"Namaz, Rabb'imiz Teâlâ Hazretleri'nin görünür-görünmez, bitmez-tükenmez ihsan ve ikrâmlarına karşı şükran ve tazimlerimizi sunmak için kalbimiz, dilimiz ve bedenimizle yaptığımız bir ibâdettir.
Hadis-i şerif'lere göre İslâm'ın şartı, dinin direği ve temeli, ibâdetlerin rehberi, cennetin anahtarıdır. Müminin miracı, kalbinin nûru, ruhunun gıdasıdır. Muttakilerin göz aydınlığıdır.
Namaz kılmakla, İslâm'ın esas ve büyük temeli kurulmuş, kişi kurtuluş ipine tutunmuş olur.
Amellerin en efdâlî vaktinde kılınan namazdır. İnsan namaza ne kadar devamlı olursa, dinini de o kadar sağlamlaştırmış olur.
Büyük günahlardan sakınıldığı müddetçe, namazlar vakit aralarındaki günahlara kefârettir. Kötülüklerin önüne çekilmiş bir seddir. Hakîkatına inilerek edâ edilirse, insanı her türlü kötülüklerden korur.
Allah'a imandan sonra her müslümana en mühim farz, namazdır. Yalnız ümmet-i Muhammed'e değil, geçmiş ümmetlerin hepsine de farz kılınmıştır."
İslâm dininin temel esaslarından olan namaz, mükellef olmuş her müslümana farzdır. Hazret-i Allah'a kulluk vazifelerinin başında gelen bu ibadet şeytanın, şeytanlaşmış insanların kendi nefsâni zan ve düşünceleri doğrultusunda fitneler ile bozulmaya çalışılmıştır. Günümüzde dahi bu fitnelerin ektiği tohumlar hâlâ devam etmektedir.
Günün beş vaktinde zamanı hususiyetle belirlenen bu ibadet bazıları tarafından üç vakit olarak kılınmakta ve bu fikirleri etrafa kabul ettirilmeye çalışılmaktadır.
Farziyeti ve vakitleri tartışılmaz bir şekilde ehl-i iman, ehl-i takvâ, ehl-i sünnet itikâdınca farz kılındığı günden beri aynı safiyetini korumaktadır.
Cuma namazının kılınamayacağını, teravih namazının olmadığını her fırsatta etrafına yaymaya çalışan bazı âlim geçinen cahiller olmuş, bu yüzden fitneler zuhur etmiştir. Bundan sonra da olabileceğinden şüphe yoktur. Bu vesile ile ümmet-i Muhammed'i tenvir etmek, böyle çıkabilecek fitnelere karşı uyandırmak için ibadetlerin en büyüğü olan namaz mevzuatı ve namazın ruhu, özü, içi ve sırrı ayrıntılı bir şekilde muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin "Kalblerin Anahtarı" külliyatından derlenerek ümmet-i Muhammed'in istifadesine arz edilmiştir.
İbadet; Allah-u Teâlâ'yı en büyük tâzim ve sevgi ile anmak, yüceltmek, O'na yaklaşmak için bir takım merasimler ifâ etmek demektir. Yaratılışımızın gayesi de budur.
Allah-u Teâlâ, Âyet-i kerime'sinde:
"Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." buyuruyor. (Zâriyat: 56)
Bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyuruluyor:
"Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabb'inize ibadet ediniz ki korunasınız." (Bakara: 21)
İbadetin sahası çok geniştir. Namaz, oruç, zekât, temizlik, cihad, duâ, zikrullah, Allah-u Teâlâ'nın rızâsını kazanmak için yapılan her davranış ibâdetin bölümlerini teşkil etmektedir.
Her ibadetin bir hakikati vardır. Zâhirî fıkıh ibadetlerin dış şekliyle uğraşır, bâtınî fıkıh yani tasavvuf da bu şekillerin içindeki hakikati bulmaya çalışır.
Allah-u Teâlâ'nın kulları üzerindeki nimetleri her an devam edip gitmektedir. İnsanoğlu yaşadığı sürece, ikram ve ihsanlar devam ettiği müddetçe, şükür ve ibadetler de devam eder.
Allah-u Teâlâ:
"Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabb'ine ibadet et!" (Hicr: 99)
Âyet-i kerime'si ile ibadetlerin devamlı yapılmasını emir buyuruyor.
İbadetler Allah'ımız nasıl emretmiş, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz nasıl göstermişse öylece yapılır. Zamanın değişmesi ile ibadetler değişmez, artma ve eksilme olmaz.
Bir müslümanın üzerine dinin direği ve ibadetlerin başı olan beş vakit namaz kılmak farz olduğu gibi, bu beş vakit namazı devamlı kılmak da farzdır.
"Gönülden boyun eğerek Allah için namaza durun." (Bakara: 238)
Bir müslüman sahip olduğu en değerli varlığını korumak için ne kadar çok dikkat kesiliyorsa, beş vakit namazını devamlı ve eksiksiz kılmak için de ondan daha çok hassas davranması gerekir.
Beş vakit namazın muhafazası, insanı âhiret azabından koruması; zâhirî ve bâtınî huşuuna riâyet etmekle husule gelir.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Ahirete iman edenler bu Kur'an'a da inanırlar ve namazlarını muhafaza ederler." (En'âm: 92)
Diğer Âyet-i kerime'lerde ise namazlarını muhafaza edenler övülmektedir:
"O müminler ki emanetlerini ve sözlerini yerine getirirler. Namazlarını muhafaza ederler. Onlar Firdevs cennetine vâris olacaklar, orada ebedî kalacaklardır." (Müminûn: 8-11)
Bir müslümanın kendisinin namaza bağlı bulunması kâfi gelmeyip ev halkının da namaza bağlılığının sağlanması istenmektedir:
"Ehline namaz kılmalarını emret, kendin de onda sebat ile devamlı ol." (Tâhâ: 132)
Namazı bırakanlar için azap vâdedildiği gibi, onların iyi kimseler olmadıkları da Âyet-i kerime'de beyân buyurulmaktadır:
"Onlardan sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki, bunlar namazı bıraktılar, şehvetlerine uydular. Bu yüzden azgınlıklarının cezalarını çekeceklerdir." (Meryem: 59)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Namazı terk eden kimse vefat edince Cenâb-ı Allah'ı gadab sıfatı ile bulur." (Münâvî)
Onun için İbn-i Mesud -radiyallahu anh- Hazretleri demiştir ki:
"Namazını gereği gibi yerine getirmeyen Allah-u Teâlâ'dan uzaklığını artırmaktan başka bir şey yapamaz."
Çünkü namazı huşu içerisinde tam bir teslimiyet ile sınırlarını gözeterek hakkıyla kılmak gerekir.
"Namaz insanı her türlü hayâsızlıktan ve fenâlıktan alıkoyar." (Ankebût: 45)
Asıl olan, huşu ile kılınan namazın insanı kötülüklerden alıkoymasıdır. Kişi kötülüklere meyil ediyorsa namazında eksiklikler var demektir. Kötülük derken sadece aklımıza gelen büyük kötülükler, başkasına yapılan hareketler anlaşılmamalıdır. Kötülük; dedikodu, gıybet, emir sahibine itaatsizlik, toplumda huzur ve huşuyu bozacak fitne çıkaracak hâl ve hareketler. Buna mümasil mümin ahlâkına uymayan her türlü hareket kötülüktür. Kötü örnek olmaktır.
"Sâlih amelden ayrılmayan kimsenin iki rekât namazı, iyi ile kötü ameli karışık kimselerin bin rekât namazından efdâldir." (Münâvî)
Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde ise:
"Nice namaz kılan var ki namazından sadece yorgunluk elde eder." buyuruyorlar. (Nesai)
• Namaz kılmaya başlayan bir kimse iftitah tekbirinden başlayıp selâm verinceye kadar, kendisinin Cenâb-ı Hakk'ın huzurunda bulunduğunu bilmelidir.
• O'nun heybet ve azâmeti karşısında kendisinin ne derece hakir, fakir olduğunu, merhamete ve mağfirete muhtaç, günahkâr bir kul olduğunu tefekkür etmelidir.
• İbadetler arasında Cenâb-ı Hakk'ın en çok sevdiği olan namaz sayesinde söz ve hareketleriyle af ve mağfiret talep edip O'nun lütuf ve ihsanını kazandıracak bir makamda bulunduğunu korku ve haşyetle düşünmelidir.
• Bu şekilde kılınan namazımız Melâike-i kiram'ın muhtelif şekillerdeki ibadetlerini içinde topladığı için, diğer ibadetlerin en faziletlisi, af ve mağfiret sebeplerinin en mükemmelidir.
Meleklerin bir kısmı ayakta bir kısmı oturarak, bir kısmı rükû ve secde ile meşguldürler. Diğer bazısı da "Allah-u Ekber", "Elhamdülillah", "Subhanallah" gibi tekbir, tahmid ve tesbih ile emrolunmuşlardır. Namaz kılan müslümanlar da, bu faziletlerin hepsinden kısmi de olsa feyz almaktadırlar.
Bir insan namaza başlar başlamaz tam bir sükûnetle, etrafına bakmadan, azalarını lüzumsuz hareketlerden koruyarak, Allah-u Teâlâ'nın huzurunda bulunup dilinden dökülen kelimelerin mânâsını düşünmelidir.
Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Namaz içinde oraya buraya bakmak, kişinin namazından çaldığı hırsızlamadır." (Buharî. Tecrid-i sarih: 420)
"Kişi, namazından ne kadar anlarsa, o derece namaz kılmış sayılır." buyurmuşlardır.
Ümmü Seleme bintu Ebi Ümeyye -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz anlatıyor:
"Resulullah Aleyhisselâtu vesselâm zamanında insanlar namaza durdukları vakit hiç kimsenin nazarı ayaklarını bastığı yerden ileri geçmezdi. Resulullah Aleyhisselâtu vesselâm vefat edince insanlar namaza durunca hiçbirisinin nazarı alnını koyduğu yerden ileri geçmezdi. Sonra Hazret-i Ebu Bekir vefat etti, Hazret-i Ömer devri geldi. Bu devirde insanların nazarı kıbleden dışarı çıkmadı. Hazret-i Osman halife olunca fitne başladı, insanlar da sağa sola bakmaya başladı." (Kütüb-i Sitte: 519)
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde:
"Namaz müminlere belirli vakitlerde farz kılınmıştır." buyuruyor. (Nisâ: 103)
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Her şeyin bir alâmeti vardır. İmanın alâmeti de namazdır." (Münâvî)
"İşin başı İslâm'dır, onu ayakta tutan namazdır, zirvesi ise Allah yolunda cihaddır." (Tirmizî)
"Kıyamet gününde kulların hesaba çekilmesi namazdan başlar. Bu hesap doğru verilirse diğer amellerin de kabûlüne yardımı olur. Aksi takdirde hüküm tersine olur." (Tirmîzî)
"Cehennem ateşi azâbı hak eden müminlerin vücudunu yakar. Fakat Cenâb-ı Hakk'a secde ederken yere değen âzâya dokunamaz." (Buhârî)
"Ne dersiniz? Birinizin kapısı önünden ırmak geçse, günde beş defa içinde yıkansa kiri kalır mı?"
– Hayır, hiçbir kir bırakmaz.
"İşte beş vakit namaz da böyledir. Allah bununla günahları yok eder." (Buharî. Tecrid-i sarih: 319)
"Gece ve gündüz melekleri bir biri peşine size gelir, sabah ve ikindi namazında birleşirler. Sonra gece melekleri çıkar. Allah onların hallerini bildiği halde 'Kullarımı nasıl bıraktınız?' diye sorar. Melekler ‘Onları namaz kılarken bulduk, namaz kılarken bıraktık.' derler." (Buharî. Tecrid-i sarih: 332)
Allah'a imandan sonra her müslümana en mühim farz, namazdır. Yalnız ümmet-i Muhammed'e değil, geçmiş ümmetlerin hepsine de farz kılınmıştır.
Namaz, Rabb'imiz Teâlâ Hazretleri'nin görünür-görünmez, bitmez, tükenmez ihsan ve ikrâmlarına karşı şükran ve tazimlerimizi sunmak için kalbimiz, dilimiz ve bedenimizle yaptığımız bir ibâdettir.
Hadis-i şerif'lere göre İslâm'ın şartı, dinin direği ve temeli, ibâdetlerin rehberi, cennetin anahtarıdır. Müminin miracı, kalbinin nûru, ruhunun gıdasıdır. Muttakilerin göz aydınlığıdır.
Namaz kılmakla, İslâm'ın esas ve büyük temeli kurulmuş, kişi kurtuluş ipine tutunmuş olur.
İnsan namaza ne kadar devamlı olursa, dinini de o kadar sağlamlaştırmış olur. Vaktinde kılınan namaz çok kıymetlidir.
Büyük günahlardan sakınıldığı müddetçe, namazlar vakit aralarındaki günahlara kefârettir.
Kötülüklerin önüne çekilmiş bir seddir. Hakîkatına inilerek edâ edilirse, insanı her türlü kötülüklerden korur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Ey iman edenler! Rükû edin, secde edin, Rabb'inize ibadet edin ve iyilik yapın ki kurtuluşa eresiniz." (Hacc: 77)
İnsanı Mevlâ'sına en çok yaklaştıran ameli namazdır. Kulun Rabb'ine en yakın olduğu an secde anıdır. Namazda iken kulun üzerine ilâhi rahmet iner.
İbâdetlerin en mühimi en câmialısı namazdır. Namazda her türlü ibâdet şekilleri mevcuttur. Kimi melekler kıyamda, kimisi rükû ve secdede, kimileri de oturur vaziyette ibâdet ederler. Meleklerin ayrı ayrı yaptıkları bu ibâdetlerin tamamı namazda toplanmış bulunmaktadır. Ümmet-i Muhammed'e miraç hediyesidir.
Namazla din arasındaki münasebet, başın gövde ile olan münasebeti gibidir.
Namazı terketmek küfür alâmetlerindendir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İnsan ile küfür arasında yalnız namazı terk etmek vardır." (Müslim)
"Kul ile şirk arasında namazı terk etme vardır." (Müslim)
Yani namaz terkedilince kul müşrik gibi olur.
"Küfürle iman arasında namazın terki vardır." (Tirmizî)
"Namaz kılmayan kimse hiçbir din ihtiyar etmemiş gibidir." (Münavî)
Bir insan namaz kılmadığı zaman, kendisi ile şirk arasında bir engel kalmaz. Namaz insanı küfre düşmekten korur.
Bir Hadis-i şerif'te ise şöyle buyuruluyor:
"Her kim ikindi namazını (bilerek) terkederse, yaptığı ameli boşa gider." (Buharî. Tecrid-i sarih: 330)
Namazın on iki tane farzı vardır.
Dışındaki Farzlar: Hadesten tahâret, Necasetten tahâret, Setr-i avret, İstikbâl-i kıble, Vakit ve Niyet'tir.
İçindeki Farzlar ise; İftitah tekbiri, Kıyam, Kıraat, Rükû, Sücûd yani secde ve Ka'de-i ahîre.
Namaz için geçerli olan bu on iki farz, namazı namaz yapan esaslardır. Namazın içindeki altı ana esasların her birisini ayrı ayrı, tâdil-i erkân olarak yani düzgün bir şekilde kurallarına uygun olarak her bir rükünlerinin yapılması gerekir. Bu kurallar keyfiolarak ihmal edilemez. İhmal edilirse namazın sıhhati zarar görür. Bu altı farzdan birisi eksik olursa veyahut tâdil-i erkâna uygun bir şekilde yapılmazsa bu namaz, namaz olmaz!
