Şeyh Müeyyedüddîn el-Cendî -kuddise sırruh- Hazretleri "Şerh-i Fusûsu'l-Hikem li'l-Cendî" adlı eserinde; zâhir yönünü Hâtemü'l-enbiyâ Aleyhisselâm'ın, bâtın cihetini ise Hâtemü'l-evliyâ olan zâtın temsil ettiği "Hâtemiyyet" kemâlinin muhtevâ ve mâhiyetini inceden inceye tahkîk ederek; yakîn, hâkim ve doğrudan doğruya ilâhî desteğe dayanan bu velâyetin, mukarreb meleklerin giremediği ve diğer nebi ve resullerin erişemediği, Hâtemü'l-enbiyâ Aleyhisselâm'ın has velâyetinden ibaret olduğunu haber vermiştir:
"Hâtemü'l-enbiyâ mişkâtı, Hâtemiyyet'e has kılınan şer'î nübüvvetten ibaret olduğu gibi; Hâtemü'l-evliyâ mişkâtı da Velâyet-i Hâssa-i Muhammediyye'den ibarettir. Bu ise, Hâteme'n-nebiyyîn'in meydana gelmesi için gerekli olan bu makamda, Resul'ü için Allah tarafından, zât-ı hususiyetiyle yalnız ona -sallallahu aleyhi ve sellem- tahsis edilmiştir. Zira bu, bütün peygamberlerde ondan ayrı bir sureti resmeden farklı farklı nübüvvetlerin toplanıp biraraya gelmesi demektir. Nübüvvet velâyet'in zâhirî, velâyet de onun bâtını olduğu için; onları toplayıp birleştiren sûret de Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-den başkası değildir.
Nüvüvvet; ümmeti ile Allah arasında Peygamber'e tahsis edilen haberden ibaret olup, Allah-u Teâlâ ile onlar arasında vasıta olması nedeniyle, buna nisbetle; ümmetin Allah'a kendisiyle vâsıl olduğu 'Vesîle' (ismiyle) isimlendirilmiştir. O'nun velâyet'i ise, Allah ile Peygamber arasındaki, arada vâsıta bulunmayan haberleşmeden ibarettir ki; ona da 'Fazîlet' ismi verilmiştir.
Nitekim onu, ezana karşı;
'O'na Vesile'yi ve Fazilet'i ver!' dedirtmek suretiyle, kendisine her iki derecenin de verilmesiyle ilgili bir isteyişle ümmetine arzetmiştir.
Peygamber Aleyhisselâm'ın ümmeti üzerine 'Fazilet'i; Peygamber Aleyhisselâm'la Rabb'i arasındaki, arada herhangi bir vasıta bulunmayan bu haberleşme sebebiyledir. O bu âlî nisbet nedeniyle Allah'tan almış ve Allah, onun üzerine gerek kendi hikmetini, gerekse kendisi hakkındaki ilâhî hikmetin hükümlerini indirmiştir.
Allah'ın, kendinden verdiği birtakım haberlere göre haberlerine memur etmesiyle; her peygamberin ümmetini Allah'tan haberdâr etmesi ve bir peygamberin veliden daha düşük olabilmesi buna göre gerçekleşir. Zira herhangi bir peygamber nübüvvetini ve şeriat hükümlerini ancak velâyetiyle elde edebilir; fakat her velinin peygamber olması gerekmez.
Yakîn, hâkim ve doğrudan doğruya ilâhî desteğe dayanan Velâyet'in hakikati, Peygamber Aleyhisselâm'ın;
'Benim Allah ile öyle bir vaktim olur ki, oraya ne yakın bir melek sızabilir; ne nebi, ne de resul sokulabilir.'
Şeklinde beyan buyurduğu; aradan vâsıtanın kaldırıldığı, yakınlık derecelerinin nihayetidir.
Peygamber Aleyhisselâm'ın 'Nübüvvet'i ancak, kendisine vahyi ulaştıran bir melek vâsıtasıyla meydana gelir. Allah-u Teâlâ'nın, Resul'ü -sallallahu aleyhi ve sellem- adına meydana getirdiği 'Velâyet kandili' ise; ondaki taayyünün kendisine ilkâ edildiği ilâhî bir tahsisin meydana getirilmesiyle gerçekleşir ve ona da 'Hâtemü'l-evliyâ mişkâtı' adı verilir.
