Muhterem Okuyucularımız;
İman mutlak tasdiktir. Söylenen sözü kendi isteği ile kabullenmek, gönülden benimsemek, şüpheye yer vermeyecek şekilde kesin olarak içten inanmak, teslim olmak, karşıdakine güven vermek demektir.
İslâm dinine göre ise; Allah-u Teâlâ'nın varlığına, birliğine, Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'ın O'nun kulu ve peygamberi olduğuna ve onun Allah-u Teâlâ tarafından bize getirip tebliğ ettiği esas ve hükümlerin doğru ve gerçek olduğuna tereddüt etmeden kesin olarak inanmaktır.
Bir kimsenin iman ile ahirete intikal etmesi, bütün dünya ve içindekilerden daha kıymetlidir. Hatta kıyası bile mümkün değildir.
Ahirette en evvel iman aranır. İmanı olmayanlar küfür, kâfir hükmünde sayılır. İnandığını söyleyip imanında samimi olmayanlar münafıktır, onların da sûreta imanlarının ahirette faydası yoktur.
İman; hiçbir şeye feda edilemez. Bir müslüman yeryüzünün bütün hazineleri teklif edilse bile imanını değişmez. Dünyanın bütün anahtarları, bütün saltanatları teklif edilse iman ile değiştirilmez.
İman; insanın yaratanına, yaratılış gayesine teslimiyetinin tezahürüdür.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"İman edenlerin Allah'a sevgileri ise her şeyden sağlamdır." (Bakara: 165)
Hakiki iman edenler Hazret-i Allah'a gönülden sevgi ve muhabbetle, aşkla bağlıdırlar. İnsan sevdiğinin her şeyini sever, emirlerini, yasaklarını sever, her takdirine her tedbirine rızâ gösterir. İman budur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyor:
"İmân-ı kâmil iki yarımdır. Bunların birisi; yasakların işlenmesinden sakınmak, sabır ve diğeri; emirlere uymak ve itâat-i ilâhî'den ibâret olan şükürdedir." (Camius-sağir)
Bu Hadis-i şerif çok mühimdir, imanı tarif eder.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"İman üryandır, libası takvâ, ziyneti hayâ, semeresi ilimdir." (Beyhakî)
İmanı muhafaza etmek şarttır. Bu da ihlâslı ibadetle olur.
İman meydanda yanan bir kandil gibidir, bir rüzgâr gelir onu söndürür, karanlıkta kalırız. Bir fanus geçirilirse söndürülemez. Bu şişe takvâdır. Bunların üzerinde durduğumuz zaman insanın kendiliğinden takvâya ve o takvâya vesile olan Tarikât-ı âliye'ye düştüğünü görürüz. Haram-helâl üzerinde durmamız, imanı zedeleyici her türlü şüpheli noktalardan kaçınmamız bizi takvâ şişesinin içine atar.
Takvâyı da hayâ muhafaza eder.
Hadis-i şerif'te şöyle buyruluyor:
"Hayâ ile iman mütelâzımdır, birbirinden ayrılmaz. Yani biri gidince öteki de kalmaz." (C. Sağir)
Hayâ gidince insan, imanın gittiğinin farkında değil. Bunlar şaka gibi geliyor. Herkes yapıyor diyor. Herkes gitti, sen de git. Fakat söz dinlenmez oldu. Söz saz gibi geliyor. Ama yarın çok ince hesap var, çok şiddetli azap var.
Riya ve haset imanı yok eder.
İmandan sonra küfre, nifaka düşme tehlikesi olduğunu bu Hadis-i şerif'ten de anlayabilirsiniz.
Bu devirde bu tehlike bir afat halini almıştır. Kurtulmak adeta imkânsız hale gelmiştir.
İman kalesi çöktüğü zaman kişi ebedî felâkete düçar olduğu gibi, İslâm da asliyetini kaybeder. İslâmiyet'in asliyetinin bozulması en büyük tehlikedir.
İman mevzuatı çok mühimdir. İmanı en güzel bir şekilde tarif edip açıklayan, imanın inceliklerini ortaya koyan, canını verip imanını vermeyenler ile imanını verip dünyayı tercih edenleri izâhlarıyla beyan eden, Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri'nin gerek eserlerinden gerekse sohbetlerinden derlenen iman konusu ayrıntılı olarak Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerin nur ışığı altında açıklanıp izâh edilmiş olup, ümmet-i Muhammed'in istifadesine arz edilmiştir.
Bu minval üzere, bu ay içerisinde başlayacak olan mübarek "Üç Aylar"ınızı ve idrak edilecek olan "Regaip Kandili"nizi tebrik eder, Cenâb-ı Hakk'tan tüm İslâm âlemine hayırlara vesile olmasını niyâz ederiz.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
"İmanın en büyük alâmeti Allah-u Teâlâ'nın emir ve hükmüne teslim olmak, Allah-u Teâlâ'nın hükmünü dünya ve nefsin arzularına tercih etmektir. Gönüldeki gerçek imanı açığa çıkaran en büyük ölçü, Allah'ın ve Peygamber'in hükmüne tereddütsüz boyun eğmektir. Bu mihenktir. Birçokları burada soyulmuştur. İsmi İslâm, görüntüsü takvâdır. Ancak nefsine hoş geleni dünya hayatını Allah-u Teâlâ'nın hükmüne tercih eder.
"Onlar dünya hayatını âhirete tercih ettiler." (Nahl: 107)
Dünyayı tercih etti gitti. Öyle bir zamandayız ki ufacık bir dünyalık için nice imanlar kayıyor. Öyle bir devir var ki ufacık bir menfaat için nice kimseler cehennemi boyluyor. Şimdi gördünüz mü? İman ne kadar mühim imiş. Şimdi anladınız mı bu konuları niçin sık sık ele aldığımızı? Zira son nefeste aranan da imandır. Allah'ımız, cümlemizin hidayetini artırsın, imanımızı kemâlleştirsin. Kâmil imanla aldığı kullarından etsin. Niçin geldiğimizi, nereye gideceğimizi, âkıbetimizi düşündürdüğü ve hazırladığı kullarından etsin.."
İman mevzuatı çok mühimdir. İmanı en güzel bir şekilde tarif edip açıklayan Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin gerek eserlerinden gerekse sohbetlerinden bu mevzu derlenmiştir.
İman; âmentü esaslarına inanmaktır.
İman; Hazret-i Allah'a, Resulullah'a, Kitabullah'a gönülden teslim olmaktır.
İman; nurdur, ışıktır, aydınlıktır.
İman; nezafettir, nezâkettir, letafettir, saâdettir, doğruluktur.
İman; ebedî saadet hayatının anahtarıdır.
İman; en büyük hazinedir.
İman; Hakk'tır, hakikattir, hidayettir.
İman; en büyük nimet, en büyük lütuftur.
İman; cihattır, sabırdır, şükürdür.
İman; istikamettir, teslimiyettir.
İman; itimattır, sığınmaktır, güvenmektir, yönelmektir.
İnsan denilen hazinenin cevheri imandır. İnsan vücudu o cevherle nurlanır, gönüller o nurla aydınlanır.
Dünyanın hakikati imanla bilinir. Dünyaya geliş maksadının sermayesi imandır.
Cennet imanla kazanılır, azaplardan imanla kurtulunur.
Hakiki dostluklar iman sebebiyle kurulur. Her türlü düşmanlıklar iman nuru ile dostluğa dönüşür.
İman ile açılmayan kapılar açılır, zorluklar kolaylaşır, güçlükler hafifler, uzunlar kısalır, üzüntünün adı sevinç olur.
İman karanlıklardan kurtulup aydınlığa kavuşmanın sebebi olduğu gibi, iman eden topluluklar da aydınlığın temsilcisi, insanlığın öğretmeni, medeniyetin önderi olmuşlardır.
"Allah iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan kurtarıp nura çıkarır." (Bakara: 257)
Allah-u Teâlâ iman edenlerin hâl ve ahvâllerini bizzat kendisinin düzelteceğini, onları karanlıklardan kurtarıp, nûra, aydınlığa çıkartacağını vaad ediyor. İnsanı yaratan Cenâb-ı Allah olduğu gibi, onu karanlıklardan aydınlığa çıkartacak olan da Cenâb-ı Allah'tır.