Namaz kılarken tâdil-i erkâna riayet etmek, namazın kıyam, rükû, sücûd gibi rükûnlerini yaparken sükûnetle yerine getirmek gerekir.
Meselâ rükûdan kıyama kalkarken vücud dimdik bir hâle gelmeli, en az bir kere "Sübhanellahil-aziym" diyecek kadar ayakta durup sonra secdeye gitmelidir. Her iki secde arasında da böyle bir tesbih miktarı durmalıdır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- buyurur ki:
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- bir defasında mescide girdi. Derken bir kimse de gelip namaz kıldı. Sonra Resulullah Aleyhisselâm'ın huzuruna gelip selâm verdi. Selâmına karşılık verdikten sonra; "Dön de yeni baştan kıl! Çünkü sen namaz kılmış olmadın." buyurdu. O kimse dönüp evvelce kıldığı gibi namazı tekrar kıldı ve gelip selâm verdi. Resulullah Aleyhisselâm yine; "Dön de yeni baştan kıl! Çünkü sen namaz kılmış olmadın." buyurdu. Bu üç kere oldu. Nihayet o kimse; "Seni hak ile gönderene yemin olsun ki, bundan iyisini beceremiyorum, bana öğret!" deyince Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- buyurdu ki:
"Namaza durduğunda tekbir getir, sonra ne kadar kolayına gelirse o kadar Kur'an oku. Sonra rükûda olduğuna kanaat getirinceye kadar eğil. Sonra başını kaldırıp dimdik oluncaya kadar doğrul. Sonra secdeye varıp yerine geldiğine kanaat getirinceye kadar secde et. Sonra tam oturuncaya kadar doğrul! Bütün namazlarında bunu yap." (Buhâri. Tecrîd-i sarîh: 423)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Sizden biri, rükû ve secdelerde belini tam olarak doğrultmadıkça namazı yeterli olmaz." (Ebu Dâvud, Tirmizî, Nesâî, İbn-i Mâce)
Bir diğer Hadis-i şerif'te ise şöyle buyuruluyor:
"İçki içen, zinâ yapan ve hırsızlıkta bulunan kimse hakkında ne dersiniz?" diye Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz orada bulunanlara sordu.
Bu suâl, bunlar hakkında henüz hadd cezası gelmezden önce sorulmuştu.
"Allah ve Resul'ü daha iyi bilir!" diye cevap verdiler. Resulullah Aleyhisselâm:
"Bu fiiller ağır suçtur, onlar hakkında ceza vardır. Hırsızlığın en kötüsü de namazını çalmaktır." buyurdu.
Bunun üzerine; "Yâ Resulellah! Kişi namazını nasıl çalar?" diye sordular. Şöyle buyurdular:
"Rükûsunu ve secdelerini tamamlamaz." (Muvatta)
Bir diğer rivayette ise;
"Namazda rükûyu, secdeleri ve huşûyu tamamlamaz." buyurulmaktadır. (Ahmed bin Hanbel)
Yalnız; zaruret hallerinde, rahatsızlıktan dolayı güç yetirilemeyen rükûnlarda ise bu rükûnları yapma, yerine getirilme veya tâdil-i erkân yapma zorunluluğu kalkar. Güç yetirebileceği bir şekilde tâdil-i erkân yaklaşımı şeklinde yapmaya çalışır.
Ashâb-ı kirâm'dan İmran ibn-i Husayn anlatıyor:
"Bevasir hastalığa tutulmuştum, Resulullah Aleyhisselâm'a namazı nasıl kılacağımı sordum:
"Namazı ayakta kıl, buna gücün yetmezse oturarak, buna da gücün yetmezse yan üstüne yatarak kıl. Buna da gücün yetmezse sırt üstü yatarak kıl." buyurdular." (Buhârî. Tirmizî. Ebu Dâvud. Nesâî)
Oturarak namaz kılan kimse rükû ve secde yapabiliyorsa yapar, öncelik bu şekildedir. Buna gücü yetmezse o zaman imâ ile yapar. Bu durumda secde için yaptığı imâ, rükû için yaptığı imâya göre biraz daha eğimli yapması vaciptir. Oturarak namaz, kişi teşehhüdde oturduğu gibi oturur. Bu şekilde oturmaya imkânı yoksa, rahatsızlığı engel oluyorsa o zaman dilediği şekilde oturur. Ayakta durmasına bir engel olmayıp, daha sonra buna dayanamayan kişi namaza ayakta başlar, daha sonra oturarak, oturduğu yerden rükû ve secdeleri yaparak devam eder. Bu şekilde kılmaya ve oturmaya gücü yetmeyen kişi ancak taburede oturarak namazını kılabilir.
Namazın ehemmiyetine dair bir hususu da önemine binaen arz edelim:
Nadir oğulları yahudilerinin sürgün edilmelerinden iki ay sonra idi. Enmar ve Sa'lebe oğulları kabilelerinin müslümanlarla çarpışmak üzere bir araya toplanmış oldukları Resulullah Aleyhisselâm'a haber verildi.
Acele olarak hazırlanan Resulullah Aleyhisselâm, yerine Hazret-i Osman -radiyallahu anh-i vekil bırakarak dört yüz küsur kişilik bir kuvvetle yola çıktı. Zâtürrika' mevkiine kadar ilerleyip orada karargâhını kurdu. Müşrikler mücâhidlerle çarpışmayı göze alamadıkları için dağ başlarına çekilmişlerdi.
Bir müddet burada beklediler. Öğle namazı vakti girince de müşriklerin saldırısından duydukları endişe sebebiyle "Salât-ı havf"yani korku halinde namaz kıldılar.
Korku halinde namazın nasıl kılınacağı Kur'an-ı kerim'de şöyle açıklanmaktadır:
"Yeryüzünde sefere çıktığınızda kâfirlerin size bir kötülük yapmasından korkarsanız, namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur.
Şüphesiz ki kâfirler sizin apaçık bir düşmanınızdır." (Nisâ: 101)
"Sen onların aralarında bulunup da onlara namaz kıldırdığın zaman, içlerinden bir kısmı seninle beraber namaza dursun ve silâhlarını da yanlarına alsınlar.
Secdeye vardıklarında onlar arkanızda olsunlar.
Sonra henüz namazını kılmamış olan diğer kısım gelsin, seninle beraber namazlarını kılsınlar.
Bütün tedbirlerini ve silâhlarını alsınlar.
Kâfirler arzu ederler ki, silâhlarınızdan ve eşyanızdan bir gâfil olsanız da, size âni bir baskın yapsalar.
Eğer size yağmurdan ötürü bir eziyet erişir veya hasta olursanız silâhlarınızı bırakmanızda size günah yoktur.
Bununla beraber yine de bütün tedbirinizi alın.
Şüphesiz ki Allah kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamıştır." (Nisâ: 102)
Âyet-i kerime'de beyan buyurulduğu üzere korku namazı, düşman karşısında bile namazın cemaatle kılınmasıdır.
Silâhlar, imkân nisbetinde namaz kılanın beraberinde olacak ve namaz kılan kimse her an düşmana karşı tetikte bulunacak.
Cemaatin bir yarısı imamın arkasında durur, iki rekâtlı bir namazın ilk rekâtını; üç veya dört rekâtlık bir namazın da ilk iki rekâtını imam ile beraber kılıp, ikinci secdeden veya birinci ka'deden sonra düşman karşısındaki yerini alır. Namazın bu kısmına katılmayan zümre, derhal gelip imamın arkasında yerini alır, imamla birlikte namazın geri kalan kısmını kılarlar ve selâm vermeden tekrar düşman karşısına giderler. İmam selâm verir namazdan çıkar. Birinci zümre döner gelir, namazın geri kalan kısmını kıraatsız olarak tamamlar, selâm verir, düşman karşısına gider. Sonra ikinci zümre gelir, namazlarını kıraatle tamamlayıp düşmanın karşısında yerini alır. Bunlar namazlarını, cemaat teşkil edilen yere gelmeksizin bulundukları yerde de tamamlayabilirler.
Böylece birinci gruptakiler imamla beraber iftitah tekbirini alma sevabını, ikinci gruptakiler ise imamla beraber selâm verme sevabını almış olurlar.
Câbir -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah Aleyhisselâm Ashâb-ı Kiram'ı ile öğle namazını böyle kılmışlar, müşrikler de onların bu şekilde namaz kıldıklarını görmüşler, hatta: "Biz ne kötü yaptık, niye o sırada saldırıvermedik!" demişlerdir.
Daha sonraki zamanlarda Ashâb-ı kiram da, mecusilerle yaptıkları savaşlarda ve bazı cephelerde namazlarını bu şekilde kılmışlardır.
Savaş anında bile namaz kişilerin isteğine göre bırakılmamış ve kılınmıştır. Dikkat çekilmesi gereken husus ise savaş anında bile cemaatin terk edilmeyişidir.
Amellerin en efdâlî vaktinde kılınan namazdır.
Alâ İbn-u Abdurrahman'ın anlattığına göre, öğle namazından çıkınca, Basra'daki evinde Enes İbn-u Mâlik'e uğramıştı. Zaten evi de mescidin bitişiğindeydi. Der ki: "Huzuruna çıktığım zaman bana; ‘İkindiyi kıldınız mı?' diye sordu. Ben; ‘Hayır, şu anda öğle namazından çıktık' dedim.
‘İkindiyi kılın!' dedi. Kalkıp kıldık. Namazdan çıkınca;
‘Ben, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in şöyle söylediğini işittim' dedi;
"Bu, münafıkların namazıdır. Oturur, oturur şeytanın iki boynuzu arasına girinceye kadar güneşi bekler, sonra kalkıp dört rekât gagalar. Namazda Allah'ı pek az zikreder." (Müslim, Ebu Dâvud, Tirmizî, Nesâî)
Bu rivayet ikindi namazının ilk vaktinde kılınmasıyla ilgilidir. Hazret-i Enes -radiyallahu anh- öğle namazının henüz kılındığı bir anda ikindiyi kılmıştır. Anlaşılacağı üzere öğle namazında geciktirme olmuştur. Hazret-i Enes, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in geciktirilen ikindi namazı için; "Münafıkların namazı" dediğini belirtir. Ebu Dâvud'un rivayetinde ise üç sefer tekrar edilir.
Namazı "Gagalamak"; süratle, hızlı hızlı kılmaktan dolayıdır. Kuşlar, yemlerini toplarken hızlı olarak başlarını indirip kaldırdıkları için namazını sürâtle kılanların hali kuşlara benzetilmiştir.
Kıraatları azdır, rükû ve secdeler de tesbihatları azdır, hülasâ çabuk kılanan namazda Allah-u Teâlâ az zikredilir. "Dört rekât" olarak belirtilmesi ise sadece farzın kılınmasından ileri gelmektedir. Geciktirenler zaten çoğunlukla ikindinin sünnetini de terkederler ki aslında İkindi namazı sünnetsiz olmaz.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Veda haccı hutbesinde ümmetine bıraktığını açıkladığı ve sımsıkı sarıldıkları takdirde, hiçbir zaman yollarını şaşırmayacaklarını haber verdiği iki şeyden ikincisi Kitabullah'tan sonra Sünnet'tir.
"Hepiniz topluca sımsıkı, Allah'ın ipine sarılın!" (Âl-i imrân: 103)
Âyet-i kerime'sindeki Allah'ın ipinden murad, kitap ve sünnettir. Buhari'nin rivayetine göre Cebrail Aleyhisselâm, Resulullah Aleyhisselâm'a Kuran-ı kerim'i indirdiği gibi, Sünnet'i de indirmiş ve öğretmiştir. Kuran-ı kerim vahiy olduğu gibi, Hadis-i şerif'ler de vahiydir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"O kendiliğinden konuşmamaktadır. Onun konuşması, ancak kendisine bildirilen vahiyden başka bir şey değildir." buyuruyor. (Necm: 3-4)
Yani her sözü ilâhî bir vahye isnad eder.
Resulullah Aleyhisselâm bir taraftan kendisine vahyedilen Âyet-i kerime'leri Allah'tan aldığı gibi arttırma ve eksiltme yapmadan bütünüyle tebliğ ederken, diğer taraftan da onlardan ne gibi mânâlar kastedilmiş olduğunu sözleriyle işleriyle tefsir ve izah eder, sarih hükümler ortaya koyardı.
Âyet-i kerime'lerde:
"Resul'üm! Biz sana bu Kur'an'ı indirdik ki kendilerine indirileni insanlara açıklayasın." (Nahl: 44)
"O size bilmediklerinizi öğretir." buyuruluyor. (Bakara: 151)
Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'inde namazın farz olduğunu bildirdi. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Allah-u Teâlâ'dan aldığı vahiy ve ilham ile namazın vakitlerini, rekâtlarını, âdâb ve erkânını, nasıl kılınacağını hem anlattı hem de müslümanların gözü önünde kıldı.
Sonra da:
"Beni namaz kılarken nasıl görmüşseniz, siz de öylece kılınız." buyurdu. (Buhârî)
Bunun gibi, dinin açık bir hükmü bulunmayan esasları bir bir açıklamış, geriye bir şey bırakılmamıştır.
Bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Sakın sizden birinizi emrettiğim veya nehyettiğim hususlardan biri kendisine ulaşınca, koltuğuna yaslanıp ‘Bilemiyorum! Biz Allah'ın kitabında ne buluyorsak ona uyarız.' derken bulmayayım." (Tirmizî)
Zancılar bunu yapıyor. Zira onlar nefislerine dayanarak hareket ediyorlar.
Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
"Hiçbirinizin arzuları benim tebliğ ettiğim şeylere tâbi olmadıkça kâmil mümin olmaz." (Mişkât'ül-mesâbih)
Resulullah Aleyhisselâm'ın emrine itaat etmek farz olup, aykırı hareket etmek ise haramdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Resulullah size ne verdiyse onu alın, neyi yasak ettiyse ondan sakının." buyuruyor. (Haşr: 7)
Bir Âyet-i kerime'sinde ise şöyle buyuruyor:
"Biz hiçbir peygamberi Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir hikmetle göndermedik." (Nisâ: 64)
Allah-u Teâlâ ona itaatı kendisine yapılacak itaatla birlikte emretti. Ona yapılan itaatı kendisine yapılan itaat gibi saydı ve:
"Peygamber'e itaat eden, muhakkak ki Allah'a itaat etmiş olur." buyurdu. (Nisâ: 80)
Bir Âyet-i kerime'sinde ise şöyle buyuruyor:
"Kim Allah'a ve Peygamber'ine itaat ederse, o gerçekten büyük kurtuluşa ermiştir." (Ahzâb: 71)
Bunun yegâne sebebi; kendi arzusu ile konuşmaması, konuştuğunun da ancak kendisine vahyedilenden ibaret oluşudur.
Allah-u Teâlâ ile Peygamber'i arasında ayrılık gayrılık düşünülemez.
Ona itaat Allah-u Teâlâ'ya itaatın yolu, hatta bizâtihidir.
Allah-u Teâlâ ona uymayı ve yolundan ayrılmamayı emir buyurdu:
"O Peygamber'e uyun ki doğru yolu bulasınız." (A'râf: 158)
"Peygamber'e itaat edin ki rahmete erdirilesiniz." (Nûr: 56)
"Eğer siz gerçekten müminlerseniz Allah'a ve Peygamber'ine itaat ediniz." (Enfâl: 1)
Ona tâbi olmak, yolunda bulunmak; hem Allah sevgisinin delili ve tezahürü, hem de Allah tarafından sevilmenin sebebidir. İnsanı Allah sevgisine mazhar eder.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Resul'üm! Onlara söyle: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın." (Âl-i imrân: 31)
İhtilâfların çözümünü Hazret-i Allah ve Resul'üne arzetmek ilâhî bir emirdir.
