
Ben de çıktım ve:
'Dikkat! Cennete müminlerden başkası giremez!' diye nidâ ettim." (Müslim: 114)
Şehitlik dünyada ulaşılabilecek mertebelerin en üstünü olduğu için, Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı savaşlarda şehit olanlara gıpta ederlerdi. Burada, şehit olanları Resulullah Aleyhiselâm'a haber vermelerinin sebebi de bu imrenme duygusudur. Çünkü onlar Allah-u Teâlâ'nın şu Âyet-i kerime'sini çok iyi biliyor ve bu ilâhî beyandaki ölümsüzlerden olmak istiyorlardı:
"Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin, bilâkis onlar diridirler. Fakat siz farkında değilsiniz." (Âl-i imrân: 154)
Böyle olduğu halde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, şehit olduğu haber verilen kişinin, ganimetten çaldığı bir hırkadan dolayı cehennemde olduğunu bildirmiştir.
•
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ile birlikte Hayber savaşına çıktık. Allah da bize fethi müyesser kıldı. Ganimet olarak altın ve gümüş almadık. Sadece eşya, yiyecek ve giyecek aldık. Sonra Vâdil-kurâ'ya çekildik. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in kölesi gölgeliğe girmek için ayağa kalktı. Bu esnada kendisine bir ok isabet etti, eceli de bundan oldu.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
'Hayır! Muhammed'in nefsi kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Hayber'de taksim edilmemiş olan ganimetlerden almış olduğu şu hırka ateş olmuş, onun üzerinde alev alev yanmaktadır.' buyurdu.
Herkesi bir korku almıştı. Derken bir kimse bir veya iki adet pabuç tasması getirdi ve: 'Yâ Resulellah! Bunu Hayber'de almıştım' dedi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
"Ateşten bir pabuç tasması, yahut ateşten iki pabuç tasması!" (Müslim: 115)
Görülüyor ki çalınan şeyler ateş haline getirilerek hıyanet edenlere onlarla azab edilecektir.
Yine görülüyor ki hâin harpte öldürülse bile ona şehit denilemez.
Bir Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
"Kimin ruhu şu üç şeyden uzak olarak bedenini terkederse cennete girer: Kibir, hâinlik ve borç." (Tirmizî - İbn-i Mâce)
•
Abdullah bin Amr -radiyallahu anhümâ-nın şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in seferde eşyasına bakan Kirkire adında biri vardı, günün birinde öldü.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- onun için:
'Bu adam cehennemliktir!' buyurdu.
Ashâb: 'Acaba neden ki?' diye bakmaya gittiler. Ganimet malından aşırmış bir abayı yanında buldular." (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 1283)
Bir Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyuruyorlar:
"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir kimsenin, müslümanların ganimetinden (devlet malından) olan bir hayvana, zayıf düşürüp de öyle geri verecek şekilde binmesi helâl değildir.
Allah'a ve ahiret gününe inanan bir kimsenin bir elbise eskitip de öyle geri verecek şekilde giymesi helâl değildir." (Ebu Dâvud)
•
Rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Selmân-ı Fârisî -radiyallahu anh-ı ganimetleri korumakla vazifelendirmişti. Derken bir kimse gelerek: "Selman! Elbisem yırtık idi. Ganimetten bir iğne iplik alıp onu diktim. Bana günah var mı?" diye sordu. Selman -radiyallahu anh-: "Herşey miktara göredir." diye cevap verdi. Bunun üzerine o kimse elbisesinden o ipliği çekip çıkararak, ganimet malının içine kattı.
Yine rivayet edildiğine göre bir kimse ganimet içinden bir veya iki ayakkabı bağı alıp: "Bunları Hayber günü ben ele geçirmiştim." dedi.
Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Cehennemde olan bir veya iki ayakkabı bağı!" buyurdu. (Buhârî - Müslim)
•
Adiyy bin Amîre el-Kindî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre "Ben Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in şöyle söylediğini işittim." demiştir.
"Sizden herhangi bir kimseyi memur tayin ettiğimizde, o bizden bir iğneyi veya iğneden daha değersiz bir şeyi gizleyecek olursa bu bir hıyanettir. Kıyamet gününde onunla gelir."
Bunun üzerine Ensar'dan siyah bir kimse ayağa kalkarak: "Yâ Resulellah! Bana verdiğin memuriyeti geri al!" dedi. Ben onu hâlâ görür gibiyim.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-: "Bu da ne demek oluyor?" diye sordu. O kimse: "Senin şöyle şöyle söylediğini işittim." deyince, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
"Ben aynı şeyleri şimdi bir kere daha söylüyorum. Sizden kimi bir vazifeye tayin edersek, az çok ne elde ettiyse getirsin. Ondan kendisine, tarafımızdan verileni alsın, men edilenden kaçınsın." (Müslim: 1833)
Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine, gelecekle alâkalı birçok şeyi bildirmiş, o ise onlardan bazısını ümmetine bir bir açıklamış ve ümmet-i muhteremesini bu fitne-fesâda karşı uyarmıştır. Bir mucize olarak Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Devlet malı (hazine) belirli çevrelerin menfaati yapıldığı,
Emanet kelepir ve zekât angarya sayıldığı,
İlim dinden başka gaye için tahsil edildiği,
Kişi karısına itaat edip annesine asi olduğu ve dostunu kendisine yaklaştırıp babasını uzaklaştırdığı,
Mescidlerde gürültüler başgösterdiği, fâsık kimsenin kabilenin başına geçtiği ve aşağılık adamın milletin lideri olduğu,
Şerrinden korkulduğu için kişiye ikramda bulunulduğu,
Şarkıcı kadınlar ve çalgı âletleri türediği,
Şaraplar içildiği
Ve bu ümmetin sonunda gelenler evvel gelenleri lânetlediği zaman;
İşte o zaman kızıl bir rüzgâr, zelzele, yere batma, şekil değiştirme, taşlanma ve ipi kopan bir kolyenin tanelerinin birbiri ardı sıra gitmesi gibi birbirini takip eden alâmetler beklesinler." (Tirmizî)