İman etmeyen kimsenin bu aydınlıktan, nurdan nasip alması mümkün değildir.
Ahiret yurdu imanla kazanılır.
"İman edip Allah'tan korkanları ise kurtardık." (Neml: 53)
Gerçek sevgi iman sayesinde tezâhür eder.
"İman edip sâlih ameller işleyenler için Rahman bir sevgi peyda edecektir." (Meryem: 96)
İslâm düşmanlıkları dostluğa dönüştürür.
İman, dünya saâdetini ahiret selâmetini kazanmanın anahtarıdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Kim de Tağut'u inkâr edip Allah'a inanırsa muhakkak ki o, kopması mümkün olmayan en sağlam bir kulpa sımsıkı yapışmış olur." (Bakara: 256)
İman, aslâ kopmak bilmeyen sağlam bir kulp gibidir. O kulpa sarılan kişi kurtuluş yolunu aslâ kaybetmez, şaşkınlık içinde bocalamaz. İman ile küfür, hak ile bâtıl, hidayet ile dalâlet, nur ile zulmet, saâdet ile felâket apaçık delillerle birbirinden ayırt edilir haldedir.
Bir insan için kuvvetli bir iman kadar kıymetli hiçbir şey yoktur. İnsanı gerek bu dünyada gerekse âhirette saâdet ve selâmete ulaştıracak yegâne cevher böyle bir imandır. Bunun için de ömrün son anına kadar onu elden kaçırmamak için çalışmak lâzımdır. Aksi takdirde bu büyük nimetten mahrum olur.
Bir insan nasıl ki tertemiz bir müslüman olarak dünyaya geliyorsa, öyle yaşamalı, o güzelliğini muhafaza etmeli ve öylece ölmelidir. Hayatta iken gerek dinine gerekse imanına zarar verecek, tehlikeye düşürecek her türlü kötü söz ve inkârdan korunması gerekir.
İman inkârla gider. Bir kimse dinin esaslarından birini kabul etmez veya hafife alırsa, dinimizde haram sayılan bir şeyi helâl, helâl sayılan bir şeyi haram kabul ederse imanını kaybetmiş olur.
Gerçek bir imanla Allah-u Teâlâ'ya inanan, gönülden boyun eğen muttaki müminler hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Müminler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri titrer, kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğu zaman bu onların imanlarını artırır ve yalnız Rabb'lerine tevekkül ederler."(Enfâl: 2)
Müminler; hiçbir hususta şüpheye kapılmazlar, onların imanları hiçbir zorluk karşısında sarsılmaz.
"Onlar o kimselerdir ki Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile takviye edip desteklemiştir." (Mücâdele: 22)
"Şüphesiz ki Allah iman edip sâlih amellerde bulunanları altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar." (Hacc: 23)
"Müslümanım!" demek başka, İslâm'ı yaşamak başka.
İslâm'ı yaşamak bir Âyet-i kerime ile ayrılır:
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" (Hud: 112)
Zannettiğin gibi değil, emrolunduğun gibi dosdoğru ol.
O'nun emri olduğu için. İslâmiyet'in nezâfeti O'nun hükmü altındaki doğrulukla kâimdir.
Doğruluk; bir müslümanın niyetinde, söz ve davranışlarında dürüst olması, yalandan, ikiyüzlülükten uzak olması demektir.
Bugün iman ile göçmek çok güçleşti. Çünkü iman yolunda değil.
Bu nur ile nurlanmak isteyen iman ehli müminler Allah-u Teâlâ'nın bu emr-i şerif'ine uyar ve riâyet ederler.
İman Hazret-i Allah'ın rızâsını gözetmek, Resulullah Aleyhisselâm'ın memnuniyetini aramak, onların vekilinin yürüdüğü yolda yürüyebilmektir.
Allah-u Teâlâ inanan kullarının istikamet üzerinde olmalarını, dosdoğru yolda sebat etmelerini farz kılmış, dininin gönderdiği gibi tatbik edilmesini bu Âyet-i kerime'si ile emir buyurmuştur.
Ashâb-ı kiram'dan bir zât: "Yâ Resulellah! İslâmiyet hakkında bana öyle bir söz söyle ki, o hususta sizden başka hiçbir kimseden sormaya ihtiyacım kalmasın." diye sorduğunda, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Allah'a iman ettim de, sonra da dosdoğru ol!" buyurdular. (Müslim)
Önce iman, sonra doğruluk...
Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyuruyorlar:
"Doğruluk iyiliğe götürür, iyilik de cennete götürür." (Buharî)
Doğruluk imandadır, ameldedir, sözdedir. Hepsi İslâm'ın emridir.
Bir defasında Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz'in elinden tutmuştu. "Yâ Resulellah! Sen bana canımdan başka her şeyden daha sevgilisin." deyince buyurdular ki:
"Hayır! Hayatım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, ben sana canından daha sevgili olmadıkça imanın kemâle ermez."
Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- "Öyle ise, şu anda yâ Resulellah! Sen canımdan da sevgilisin." diyerek bağlılığını ifade etti.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Yâ Ömer! Şimdi imanın kemâle erdi."buyurdular. (Buharî. Tecrid-i Sarih: 2069)
İşte bu en büyük delildir. Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz böyle söylerse, Resulullah Aleyhisselâm ona böyle söylerse acaba bizim durumumuz ne olur? Bu hususu ibretle kıyas etmemiz gerekiyor.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Ruhum kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de hakkıyla iman etmiş olamazsınız." (Müslim)
"İmanın efdâli her nerede olursa olsun, Cenâb-ı Allah seninle hazır ve her haline nazır bulunduğunu bilmendir." (Taberânî)
Bir kimsenin iman ile ahirete intikal etmesi, bütün dünya ve içindekilerden daha kıymetlidir. Hatta kıyası bile mümkün değildir.
Ahirette en evvel iman aranır. İmanı olmayanlar küfür, kâfir hükmünde sayılır. İnandığını söyleyip imanında samimi olmayanlar münafıktır, onların da sûreta imanlarının ahirette faydası yoktur.
İman; hiçbir şeye feda edilemez. Bir müslüman yeryüzünün bütün hazineleri teklif edilse bile imanını değişmez. Dünyanın bütün anahtarları, bütün saltanatları teklif edilse iman ile değiştirilmez.
İman; insanın yaratanına, yaratılış gayesine teslimiyetinin tezahürüdür.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"İman edenlerin Allah'a sevgileri ise her şeyden sağlamdır." (Bakara: 165)
Hakiki iman edenler Hazret-i Allah'a gönülden sevgi ve muhabbetle, aşkla bağlıdırlar. İnsan sevdiğinin her şeyini sever, emirlerini, yasaklarını sever, her takdirine her tedbirine rızâ gösterir. İman budur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyor:
"İmân-ı kâmil iki yarımdır. Bunların birisi; yasakların işlenmesinden sakınmak, sabır ve diğeri; emirlere uymak ve itâat-i ilâhî'den ibâret olan şükürdedir." (Camius-sağir)
Bu Hadis-i şerif çok mühimdir, imanı tarif eder. Biraz açalım:
Sabır üçtür:
Birincisi; kızdığı zaman sabretmek,
İkincisi; ibtilâya sabretmek,
Üçüncüsü; Allah-u Teâlâ'nın yasaklarından kaçmak, hududu aşmamak, yani günah işlememeye sabır. Nehyettiği şeylerden ictinap etmek.
Bâtınî sabır ise bütün iradesini Hakk'a teslim etmektir. Onda hiçbir arzu ve istek kalmamıştır. Allah-u Teâlâ'nın lütfuyla nefsinin dizginini vurmuş yok etmiştir.
Şükür de üçtür:
Birincisi; kâli şükür ki haramlardan sakınmaktır.
İkincisi; fiili şükür, bunlar Hazret-i Allah'a yakın olan kulların şükrüdür. Bizâtihi Hazret-i Allah'ın nurunu kalbe akıtması ve dilediğini ona duyurmasıdır.