"Herhangi bir şey hakkında anlaşmazlığa düşerseniz, onu hemen Allah'a ve Peygamber'e arzedin. Eğer Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız!" (Nisâ: 59)
Allah-u Teâlâ iman edip itaat edenlere bitmez tükenmez mükâfatlar vâdetti:
"Ey insanlar! Rabb'inizden size hak bir Peygamber gelmiştir. O halde kendi hayrınıza olarak hemen ona iman edin." (Nisâ: 170)
"Ey inananlar! Allah'tan korkun ve Peygamber'ine inanın ki; size rahmetini iki kat versin, ışığında yürüyeceğiniz bir nur ihsan etsin ve sizi bağışlasın. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir." (Hadîd: 28)
Gönüldeki gerçek imanı ortaya çıkaran en büyük ölçü, en büyük delil Allah'ın ve Peygamber'in hükmüne rızâ göstermektir. İnananlar tereddüt etmeksizin boyun eğerler. Bu ise, Allah'a ve Peygamber'ine karşı takınılması gereken edep tavrıdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Aralarında hüküm verilmek üzere Allah'a ve Peygamber'ine çağırıldıkları zaman, mü'minlerin sözü sadece ‘İşittik, itaat ettik!' demekten ibarettir. İşte gerçek saâdete erenler onlardır.
Kim Allah'a ve Peygamber'ine itaat ederse, Allah'tan korkar ve O'ndan sakınırsa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Nûr: 51-52)
Fakir der ki "Bütün insanlar ve cinler Allah-u Teâlâ'nın bir Âyet-i kerime'sini inkâr etseler hepsi kâfir olurlar. Binaenaleyh Allah-u Teâlâ'nın kelâmını hafife alanlar değil, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Hadis-i şerif'ini hafife alanlara dahi kâfirdir derim.
İşte ispatı!
Asr-ı saâdet'te iki kimse Huzur-u nebevî'de hasımlaştılar. Resulullah Aleyhisselâm hak sahibi lehine hükmetti. Aleyhine hüküm verilen "Râzı olmam! Bir de Hattab oğlu Ömer'e gidelim." dedi ve Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-ın yanına vardılar. Lehine hüküm verilen "Ya Ömer! Biz Peygamber Aleyhisselâm'a giderek hasımlaştık. Benim lehime bunun aleyhine hükmetti. Bu ise râzı olmayıp reddetti." deyince Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- "Böyle mi oldu?" diye sordu, öteki "Evet" dedi. Bunun üzerine "Ben sizin yanınıza gelip aranızda hüküm verinceye kadar yerinizden ayrılmayın." diyerek evine girdi ve kılıcı elinde olduğu halde yanlarına geldi. Râzı olmayı reddedeni bir vuruşta öldürdü. Öteki arkasını dönerek Resulullah Aleyhisselâm'ın yanına kaçtı ve "Ya Resulellah! Vallahi Ömer arkadaşımızı öldürdü eğer müdahale etseydim beni de öldürecekti." dedi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Ömer'in bir mümini öldürmeye kalkışacağını sanmazdım." buyurdu.
Bunun üzerine Allah-u Teâlâ:
"Hayır öyle değil! Rabb'in hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı yüreklerinde hiçbir sıkıntı bir burukluk duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar." (Nisâ: 65)
Âyet-i kerime'sini indirdi. (İbn-i Kesir)
İşte bundan ötürüdür ki Resulullah Aleyhisselâm'ın Hadis-i şerif'lerini hafife alanlar bu duruma düşmüşlerdir.
Allah ve Peygamber sevgisinin bütün sevgilerin üzerinde tutulması gerekir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"O Peygamber müminlere öz nefislerinden evlâdır, canlarından da ileridir. Zevceleri ise müminlerin anneleridir." buyuruyor. (Ahzâb: 6)
Hadis-i şerif'lerde ise şöyle buyurulmaktadır:
"Ben her mümine kendisinden daha evlâyım." (Müslim)
"Hiçbir kimse ben kendisine babasından, evlâdından ve bütün insanlardan daha sevgili oluncaya kadar kâmil mümin olamaz." (Buhârî)
Allah-u Teâlâ Resul'üne itaat etmeyenlere en çetin azap edeceğini beyân buyurmuştur:
"Peygamber'in buyruğuna aykırı hareket edenler başlarına bir belâ gelmesinden, veya acıklı bir azaba uğramaktan sakınsınlar." (Nûr: 63)
"Kim Allah'a ve Peygamber'ine karşı koyarsa, bilsin ki Allah'ın cezası çok şiddetlidir." (Enfâl: 13)
"Kim Allah'a ve peygambere isyan ederse, ona içinde sonsuz ve temelli kalacakları cehennem ateşi vardır." (Cin: 23)
"Allah'a itaat edin, Peygamber'e itaat edin, karşı gelmekten çekinin. Eğer yüz çevirirseniz bilin ki Peygamber'inizin vazifesi sadece açıkça duyurmak ve bildirmektir." (Mâide: 92)
•
Beş vakit namazın vakitleri, dinimizdeki yeri ve önemi; Allah-u Teâlâ'nın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın emriyle ve hükmüyle, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerle belirlenmiştir.
Herkesin bilmesi için bütün bunları bir bir size izah ediyoruz.
Allah-u Teâlâ'ya iman ettikten sonra, müslümanların yerine getirmeleri gereken farzların başında beş vakit namaz gelir.
Âyet-i kerime'de:
"Namazı dosdoğru kılın. Şüphesiz ki namaz mü'minlere belirli vakitlerde farz kılınmıştır." buyuruluyor. (Nisâ: 103)
Kur'an-ı kerim'de ve Hadis-i şeriflerde namaza dair pek çok emir ve tavsiyeler vardır. Namaz kılanların Allah-u Teâlâ'nın çok büyük lûtuflarına ereceklerine dair müjdeler olduğu gibi, kılmayanlar hakkında da pek elîm azaba uğrayacaklarına dair ihtarlar vardır.
Bir Âyet-i kerime'de de günahkârlara "Sizi şu yakıcı ateşe sokan nedir?" diye uzaktan uzağa sorulduğu zaman:
"Biz namazımızı kılmıyorduk, yoksulu doyurmuyorduk, bâtıla dalanlarla birlikte biz de dalıyorduk. Ceza gününü yalanlıyorduk. Ölüm bize bu halde iken gelip çattı." diyecekleri haber verilmektedir. (Müddessir: 43-47)
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Rabb'lerine kavuşacak ve O'na döneceklerini umanlar ve huşu duyanlardan başkasına namaz elbette ağır gelir." (Bakara: 45-46)
"Namaza üşene üşene gelirler." (Tevbe: 54)
Kıyamet günü kulun ilk önce hesaba çekilecek ameli namazdır. Bu hesap doğru verilirse diğer amellerin kabulüne yardımı olur. Aksi halde ümitsizliğe düşer, hüsrana uğrar.
Büyük günahlardan kaçınıldığı müddetçe namazlar vakit arasındaki günahlara keffarettir.
Namazın faziletine nihayet yoktur.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Gündüz güneşin dönüp batıya yönelmesinden, gecenin karanlığı bastırıncaya kadar (belli vakitlerde) namaz kıl. Bir de sabah namazı kıl. Çünkü sabah namazı şâhitlidir." (İsrâ: 78)
Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime'sinde beş vakit namazı beyân buyurmuş, hususiyetle sabah namazını emretmiştir.
Şöyle ki Âyet-i kerime'de geçen "Güneşin dönmesi"nden yani zeval vaktinden sonra "Öğle" ve "İkindi" namazı; "Güneşin batması"ndan sonra da "Akşam" ve "Yatsı" namazları vardır. Sabah namazı ise ayrıca zikredilmiş ve bu namazın şâhitli olduğu belirtilmiştir.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Size gece ve gündüz melekleri birbiri peşine gelir, sabah ve ikindi namazında birleşirler. Sonra gece melekleri çıkar. Allah onların hallerini bildiği halde ‘Kullarımı nasıl bıraktınız?' diye sorar. Melekler ‘Onları namaz kılarken bulduk, namaz kılarken bıraktık' derler." (Buhârî; Tecrîd-i sarîh: 332)
"Gecenin bir kısmında ve yıldızlar kaybolurken de O'nu tesbih et!" (Tûr: 49)
Âyet-i kerime'sindeki "Gecenin bir kısmı", "Akşam" ve "Yatsı" namazları, "Yıldızların kayboluşundan sonraki" namaz ise "Sabah" namazıdır.
"Gündüzün iki ucunda ve gecenin de yakın saatlerinde namaz kıl!" (Hûd: 114)
Âyet-i kerime'sindeki "Gündüzün iki ucunda" emredilen namazlar "Sabah", "Öğle" ve "İkindi" namazları; "Gecenin yakın saatlerinde" kılınan namazlar ise "Akşam" ve "Yatsı" namazlarıdır.
Cerir bin Abdullah -radiyallahu anh-dan rivayet edilmiştir:
"Bir gece Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ile birlikte oturuyorduk. Aya bakarak şöyle buyurdu:
"Muhakkak siz, Rabb'inizi şu ayı gördüğünüz gibi göreceksiniz, bunda hiç şüphe etmeyiniz. Elinizden gelirse güneşin doğmasından ve batmasından önceki "Sabah ve İkindi" namazlarını hiç geçirmeyin."
Sonra Cerir -radiyallahu anh- Kaf sûresi'nin 39. Âyet-i kerime'sini okumuştur. (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 331)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"O halde siz akşama ulaştığınızda ve sabaha kavuştuğunuzda, gündüzün sonunda ve öğle vaktine eriştiğinizde Allah'ı tesbih edin. Göklerde ve yerde hamd O'na mahsustur." (Rûm: 17-18)
Burada Allah-u Teâlâ beş vakit namazı emir buyurmuş, hususiyetle öğle namazını emretmiş oluyor.
Şöyle ki Âyet-i kerime'de geçen "Akşama ulaştığınızda" tabiri "Akşam" ve "Yatsı" namazlarına "Sabaha kavuştuğunuzda" tabiri "Sabah" namazına, "Gündüzün sonunda" tabiri "İkindi" namazına delâlet etmektedir. "Hîne tüzhirûn" yani "Öğle vaktine eriştiğinizde" tabirinden de açık olarak öğle namazı emredilmektedir.
"Güneşin doğuşundan önce ve batışından önce Rabb'ini hamd ile tesbih et." (Kaf: 39)
Âyet-i kerime'sinde geçen "Güneşin doğuşundan önceki tesbih"ten murad "Sabah namazı"dır. "Batışından öncekitesbih"ten murad ise "Öğle" ve "İkindi" namazlarıdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Öğleyin sıcak şiddetlendiği vakitte namazınızı geciktirerek serinlikte kılınız." (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 321)
Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in, öğlenin farzından önce dört rekât sünneti bırakmadığını haber vermişlerdir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Namazları ve orta namazı muhafaza edin, gönülden boyun eğerek Allah için namaza durun." (Bakara: 238)
Allah-u Teâlâ bu beyanı ile namazları emrettiği gibi, orta namazını da hususiyetle emir buyurmaktadır. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu orta namazın "İkindi" namazı olduğunu beyan buyurmuşlardır. (Müslim)
Hazret-i Ali -radiyallahu anh-den rivayete göre, müşrikler Hendek savaşı günü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i ikindi namazı kılmaktan alıkoymuşlardı. Mücahidler de kılamadılar. Bunun üzerine buyurdular ki:
"Onlar bizi orta namazdan alıkoydular Allah da onların kalplerini ve evlerini ateşle doldursun." (Müslim)
Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Güneşin doğmasından ve batmasından önce namaz kılan kimse cehenneme girmez." (Müslim)
"İki soğuk vaktin (sabah ve ikindi) namazını kılan cennete girer." (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 343)
"İkindinin farzından önce dört rekât sünneti kılmaya devam edenleri Allah cehenneme haram kılar." (Tirmizî)
"Her kim ikindi namazını (bilerek) terkederse, yaptığı ameli boşa gider." (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 330)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Gecenin bir kısmında O'na secde et ve O'nu geceleri uzun uzun tesbih et." (İnsan: 26)
Âyet-i kerime'de geçen "Gecenin bir kısmı"ndan murad "Akşam" ile "Yatsı" namazlarıdır. "Geceleri uzun uzun tesbih" ise Resulullah Aleyhisselâm'a farz kılınan "Teheccüd" namazıdır.
Bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyurulmaktadır:
"Gecenin bir kısmında ve secdelerin ardından O'nu tesbih et." (Kaf: 40)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Akşam namazının isminde bedevîler sakın size galebe etmesin. Zira onlar akşama yatsı derler." (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 337)
"Akşam yemeğiniz hazır olursa, akşam namazınızı kılmadan evvel yemeği yiyin. Acele edip de yemeği bırakmayın." (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 391)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"O halde siz akşama ulaştığınızda ve sabaha kavuştuğunuzda Allah'ı tesbih edin." (Rûm: 17)
Âyet-i kerime'de adı geçen "Akşama ulaştığınızda" tabiri "Akşam" ve "Yatsı" namazlarına delâlet etmektedir.
"Gecenin bir kısmında O'nu tesbih et." (Tûr: 49)
Âyet-i kerime'sinde emredilen namaz "Akşam" ve "Yatsı" namazlarıdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Bir kimse yatsı namazını cemaatle kılarsa, o gecenin yarısını ibadetle geçirmiş olur. Eğer sabah namazını da cemaatle kılarsa bütün geceyi ihyâ etmiş olur." (Müslim)
"Münâfıklara sabah ile yatsı namazından daha ağır hiçbir namaz yoktur. Halbuki bu iki namazın sevabını bilselerdi, topallayarak da olsa gelirlerdi." (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 383)
"Ümmetime zor gelmeyecek olsaydı, yatsı namazının böyle (gecenin üçte birinde) kılınmasını emrederdim." (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 340)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir defasında mücahidleri teçhiz ile uğraşırken yatsı namazını oldukça geciktirerek kıldı, sonra cemaate dönerek şöyle buyurdu:
"Telâşlanmayınız, yavaş olunuz! Sizi müjdelerim ki Allah'ın size olan nimetlerinden biri de elbet bu saatte namaz kılan sizden başka kimsenin olmayışıdır. Yahut bu saatte sizden başka hiçbir kimse namaz kılmamıştır." (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 339)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki: "Vitir, bir hakk-ı ilâhî'dir. Her kim vitir namazını kılmazsa bizden değildir." (Buhârî, Tecrîd-i sarîh:cild 3, sh: 207)
"Allah-u Teâlâ (beş vakit namazdan başka) ziyade olarak bir namaz daha emretmiştir. O da vitir namazıdır." (Buhârî, Tecrîd-i sarîh, cild 3, sh: 208)
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz şöyle buyurmuşlardır: "Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- gecenin her vaktinde vitir kılmıştır." (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 527)
Cuma günü müslümanların bayramıdır. Bayram namazları vâcib olduğu halde Cuma namazı kılmak farz-ı ayın'dır. Her müslümana farzdır.
Cuma'nın fazileti kitap, sünnet ve icma ile sabittir. İnkâr eden dinden çıkar, kâfir olur.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'lerinde buyuruyor ki:
"Ey iman edenler! Cuma günü namaz kılmak için ezan okunduğu zaman hemen Allah'ı zikretmeye koşun. Alış-verişi, işi gücü bırakın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.
