Müeyyedüddîn Mahmûd el-Cendî -kuddise sırruh- Hazretleri "Şerh-i Fusûsu'l-Hikem li'l-Cendî" adlı eserinin başka bir noktasında; nebi ve resullerin velâyet ve yakınlıkla ilgili sırları Hâtemü'l-evliyâ mişkâtından müşâhade ettiklerini, dolayısıyla velilerin de onu ancak bu mişkâttan müşâhade edebileceklerini beyan buyurmuştur:
"Allah-u Teâlâ resullere ve nebilere, bilhassa velâyet ve yakınlığa mahsus olan ilim ve sırları müşâhade ettirirken; Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-e has kılınan velâyet cihetinden, yahut umumî velâyet cihetinden müşâhade ettirir.
Nitekim Hızır Aleyhisselâm Musa'ya;
'Ben, Allah'ın bana kendi ilminden öğrettiği bir ilim üzere yürüyorum ki, sen onu bilmezsin! Allah'ın sana öğrettiği ilmi de ben bilmem.' buyurmuştu. (Buhârî)
Yani bizden herhangi birimiz, mertebe ve makam tayini ile zuhur edebilen şeylerin hepsine erişebilmiş değiliz.
Peygamber, ilâhî hikmetlerden kendisi için elde etmeye güç yetirebildiği herhangi bir şeyi, velâyeti cihetinden üç konum üzere elde eder:
Ümmet dışında, yalnız kendisine tahsis edilen hikmet,
İçine ümmetin de ortak olduğu hikmet,
Ve onun dışında, ümmetin yalnız kendisine tahsîs edilen hikmet.
İşte bu hikmetleri bir peygamber ancak velâyet mişkâtı yönünden elde edebilir.
Peygamberle halk arasına nisbet edilen 'Nübüvvet' kesilmiştir. Bu kesilme nedeniyle, Resulullah'tan sonra herhangi birine şeriat kurmak için meleğin inmemesi şeklinde bir mânâ uzak olmayıp, bu şeriata ebediyyen muhâlefet edilemez.
Şu kadar var ki, velâyet'in kesilmesi mümkün değildir. Allah'tan alındığı, ilkâ edildiği, tecellî ve tâlim edildiği, öğretildiği ve ilhâm edildiği için; Allah kendisini 'Nebi ve 'Resul' diye isimlendirmeyip, 'Veli' ve 'Hamid' diye isimlendirdiği için, O'nun velilerinden kesilip bitmesi ebediyyen mümkün olmaz.
En ulu müşâhadeye dâir, resullerin ve nebilerin dahi üçüncü bir gözle görebildiği ve ancak bu şekilde zikredilebilen bu sır, başka biri için yalnız Hâtemü'l-veli mişkâtından meydana gelebilir; velilerin de onu ancak bu mişkâttan müşâhade etmeleri icab eder. İyi anla!.."
("Kitâbu Şerhü'l-Fusûs li'ş-Şeyh Müeyyedüddîn el-Cendî"; Şehid Ali Paşa, no.: 1240, 135aa-135byaprağı.)
Bu beyanının özünü şöyle arzedeyim: Bu ilâhî bir sırdır, bunun iç yüzünü açmak mümkün değildir. Bu buradan geliyor. Ne koyduğunu O bilir, dilediği kadar bildirir, dilemediğini bildirmez. Mânânın özü budur. Öyle koymuş Mevlâ, öyle murad etmiş.
Buradan anlaşılıyor ki Allah-u Teâlâ ezelden ona ihsan ettiğini, murad ettiğine istifade ettiriyor. Bunlar ilâhî lütuftan başka hiçbir şey değildir. Fakat ezelden oraya vermiş de, gizli sırları oradan almalarını murad etmiş, özü budur.
Velâyetin kesilmesinin mümkün olmadığına dâir olan beyanına gelince;
Çok ince bir mevzuya temas etmiş bu zât-ı muhterem.
Şu anlaşılıyor ki; şeriat şeriattır, hüküm hükümdür. Resuller vahiyle alıyor, umûmî irşada mezun oldukları için halka bunu duyurmak mecburiyetindedir. Fakat veli böyle değildir. Veliler doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ'dan alıyor. Velâyet Hakk ile kulun arasındaki gizli bir köprüdür. Dilediğine dilediği kadar ilham eder. Her velâyetin derin mânâlârı varsa da, Resulullah Aleyhisselâm'ın velâyeti esas oluyor.
Burada bir başka incelik daha vardır ki; Hâtem-i veli, velilerin sonuncusu olmasına rağmen ilâhî lütuf insanlardan kesilmiş değildir. Yani nebi resul kesilir, fakat Hâtem-i veli'den sonra velâyet olmayacağına göre, yine ilâhî lütuf kullarının üzerinde mevcut olur.