Üçüncüsü; hâli şükür ise onlar, Allah-u Teâlâ'yı canlarından, cananlarından da hülâsa her şeyden çok severler. Bunlar bâtınîdir. Ne ki emrettiyse seve seve yapmaktır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'te şöyle buyuruyorlar:
"İman üryandır, libası takvâ, ziyneti hayâ, semeresi ilimdir." (Beyhakî)
İmanı muhafaza etmek şarttır. Bu da ihlâslı ibadetle olur.
İman meydanda yanan bir kandil gibidir, bir rüzgâr gelir onu söndürür, karanlıkta kalırız. Bir fanus geçirilirse söndürülemez. Bu şişe takvâdır. Bunların üzerinde durduğumuz zaman insanın kendiliğinden takvâya ve o takvâya vesile olan Tarikât-ı âliye'ye düştüğünü görürüz. Haram-helâl üzerinde durmamız, imanı zedeleyici her türlü şüpheli noktalardan kaçınmamız bizi takvâ şişesinin içine atar.
Takvâyı da hayâ muhafaza eder.
Hadis-i şerif'te şöyle buyruluyor:
"Hayâ ile iman mütelâzımdır, birbirinden ayrılmaz. Yani biri gidince öteki de kalmaz." (C. Sağir)
Haya gidince insan, imanın gittiğinin farkında değil. Bunlar şaka gibi geliyor. Herkes yapıyor diyor. Herkes gitti, sen de git. Fakat söz dinlenmez oldu. Söz saz gibi geliyor. Ama yarın çok ince hesap var, çok şiddetli azap var.
Riya ve haset imanı yok eder.
Bir başka Hadis-i şerif'te de:
"Hayanın azlığı küfür alâmetidir." buyruluyor. (Münâvi)
Demek ki biz hayadan yoksun olmakla küfre kaydığımızı da bilmiyoruz. Çünkü haya ile iman yekdiğerinden ayrılmıyor, biri giderse öteki de kalmıyor. Bunu bilmediğimizden imanımızı da tehlikeye düşürüyoruz. O halde bu cehâlete düşmemek ve bunların hakikatini bilebilmek için ilme de ihtiyaç var.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Her şeyin bir yolu vardır, cennetin yolu ise ilimdir." buyuruyor. (C. Sağir)
İlim olmasaydı, hayayı gidermekle imanı da giderdiğimizi bilemezdik. İlim takvâyı da hayayı da bize bildiriyor ve onun usulüyle hakikata varmış oluyoruz. Şu halde biz ilimle hakikati çözeceğiz, zanla değil. Zanla amel eden dalâlettedir. Bizde ilim olmazsa, bir mukallide rastlarsak, gayet güzel sözlerle bizi aldatır ve Hakk'tan uzaklaştırır.
Yine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Yalandan sakınınız. Zira yalan ile iman bir arada bulunmaz." (Ahmed bin Hanbel)
Demek ki yalan, iftira, gıybet, bunlar imanı kemiriyor, yok ediyor kimse farkında değil.
Bir diğer Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Bir kul zinâ ettiği zaman, iman nûru kalbinden çıkar, bir gölge gibi başının üstünde durur. Ancak tam bir tevbe ettiği zaman dönüp kalbine girer." (Camiüs-sâğir)
Demek ki iman bu kadar hassas.
Şimdi ne kadar korkmamız lâzım?
Şayet Hazret-i Allah'ın dininden, yolundan, hükmünden, istikametinden ayrılırsak O'nun yolundan çıkmışız demektir.
İman da ağaç gibidir, gün geçtikçe kökleşir.
İmanlı bir el harama uzanmaz, imanlı bir ayak fena yere gitmez, imanlı bir göz harama bakmaz. Bakıyor, haa demek iman oraya sirayet etmemiş. Çünkü iman ekildiği, tuttuğu zaman dalları azalara dağılır.
İman gidince her şey yapılır; fâiz, kumar, içki, fuhuş ve bütün kötü işler yapılır.
"Allah'ımız cümlemizi daire-i saadette bulundurduğu kimselerden etsin. Lütfundan, hidayetinden ayırmasın inşallah.
Mühim olan kâmil iman. Allah'ımız bunu bahşettiklerinin yüzü suyu hürmetine bizlere de ihsan buyursun. En mühimi budur.
İman mutlak tasdiktir. Söylenen sözü kendi isteği ile kabullenmek, gönülden benimsemek, şüpheye yer vermeyecek şekilde kesin olarak içten inanmak, teslim olmak, karşıdakine güven vermek demektir.
İslâm dinine göre ise; Allah-u Teâlâ'nın varlığına, birliğine, Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'ın O'nun kulu ve peygamberi olduğuna ve onun Allah-u Teâlâ tarafından bize getirip tebliğ ettiği esas ve hükümlerin doğru ve gerçek olduğuna tereddüt etmeden kesin olarak inanmaktır.
İslâm dinine girmenin ilk şartı olan bu iki esas "Kelime-i şehâdet"te toplanmıştır. Kelime-i şehâdet'i kalp ile tasdik edip dili ile de söyleyen bir kimseye "İnanmış" mânâsına gelen "Mümin" adı verilir.
İman kalbî ve vicdanî bir durumdur. İmanın esası kalpte olan tasdiktir.
Bir insanın müslüman olabilmesi için dili ve kalbi ile şehadet getirmesi gerekir. Dili ile söyleyip de kalbi ile tasdik etmedikçe iman kapısından içeriye girmiş olmaz. İman etmiş gibi görünse de müşrik olarak yaşar.
Mümin olmak için, imanın kalbe nüfuz etmesi ve o kimsenin takvâya bürünmesi lâzımdır.
Müslüman olmanın ilk şartı iman etmektir. İman etmek için de önce Kelime-i şehâdet getirmelidir:
"Şüphesiz şehâdet ederim ki Allah'tan başka ilâh yoktur, yine şehâdet ederim ki Muhammed Aleyhisselâm Allah'ın kulu ve peygamberidir."
İşte İslâm dinine göre iman; şehâdet kelimesinde ifade edilen, Hazret-i Allah'a ve Resul'ü Muhammed Aleyhisselâm'a iman etmekle başlar, imanın altı esası olan;
1- Allah'a
2- Meleklerine
3- Kitaplarına
4- Peygamberlerine
5- Ahiret gününe
6- Kaza ve kadere kesin olarak inanmakla tam ifadesini bulur.
Bu esasların içinde olanlar "Müminler kardeştirler." Âyet-i kerime'si mûcibince kardeştirler. İyilikte birleşmişlerdir, yardımlaşma ve takvâ üzerindedirler.
Şâyet bu şartlardan birisi dahi inkâr edilse "Amentü"nün şartları inkâr edilmiş olur. "Amentü"yü inkâr eden kimse, dinden de İslâm kardeşliği hudutlarından da çıkmış olur. Onun imanla İslâm'la hiçbir ilgisi yoktur, küfre kaymıştır.
Kelime-i şehâdet'i kalp ile tasdik edip dil ile de söyleyen bir kimse, bu kapıdan müslümanlık dairesine girmiş olur.
Müslüman olan bir kimsenin "Namaz, Oruç, Zekât, Hacc" gibi İslâm'ın esaslarına uyması lâzımdır. Bunlar ilâhî birer emirdir. Bunlara riayet etmekle Hazret-i Allah'a kul, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine ümmetlik etmiş olur. Yapmazsa âsi olur, fâsık olur, İslâm dâiresinden çıkmaz.
Bir de şu var ki "Amentü"ye inanmakla beraber bu ilâhî emirlerden birisini bile inkâr etse veya itiraz etse yine dinden çıkmış olur. Ancak, inkâr veya itiraz etmediği takdirde İslâm'ın geniş hudutları dahilinde bulunur.
Bu hususta İmam-ı Azâm Ebû Hanife Hazretleri Fıkh-ı Ekber'inde şöyle buyurmuşlardır:
"İslâm Allah'a teslim olmak, O'nun emirlerine boyun eğmektir. İman ile İslâm arasında lügat bakımından fark varsa da İslâm olmayınca iman olmaz, iman olmayınca da İslâm olmaz. Bu ikisi içle dış gibidir. Din; imana, İslâm'a ve bütün şeriatlere şâmil olan bir isimdir."