Namaz kılındıktan sonra yeryüzüne dağılın, Allah'ın fazlından nasibinizi arayın. Allah'ı çok zikredin ki kurtuluşa eresiniz." (Cuma: 9-10)
Cuma vaktinde dünya işleri ile ve Cuma namazına gitmekten alıkoyacak herşeyle uğraşmak haramdır.
Hadis-i şerif'lerde şöyle buyuruluyor:
"Ey insanlar! Ölmeden önce Allah'a tevbe ediniz. Meşgul duruma düşürülmeden önce (hastalık, yaşlılık çökmeden) salih ameller yapmaya koşun. Allah'ı zikretmekle, gizli ve açık çok sadaka vermekle O'nun sizin üzerinizdeki hakkı yerine ulaştırınız ki rızıklanasınız, yardım olunasınız ve ıslah edilesiniz.
Ey insanlar! Şunu da muhakkak biliniz ki, Allah-u Teâlâ Cuma'yı içinde bulunduğunuz şu yılımın şu ayında, şu günümde ve makamımda kıyamet gününe kadar farz kılmıştır. Binaenaleyh her kim benim hayatımda veya benden sonra adil ve zâlim bir imamı olduğu halde, Cuma namazını hafife alarak veya farziyetini inkâr ederek terkederse, Allah onun dağınık işlerini toparlatmasın, iki yakasını bir yere getirmesin ve işinde bereket vermesin. Haberiniz olsun ki o kimsenin namazı yoktur. İyi biliniz ki; o kimsenin zekâtı da yoktur. Haccı ve orucu da yoktur. İyi biliniz ki onun iyiliği de yoktur. Nihayet tevbe edinceye kadar. Her kim tevbe ederse Allah-u Teâlâ onun tevbesini kabul eder." (İbn-i Mâce)
"Cuma gününde bir saat vardır ki, bir müslüman kul, namaz kılarken Allah'tan bir şey isterse muhakkak Allah o kimseye istediğini verir." (Buharî. Tecrid-i sarih: 507)
"Cuma günü mescid kapılarının her birinde melekler bulunur ve gelenleri sıra ile kaydederler. İmam minbere oturunca defteri kapatır, hutbe dinlerler." (Buharî. Tecrid-i sarih: 1327)
Ayrıca Cuma gününün faziletine dair pek çok Hadis-i şerif vardır. Ezcümle, üzerine güneş doğan günlerin en hayırlısı olduğu, Adem Aleyhisselâm'ın o gün yaratıldığı, cennete o gün konulduğu, o gün cennetten yeryüzüne indirildiği, kıyametin de o gün kopacağı beyan buyurulmuştur:
"Cuma gününe rastlayan hasenâtın ecri kat kattır." (Münavî)
"Özürsüz olarak üç Cuma namazını terkedenler münâfıklar topluluğundan yazılırlar." (Tirmizî)
"Cuma günü vefat eden mümin kabir azabından hıfz buyurulur." (Tirmizî)
Bu mübarek gün, günlerin efendisi olduğundan, gereken değeri vermek, gecesini de gündüzünü de ihya etmek İslâm âdablarındandır.
Bu gün için gusül abdesti almak, güzel koku sürünmek, en güzel elbiseleri giymek, bol bol salat-ü selâmla meşgul olmak, mümkün olduğu kadar cumaya erken gitmek sünnettir.
Hadis-i şerif'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Cuma günü cünüplükten yıkanan, sonra (Cuma'ya en erken) giden kimse bir deve, ikinci saatte giden bir sığır, üçüncü saatte giden bir koç kurban etmiş gibidir.
Dördüncü saatte giden bir tavuk kesmiş, beşinci saatte giden bir yumurta vermiş gibidir.
İmam hutbeye çıkınca melekler gelir, hutbeyi dinlerler." (Buharî. Tecrid-i sarih: 480)
"Hiçbir kimse yoktur ki, Cuma günü yıkansın, elinden geldiği kadar paklansın, güzel kokusu ile kokulansın, sonra evinden çıksın, iki kişi arasını yarmaksızın ona takdir edildiği kadar namaz kılsın, sonra da imam hutbe okurken sükûnetle dinlesin de geçenki Cuma ile bu Cuma arasındaki günahları bağışlanmasın." (Buharî. Tecrid-i sarih: 481)
Medine'nin yakınındaki Avâli'den, toz-toprak içinde Cuma'ya gelenlere Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Şu gününüz için keşke iyice temizlik yapaydınız." buyurmuştur. (Buharî. Tecrid-i sarih: 489)
Ayrıca o gün az da olsa sadaka vermek çok faziletlidir.
Resulullah Aleyhisselâm Ramazan'ın birinci gecesinde teravihi mescidde kılmıştı. Cemaat de ona uydu. Bir daha kıldırmadı. Bunun sebebi sorulduğunda:
"Elbet ben gece namazının size farz olmasından korktum." buyurdular. (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 411)
Abdullah İbn-i Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayete göre şöyle buyurmuşlardır:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Ramazan'da yirmi rekât teravih ve vitir namazı kılardı." (Tecrîd-i sarîh, cild 4, sh: 75)
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'den rivayet edildiğine göre, şöyle söylemiştir:
"Yâ Resulellah siz vitir namazı kılmadan uyur musunuz? diye sormuştum.
‘Yâ Âişe benim iki gözüm uyur kalbim uyumaz.' buyurdu." (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 592)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-ın hilâfeti zamanında Ashâb-ı kiram'ın icmaı ile kalabalık cemaatle kılınmıştır.
• Erkek ve kadın her müslümanın teravih namazı kılması sünnet-i müekkede'dir.
• Ramazan gecelerinde yatsının son sünnetinden sonra yirmi rekât olarak kılınır. Vitir namazı ise teravihten sonra kılınır.
• Teravih namazını on selâm ile ikişer rekât kılmak sevaplıdır. Dörder rekât da kılınır. Dörtten fazla rekâtta selâm vermek mekruhtur.
• Teravih namazını evde cemaatle kılmak bir fazilet olmasına rağmen, mescitte cematle kılmak daha üstün bir fazilettir.
• Teravih namazı orucun değil, Ramazan ayının sünnetidir. Bunun içindir ki oruç tutamayan hasta ve yolcu gibi özür sahiplerinin de bu namazı kılmaları sünnettir.
• Vakti geçirilmiş olan teravih namazının kazası yapılmaz.
• Yatsının farzı kılındıktan sonra camiye gelen bir kişi, önce yatsının farzını kılar, sonra teravih kılmak için imama uyar. Daha sonra kılamadığı rekâtları kendi başına kılar.
Rivayet olunur ki Ebu Mesud Ensâri -radiyallahu anh- Irak'ta iken bir gün Muğire bin Şûbe -radiyallahu anh-ın yanına girdi. O gün Muğire nasılsa ikindi namazını geç vakte bırakmıştı. Ona dedi ki:
"Ya Muğire! Bu yaptığın nedir? Bilmiyor musun ki, Cebrâil inip namaz kıldı. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- de (ardında) kıldı.
Sonra (bir daha) kıldı, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- de (ardında bir daha) kıldı.
Sonra (bir daha) kıldı, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- de (ardında bir daha) kıldı.
Sonra (bir daha) kıldı, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- de (ardında bir daha) kıldı.
Sonra (bir daha) kıldı, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- de (ardında bir daha) kıldı.
Sonra ‘İşte ben bununla emrolundum.' dedi." (Buhâri, Tecrîd-i sarîh: 315)
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Cebrâil Aleyhisselâm iki defa Beyt-i muazzama'nın yanında bana imam oldu. İlk defasında zeval vaktinde güneşin verdiği gölge bir nalın tasması kadar uzandığında bana öğle, her şeyin gölgesi birer misli uzadığında ikindi, oruçlu orucu bozduğu vakitte akşam, şafak kaybolduğunda yatsı, oruçluya yemek-içmek haram olduğu vakitte sabah namazlarını kıldırdı.
Ertesi gün öğle namazını her şeyin gölgesi bir misli, ikindi namazını iki misli olduğu, akşam namazını oruçlu iftar ettiği zamanda, yatsı namazını gecenin üçte birine doğru, sabah namazını da ortalık iyice aydınlandığı vakitte kıldırdı.
Sonra bana döndü ve ‘Ya Muhammed! Bu senden evvelki Enbiyâ'nın vaktidir. Namaz vakti işte bu ikişer vakitlerarasındadır.' dedi." (Ebu Dâvud, Nesâi, Tirmizî), (Tecrîd-i sarîh, cild: 2. sh: 462)
Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri namaz kılmayı farz kılmıştır. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerde namazın vakitleri, nasıl kılınacağı beyan edilmiştir.
Cebrâil Aleyhisselâm gelerek Resulullah Aleyhisselâm'a tarif etmiştir.
1. Siz namaz kılıyor musunuz? Kılıyorsunuz da mı hükm-ü ilâhîyi ve Resulullah Aleyhisselâm'ın emirlerini tahrip ve tahrif ederek değiştirmek istiyorsunuz?
2. Biz de kılıyoruz derlerse "Kaç vakit kılıyorsunuz? Resulullah Aleyhisselâm'a Cebrâil Aleyhisselâm beş vakti tâlim etti, size üç vakti kim tâlim etti?"
3. Onlara sorun asıl gayeniz nedir? Size ne cevap vereceklerine dikkat edin.
•
"Hakikat ile Dalâleti Bilmemiz Lâzım" isimli ilk baskısı 1990'lı yıllarda yapılan eserinde şöyle buyurmuştu:
Rüşdî ve Reşat'ın telefonları paralel çalışır. Mühim olan telefonun santralıdır. Merkezi ise hıristiyan âlemidir. İslâm'ın gerek Amerika'da gerekse İngiltere'de yayılması onları tedirgin etti. Bunu önleyebilmek için çaba sarfediyorlar. Bir taraftan yalancı peygamberler çıkartmakla, Hazret-i Kur'an'ı tahrif etmekle tahribe çalışıyorlar, diğer taraftan ise Sebeb-i mevcudat olan Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i inkâr yolunu tutuyorlar.
Âyet-i kerime'lerde söyle buyuruluyor:
"Şüphesiz ki bu Kur'an hak ile bâtılı ayıran bir sözdür, o bir eğlence değildir.
Onlar (onu iptal etmek için) bir tuzak kuruyorlar. Ben de bir tuzak kurmaktayım, hilelerine karşılık vereceğim.
Hele sen o inkârcılara mühlet ver, onları biraz kendi hâllerine bırak." (Târık: 13-17)
"Ellerinin yazdıklarından ötürü vay hâline onların! Kazandıkları vebalden ötürü vay hâline onların!" (Bakara: 79)
Ve bunu sinsi sinsi yapmalarını, karagöz oyununa benzetirsek; ipler hıristiyanın elinde, perdede Reşat (Reşat Halife) ile Rüşdî (Salman Rüşdî) görünüyor.
Dikkat edin üçüncü hücumları da namaz olacaktır. Gayeleri İslâm'ı esasından çıkarmaya çalışmak ve hıristiyanlık dinini yaymaktır. Kendileri cehenneme gittikleri gibi, başkalarını da sürüklemek istiyorlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Onlar yeryüzünde durmadan fesat çıkarmaya koşarlar." (Mâide: 64)
"Andolsun ki ‘Allah üç ilâhtan üçüncüsüdür.' diyenler kâfir olmuşlardır. Oysa bir tek ilâhtan başka ilâh yoktur. Eğer bu dediklerinden vazgeçmezlerse elbette onlardan inkâr edenlere çok acıklı bir azap dokunacaktır." (Mâide: 73)
Bunların buradaki tâbilerine de çok dikkat etmek lâzım.
Dikkat ederseniz bunlara tâbi olanlar bundan evvel de: "Cuma namazı kılınmaz." demekle Hazret-i Allah ve Resul'üne karşı gelmişlerdi. Halbuki Kur'an-ı kerim'de hususiyetle Cuma sûre-i şerif'i var, bunca Hadis-i şerif'ler mevcut.
Ezcümle Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Bir takım kimseler ya Cuma namazlarını terketmekten vazgeçerler veya Allah-u Teâlâ onların kalplerini muhakkak ki mühürleyecektir. Sonra da onlar gafillerden olurlar." (Müslim. K. Cuma: 40)
Bir insan bir mevzuya girmek istediği zaman Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif ile girecek.
Âyet-i kerime'de:
"Allah ve Resul'ü doğru söylemiştir." buyuruluyor. (Ahzâb: 22)
Bu bakımdan Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif esastır, diğerleri lâftır. Hangi meselede olursa olsun, kim söylerse söylesin, lâfa itibar edilmez.
Cihad daha evvel harp sahalarında yapılırdı. Şimdi ise küffar içten içe çalışıyor. Bunun için müslümanların uyanık bulunması lâzımdır.
Türkiye'de durmadan propogandasını yapıyorlar, en müsait yer olarak burayı buluyorlar. Niçin? Mânen yoksun olanlar taklitçiliğe ve nakilciliğe meylettikleri için.
Namazı cemaatle kılmak dinin şiârıdır.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"Cemaatle kılınan namaz, yalnız kılınan namazdan yirmiyedi derece efdaldir." (Buharî. Tecrid-i sarih: 378)
Âkıl bâliğ ve hür olan, topluca namaz kılmaya gücü yeten müslüman erkeklerin cemaatle Cuma namazını kılmaları farz, Bayram namazını kılmaları vâcip, beş vakit namazı kılmaları ise vâcip kadar kuvvetli bir sünnet-i müekkededir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde cemaatin önem ve faziletini beyan buyurmaktadır:
"İmamlar sizin için namaz kıldırırlar. Eğer isabet ederlerse hem sizlere hem de onlara sevap vardır. Eğer hata ederlerse sizler için sevap onlar için ikab vardır." (Buharî. Tecrid-i sarih: 402)
"Cemaate devam etmeyenler pişmanlık duyup tevbe etmezlerse elbette evlerini yakarım." (İbn-i Mâce)
Yangın, cemaati terk edenlere dünyada ilâhî adaletin bir cezâsıdır. Bu Hadis-i şerif'in apaçık bir mucize olduğu herkesçe kabûl edilmiş olsa gerektir. Zîrâ zamanımızda câmii ve cemaatı terkedenler çoğaldığından yangın vukuu da hemen o nisbette çoğalıyor.
"Bir kimse yatsı namazını cemaatle kılsa o gecenin yarısını ibadetle geçirmiş, aynı şekilde sabah namazını cemaatle kılarsa geceyi bütünüyle namaz ile ihyâ etmiş gibi olur." (Müslim)
"Kuvvet bulmak için İslâm dini'nin cemâate olan ihtiyacı, sevâb almak için müminlerin cemaate olan ihtiyâcından fazladır." (Münâvî)
"Cennetin ortasında oturmasını arzu eden kimse cemaat namazından ayrılmasın." (Tirmizî)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz namaz kılarken ayak patırtısı duydu, namazı bitirince "Ne oluyorsunuz?" diye sordu.
"Namaza yetişmek için acele ettik." dediler.
Bunun üzerine şöyle buyurdular:
"Bir daha öyle yapmayınız. Namaza geldiğinizde vakar ve sekinetten ayrılmayınız. Yetiştiğinizi kılar, yetişemediğinizi tamamlarsınız." (Buharî. Tecrid-i sarih: 374)
Resulullah Aleyhisselâm'a birisi gelip; "Yâ Resulellah! Filânca bize namaz kıldırırken o kadar uzatıyor ki, vallahi sabah namazına gitmekten âdeta geri kalıyorum." dedi.