Şeyh(ü'l-ekber)'in: 'Resuller bu ilmi görmek istedikleri zaman ancak Hâtemü'l-evliyâ mişkâtından görürler.' sözünün mânâsı işte budur."
("Kitâbu Şerhü'l-Fusûs li'ş-Şeyh Müeyyedüddîn el-Cendî;" Şehid Ali Paşa, no.: 1240, 134b-135a yaprağı.)
Bunun sırrını size arzedeyim:
Ezelden öyle yaratmış. Hâtem-i nebi'deki bütün küllî varlık Hâtem-i veli'ye geçmiş. Amma ondan almış, amma ondan almış. İki beden bir ruh. İster oradan alır, ister oradan alır. Çünkü o da o, o da o. O oldu amma, oraya intikal edince o da o oluyor. Bu söyleniyordu amma, bu zât kapalı kutuyu açmış oldu.
Aslında bu Resulullah Aleyhisselâm'a âit idi, olduğu gibi intikal etti. Niçin? Allah-u Teâlâ iki tane nur halkettiği için. Hâtem-i enbiyâ, Hâtem-i evliyâ. Eğer Hâtem-i evliyâ'nın kıymeti olmasaydı, o nuru halketmezdi. Allah-u Teâlâ öyle bir nur halketmiş ki; sevmiş, seçmiş, koymuş, varlığı ile oraya tecellî etmiş.
Bunun da sebeb-i hikmeti şu ki; Allah-u Teâlâ bu nurları yaratmadan evvel hiçbir şey yaratmadı, Âdem Aleyhisselâm bile henüz yaratılmamıştı. Gelecek olan insanların istifadesi için bu nurları Âdem Aleyhisselâm'dan evvel yarattı. Şüphesiz ki Hâtem-i enbiyâ; O'nun nuru ve âlemlerin gurur ve sürûrudur. Dolayısıyla ona risâleti ve nübüveti verdiği gibi velâyeti de verdi. Ve fakat velâyeti vekil etti. "Bunu böyle yapın!" buyurdu.
Bu nurun, bu ilâhî feyzin kaynağı Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'dir. Bu vazifeyi Sıddîk-ı Ekber -radiyallahu anh- ve Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Hazerâtı'na teslim etti, yani onun buyurması ile yol devam etti, bu vazifeyi onlar gördüler. "Hafî" olanı Hazret-i Ebu Bekir Sıddîk -radiyallahu anh- Efendimiz'den, "Cehrî" olanı ise Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz'den intişar etmiştir. Gele gele bu nurun Hâtem-i veli'de bütünüyle yayılmasına vesile oldu.
Şöyle ki:
Muhyiddin-i İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri: "Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-evliyâ" adlı eserinde; Hâtemü'l-evliyâ olan zâtla gizli bir perdenin ardından konuştuğunu ifşâ etmiş ve ona;
'Peki (velâyetin sizde olduğuna dâir) beraberinde tasdik edici bir yardımcın var mı?' diye sorduğunda:
"Ben Sıddîk-ı Ekber -radiyallahu anh-in halifesiyim, (kalplere) onun zikrini boşaltırım!" karşılığını aldığını söylemiştir.
Yani ona verilen emaneti devren almış oluyor. Bunun yanında bir de Hâtemiyet var. İntikal eden bu emanet, Hâtemiyet ile bir araya gelince netice ne oldu? Resulullah Aleyhisselâm'ın emaneti, Sıddîk-ı Ekber -radiyallahu anh-in zikri dünyaya yayılmış değildi. Daha evvel bir mıntıkada, bir memlekette veyahut bir devlette kalırdı. Şimdi Hâtemiyet olduğu için dünyaya yayıldı. Amerika'da var, İngiltere'de var, Almanya'da var, Fransa'da var, her yere yayıldı. Hâtemiyet olma hasebiyle yayıldı.
Ve bu yayılma ahirette birleşmeye, toplanmaya vesile olur. Çünkü kim ki muhabbet ettiyse o ondandır, ahirette de ona sahip çıkılır.
Hâtemiyet başlıbaşına bilinmeyen bir şeydi. Onu bu zât-ı muhterem açtı.