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-den rivayete göre, şöyle buyurmuştur:
Günün birinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in huzurunda bulunduğumuz sırada aniden bir adam çıkageldi. Elbisesi bembeyaz, saçları simsiyahtı, üzerinde hiçbir yolculuk eseri görülmüyordu. Hiçbirimiz onu tanımıyorduk.
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in önüne oturdu, dizlerini dizlerine dayadı, ellerini iki dizinin üzerine koydu ve "Yâ Muhammed! İslâm nedir, bana söyle!" dedi.
Resulullah Aleyhisselâm:
"İslâm; Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Resul'ü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve yoluna gücün yeterse Beytullah'a haccetmendir." buyurdu.
O yabancı adam "Doğru söylüyorsun!" dedi. "Hem soruyor hem de tasdik ediyor" diye hayret ettik.
Sonra "İman nedir, bana söyle!" dedi.
Resulullah Aleyhisselâm da:
"İman; Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere yani hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna inanmandır." buyurdu.
O adam yine "Doğru söylüyorsun!" dedi. Devamla "İhsan nedir?" diye sordu.
Resulullah Aleyhisselâm:
"İhsan, Allah'a sanki O'nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen O'nu göremiyorsan da O seni görüyor." buyurdu.
O yine "Doğru söylüyorsun!" dedi. Sonra "Kıyametin ne zaman kopacağını bana haber ver!" diye sordu.
Resulullah Aleyhisselâm "Bu hususta kendisine sorulan kimse, sorandan daha bilgili değildir." buyurdu.
"O halde bana alâmetlerinden haber ver!" deyince Resulullah Aleyhisselâm şöyle buyurdu:
"Cariyenin efendisini doğurması, yalın ayak, üstü çıplak ve fakir koyun çobanlarının yüksek binalar yapmakta birbirleriyle yarışmalarıdır."
Sonra o yabancı kimse çıktı gitti. Ben epeyce bir müddet kaldım. Sonra Resulullah Aleyhisselâm bana "Yâ Ömer! Sual soran bu zâtın kim olduğunu biliyor musun?" buyurdu. "Allah ve Resul'ü bilir." dedim.
Buyurdu ki:
"O Cebrâil Aleyhisselâm idi. Size dininizi öğretmeye geldi." (Müslim)
İki hususun şakası olmaz. Bunların şakası da ciddi, ciddisi de ciddidir. Biri iman, diğeri de nikâh.
Bir kimsenin şaka ile dinle veya dinin hükümleriyle alay etmesi ve onu küçümsemesi küfrü gerektirir, imanını yenilemesi gerekir.
Bir kimse şaka ile karısını boşasa talâk vaki olur. Bu yüzden iman konusu çok ciddidir.
Kur'an-ı kerim'de 89 Âyet-i kerime'de "Ey iman edenler!" hitab-ı İlâhiye'si geçmektedir.
Âyet-i kerime'lerde "İman edenler" diye belirtilen zümre, Allah-u Teâlâ'ya gerçekten iman eden müminlerdir.
Çünkü bir surette kalan iman vardır, bir de kâmil iman vardır.
İslâm'a ilk girdiklerinde henüz iman kalplerine yerleşmemişken, iman makamına eriştiklerini iddiâ eden bedeviler hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Bedevîler 'İman ettik.' derler. De ki: Siz iman etmediniz, bâri 'Müslüman olduk.' deyin."(Hucurat: 14)
Çünkü iman, yalnız dil ile ikrardan ibaret değil, yürekten bir sevgi ile kalp huzuru içinde tasdik etmektir. Halbuki bu sizde yok. Öyle olsaydı İslâm'ı kabul etmenizi Resulullah Aleyhisselâm'ın başına kakmazdınız.
"İman henüz kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah'a ve Peygamber'ine itaat ederseniz, Allah amellerinizden hiçbir şey eksiltmez. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir." (Hucurat: 14)
Siz henüz imanın hakikatına ulaşamadınız. Yalnız dil ile yapılan iman iddiası, bu hususta kâfi değildir.
Bir düşün! Bu Âyet-i kerime'ye göre gerçek olarak kaç kişi iman etmiş oluyor? Kişi her menhiyatı yapacak, sonra da iman ettim diyecek, bu mümkün değildir.
Açıktan şehâdet ile ikrar edildiği gibi, kalben de ihlâs ve samimiyetle amel edilerek Allah-u Teâlâ'nın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın emirleri seve seve yerine getirilirse; karşılığı ve mükâfâtı kat kat verilir, eksik olarak ödenmez.
İtaat edenlerin kusurlarını bağışlar, kullarına karşı merhameti pek çoktur.
Sûrette kalan iman sahipleri ortada kalmıştır. "İman edeyim mi etmeyeyim mi? Edeyim be yâhû!" İşte bu kadar!
•
Kâmil iman sahipleri hakkında ise mütebâki Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Müminler o kimselerdir ki, Allah'a ve Resulü'ne iman etmişlerdir. Sonra şüpheye düşmemişler, Allah yolunda canları ve malları ile cihad etmişlerdir.
İşte onlar sâdıklardır." (Hucurat: 15)
İmanlarında sâdık olup, verdikleri ikrara kalpleriyle ve icraatlarıyla içten bağlılık göstermiş samimi müslümanlardır.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Müminler içinde öyle erler vardır ki, Allah'a vermiş oldukları ahde sadâkat gösterirler. Onlardan kimi bu uğurda canını fedâ etti, kimi de bu şerefi beklemektedir.
Ahidlerini hiç değiştirmemişlerdir." (Ahzab: 23)
Bazıları Allah yolunda hayatlarını fedâ etmiş, bazıları da iman uğrunda hayatlarını fedâ edeceği bir fırsat beklemektedir.
Müminler o kimselerdir ki; Allah-u Teâlâ'nın mevcûdatı yoktan var ettiğine, gizliyi, gizlinin de gizlisini bildiğine, kalplerdeki sırları bildiğine, lütuf ve kerem sahibi olduğuna, gücünün her şeye yettiğine, her şeyin kendisine döneceğine, kendi Zât-ı akdes'inden başka her şeyin yok olacağına, mahşer gününde herkesin O'nun huzurunda toplanacağına inanırlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Kullarının işlediklerini ve işleyeceklerini bilir." (Bakara: 255)
Ezelî ve ebedî ilmi ile olmuş ve olacak her şeyi en iyi bilen O'dur. O'nun sonsuz ve sınırsız ilminden gizli hiçbir şey yoktur.
Müminler; Allah'ın Resul'ü Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'ın peygamberlerin sonuncusu ve önderi olduğuna, Rabb'inden gelen bütün hükümleri en ince teferruatına kadar tebliğ ettiğine, kendi arzu ve hevesine göre hiçbir şey söylemediğine, söylediği her sözün Rabb'i tarafından kendisine vahyedilen gerçekler olduğuna inanırlar.
Müminler; hiçbir hususta şüpheye kapılmazlar, onların imanları hiçbir zorluk karşısında sarsılmaz.
Allah yolunda malla ve canla cihad etmek, imanın delili, işareti, esası ve mihenk taşıdır. İslâm dâveti, dünya menfaati elde etmek için yapılan bir cihad değil, Allah yolunda ve ilây-ı kelimetullah uğrunda yapılan bir cihaddır.
"İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte emniyet onlarındır ve doğru yolu bulanlar da onlardır." (En'am: 82)
İşte kim bu vasıfları kendinde toplarsa, o gerçek mümindir.
Bir müslüman amentü esaslarını kalben tasdik, lâfzan ikrar ettikten sonra bunun tezahürü olarak amel ve ibadetle desteklemelidir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"İman kalp ile bilip lisan ile ikrar, âzâ ve cevahirle amel ve ibadet eylemektir." (İbn-i Mâce)
"Cenâb-ı Allah amelsiz imanı ve imansız ameli kabul buyurmaz." buyurdular. (Münâvî)
Hâl böyle olunca iman esaslarından sonra İslâm'ın; Namaz, Oruç, Zekât, Hacc, Kelime-i şehadet gibi temel esaslarına azami riayet yine imanın alâmetlerindendir.
İman; Hazret-i Allah'a, Resulullah'a ve Kelâmullah'a tam teslim olmaktır.