Resulullah Aleyhisselâm gadaplı bir şekilde buyurdu ki:
"İçinizden bazı kimselerde cemaati usandırıcılar vardır. Hanginiz imam olursanız kısa kıldırınız. Zira cemaat içinde zayıf, yaşlı, iş-güç sahibi kimseler vardır." (Buharî. Tecrid-i sarih: 405)
İmam ve müezzinin faziletine dair Hadis-i şerif'lerde ise şöyle buyuruluyor:
"İmam ve müezzin için hâsıl olan ecir, cemaatin umumuna verilen ecrin bir mislidir." (Münâvi)
"Cenâb-ı Allah'ın in'âm ve ihsânını herkesten ziyâde bekleyen fî-sebîlillah ezan okuyanlardır." (Müslim)
Her abdest ve gusülden sonra üzerindeki yaşlığı kuruyacak kadar vakit geçirmeden iki rekât namaz kılmak menduptur.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bir sabah:
"Yâ Bilal! İslâmiyet'te en çok kabulünü umduğun amelini bana haber ver zira, cennette önümde senin ayak seslerini işittim." buyurdu.
Bilal-i Habeşî -radiyallahu anh- ise şöyle cevap verdi:
"Gece ve gündüz her abdest aldığımda bu abdestle müyesser olduğu kadar namaz kıldım. Başka da bir amelde bulunduğumu bilmiyorum." (Buhari)
Güneş doğduktan kırk beş dakika sonra iki rekât olarak kılınır, çok faziletlidir. Hadis-i şerif:
"Sabahleyin her kemiğinize karşılık bir sadaka vardır. Her tesbih bir sadakadır. Her hamd bir sadakadır. Her tehlil bir sadakadır. Her tekbir sadakadır. İyiliği emretmek bir sadakadır. Kötülükten nehyetmek bir sadakadır.
Kuşluk vaktinde kılınan iki rekât namaz ise bütün bunlara bedeldir." (Müslim)
Bu namazın vakti gündüzün dörtte biri geçtikten sonra başlar, istivâ vaktine yani öğleye bir saat kalaya kadar devam eder. Dört, sekiz veya on iki rekât olarak kılınır. Gündüz kılındığı için dört rekâtta bir selâm verilir. Hadis-i şerif:
"Kim kuşluk namazı kılmaya devam ederse, günah-ı sağiresi deniz köpüğü kadar dahi olsa mağfiret olunur." (İbn-i Mâce)
Akşam namazından sonra altı rekât olarak kılınır. İki rekâtta bir selâm verilir.
1. ve 2. rekâtlarda Fâtiha'dan sonra üçer İhlâs sûresi,
3. ve 4. rekâtlarda Fâtiha'dan sonra birer İhlâs sûresi,
5. rekâtta Fâtiha'dan sonra Felâk sûresi,
6. rekâtta ise Fâtiha'dan sonra Nâs sûresi okunur.
Hadis-i şerif:
"Akşam namazından sonra söz söylemeksizin altı rekât namaz kılmaya devam edenlerin elli senelik günah-ı sağiresi mağfur olur." (C. Sağir)
Evvâbin namazının hemen arkasından kılınır.
Birinci rekâtta Fâtiha'dan sonra bir Âyet-el Kürsî ve:
"Ey Rabb'imiz! Bizi doğru yola hidayet ettikten sonra kalplerimizi saptırıp döndürme. Bize kendi nezdinden bir rahmet ver. Şüphesiz bağışı en çok olan sensin. Ey Rabb'imiz vukûunda aslâ şüphe olmayan bir günde sen insanları mutlaka toplayacaksın. Şüphesiz ki Allah sözünden dönmez." (Âl-i İmran: 8-9) Âyet-i kerime'si okunur.
İkinci rekâtta Fâtiha'dan sonra Elemneşrahleke sûresi okunur.
Selâm verdikten sonra secdeye gidilir ve on defa salâvat-ı şerife getirilir. Akabinde hıfz-ı iman hıfz-u himâye için Cenâb-ı Hakk'a niyazda bulunulur.
Gece kalkıp kılınan namazdır. İki rekâtta bir selâm verilir. İsteyen istediği kadar kılabilir.
Hakk Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri Kelâm-ı kadim'inde:
"Habib'im! Gecenin bir kısmında uyanıp, sırf sana mahsus fazla bir ibadet olmak üzere Kur'an ile gece namazı kıl."buyuruyor. (İsrâ: 79)
Buradaki gece namazından murad, Teheccüd namazıdır. Sebeb-i Mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e farz, ümmet-i muhteremesine ise nafile olarak emredilmiştir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- gece namazlarında iki ayağı şişinceye kadar ayakta dururdu. Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz bir gün kendisine "Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını mağfiret etmişken, niçin bu kadar zahmet çekiyorsun?" deyince şöyle buyurdular:
"İşte bu gufran-ı ilâhi'ye karşı şükreden bir kul olmayayım mı?" (Buhârî)
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz buyurdular ki:
"Bir seher vaktinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bana ve kızı Fâtıma -radiyallahu anhâ-ya ansızın ziyarete geldi. ‘Siz teheccüde kalkmıyor musunuz?' buyurdu. ‘Yâ Resulellah!' dedim. ‘Hayatımız Allah'ın yed-i kudretindedir. Bizi uyandırmak dilerse uyandırır.' Böyle söyleyince geri döndü ve bana hiç cevap vermedi. Yalnız yüzünü bizden çevirip giderken mübarek elini dizine vurdu ve şu Âyet-i kerime'yi okudu: ‘İnsanlar ne de çok cidalcı (tartışmacı) oluyor.' (Kehf: 54)" (Buharî)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz'in oğlu Abdullah -radiyallahu anh- buyuruyorlar ki:
"Saâdet devrinde kim bir rüyâ görürse, gelip onu Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e anlatırdı. Ben de bir rüyâ görmeyi ve onu Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e arzetmeyi çok isterdim. O sıralarda ben çok gençtim ve Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- zamanında mescidde uyuyordum. Bir gece rüyâmda iki meleğin beni tutup cehenneme götürdüklerini, cehennemin kuyu gibi taştan örülü ve iki boynuzu olduğunu gördüm. İçinde bir çok tanıdık kimseler vardı. Korktum ve ‘Cehennemden Allah'a sığınırım.' demeye başladım. Bu sırada bir başka melekle karşılaştık. Bana "Korkma" dedi.
Bu rüyâmı hemşirem Ümmül-müminin Hafsa -radiyallahu anhâ-ya anlattım. O da Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e arzettiğinde:
"Abdullah ne iyi çocuktur. Bir de gece kalkıp namaz kılsa!." buyurmuş.
Bundan sonra ben geceleri çok az uyumaya başladım." (Buharî. Tecrid-i sarih: 576)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz gece namazını teşvik etmekle beraber itidalî de tavsiye buyurmuşlardır. Bir defasında mescide iki direğin arasına bir ip çekilmiş olduğunu görünce "Bu nedir?" diye sordular. "Zevceniz Cahş kızı Zeyneb'indir. Namazda yorulunca bu ipe tutunur." denildiğinde buyurdular ki:
"Olmaz böyle şey. Bu ipi çözünüz. Sizden biriniz namaz kılacaksa zinde olarak kılsın. Yorulunca da oturup dinlensin." (Buharî)
Bir Hadis-i şerif'lerinde de buyuruyorlar ki:
"Sizden biriniz uyurken şeytan onun ensesine üç düğüm vurup ‘Yat, daha gece uzun.' der, ensesini sıvazlar. O kimse uyanıp da zikrullahla meşgul olursa, o düğümün biri çözülür. Kalkıp abdest alırsa diğeri, namaz da kılarsa son düğüm çözülür. Artık o, gönlü hoş ve huzurlu bir hâlde sabaha çıkar.
Fakat zikretmez, abdest alıp namaz kılmazsa gönlü kirli ve uyuşuk bir hâlde sabahlar." (Buharî. Tecrid-i sarih: 588)
Teheccüd namazı çok faziletlidir. Hadis-i şerif'lere göre, farzlardan sonra en kıymetli namazdır.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"Farzlardan sonra namazların efdâli geceleri kılınan teheccüd namazıdır." (Müslim)
Sâlih kulların âdetidir. İnsanı Allah'a yaklaştırır. Günahlara kefarettir, günah işlemekten alıkoymaya sebeptir. Bedenî ve ruhî hastalıklara şifâdır.
Dört rekâtlı nâfile bir namazdır. Her rekâtinde 75 defa Sübhânellahi velhamdülillâhi velâ ilâhe illâllahü vallahü ekber diye tesbih tekbiri okunur. Kılınışı şöyledir:
Niyet edilir, Allahu Ekber diyerek namaza başlanır. Sübhâneke'den sonra 15 kere Sübhânellahi... okunur. Euzü besmele çekilir. Fâtiha sûresi ve bir sûre okunduktan sonra 10 kere Sübhânellahi... okunur. Rükûya gidilir. 3 kere Sübhâne Rabbiyel aziym dedikten sonra 10 kere Sübhânellahi... okunur. Semiallâhü Limen Hamideh denilerek kalkılır. Kıyamda 10 kere Sübhânellahi... okunur. Secdeye varılıp 3 kere Sübhane Rabbiyel âlâ dedikten sonra 10 defa Sübhânellahi ... okunur. Secdeden tekbir ile kalkılıp oturunca 10 defa Sübhânellahi... okunur. İkinci secdeye de tekbir ile varılıp 3 defa Sübhâne Rabbiyel âlâ'dan sonra 10 kere Sübhânellahi... okunur. Böylece bu tesbih 75 kere okunmuş olur.
Sonra ikinci rekâta kalkılır. İlk önce 15 defa Sübhânellahi... okunur. Besmele-i şerif, Fâtiha ve bir sûre'den sonra 10 defa Sübhânellahi... okunur. Birinci rekâtta kılındığı gibi bir rekât daha kılınır ve oturulur. Tahiyyat, Salli-Bârik duâları okunur, üçüncü rekâta kalkılır. Üçüncü ve dördüncü rekâtlar da birinci rekâtlar gibi kılınarak selâm verilir. Bu suretle de dört rekâtta üç yüz tesbih okunmuş olur.
Gündüz kılınırsa bir selâmda, gece kılınırsa iki selâmda tamamlamak daha iyidir.
Tesbih namazının fazileti çok büyüktür. Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz amcası Abbas -radiyallahu anh- Hazretleri'ne "Ey amcam Abbas! Sana bir ihsanda bulunayım mı?" buyurdular ve Tesbih namazının kılınışını tarif ettiler. Bu namazı kıldığı takdirde günahlarının evvelini ve âhirini, eskisini ve yenisini, bilerek yaptığını bilmeyerek yaptığını, büyüğünü ve küçüğünü, gizlisini ve açığını, Hazret-i Allah'ın affedeceğini söylediler. Hatta Âlic bölgesinin kumları kadar da çok olsa bile...
Daha sonra buyurdular ki:
"Gücün yetiyorsa bu namazı hergün bir kere kıl. Hergün kılamazsan, her Cuma bir kere kıl. Her Cuma kılmaya gücün yetmezse her ay bir kere kıl. Her ay kılamazsan hiç değilse senede bir kere kıl. Onu da yapamazsan ömründe bir kez olsun bu namazı kıl." (Tirmizî - Ebu Dâvud)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Resul'üm! Kitap'tan sana vahyedileni oku ve namaz kıl! Şüphesiz ki namaz insanı her türlü hayâsızlıktan ve fenâlıktan alıkoyar. Zikrullah elbette en büyük (ibadet)tir. Allah yaptıklarınızı bilir." (Ankebût: 45)
Müminlerin her türlü kötülüklerden ve yasaklardan kaçınması icap ederken, nice namaz kılan kimselerin kendilerini haramdan ve yasaklardan kurtaramadıkları görülmektedir.
Bunun da sebebi namazda huzur ve huşuya dikkat edilmemesinden ileri gelmektedir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Huşu ile namaz kılan müminler ahiret azabından kurtuldular." buyuruyor. (Müminun: 1-2)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif'lerinde:
"Namazında huşu olmayan kimsenin namazı kabule lâyık olamaz, vaad olunan faydası da beklenemez." buyurmuşlardır. (Münâvi)
Bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyuruluyor:
"Namazında sesini yükseltme, sesini o kadar da kısma, ikisi arasında bir yol tut." (İsrâ: 110)
Bu gibi kimseler ancak emri yerine getirerek farzı edâ etmiş ve namazı terkedenler için tayin olunan şer'i cezadan kendini kurtarmış olur.
Namazda huzur ve huşu şarttır. Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde:
"Benim zikrim için namaz kıl!" buyuruyor. (Tâhâ: 14)
Bu Âyet-i kerime'den anlaşılıyor ki namaz kılmaktan maksat Allah-u Teâlâ'yı anmaktır. Namazı boyunca gaflette olan bir kimse, Allah'ı anmak için namaz kılanlardan olmamış olur.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde de:
"Gâfillerden olma." buyuruyor. (Â'raf: 205)
Namaz gafletle kılınırsa o namaz sahibini fuhşiyattan, münkerden alıkoymaz, Hazret-i Allah'tan uzaklaştırır.
"Namaz insanı her türlü hayâsızlıktan ve fenâlıktan alıkoyar." (Ankebût: 45)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Bir kimsenin kıldığı namazı kendisini kötülüklerden alıkoymazsa, o kimseye Cenâb-ı Allah'ın rahmetinden uzaklaşmadan başka bir fayda vermez." (Ahmed bin Hanbel)
"Sâlih amelden ayrılmayan kimsenin iki rekât namazı, iyi ile kötü ameli karışık kimselerin bin rekât namazından efdâldir." (Münâvî)
Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde ise:
"Nice namaz kılan var ki namazından sadece yorgunluk elde eder." buyuruyorlar. (Nesai)
Asıl olan, huşu ile kılınan namazın insanı kötülüklerden alıkoymasıdır. Kişi kötülüklere meyil ediyorsa namazında eksiklikler var demektir. Kötülük derken sadece aklımıza gelen büyük kötülükler, başkasına yapılan hareketler anlaşılmamalıdır. Kötülük; dedikodu, gıybet, emir sahibine itaatsizlik, toplumda huzur ve huşuyu bozacak fitne çıkaracak hâl ve hareketler. Buna mümasil mümin ahlâkına uymayan her türlü hareket kötülüktür. Kötü örnek olmaktır.
Namazda huşu; hem zâhiri hem bâtıni olmak üzere iki kısımdır:
• Namaz kılmaya başlayan bir kimse iftitah tekbirinden başlayıp selâm verinceye kadar, kendisinin Cenâb-ı Hakk'ın huzurunda bulunduğunu bilmelidir.
• O'nun heybet ve azameti karşısında kendisinin ne derece hakir, fakir olduğunu, merhamete ve mağfirete muhtaç, günahkâr bir kul olduğunu tefekkür etmelidir.
• İbadetler arasında Cenâb-ı Hakk'ın en çok sevdiği olan namaz sayesinde söz ve hareketleriyle af ve mağfiret talep edip O'nun lütuf ve ihsanını kazandıracak bir makamda bulunduğunu korku ve haşyetle düşünmelidir.
• Bu şekilde kılınan namazımız melâike-i kiram'ın muhtelif şekillerdeki ibadetlerini içinde topladığı için, diğer ibadetlerin en faziletlisi, af ve mağfiret sebeplerinin en mükemmelidir.
Meleklerin bir kısmı ayakta bir kısmı oturarak, bir kısmı rükû ve secde ile meşguldürler. Diğer bazısı da "Allah-u Ekber", "Elhamdülillah", "Subhanallah" gibi tekbir, tahmid ve tesbih ile emrolunmuşlardır. Namaz kılan müslümanlar da, bu faziletlerin hepsinden kısmi de olsa feyz almaktadırlar.
• Bir insan namaza başlar başlamaz tam bir sükûnetle, etrafına bakmadan, azalarını lüzumsuz hareketlerden koruyarak, Allah-u Teâlâ'nın huzurunda bulunup dilinden dökülen kelimelerin mânâsını düşünmelidir.
Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Namaz içinde oraya buraya bakmak, kişinin namazından çaldığı hırsızlamadır." (Buharî. Tecrid-i sarih: 420)
"Kişi, namazından ne kadar anlarsa, o derece namaz kılmış sayılır." buyurmuşlardır.
• "Allah-u Ekber" deyince, Allah-u Teâlâ'nın herşeyden büyük olduğunu düşünmelidir.
• Sübhaneke Allahümme ve bihamdik: Ey Allah'ım! Sana hamd ederek, her türlü noksanlardan tenzih ederim.
• Vetebâre kesmük: Senin ism-i şerif'inin hayır ve bereketleri cem ettiğini bilirim.
• Veteâlâ ceddük: Senin azamet ve şanını itiraf ederim.
• Velâ ilâhe ğayrûk: Senden başka bir mabud olmadığını dil ile ikrar, kalp ile tasdik ederim.
• Euzü billâhi mineşşeytanirracîm: Merhamet dergâhından kovulmuş şeytanın hile ve desiselerinden Cenâb-ı Hakk'a sığınırım.
• Bismillâhi: Cenâb-ı Allah'ın ism-i şerif'i dilimde ve kalbimde bulunduğu halde namaza başlıyorum.
• Errahman: Öyle bir Allah ki dünyada merhameti herkese şâmil.
• Errahim: Ahirette ise itaatkâr kullarına cennet ve cemâlini ihsan buyurucudur.
• Elhamdü'lillâhi: Hamd ve sena bütün övgüler Allah-u Zülcelâl Hazretleri'ne mahsustur.
• Rabbil âlemin: Bütün âlemlerin yaratıcısı, rızıklandırıcısı, mürebbisidir.
• Errahmânirrahim: O Rahman ve Rahim'dir.
• Mâlik-i yevmiddin: Kıyamet gününün sahibi ve melikidir. Herkesin gözü onun lütuf ve keremindedir.
• İyyâke na'büdü: Allah'ım yalnız sana ibadet eder,
• Ve iyyâke nestaiyn: Yalnız senden yardım bekleriz.
• İhdinâ: Bizlere hidayet eyle.
• Sırâtalmüstakim: Cennete uzanan doğru bir yolu.
• Sıratalleziyne en'amte aleyhim: Nimetlerine nâil olan nebilerin ve velilerin süluk ettikleri şeriat ve tarikat-ı mutahharayı,
• Ğayril mâğdûbi aleyhim veleddalliyn: Gazabı haketmiş olanların ve doğru yoldan sapan yahudi ve hıristiyanların yolunu değil.
• Namaz kılan kimse bu şekilde Fâtiha sûre-i şerifi'ni okuduktan sonra istediği bir sûre daha okur. Cenâb-ı Hakk'ı tâzim makamında rükûya eğilir, kendini küçültür.
• Rükûda "Sübhâne rabbiyel aziym" diyerek, büyüklük zâtına mahsus olan Hazret-i Allah'ı bütün noksanlardan tenzih eyler.
• "Semiallahu limen hamideh" diyerek rükûdan kalkar. "Allah-u Teâlâ kendisine hamd edenin hamdini işitir ve kabul buyurur." demektir.
• Rükûdan kalktığında da "Rabbenâ lekel hamd" der. "Ey Rabb'imiz. Hamd ancak sana mahsustur." mânâsına gelir.
• Sonra secdeye varır.
Bilindiği gibi kulların fiillerinin, iş ve davranışlarının içinde en çok kabule lâyık olan şey mahviyettir. Yani bir insan kendini hakir, sağir, naçiz bir mahlûk olduğunu ve her nesi varsa Cenâb-ı Allah'ın mal ve mülkü bulunduğunu bilmektir.
Secdeye varmak, yerlere kapanmak, toprakla bir olmak ise fiili olarak mahviyeti temsil etmekte olduğu gibi dil ile de "Sübhâne rabbiyel a'lâ" yı okur. "Kuvvet, kudret, beden, mal ve mülk bakımından herkesten üstün olan Hazret-i Allah'ı bütün noksanlardan tenzih ederim." demektir.
• İkinci secdeyi de yaptıktan sonra ikinci rekâta kalkar. Aynı minval üzere onu da kılar ve teşehhüd için oturur.
• Ettahiyyatü lillahi: Hamd ve sena gibi dil ile söylenerek yapılan kavli ibadetler Allah'a mahsustur.
• Vessalâvâtü: Salâvât gibi fiili ibadetler Allah'a mahsustur.
• Vettayyibat: Mâli ibadetlerin dahi hepsi O'na ait olduğunu itiraf eyler.
• Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Miraç gecesinde huzuru Rabb'ül izzet'e varınca ve bu üç kelime-i tayyibe ile hamd ve sena vazifesini yerine getirince, Allah-u Teâlâ da üç kelime ile mukabelede bulundu.
• "Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetullahi ve berekâtühü." yani "Dünya ve ahiret azabından emniyetle beraber, Cenâb-ı Allah'ın rahmet ve âtıfeti, hayır ve bereketi senin üzerine olsun." demektir.
• Ondan sonra tekrar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz, Allah-u Teâlâ'nın selâmına cevaben "Esselâmu aleyna ve alâ ibâdillahissalihiyn." yani "Cenâb-ı Hakk'ın rahmeti ve inayeti bizim ve bütün enbiyanın, evliyânın üzerine olsun." tabiriyle meramını arzetmiştir.
• Mübarek Miraç gecesinde meydana gelen bu ahvâle vakıf olan Cebrâil Aleyhisselâm da "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve rasûlühu" yani "Cenâb-ı Allah'ın birliğine ve Muhammed Aleyhisselâm'ın Allah'ın kulu ve Resul'ü olduğuna şehâdet eylerim." buyurmuştur.
• Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'ın isminin anıldığı zaman salât-u selâm gönderilmesinin lüzumu aşikâr olduğundan, "Ettahiyyatü"nün sonunda salât-u selâm getirilir...
• Allahümme salli alâ Muhammed: Yâ Rabb'i, rahmetini Muhammed Aleyhisselâm üzerine indir.
• Ve alâ âli Muhammed: Hem de Muhammed Aleyhisselâm'ın bütün akraba ve taallükâtı ile itaatkâr ümmeti üzerine indir.
• Kema salleyte alâ İbrahime ve alâ âli İbrahim, inneke hamidün mecid: Nasıl ki İbrahim Aleyhisselâm ile onun âile efradına nâzil buyurmuşsan. Şüphesiz ki sen Hamid ve Mecid'sin" demelidir.
• Bundan sonra "Rabbenâ..." gibi meşhur duâlardan okumalıdır. Sonra da namaza mahsus olan mukaddes ilâhi huzurdan çıkarak dünya âlemine dahil olacağı için; eğer imam ise hazır bulunan cemaata ve meleklere, tek başına kılıyorsa sağındaki ve solundaki meleklere hitaben "Esselâmü aleyküm ve rahmetullah" diyerek namaz vazifesini bitirmiş olur.
• Ettahiyyatü'yü okurken namazı kılan kişi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Allah-u Teâlâ'ya arz etmiş olduğu kelime-i tayyibeleri kendisi tarafından takdim etmelidir. Bir hikaye olarak okumamalıdır.
• Namazın başından sonuna kadar huzur ve huşuyu muhafaza etmek evliyâullahın büyüklerinin güçlükle muktedir olabileceği meselelerden olduğu için, diğer insanlar için ise kolay olmadığı açıktır.
Şu kadar var ki namazın hangi rüknünde olursa olsun namaz kılan için o nisbette kabul ümidi şüphesizdir. Bu bakımdan huzur ve huşu için mümkün olduğu kadar çalışıp gayret göstermelidir.
Namaz kılarken:
"Namaza başladığında son namazını kılar gibi kıl!" (Ahmed bin Hanbel)
Hadis-i şerif'ini de gönülden uzak tutmamak gerekir.
Cenâb-ı Hakk ve Feyyaz-ı Mutlak Hazretleri, Tevhid'e inanan müslümanları muvaffak buyursun. Memur bulundukları namazlarını kemâl-i huzur ve huşu ile edâ etmekle kalplerini pür-nûr eylesin, amin.
Cenâb-ı Hakk kullarına ibadet etmeyi emretmiştir. Kimisi yapmaz, o isyandadır. Kimi yapar, fakat; "Sen emrettin ben yapıyorum!" kabilinden, külfet ve töhmetle, zorlukla yapar. Hoşnutlukla ve seve seve yapmaz.
Kimisi de ibadetine dayanır. "Herkes isyân ediyor, ben ibadet ediyorum. Şu halde cennete girmeye hak kazanmış oluyorum!" der.
Bir diğeri ise çok ibadet eder, fakat ibadet edemediğini çok iyi bilir. "İbadet ediyorum!" demez de, Hazret-i Allah'ın onu ibadete sevkettiğini gözü ile görür ve Sevkeden'e bundan dolayı şükürle meşgul olur.
"Bir padişahın birçok hizmetçileri olur, her biri çeşitli işlerde çalışırlar. Fakat bazılarını hususi hizmetine kendi maiyyetine alır. O hizmetçinin şükür mü etmesi lâzım, böbürlenmesi mi lâzım?
Hazret-i Allah seni kulluğuna kabul buyurmuşsa, ibadet etme lütfunu bahşetmişse, bundan büyük saadet olamaz. Seni kendi maiyyetine huzuruna almış demektir. Başkasını almamış seni almış. Sen de seni maiyyetine alan Hazret-i Allah'ına çok şükret. "İbadet ediyorum!" zannına kapılma.
Sana bir iyilik bahşetmişse, bunu O'ndan bil, sakın kendine mâletme. Akıllı bir insan hiçbir zaman "Ben iyiyim, ben ibadet ediyorum, ben namaz kılıyorum..." diyemez.
Şayet seni sana bırakırsa, o gördüğün kötü insanların da en kötüsü olacaksın. Bunu böyle bil!"
"Hazret-i Allah'ın ve Habib'i -sallallahu aleyhi ve sellem-inin emirlerine hassasiyetle itaat etmek lâzımdır. Meselâ; vaktinde kılınan namaz Hazret-i Allah'ın en sevdiği amellerdendir. Niçin? İkrah girmemesi için, emre itaat maksadıyla vakit gelince hemen kılınması lâzımdır.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz; "İftarda acele, sahûru imsak vaktine doğru geciktiriniz." buyuruyorlar. (Tirmizî)
"Biraz sonra orucumu açarım" veya "Sahur değil mi hemen yaparım!" gibi sözlerin altında ikrah vardır. Bu ise nefisten doğuyor."
Kur'an-ı kerim'de üç Âyet-i kerime'de ikişer emir vardır. Bu emirlerin her ikisinin de yerine getirilmesi lâzımdır. Birisi yapılmazsa diğeri de yapılmamış olur.
"Allah'a ve Peygamber'e itaat edin." (Âl-i imrân: 132)
Bir insan Hazret-i Allah'a itaat edip Habib'ine etmezse, Allah'a itaat etmiş sayılmaz.
"Namaz kılınız, zekâtı veriniz." (Bakara: 43)
Namaz kılan bir kimse, eğer zekâtını vermiyorsa, namaz kılmış olmaz.
"Bana ve anne-babana şükret." (Lokman: 14)
Hazret-i Allah'a şükredip de ana-babasına şükretmeyen bir insan Hazret-i Allah'a şükretmemiş demektir.
İslâm'ın nezafetine dahil olmak, karanlıklardan kurtulmak sâlih amel işlemekle mümkündür. Kur'an-ı kerim'de doksana yakın Âyet-i kerime'de Allah-u Teâlâ; "İman edip, sâlih amel işleyenler" şeklinde buyurarak "İman" ile "Sâlih amel işlemeyi"bir arada zikretmiş, sâlih amel işleyenlere mükâfatlarını sonsuzca ihsan ve ikram ettiğini beyan etmiştir.
"İman edip, sâlih amel işleyenlere gelince; Allah onlara mükâfatlarını tam olarak verecektir." (Âl-i imrân: 57)
Herkesin imanı, amel ve ibadeti nispetindedir. Amel bu kadar önemli olup imanın alâmetidir.
Kimisi "İman ettim" der, hiçbir ameli yoktur. Namaz kılmaz, oruç tutmaz, taharet bilmez; ismi müslümandır. İslâm'ın nezafetinden, aydınlığından, medeniyetinden de nasibi yoktur.
Bir de münafıklar vardır ki;
"En iyi müslüman benim!" der, dış görünüşlerine bakınca aldanırsın. Ancak münafıktırlar, kâfirden daha beterdirler.
"Senelerdir riyâzet yapıyorum şunu yapıyorum bunu yapıyorum, bir türlü eremiyorum!" diyen bir zâtın bu sözü arz edildiğinde buyurdular ki:
Halbuki eremedim değil de "Eriyemedim!" dememiz lâzımdı. Ermeye değil de erimeye çalışmalıydık. Dikkat buyurulursa, Hakk Celle ve Alâ Hazretleri bir insanı yoktan var etti, yine yok edecek. Her şey O'nun ve O'ndan... Sende ne var ki ne arayıp ne topluyorsun?
Hazret-i Allah bir insana bütün dünyayı verse, dünyadakileri de emrine verse, bu hâl kuyunun üzerindeki çürük tahtada oturmaya benzer. Her şey onun amma, hayat muvakkat olduğu için, her an göçebilirim korkusu ve huzursuzluğu vardır, ondan hiç gitmez. Tahta kırıldığı zaman kuyunun korkunç karanlığına gömülecek.
Halbuki erime yolunda bulunup, Hakk'a dayananlar öyle bir yere dayanmışlardır ki, göçerlerse Hakk'a göçerler. Onlar zaten göçmek için, Sahib-i Hakiki'ye bir an evvel kavuşmak için dayanırlar. Fakat vakit gelmediği için alınmazlar.
Diğerleri; "Gitmeyeyim!" diye çırpınırlar. Bütün dayandıkları çürük bir tahtadır. Tahta da üstündeki de mahva mahkûmdur.
Bu bakımdan insan nereye ve kime dayandığını çok iyi bilmelidir.
Bazı insanlar ibadetine dayanır. Açık olarak ifade edelim ki, Hazret-i Allah'ın gerçek kulları; "Allah'ım beni bana bırakma. Eğer nefsim kendisini beğenecek olursa helâk olurum!" diye çok niyaz ederler.
Kendilerine bir beğenme halinin gelmesindense, "Ah bir an evvel gitsem de böyle bir felâkete düşmesem!" diye ölümü çok arzu ederler.
Bir de ibadetin içindeki işlediğimiz günahları göz önüne getirelim. İbadetlerimiz Hakk'tan ne kadar uzak. Ehl-i hakikat yıkılıncaya kadar ibadet eder, sonra da anlayabildiği kadar, ibadetlerindeki kusurlar için gözyaşı döker.
"Anlayamadıklarımı da bilsem, göz yaşı yerine kendimi dökmem lâzım!" diye düşünür.
İbadetlerimize bu kadar istiğfar gerekirse, ya günahlarımız ne olacak? Durumumuz bu iken, bir de "Ben olayım!" sevdasına kapılmak akıl kârı değildir.