İslâm'ın nezafetine dahil olmak, karanlıklardan kurtulmak sâlih amel işlemekle mümkündür. Kur'an-ı kerim'de doksana yakın Âyet-i kerime'de Allah-u Teâlâ; "İman edip, sâlih amel işleyenler"şeklinde buyurarak "İman" ile "Sâlih amel işlemeyi" bir arada zikretmiş, sâlih amel işleyenlere mükâfatlarını sonsuzca ihsan ve ikram ettiğini beyan etmiştir.
"İman edip, sâlih amel işleyenlere gelince; Allah onlara mükâfatlarını tam olarak verecektir." (Âl-i imrân: 57)
Hazret-i Allah, kulundan bir şey bekliyor; ihlâslı bir iman ve bu imanın icabı âmel-i sâlih.
Allah-u Teâlâ:
"İman edip sâlih amel işleyenler." buyuruyor. (Asr: 3)
İmandan da sonra hemen âmel-i sâlih geliyor.
İman sahibi olduğumuzu ne ile ibraz ederiz? Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Efendilerimiz nasıl çalıştı? Canını, malını hiçe saydı. "Allah!" dedi, "Resulullah!" dedi, orada kaldı.
Herkesin imanı, amel ve ibadeti nispetindedir. Amel bu kadar önemli olup imanın alâmetidir.
Kimisi "İman ettim" der, hiçbir ameli yoktur. Namaz kılmaz, oruç tutmaz, taharet bilmez; ismi müslümandır. İslâm'ın nezafetinden, aydınlığından, medeniyetinden de nasibi yoktur.
Bir de münafıklar vardır ki;
"En iyi müslüman benim!" der, dış görünüşlerine bakınca aldanırsın. Ancak münafıktırlar, kâfirden daha beterdirler.
İman, ibadet ve infak; birbirine zincirleme bağlı üç temel prensiptir.
İman; küfür ve nifaktan kurtarır, sadakat kapısını açar.
İbadet; Hakk'a yaklaştırır ve insanı şükreden bahtiyarlar mertebesine çıkarır.
İnfak; ilâhi rahmete erdirir, Hakk'ın sevgisine vesiledir.
Ebu Zerr -radiyallahu anh- rivayet ediyorlar:
"Ey Allah'ın Resul'ü! Amellerin en hayırlısı nedir? diye sordum.
"Allah'a iman etmek ve Allah yolunda cihat etmektir." buyurdular." (Buhârî)
İşte kim bu vasıfları kendinde toplarsa, o gerçek mümindir.
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"İman yetmiş veya altmış küsur şubedir. En üstünü Allah'tan başka ilâh olmadığını söylemektir. En düşüğü ise yolda bulunan rahatsız edici şeyleri kaldırmaktır. Hâya da imandan bir şubedir." (Müslim)
Demek ki insan; namaz kılıyorsa, zikrullah ile meşgulse, cihat ediyorsa, en azından yoldaki bir taşı kaldırıyorsa imanın bir neticesidir. Amma günah ve isyanlar, kötülük ve küfürler imanın zaafından, şeytana ve nefse uymaktandır. Hakiki iman ehli Hazret-i Allah'a, Kur'an'a, emir ve nehiylerine, Resulullah Aleyhisselâm'ın sünnetine bağlıdır.
İmanın gereği amellerden bazılarını da kısaca arz edelim:
Hazret-i Allah'ı bir bilip zikretmek, O'na şirk koşmamak, Resulullah Aleyhisselâm'a itaat etmek, Kur'an'ın hükümlerine uygun hareket etmek. Allah için cihat etmek. Tevbe etmek, şükretmek, sabretmek. Kötü huy ve çirkin işleri terk etmek. Tefekkür etmek. Emanete hıyanet etmemek. Nefis ve şeytana uymamak, onları düşman bilmek. Helâl yemek, gurur ve kibirden sakınmak. Ana-baba'ya itaat etmek, akrabayı ziyaret etmek, muhtaçlara yardım etmek. Kanaat edip, israftan sakınmak. Gıybet etmemek, yalan söylememek, iftira etmemek. Zinâ etmemek, fâiz yememek, içki içmemek, hırsızlık yapmamak. Temiz olmak, ticarette doğru olmak, insan ve hayvanlara merhametli olmak, kâfirlere şiddetli, müminlere şefkatli olmak. Allah'ın sevdiklerini sevmek, sevmediklerini sevmemek. Her an Hazret-i Allah'ı düşünmek, ölümü tefekkür etmek, âilesine, çocuklarına şefkat ve adaletli olmak, komşu ve arkadaş haklarına riayet etmek. Hülâsa güzel amel ve güzel ahlâk sahibi olmak imandandır.
İman üç türlüdür:
Birincisi; suretâ iman. "İman ettim!" diyor, iman ettiğini zannediyor, inandığını söylüyor.
İkincisi; tarikat ehlinin imanı ki aklına göre, akıl derecesine göredir.
Üçüncüsü ise hakikat ehlinin imanıdır. Kâmil iman budur, o Hakk'ı görür kendisini görmez.
Akıllı insan kalbine dönüktür. Kalbiyle, kalbini nurlandırmakla, nefsin işgaliyetinden kurtarmakla meşguldür. Kalbini masivadan kurtarıp Hazret-i Allah'ı ve Resulullah'ı yerleştirirse o zaman imanı kemâle erer. Başka sevgiler kalbi öldürür. Bir kalpte iki sevgi yaşamaz.
İman kemâle ermezse insan Allah-u Teâlâ'nın emirlerini akıl süzgecinden geçirmeye çalışır. Akıl süzgecinden süzünce de takılır kalır. Kâmil iman sahibi olan aklını emirlere uydurur, hiçbir zaman akıl süzgecinden geçirmez. Hakikat, mânevi zevk ve mânevi hâl ile anlaşılır. Seyr-ü sülûk ve mânevi zevkten nasip alamayanlar hakikatin ne olduğunu bilemezler, ancak ismini bilirler.
İman-ı kâmil, içinde O olduğunu bildiğin, senin bir kabuktan ibaret olduğunu gördüğün zaman husule gelir. Kâinatın içinde O var, her şey kabuktan ibaret, fakat insan bunu göremiyor.
Suretâ imana sahip olanlar, iman etmekle beraber ahlâk-ı zemimeleri atamamışlardır. Nefs-i emmâre istediği tarafa çekiyor. Her fiil-i münkeri işletiyor.
Efdâl imanda olanlar, ahlâk-ı zemimeleri kendilerinden uzaklaştırmışlardır.
Kâmil iman ehli ise kendilerini ifnâ etmişlerdir.
İnsan: "Ben iman ettim!" der, fakat herhangi bir imtihana çekildiğinde ne iman kalıyor ne de iz'an! Deniz sakin olduğu zaman durumu çok güzel, dalgalandığı zaman bocalama başlıyor. İbtilâya sabredemeyip tahammülsüzlük başladığı zaman içi dışına çıkıyor.
İman odur ki, Allah-u Teâlâ her ne ibtilâya çekerse çeksin, o boynunu Hakk'a uzattığı için, o boyun orada kalır, bir daha da çekmez. O bilir ki imtihandadır. Bu imtihana hazırlanmak için bir sır vardır: İhlâs-ı kalbiyye ve samimi bir muhabbet.
Bunlar olursa iltimas-ı ilâhî'ye mazhar olunur. İmtihana tutulmazdan önce hazırlanmış olur. İmtihanla karşılaşınca da, hazırlıklı olduğu için geçiverir.
Fiili imtihan olduğu gibi, hâli imtihan da olur. Hâli imtihan âni olduğu için, insanın aklının çalışmasına fırsat olmaz.
Fakat daha önce doldurulmuş olan kimse hemen geçiverir. Fiili imtihana çekildiğinde de, tutulması sebebiyle kurtulur. Diğeri aklını işletinceye kadar o geçmiştir bile. İşte bunlar mutlu insanlardır.