Bu mevzu muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretlerimiz'in "Kalblerin Anahtarı" külliyatından olan "Rütbe-i Bâlâ" isimli kitabından teberrüken alınmıştır:
Sıddîk-ı Ekber -radiyallahu anh- Efendimiz buyururlar ki:
"Ben Hazret-i Allah'ı gördüm, başka bir şey görmedim."
Bu doğrudur.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz de:
"Görmediğim Allah'a ibadet etmem." buyuruyor.
Görüyor, her şeyin fâni olduğunu biliyor, O'nunla O'na ibadet ediyor.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz:
"Kalbim, Rabb'imin nuru ile Rabb'imi gördü." buyurmuştur.
Kalp, Cemâl sıfatının tecellisine bir aynadır. Sıfatların tecellisi, fuad yani kalp gözü ile görülür.
"Fuad yani kalp, gördüğünü yalanlamadı." Âyet-i kerime'si bu mânâyı teyid etmektedir. (Necm: 11)
"Kim görürse kendi lehinedir." (En'âm: 104)
Demek ki görülüyormuş.
Siz bunların yalnız ismini duyuyorsunuz.
Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin buyurduğu "Ayrılmadan buluşma." bu oluyor.
O'nunla O'na namaz kılıyor.
Şeyhü'l-Ekber -kuddise sırruh- Hazretleri "Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ" adlı eserinde şöyle buyuruyorlar:
"O'nun ilmi râsih, nasibi yüce, Nur'u apaçıktır; o, sırrı ve nasihati dile getirilir bir kimsedir." (s. 73)
Onun ilmi ilmullahtır, yani ona ilim Allah-u Teâlâ tarafından gelir. O doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ'nın ilmiyle hilmiyle desteği ile yürüyor.
İşte bu ilim, işte bu ilim...
Çünkü bir Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz O'nu öyle gördü. Bir de Cenâb-ı Allah dilediği kadar fakire nasip etmiş. Bu ilim onlarda yok. Yoksa onlar çok ilim sahibi. Bu zamanda bu ilmi, bu nuru indirdi, büyük lütufta bulunmuş. O'na O'nunla sonsuz şükürler olsun.
Namaz üç türlü kılınır:
• Hazret-i Allah'ın karşısında kılınır.
• Kâbe'nin karşısında kılınır.
• Kıble'ye, Kâbe'ye müteveccih kılınır.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz'in; "Görmediğim Allah'a ibadet etmem!" dediği budur. Görüyor göre göre O'na ibadet ediyor. Bunlar Cenâb-ı Hakk'ın yürüttüğü, duyurduğu, bildirdiği hususi kullardır. Bunlar dünya yüzüne nadir gelenlerdir.
Burada ilimler ayrıldı.
Namaz kılanlardan biri kıbleye müteveccih kılar, biri Kâbe-i muazzama'nın karşısında kılar, birisi de Hazret-i Allah'ın karşısında kılar. Şimdi bu namaz kılanlar ayrıldı.
Hidayet Allah-u Teâlâ'nın, kendi zâtını bilmek için lütuf ve keremi ile kullarında halkettiği muvaffakiyettir. İman nûrunu ihsan ettiği, kalbine akıttığı kulunu, mârifetullah nûru ile kudsî ruh ile destekler.
Bunlar vâris-i enbiya oldukları içindir ki, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerin tecelliyâtına mazhar olmuşlardır. Yani bildirdiği kadar bilir, gösterdiği kadar görür. Hakk'ta fani olduğu zaman bunlar husule gelir.
Cenâb-ı Hakk'ı görür kendisini görmez, zira âyân-ı sâbite ile Hakk'ı tesbih eder, O'nunla ibadet eder.
Azamet-i ilâhî'nin karşısında bir zerre olarak Allah-u Teâlâ'ya ibadet, taat ve secdesini yapar.
"Kulhüvallahü Ehad" dediği zaman Azamet-i İlâhi'yi görür.
"Allahüssamed" yarattığı varlıkların O'na muhtaç olduğunu bilir.
Bu esrâr-ı İlâhiye ne zaman tecelli eder ki âyân-ı sâbite bütün âyân-ı sâbite'lerin Hazret-i Allah'a ne kadar muhtaç olduğunu görür? Ve herşeyin Hakk ile kaim olduğunu gördüğü zaman Âyet'ül-kürsi'nin sırrına mazhar olur.
Fatiha-i şerif'te "Elhamdülillâhi rabbil âlemin" derken bu sırra mazhardır. Bu ise ancak Hazret-i Allah'ın boyası ile boyandığı zaman husule gelir.
"Allah'ın boyası ile boyanın! Allah'ın boyasından daha güzel boyası olan kimdir?" (Bakara: 138)
Şimdi bu Âyet-i kerime nasıl anlaşılır?
Zâhir ehli der ki:Hazret-i Allah'ın emirlerini yaparsan, yasaklarından kaçarsan Hazret-i Allah'ın boyasına boyanmış olursun.
Bu çok zor amma çok güzeldir.
Hakikat ehli bu Âyet-i kerime'yi nasıl anlar?
Takvâ elbisesini giyersen, Hazret-i Allah'ın boyasına boyanmış olursun.
Mârifetullah ehli bu Âyet-i kerime'yi nasıl anlar?
Vücud elbisesini soyarsan Allah-u Teâlâ'nın elbisesini giymiş olursun. Bu Âyet-i kerime'nin gerçek mânâsı budur.
Bunu her tahiyyatta okurum ki, Yaratıcı'nın yaratışını göreyim, kendimin bir maske olduğunu bileyim.
Madem ki O var biz yokuz, bizim varlığımız bir damla kerih su, biz; "Ettehiyyâtü" derken ruhundan ruh veren deriz ve önce O'nu ortaya koyarız. Binayı kurdu, nâmütenâhi nimetlerle donattı, bunun zerresini idrakten dahi acizim. Ettahiyyatü'yü okurken daima bunları hatırlarım ve Sahib'imin varlığını ortaya koyarım, benim hiçbir hükmüm olmadığını anlarım.
"Es-selâmü aleyke eyyühen-nebiyyü ve rahmetullâhi ve berekâtüh." dediğimiz zaman nurundan nurunu yarattın, bütün kâinatı o nurdan donattın. Dikkat ederseniz buraya cisim girmiyor; nurundan nurunu yarattın, o nurdan kâinatı donattın. Şimdi mevcudat o nurdan mayalanmış, o çekirdekten husule gelmiş, o nurdan işlenmiş. Burada mevzumuz yalnız nurdur, cisim değildir. Çünkü bu mevzuda cismi karıştırdın mı; "küçücük bir adamdan âlemler nasıl hasıl oldu" dediğin zaman akıl durur.
Bir zerre olarak Hakk ile Hakk'ı tesbih eder. Ruh Cenâb-ı Hakk'ın lütuf tecelliyâtıyla nûrlanır, Nefsi ruha tâbidir. O da nûrlanmış olur, dolayısıyla vücudu da nûrlanır. Bunların hepsi husule geldiği zaman "Sirâcen münîrâ" olur. Her tecelliyât-ı İlâhi ile "Nûrun alâ nûr" olur. O artık Hakk iledir. En hoşlandığı şey Hazret-i Allah'ın hükmü olur. Onlarda arzu yaşamaz. Hayat ve vefat arasında hiç fark olmaz. Çıkacak hükm-ü İlâhî'ye peşinen teslim olmuştur. Bu onlara ihsan edilen lütuftur. Hazret-i Allah'a râm olmuştur. Bütün iradesini Hazret-i Allah'a teslim etmiştir.
Bunlar Cenâb-ı Hakk'ın yürüttüğü, duyurduğu, bildirdiği hususi kullardır. Nadir gelenlerdir.
Şimdi O'nun karşısında kılan O'nunla kılıyor, O'na kılıyor. Bu hayat başka bir hayat, alem başka bir alem.
Gaye bu hayata varmak...
Âyet-i kerime'de:
"Yeryüzünde bulunan her şey fenâ bulacaktır." buyuruluyor. (Rahman: 26)
Cenâb-ı Hakk, bir kulu murad edip fâni eder de Zât-i Bâri husule geldiği zaman zaten O'ndan başka bir şey yok, bütün bu nokta burada toplanıyor. Fanda toplanıyor. Çünkü sen de yok olmadıkça, zerren de yok olmadıkça O'nu bulman, görmen mümkün değil. Çünkü o zerre mani.
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri'nin Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri'ni çok büyük bir veli olarak tanıdığına ve zaman zaman onun rûhâniyetine teveccüh ettiğine dikkati çeken Molla Câmî -kuddise sırruh- Hazretleri, ondan bu hususla ilgili olarak şu sözü nakleder:
"Ne zaman ki evliyânın önderi Hâce Muhammed Hakîm Tirmizî'nin -kuddise sırruh- rûhâniyetine teveccüh etsem, o teveccühün eseri sırf sıfatsızlık yönünde zuhur ederdi. Teveccühte ne kadar seyrolunsa da, yine onda ne bir eser, ne bir toz, ne de bir sıfat görünmezdi." (Nefâhatü'l-Üns, s. 132-133)
İşte Cenâb-ı Hakk onu öyle fani etmiş. Varlığı ile mevcut fakat kendi varlığını eritmiş. Ne kadar derin ilim değil mi? Bunlar çok derin.
Hazret-i Allah tecelli ettiği zaman müminin kalbinde kendisini görür.
Bunlar:
"Seni kendim için seçtim." (Tâhâ: 41)
Âyet-i kerime'sinde buyurulduğu üzere Allah-u Teâlâ'nın kendisi için yarattığı, sevip seçtiği, kendisine çektiği hass'ül-has olan kullardır. Onlara kendisini gösteriyor. O yalnız Allah-u Teâlâ'yı görüyor.
İçte de O'nu görüyor, dışta da O'nu görüyor, O'ndan başka bir mevcut olmadığını da görüyor. O'ndan başka mevcut yok zaten. Aynadaki de O, sendeki de O... Sen çık aradan kalsın Yaradan.
Bu esrar yalnız onlara mahsustur. Onlar nadiren gelenlerdir, onlar Vâkıf'lardır. Gören göz de bunlardır.
Allah-u Teâlâ bir Hadis-i kudsi de:
"Açlığa devam et beni görürsün. İnsanlardan uzaklaş bana kavuşursun." buyuruyor.
Demek ki görülüyormuş.
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimiz "Ben Allah'ımı gördüm başka bir şey görmedim." buyurduğu yer burası.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz ise "Görmediğim Allah'a ibadet etmem." buyurmuştur.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz'e; "Bu nasıl olur?" diye sorduklarında; "Gönül gözü, hakikat ışığıyla." buyurdular.
Bunlar Allah-u Teâlâ'ya göre göre ibâdet ediyorlar.
Bu Hazret-i Allah'ın kendi ilminden ihsan ettiği has bir ilimdir. Dilediğine verir.
"Bu Allah'ın fazl-u ikramıdır, kime dilerse ona verir." (Cum'a: 4)
Böyle Hazret-i Allah'a yaklaşmak gerekir. Çünkü Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki:
"İçinizde..." (Zâriyât: 21)
Bir insanın namaz kılması için O'nu içeride görmesi lâzım ve O'nunla kılması lâzım.
Bir iç namazı vardır, bir de dış namazı vardır. Biz daha dışını bilmiyorken iç namazı nasıl olur? İç namazı; Hazret-i Allah'ın içinde olduğunu bilerek, O'nunla mülâkat yapmandır, O'nunla konuşmandır, O'nunla görüşmendir. Yani kıble ile değil. Kıbleye bedenini yönelteceksin, gönlünü ise O'na çevireceksin, hep O'nunla konuşacaksın.
Gerçek manada secde nedir? O'nun içeride olduğunu bilip O'nunla konuşman ve O'nunla O'na secde etmendir. Ben Hazret-i Allah'a namaz kılarken içimde kılıyorum. Kâbe ile aramda bir metre mesafe olsa bile ben içimde O'na secde ederim. İçimde ibadet ederim.
Şu halde iç namazı demek, hep Hazret-i Allah ile mülâki olmak, O'nunla konuşmak, O'nunla görüşmek, O'nunla hallenmek.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in buyurduğu;
"Biriniz namaza kalktığınız vakit Rabb'ine münâcât eder. Şüphesiz ki onun Rabb'i onunla kıble arasındadır." (Buhârî)
Beyanı dış namaz içindir.
Biraz önce izah edildiği üzere iç namazı kılan kalıbını kıbleye diker, gönlünü ise O'na çevirir, iç âlemi ile hallenir. Böylece namaz bitinceye kadar Hazret-i Allah ile konuşur, O'nunla görüşür, O'nunla sevişir, O'nunla kaynaşır. Bu namazı kılanlar, gönlünü Hakk'tan çevirdiği zaman namazı bozulur.
Meselâ;
"Seni her türlü noksan sıfatlardan tenzih ederiz." O'na hitap.
"Seni en güzel isimlerle tesbih ederiz." O'na hitap.
Bu neye benzer? Size bir temsille anlatayım:
Hazret-i Allah ile Allah'a ibadet etmek, O'nunla konuşmak demek. Başka türlü benim dostuma selâm söyle. Arada bu kadar fark var. Ötekisi senden sana yakın O'nunla konuşuyorsun, O'nunla görüşüyorsun, O'nu görüyorsun. Diğeri konuşuyorsun... Konuşuyorsun ama ne konuşuyorsun, kime konuşuyorsun? Arada bu kadar fark var. Onun için yol bu yol. Ama diyeceksiniz ki, buna kimse erer mi? Buna Cenâb-ı Hakk dilediğini erdirir. Ama yol o yol...
Bu hususta Musa Aleyhisselâm ile Hızır Aleyhisselâm arasındaki hadise bir misal olması bakımından ehemmiyet arzeder.
Musa Aleyhisselâm tayin edilen vakitte Tur dağında Allah-u Teâlâ ile konuştuktan sonra:
"Rabb'im! Bana zâtını göster, sana bakayım!" dedi. (A'râf: 143)
Allah-u Teâlâ:
"Sen beni göremezsin. Fakat şu dağa bak! Eğer o yerinde durursa, sen de beni görürsün." buyurdu. (A'râf: 143)
Devamla Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Rabb'i dağa tecelli edince, onu yerle bir etti. Musa da baygın düştü. Ayılınca ‘Allah'ım! Seni tenzih ederim, sana tevbe ettim, ben inananların ilkiyim.' dedi. (A'râf: 143)
Allah-u Teâlâ Musâ Aleyhisselâm'ı sevdiği ve seçtiği halde, ona hakikati bildirmek için Hızır Aleyhisselâm'a gönderdi.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Derken kendisine nezdimizden bir rahmet verdiğimiz, tarafımızdan has bir ilim öğrettiğimiz bir kulumuzu buldular.
Musa ona ‘Sana doğru yol olarak öğretilen ilimden bana da talim etmen için sana tâbi olayım mı?' dedi." (Kehf: 65-66)
Hızır Aleyhisselâm Musa Aleyhisselâm'la buluştuklarında:
"Ben Allah'ın bana kendi ilminden verdiği bir ilim üzere yürüyorum ki, sen onu bilmezsin. Allah'ın sana öğrettiği ilmi de ben bilmem." buyurdu. (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 102)
Allah-u Teâlâ dilediğini dilediğine verir. Bu ilim verilme iledir, kişide hiçbir şey yoktur.
Allah-u Teâlâ'nın sevip seçtiği, kendisine çektiği, esrarını duyurduğundan mâdâ bu sırrı bilen olmaz.
Bunları niçin arzediyoruz? Nasibi olan nasibini alır, nasibi kadar alır.
Hakk'ta fâni olmuş, hiç olmuş. Kendini görmüyor, Hazret-i Allah'ı görüyor ve diyor ki; vücud O, mevcud O...
Hazret-i Allah ile kılınan namaz... İşte bunlar bu namazı kılıyorlar.
Allah-u Teâlâ buyuruyor:
"İçinizde... Görmüyor musunuz?" (Zâriyât: 21)
Bu Âyet-i kerime'nin lütuf tecelliyâtına mazhar olan işte bunlardır. Bunlar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in hem nübüvvetine, hem velâyetine mazhar olup, onun yolunda olduğu için şu iltifât-ı İlâhi'ye nail olmuşlardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Yani üstün ve çok merhametli Allah'ın indirdiği (Kur'an yolu) üzerindesin." (Yâsin: 5)
Neden? Resulullah Aleyhisselâm'ın vekâletini taşıdığı için, onun nûruna mazhar olduğu için, onun yolunda yürüdüğü için.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah o Allah'tır ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. O Hayy ve Kayyûm'dur." (Bakara: 255)
Hayy: Ezelî ve ebedî hayat ile berhayattır. Ezelden ebediyete kadar bütün hayat ve ebedîlik O'nun zâtı ile kâimdir.
Kayyûm: Zât ve kemâl sıfatları ile her şeye hâkim olup, bütün varlıklar O'nunla kâimdir.
"Hayy" ve "Kayyûm" ancak O'dur. Ancak O var, O yaratıyor, her şey O'nunla kaimdir. Yer de O'nunla kaim, gök de O'nunla kaim, insan da O'nunla kaim.
Çünkü diğer bir Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah göklerin ve yerin nurudur." (Nûr: 35)
O'ndan başka ne vücud var, ne de mevcud var. Amma sen "Lâ"da kaldın, yeri göğü gördün, orada kaldın. O'nun nuru olduğunu göremedin ve bilemedin. Aslı O'dur, perdede başkası görülür. Mevcûdat O'nun nurundan birer nurdur.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri "Hatmü'l-Evliyâ" kitabında: "O'nun yüzünün nur ve azameti nedir?" sorusunu sorarak bu sırrın zuhuruna çok evvel işaret etmişti. Bunun manası işte budur. Biz size Allah-u Teâlâ'nın "Nûr"unu ve "Azâmet-i İlâhi"yi tarif ediyoruz.
Meselâ bir insan var, öldüğü zaman yok oldu. Yok oldu amma Allah-u Teâlâ vardı, o O'nun varlığı ile vardı, öldü, öldü amma yine O var.
Gösterdikleri bunu görüyor, böyle olduğunu da biliyor. Hem görüyor, hem biliyor. Amma sen hem görmüyorsun, hem bilmiyorsun.
İnsanların akılları ve ilimleri bu noktayı kavrayamadığı için yeri görür, göğü görür, amma Hakk'ı göremez. Görmesi de mümkün değildir. Tutulanlar görülüyor da, tutan görülmüyor.
Fakir der ki: "Siz Allah-u Teâlâ'nın tuttuğu şeyi görürsünüz, Elhamdülillâh biz tutanı görürüz. Yaratan'ı gördüğüm için, bu yaratılanların bir perdeden ibaret olduğunu görüyorum."
Allah-u Teâlâ'yı biz böyle biliyoruz.
Burada ilmin hülâsası ortaya çıkıyor.
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri "317. Mektub"unda:
"Hatta, onların ilimleri, bu ilimlere nisbetle kabuk kalır. Bu mârifet dahi, o kabuğun özüdür." buyurmuşlardır.
Biz size özü anlatıyoruz.
Abdülkerim-i Cîlî -kuddise sırruh- Hazretleri "el-İnsânü'l-Kâmil" adlı eserinin son bölümünde, velâyeti hatmedecek olan zâttan söz ederken, yakınlık makamlarının özünün ona verildiğine işaret ederek şöyle buyurmuştur:
"... Hitam makamı kurbet (yakınlık) makamının nihâyeti için bir isimdir. Kurbet makamının ise nihayeti yoktur. Çünkü Allah-u Teâlâ'nın nihayeti yoktur. Lâkin Hitam ismi, kurbet makamlarının tümüne bir özettir.
Sözlerin özü; bir kimsenin ahâsılı kurbet makamı olursa, o Hâtemü'l-evliyâ olup; Hitam makamında Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in vekilidir." (c: 2, s. 478-479, trc:R. Göknar)
Farz-ı muhal ki kişi bir memlekete vardı, ayağını o memleketin toprağına bastı. Amma o memleketi bilmesi, tanıması mümkün değildir.
Kurbiyet makamının nihayeti yoktur. Allah-u Teâlâ'ya vâsıl olursun amma, Allah-u Teâlâ'nın nihayeti yoktur.
Bu nokta öyle bir makamdır ki; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz içeriye girip kaybolduğu zaman, deryaya dalar gibi istiğrak haline bürünürdü. Sahv haline gelip ayılmak istediği zaman Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'e:
"Bana kelâm et, konuş yâ Hümeyra!" buyururlardı.
İşte bu nokta o makamdır. Fakat o onun tecelliyâtıdır. Başkasına tecellî etse, belki orada boğulur ve ayılamaz. Bu gizli noktayı size arzediyoruz. Bu ilmin ötesi yok. Özden bahsediyoruz, sözden değil; ilikten bahsediyoruz, kemikten değil!..
O'nun bana ne zaman tecellî edeceğini, ne zaman göstereceğini, ne zaman öğreteceğini ben bilemem. Bildirdiği zaman, gösterdiği zaman, öğrettiği zaman bilmiş oluyorum. Aslı budur.
İşte bu noktada çok derin ve gizli bir ilim var. Değinilmeyen, bahsedilmeyen, nüfuz edilmeyen çok güzel bir ilim var. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in kendisini kaybettiği yer de bu makamdır.
O anda arada hiçbir vasıta yoktur. Hazret-i Allah ile Hazret-i Allah'a vardığı zaman kayboluyor, daha sonra kendisine gelmek için Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'e kelâm etmesini söylüyor. Yani o makamdan ayılabilmek için dışarıdan müdahaleye ihtiyaç hissederdi. Biz size işte bu son yeri tarif ediyoruz!
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu hususta Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Benim Allah ile öyle vaktim olur ki, oraya ne yakın bir melek sızabilir, ne nebi ne de resul sokulabilir." (K. Hafâ)
Ne melek girebilir, ne de şeytan girebilir, hiçbir şey giremez!..
Şimdi mevzu açığa çıktı. Burası öyle bir yer, öyle bir makamdır. Size bahsedilen bu ilim de o makamdır, o makamın ilmidir. Onun ilmini, onun âşinâlığını size söylüyorum.
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in hayat boyunca yaptığı bir duâları şöyledir:
"Ey Allah'ım! Beni bağışla, bana acı, en yüce arkadaşa kavuştur." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1665)
Onun arkadaşı O idi ve ahirete intikal ederken de son kelâmı bu oldu.
Hayatı boyunca Allah-u Teâlâ ile arkadaşlık yaptı ve en çok sevdiği arkadaşına kavuştu.
Bir kişi o kişiyi görecek ki arkadaş olsun. Görülmeyen bir kişi arkadaş olamaz. Görecek ve bilecek ki O'nunla olacak.
O'nunla arkadaşlık ne demek? O içeride olup onu idare eder, sen O'nu göremezsin!
Farz-ı muhal ki bir tulum var, tulumu O idare ediyor. Herkes tulumu görüyor, içeride tasarruf edeni görmüyor.
Görünmeyen bilinmeyen bir kişiyle arkadaşlık olmaz. Göreceksin, bileceksin, tanıyacaksın ki sana arkadaşlık yapsın. O sana duyuracak, O sana duyurmadıkça duyamazsın. Bu "Hakk'al-yakîn" bir ilimdir, diğerleri ise "Ayn'el-yakîn"dir.
Sen maskeden ibaretsin. O sana kendini duyuracak, O sana kendini gösterecek ve bildirecek ki bilmiş ve görmüş olasın. Hep O, hep O'ndan... Maskenin ne hükmü var, bir kâğıt parçası!.. Senin kâğıt parçasından ne farkın var? Senin masken etten, onu da halkeden O...
Hallâc-ı Mansur -kuddise sırruh- Hazretleri Hâtemü'l-evliyâ olan zâta işaret ederek şöyle söylemiştir:
"Allah kullarından bir kulu en büyük dostu yapmayı dilediği vakit; ona zikir kapısını açar, yakınlık kapısını ona aralar, onu Tevhid kürsüsünün üzerinde oturtur, sonra da ondan perdeyi kaldırarak, müşâhade yolu ile ona ‘ferdâniyyet' i gösterir. O ‘ferdâniyyet'; yani ‘teklik' evine girer, O'nun kibriyâ ve cemâlini keşfeder. Gözü Cemâl'e ilişince de, artık kendisi diye bir şey kalmaz. Fâni olan (bu) kul, o an Hakk ile bâkî olur. Sübhan olan Allah'ın himâyesinde o, nefsin dâvâlarından uzak olur." (Kitâbü't-Temhîdât, s. 68)
Bunun sırrını size arzedelim: Farz-ı muhal ki senin en yakın bir dostun var. Fakat Allah-u Teâlâ'dan daha yakın bir dost olamaz, Vallâhi olmaz! O'nu bulan dostu neyler? Dost olarak O yeter!
"Şüphesiz ki benim dostum, Kitap'ı indiren Allah'tır. Sâlihlerin işlerini O görür." (A'râf: 196)
Allah muhabbeti öyle bir muhabettir!
Allah-u Teâlâ ona bin tane can verse, bin tane de cânan verse, o Allah-u Teâlâ'yı tercih eder, bin canından da bin cânânından da vazgeçer. Görülmeyen Allah'a bu yapılmaz. Has odanın sırları buna derler işte!
Bu ifşaatları açmaya kendimi lâyık görmüyorum, çoğunu onun için açmıyorum. Açık amma kapalı. Zâhirini anlıyorsunuz, orada kalıyorsunuz. Aslını bilmeniz mümkün değil. Çünkü O'nu bilmen için de o olman, o işin Hakk'al-yakîn'i olman lâzım...
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyurur ki:
"Biriniz namaza kalktığınız vakit Rabb'ine münâcât eder. Şüphesiz ki onun Rabb'i onunla kıble arasındadır." (Buhârî)
Bu, Allah-u Teâlâ'yı görmeyenlere mahsustur. Bunlar Arif'lerdir.
Bunlar namaza durduğu zaman Hazret-i Allah'ı kıble ile kendisi arasında görürler. Hazret-i Allah'ın her yerde hazır ve her haline nazır olduğunu bilirler. Aslında O, kıbleden de sana daha yakın.
Hazret-i Allah'a namaz kılarken içimde kılıyorum. Kâbe-i Muazzama'nın karşısındayım, aramda bir metre mesafe var; ama içimde O'na secde ediyorum, O'na içimde ibadet ediyorum. Şimdi nerede kaldı onunla kıble arasında? Ne kadar uzak kaldı değil mi?
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İhsan, Allah'a sanki O'nu görüyormuş gibi ibâdet etmendir. Her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da O seni görüyor." (Müslim)
Bunlar "Şaşı göz" olanlardır. Hazret-i Allah'ı görmüyor. Amma iman etmiş. Huzur-u ilâhiye duruyor, ibadet etmeye çalışıyor. Görmüyor amma, Allah-u Teâlâ'nın kendisini gördüğüne inanıyor.
Her şeyden evvel kalbi bu pazar yerinden, bu suretlerden kurtarıp, tahliye edip temizleyen, kalbini Hazret-i Allah'ın zikriyle fikriyle nûrlandıran ve kalb-i selim olan bir kimse şu ilâhi iltifata mazhar olur:
"O gün ki, ne mal fayda verir ne de oğullar... Meğer ki Allah'a tamamen salim ve temiz bir kalb ile gelenler ola." (Şuarâ: 88-89)
İşte bunlar kurtulmuşlardır.
Zâhidlerin çoğu böyledir. Müslüman olmuş, namaz kılıyor ama, bunlar kör gözdür.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır." (Ahzâb: 4)
Ki birisini muhabbet-i Mevlâ'ya, birisini muhabbet-i mâsivâya hasretsin.
Kalp birdir. Eğer o kalpde Hazret-i Allah'ın tecelliyâtı husule gelmişse, Hakk'tan gayrı bir şey bulunmaz. Ve fakat mâsivâ o kalbe girmişse Allah-u Teâlâ o kalpde bulunmaz.
Farz-ı muhal bir cami işgal edilmiş, orasını pazar yerine çevirmiş, suretlerle de doldurmuş ve sen de burada namaz kılmak mecburiyetindesin.
Âyet-i kerime'sinde:
"Namaz insanı her türlü hayâsızlıktan ve fenalıktan alıkoyar." (Ankebût: 45)
Allah-u Teâlâ böyle buyurduğu halde, neden namaz bizi her türlü kötülükten alıkoymuyor? Çünkü kalbimiz nefis tarafından işgal edilmiş, orayı pazar yerine çevirmiş. Böyle bir yerde ne derece huzur ile namaz kılınır?
Halbuki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Huşu olmayan kimsenin namazı kabule lâyık olamaz, vaad olunan faydası da beklenemez." (Münâvî)
Her şeyden mühim olan da huzur. Çünkü Âyet-i kerime'de Allah-u Teâlâ buyurur ki:
"Huşu ile namaz kılan müminler ahiret azabından kurtuldular." (Müminûn: 1-2)
Ancak huzur ve huşu ile kılınan namaz insanı her kötülükten alıkoyar.
Namaz kılmayanların durumuna gelince... Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İnsan ile küfür arasında yalnız namazı terketmek vardır. (Yani namazı terk etmek insanı küfre yaklaştırır.)" (Müslim)
Ve bu kalp artık hastadır, gerçekten Hakk'tan hakikattan gafildir. Çünkü kalp nazargâh-ı İlâhî'dir. Pazar yerine çevrilmiş bu kalbin boşalması ve temizlenmesi lâzım. Bu da nefisle yapılacak ciddi bir mücadele ile kaimdir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Zikrullah kalblerin şifasıdır." (Münâvî)
Yani sizin kalbiniz hastadır, marazlıdır, bunun şifası Hazret-i Allah'ın zikrini kalbe yerleştirmektir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Nefsini temizleyen kurtulmuştur." (Şems: 9)
Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Mescidler dış görünüşleri ile mâmur, fakat içleri hidayetten mahrum olacak." (Beyhaki)
Bunların durumu budur. Bunun da amili haram lokmadır.
Dikkat ederseniz kubbeli kubbeli camiler, yemyeşil halılar, içi dolu... Fakat ne buyurdu Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz? "İçleri hidayetten mahrum olacak!" buyurdu. Bu ne acı şey!
İşte bundan ötürü zâhirde kalanların ekserisinin durumu böyledir. Neden? Zâhirden bâtına geçemedikleri için.
"Kıbleleri hanımları olacak." (Deylemî)
Hadis-i şerif'inde beyan buyurulduğu üzere kıbleye yöneliyor, fakat onun kalbi Hakk'tan gayrı şeylerle, mâsivâ ile dolmuş. Hanımı var, serveti var, malı var. Kalıbı namazda gönlü başka yerlerde. Bu gibi kimseler Hakk'ı nasıl bilebilir, nasıl görebilir?
Bunlar kıbleye yönelenlerdir, diğerlerini zaten ele almıyoruz.