Anlaşılıyor ki ancak hıfz-u himayeye girenler kurtuluyor. Diğerleri ise yürüyormuş gibi görünüyor amma, bir fırtına koptuğu zaman hepsi yıkılıyor.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Sabır ve namaz ile Allah'tan yardım isteyin. Muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara: 153)
Rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e bir iş ağır gelince, ya da ansızın bir durum ortaya çıkınca hemen namaza başlar ve bu Âyet-i kerime'yi okurdu.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hârise -radiyallahı anh- Hazretleri'ne "Senin imanının hakikati nedir?" diye sorduğunda "Gecemi uykusuz, gündüzümü susuz geçirdim, nefsimi dünyadan çektim." diye cevap vermişti.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bundan sonra ona "Ârif oldun, bildin, devam et." buyurdular.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- oğluna:
"Annene git, kendisine bıraktığım altı dirhemden birini al, getir." dedi.
Oğlu gitti, sonra geri döndü ve:
"Annem o altı dirhemi un almak için sakladığını söyledi." dedi.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh-: "Bir kul Allah'ın elindekine kendi elinde olana güvendiğinden daha fazla güvenmezse imân-ı kâmil olmaz. Git, ona söyle, altı dirhemin tamamını göndersin." dedi.
Bizim aldandığımız nokta itimat noktasıdır. "İman ettik" diyoruz, itimat edemiyoruz.
Allah'ımız dünyada huzur ve saadet, ahirette iman ve selâmet lütfetsin.
İman ancak sabır ve şükürle tekamül eder, daha evvel de arz edildiği üzere sabır, kızdığın zaman sabır manasına gelmez. Sabır her yasak ettiği şeyden kaçınmak demek. İnsan Allah-u Teâlâ'nın her yasak ettiği şeyden kaçınırsa, kendisini korumaya alıyor.
İkincisi, her emrettiği şeyi seve seve yapmak bu da şükür oluyor. Yapmak başka, seve seve yapmak başka. Binaenaleyh; bu iki şey insanda husule gelirse ancak o zaman iman husule gelir.
Bu isyan cezasız kalmaz. Hüküm Sahibim'e aittir. Onun için en güzel çare, Hakk'a yönelmek, takdirse yaşamak, değilse imanla göçmek. Bunu unutmayın.
Câbir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Kul hayrıyla şerriyle kadere inanmadıkça, kendine hayır ve şerden isabet edecek şeyi atlatamayacağını, hayır ve şerden kaçacak olan şeyi de yakalayamayacağını bilmedikçe iman etmiş olmaz." (Tirmizi: 2145)
Dünyaya imtihan için gelmiş bulunuyoruz. Muhakkak ki imtihanlara tâbi tutulacağız, bir çok ibtilâlara musibetlere maruz kalacağız. Allah-u Teâlâ ne yapacağımızı ilm-i ezelîsinde biliyordu. Bizi bilsin için de, imtihan sahasına gönderdi. İcraatımızı yapacağız ve gideceğiz.
Dane ayrı, haşerat ayrı. Cenâb-ı Hakk daneleri atmaz. Daneleri kullanır ama haşeratı yakar. insanlar da böyledir. O daneler muhakkak ki büyük imtihandan geçiyor. Fakat Mevlâ'sına gönül vereni O destekliyor. Burası çok gizli. Mevlâ'sına gönül verenleri, niyeti halis olanları O destekliyor ve kurtuluyor. Bugün kurtulma diye bir şey yok. Çünkü bugün helâl lokma yok.
Siz farkında değilsiniz, fakir dâima şu duayı yapar: "Allah'ım! Hayırlı ömür, hayırlı umur, hayırlı ölüm ihsan et."
Hayırlı ömür; O'nun rızası mucibince yaşanan bir hayattır, hâl ve ahvâldir ötesi boştur. Ama insan her an imtihanda olduğu için, şunu göz önünde bulunduracak; bu işte O'nun rızası var mı, yok mu? Buraya çok dikkat eden insan hayırlı umura geçer.
Hayırlı umur; Hazret-i Allah o kulu sever, himayesine alır. O yürüttüğü için O'nun lütuf ve desteği ile yürür. Onu O korur. Zaten bugün korudukları kurtuldu, ötesi tutuldu. Bunu bilin. Huzur ile saadeti ile rahmeti ile yürüttüğü zamandır. Bir kul kendini ona sevdirebilirse, o kulu da O severse hayatı umur olur. O'nun desteği ile yürür. Sonra vakti gelince hayırlı ölümle teslim alır. Hayırlı umur olanların ekserisi imanla gider. İmanla giden zaten azap görse de saadet içindedir. Ama ötesi gitti. Ötesini çöplük gibi, haşerat gibi gösteriyorlar.
Hayırlı ölüm; kendisine imanla çektiği zaman, Zât'ına çekip ebedî saadete erdirdiği zamandır.
İman-ı kâmil nedir? Bir; Hazret-i Allah'a iman etmek. İki; Hazret-i Allah'ı bilmek, her şeyi Hazret-i Allah'tan bilmek... İman-ı kâmil budur. İnsan Hazret-i Allah'a iman edip iradesini O'na teslim ettikten sonra artık reyi kalmaz. Fakat bunu yapabilmek için O'nu bilmek lâzım, O'nu tanımak lâzım, kâmil imana sahip olmak lâzım.
Kendini inkâr ettiğin zaman, O'nu tasdik ettiğin zaman iman etmiş olursun. Gerçek iman budur. Vakta ki kendini inkâr edip "Lâ" dediğin zaman, yani kendini de kâinatı da inkâr ettiğin zaman Var olan husule gelir. İşte imanın hakikisi budur. Kül'ün hakikisi budur.
İnsan, "Ben yaratana iman ettim, ben bir damla pisliğim, zaten onu da O yarattı, öyleyse bana ait hiçbir şey yok" deyip "Kendimi inkâr ettim!" derse, işte o zaman tamamen münafıklıktan kurtulmuş olur.
Binaenaleyh; kendini inkâr etmedikçe Hazret-i Allah'a iman etmiş olamazsın. "Lâ ilâhe illallah" deyince "Lâ"dan ibaret olan şeyi "Lâ" olarak kabul edeceksin. İlâh olarak da O'nu kabul edeceksin. Başka bir ilâh yok. Ne nefsi ne de yarattığı hiçbir şey ilâh olarak oraya girmiyor. Çünkü "Lâ" dediğin zaman evvelâ kendini, kâinatı yok edeceksin ki "İlâh"ı bulmak için. Madem "Lâ" diyorsun, kaldır kendini. Kendini kaldırmazsan haşa sen Allah mısın? Madem ki "Lâ" diyorsun, sen de "Lâ"sın, yaratılanlar da "Lâ". İlâh O... Hadi bul bakalım. Sen ömrün boyunca nefsine tapıyorsun, farkına varmazsın. Bu maneviyat böyledir. Onun için maneviyat ehlinin bir kelimesi şimşek gibidir. Zahiri ilim ehli binlerce sene çalışır, mânevi ehli bir adımda oraya ulaşır.
Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini yürüttüğü gibi, eğer yürütmeyi murad etmişse, vekilini de böyle yürütür. Sidre-i müntehâ son makam olduğu için, oradan öteye onu cezbe ile çeker.
Bu ise:
"Rahman olan Allah'ın cezbelerinden bir cezbe, insanların ve cinlerin âmeline denktir." (K. Hafâ)
Hadis-i şerif'inin tecelliyatı olmuş oluyor. O cezbe ile çekiyor, çektikten sonra dilediğini makamında lütfu ile dolduruyor.
Allah-u Teâlâ'nın çektiği bir anda ulaşır. Öteki bin senede ulaşır. Niçin? Allah-u Teâlâ onu bir anda çekti.
Yaratılan hiçbir şey Allah değildir. Fakat sen Yaratan'ı görmeyip de yaratılanlarda kalırsan "Lâ"da kaldın, "İllallah"a inemedin demektir. Bu o kadar esrarlı bir kelimedir ki...
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Allah o Allah'tır ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur." (Bakara: 255 - Âl-i imrân: 2)
O öyle bir Allah ki, Allah'tan başka ne bir Allah vardır, ne de bir mevcut vardır. Her şeye hayat veren O'dur, her şey O'nunla kâimdir.
Şimdi siz bunu okurken anlarsınız. "O'ndan başka ilâh yoktur." deyince, sanki O'ndan başka bir Allah varmış sanırsınız. "Başka Allah yok" deyince O'ndan başka bir mevcud yok diye anlayacaksınız. "Lâ"lar perdedir, O'nu örten bir perde. Bütün kâinat da böyledir, kendisini örten perde.
İnsan Hazret-i Allah ile olduğunu bir türlü kavrayamaz. Şimdi ömrün bittiği, varlığını içinden çektiği zaman, saman çöpü senden daha kıymetlidir. Niçin? Çünkü saman çöpü kokmaz ama üç gün kalırsan kokarsın, herkes senden kaçar. Hani sen vardın. Yine sen varsın. Ama leş diye herkes kaçıyor senden. Var ile olduğun zaman ne güzel görünüyordun. Var varlığını çekince ne kadar çirkin oldun. Artık herkes senden kaçıyor, iğreniyor ve ikrah ediyor.
Bir balonu ne kadar şişirirsen o kadar büyük olur. Halbuki onu büyük yapan içindeki havadır, havayı çıkardın mı küçücük kalır. O yaratıyor, her şey O'nunla kâim, ötekiler "Lâ"dan ibaret.
"Lâ"nın neresine tutunacaksın. "Ol!" diyor oluyor, "Öl!" diyor ölüyor.
Sen zannediyorsun ki sen sensin, her şeyin mükemmel. Ruhunu çekti, bir çöp kadar değerin kalıyor mu? Demek ki O... İnsan zannediyor ki hep başkası. Onun için her şey O'nunla kâim. "Her şey O değil, hiçbir şey O'nsuz değil." "Perdeyi geçir sen varsın, perdeyi kaldır O var."
Ancak marifetullah ehline mahsustur. Hakikat ehli, ilmi Cenâb-ı Hakk'tan alır. O sadır ilmidir, buna vehbi ilim denir. Bu ilâhi lütfa mazhar olan kimse, hakikatin ancak bildirildiği kadarını bilir ve görür.
İşte bu sırlara ancak iman-ı kâmil sahibi olan marifetullah ehli vâkıftır, başkasına şamil değildir.
Hızır Aleyhisselâm, Musa Aleyhisselâm ile buluştuklarında; "Ben Allah'ın bana verdiği ilim üzere yürüyorum ki sen onu bilmezsin. Allah'ın sana öğrettiği ilmi de ben bilmem." buyurdu.
Kişide hiçbir şey yok. Bembeyaz bir kâğıt. Ne yazarsa ona göre olur. Mahlûkta hiçbir şey yoktur. Nasıl tecelli ederse, ne verirse. Bunu yerleştirebildiğimiz zaman Allah-u Teâlâ imanı yerleştirir. İman buradadır, lafta değil. Allah ile yapacak, Allah ile konuşacaksın, iman budur. Nefis orada müdahale edemez.
Çünkü Allah-u Teâlâ:
"Andolsun ki insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler verdiğini de biliriz."buyuruyor. (Kaff: 16)
Nefsin fısıldaması başka, imanın konuşması başka. Burayı ayırın! Nefsin fısıldaması ayrıdır. Allah-u Teâlâ'nın kişiyi konuşturması başkadır. İman mevzuatı buradan gelir.
Kâmil iman şu ki;
Lâ ilâhe illâllah; sen yarattın, sen nakşettin. Ancak nakşedilenlerin hiçbiri ilâh değildir. Sen de bir perdesin, kâinât da bir perdedir. Kendi perdeni kaldırırsan kâinâtın perde olduğunu görürsün. Danede, perdede kalma, O'nu bulursun.
Yoktan var eden, nimetleriyle donatan, suretiyle gösteren engin kerem sahibi olan Hazret-i Allah'ı gerçekten tanımayanlar O'na hasım kesilirler ve "Ben" derler.
"İnsan, bizim kendisini kerih bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki, şimdi o apaçık bir hasım kesilmektedir." (Yâsin: 77)
Allah-u Teâlâ insanın yaratılışını hakir bir sudan başlattı. Onu bu güçsüz nutfeden yaratan, ölümünden sonra da tekrar diriltmeye elbette kâdirdir.
Zaman zaman ve muhtelif yazılarla Hakk'tan gafil olanlara Hakk'ın varlığını duyurmaya çalışıyoruz. Tâ ki insanoğlu gerek kendisininin, gerek kâinatı yaratmasının "Ol" emrinden ibaret olduğunu bilsin. O'ndan başka bir mevcut yoktur. Vücud O, mevcud O.
Fakat siz kendinizi ondan ayrı saydığınız için bunlar size izah ediliyor. Yani "Ol" dediği zaman murad ettiğini yaratıyor, "Öl" dediği zaman murad ettiğini öldürüyor ve olduruyor. Ondan bile haberin yok.
O öyle bir Allah ki yalnız kendi kendisini bilir ve kendi kendisini metheder.
Bir pehlivan hasmını yendiği, devirdiği zaman pehlivan oluyor. Fakat asıl pehlivanlık, âlemleri bir anda devirdiği zaman, yaratılanları değil de, Yaratan'ı bulduğun zaman olur.
Âlim-i billâh olanlar "Elhamdü lillâhi Rabbil-âlemîn" dedikleri zaman kendilerinden zerre kalmaz, "Rabbil-âlemîn" husule gelir. O öyle bir Allah ki, âlemlerin yaratıcısı ve mürebbîsidir. Âlemler maske gibi hükümsüzdür. Çünkü "Ol!" emriyle oluyor, "Öl!" emriyle ölüyor.
Mülkü O yarattı, sen ise O'nu mülkün içinde zannediyorsun, hem de "Elhamdü lillâhi Rabbil-âlemîn." diyorsun. Bu ne biçim iman, ne biçim zan? Halbuki sizin gördüğünüz bu mülk en küçüğüdür, Allah-u Teâlâ'nın yarattığını yalnız O bilir.
Ancak gerçek imandan mahrum olanların üzerinde daima münafıklık alâmeti mevcuttur. Çünkü nefis oynar, şeytan oynar, arzular yaşar, yaşar, yaşar.
Allah-u Teâlâ kâmil imanın alâmetini ve hakiki müminlerin vasıflarını beyan etmektedir:
"Onlar gayba inanırlar, namazı kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler.
Sana indirilene de, senden önce indirilene de iman ederler. Ahiret gününe de kesinlikle inanırlar.
İşte onlar Rabb'lerinin yolunda olanlardır. İşte onlar saâdete erenlerdir." (Bakara: 3-4-5)
Görmedikleri halde Allah'a, vahye, ahiret safhalarına görüyormuş gibi, hiç şüphe etmeden inanırlar. "İşittik ve iman ettik!" diyerek Allah-u Teâlâ'nın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın haber verdiği her şeyi kesin olarak kalp ile tasdik, dil ile de ikrar ederler. Onlar bu imanları ile Allah katında hoşnutluk kazanırlar.
Yunus Emre -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
"Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm..."
Bir şeyin üzerine bir örtü örtsek ne olur? Üzerinde örtü olduğu için ne olduğu bilinmez. İşte insan da böyledir; yiyor, içiyor, geziyor. İnsan da buna bakıyor ve ona varlık atfederek insan diyor. Fakat bu mükemmel gibi ve müstakil gibi görünen insandan Hazret-i Allah ruhunu çekince ne oluyor? Hiç. Demek üzerindeki o şey; et, kemik hepsi maske. Yunus Emre Hazretleri'nin tarif ettiği bu.
Bir misal verelim:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Dünyaya muhabbet büyük günahların en büyüğüdür." (Deylemî)
Dünya ve içindekilere, mala-mülke, paraya-pula, makam-mevkiye, çoluk-çocuğa, kadına muhabbet böyledir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz yine bu hususta:
"Amelleri Tihame dağı kadar büyük olan nice topluluklar vardır ki kıyamet günü haşredilecekler ve cehenneme atılmaları emredilecek." buyurdular.
Ashâb-ı kiram: 'Namaz kıldıkları halde mi ya Resulellah?' diye sorunca şöyle devam ettiler;
"Evet bunlar namaz kılarlar, oruç tutarlar, geceleri çok az uyurlardı. Ama kendilerine azıcık bir dünyalık arz edildi mi dört elle sarılırlardı." (Irakî, Muğni lll. 204)
Dünya menfaati, dünyalık şeyler insanı helâk ediyor. Değil menfaatten, menfaatin kokusundan bile Allah'ıma sığınırım.
"Allah size imanı sevdirdi ve onu kalbinizde süsledi. Küfrü, fâsıklığı ve isyanı ise çirkin gösterdi. İşte doğru yolda olanlar bunlardır." (Hucurât: 7)
Âyet-i kerime'si mucibince kime imanı sevdirir ve o imanı kalbinde süslerse onu tutuyor demektir. Bu böyledir, esas budur. Kurtulan böyle kurtuluyor, kurtardığı için kurtuluyor.
Onlar Hakk'ı bilir, kendisini bilmez. Hakk'ı görür kendisini görmez.
Kül gibi olmadıkça da bu hakikatler bilinmez.
İnsanı dünya ve içindekiler çekiyor ve münafıklığa sokuyor. Halbuki muhabbet Mevlâ'ya bağlanacak. Yalnız O sevilecek, yalnız O'na yönelinecek.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır." (Ahzâb: 4)
O'nun bulunduğu kalpte nefis ve mâsiva yaşamaz, O'nun bulunmadığı bir kalpte her şey bulunur amma O bulunmaz.
Bir insan nefsini öldürmedikçe, ruhen yükselemez. Dünya bir puttur, nefsin arzuları birer puttur, onlara tapmaktan kendisini alamaz. Dinin hakikatine, imanın kemâliyetine de varamaz. Şu halde ölmeden evvel ölmek, yani nefsi öldürmek lâzım ki, ruh dirilsin.
Nefsi yok ettikten sonra ikinci bir tahsil daha başlar. Bu tahsil daha incedir. Kelime-i Tevhid'e burada geçilir.
Kelime-i Tevhid'de üç merhale vardır:
"Lâ mâbûde illâllah"
"Lâ maksûde illâllah"
"Lâ mevcûde illâllah"
Kısaca izâh edelim:
"Lâ mâbûde illâllah" manası; "Yâ Rabb'i! Bilmeyerek şimdiye kadar dünyayı ve içindekileri sevdim, dünya mâbudlarına, nefsin putlarına taptım. Şimdi ise gördüm ki gerçekten ibadete lâyık ancak senmişsin. Sana yöneldim ve sana ibadet ediyorum. Senden gayrı hiçbir şeyi sevmiyorum, seviyorsam ancak senin için seviyorum." demektir.
İnsan ibadet ediyorum zanneder. Fakat dünya muhabbetini kalbine aldığı, nefsin arzularını da yerine getirdiği için, bilmeyerek onlara tapar da haberi olmaz. Bu tapınma onu Hakk'tan uzaklaştırır. Çünkü nazargâh-ı ilâhi olan kalp onlar için yaratılmamıştır.
Hayli uzun süren bu merhaleden sonra "Lâ maksûde illâllah" tevhidi başlar. Artık insanın maksudu ve gayesi Hakk olur. Burada ciddi mühim tahsiller mevcuttur. Bunlara akıl ermez. İki kelime ile şöyle arz edelim ki; yapacağı işte Allah rızâsı varsa yapar, yoksa yapmaz. Çünkü onun gayesi Hakk'tır.
Bundan daha yükseği "Lâ mevcûde illâllah"tır. Buna büsbütün yabancısınız. Bu nokta hiç olmak noktasıdır. Bu hiçliğin ne demek olduğunu anlayabilmeniz için, hılkiyetimizin bir damla su olduğunu düşünmemiz lâzım. Bu bir damla kerih su ne yapabilir? Hiç...
Hazret-i Allah insanı bir damla sudan halketmiştir. Sonra ona ruh vermiştir. İnsan o ruh ile hareket eder. Nitekim bir şeyi yapıyorum zanneden insanın ruhu çıkınca bir saman çöpünden farkı kalmıyor. Bu esrara doğru iniyoruz şimdi. Ölünce insanın bir hiç olduğunu görüyoruz. Çürüyüp hiç olduğunu da görüyoruz. Asıl marifet hayatta iken fâni olmaktır, asıl gaye budur.
Varlık yok olunca, bu sefer yokluğu hiç edinceye kadar tekarrüb etmek icap ediyor. Küçüle küçüle asıl hılkiyete inilir ve bir su damlası olduğu göz ile görünmeye başlar. O su damlasının da oradan kuruyup yok olduğu görününce, orada ne var şimdi? Allah var. "Lâ mevcûde"nin sırrı işte burada tecelli ediyor.
Hazret-i Allah var, başka mevcut yok, yaratmadı ki olsun. O'ndan başka ilâh yok, yaratmadı ki olsun.
Diyeceksiniz ki, bu kadar mevcutlar ne olacak? Her şey O'nun varlığı ile var olmuştur. Birçok varlıklar geliyor gidiyor da ne oluyor. Hiç. Yine O var, yine O bâki...
Bu arz edilen üç merhale "Vücûdi Tevhid"in merhaleleridir. "Yâ Bâki ente'l-Bâki" zikri bundan sonra başlıyor. Mevcut olan ancak Hazret-i Allah, Bâki olan da Hazret-i Allah.
Bunlar tarif ile anlaşılmaz, mânevi tahsil ile kâimdir.
Birinci basamaktan daha ileriki basamakları anlatmaktan gayemiz şu ki, yolda olanların ilk iki Tevhid'in üzerine çok çok eğilmeleri lâzımdır. Üçüncüyü hiçbir ihvan tefekkür etmeyecek. O ayrı bir sırdır. Zamanı gelince Hazret-i Allah lütfedip bir kulunu buraya erdirirse o sırrı açtırır. O da her şeyin yok olduğunu ancak Fâil-i mutlak olan Hazret-i Allah'ın varlığını görür.
"Allah'ım! İlâh olarak sen varsın. Başka ilâh yaratmadın. Yaratıcılık yalnız sana mahsustur. Senden başka ibadete lâyık ilâh yok." der.
Böylece ortada Hakk kalıyor. Bidayetten nihayete doğru bunun için arz ediyoruz ki, ne derece çalışmamız icap ettiği anlaşılmış olsun. Bunlar dış tahsillerle husule gelmez.
Hakiki iman şudur ki; Hazret-i Allah'a iman edip kendini inkâr etmiş olan Allah-u Teâlâ'ya iman etmiş olur, özü budur.
Onun içindir ki bu ilimlere girilmez. Bu ilimler ilâhî deryâdır, burada yüzülmez. Şimdi siz bunu isimle de olsun kavramış oldunuz. Tasavvur buyurun ki bunları yaşayanın hâli nedir?
Allah'ım inanmışlardan etsin. İman da O'ndan gelir. Fakir bunu şöyle der:
Hazret-i Allah'a iman ederim, kendimi inkâr ederim. Niçin? Benim varlığım bir damla pis su, o kadar. O'na iman ediyorum, o pis suya iman etmiyorum. Çözdük mü şimdi sırrı?
Bunu umum bir tabir ile şöyle arz etmişizdir:
"Var ile övünüyorum, varlığımdan utanıyorum."
Benim varlığım meydanda, "Peki bunlar ne?" derseniz, sana bu şekli veren O. Seni daha anne karnından başlayarak, böyle murad etmiş, tecelli etmiş ve yaratmış.
Bakalım O'ndan bilecek misin? O'na şükredecek misin? Yahut kendi varlığına mı güveneceksin? O kadar.
Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm'ın insanları bir olan Allah'a inanmaya ve yalnız O'na ibadete dâvet etmesine, sapıklık ve şaşkınlıkta ısrar eden müşrik kavminin tepkisi çok sert oldu.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Kavminin İbrahim'e cevabı sadece: 'Onu öldürün, ya da ateşte yakın!' demelerinden ibaret oldu." (Ankebût: 24)
Onlar İbrahim Aleyhisselâm'ın delillerinden hiçbirine cevap veremeyince, kaba kuvvetle galip gelme yoluna başvurdular. Bazıları öldürülmesini, bazıları da diri diri yakılmasını teklif ediyorlar; kendilerini ateşten kurtarmak isteyen peygamberlerini ateşte yakmak istiyorlardı.
Nihayet uzun bir istişare ve müzakereden sonra İbrahim Halilullah'ı ateşte yakmaya karar verdiler ve onu hapsettiler.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Dediler ki:
Onun için bir bina yapın ve derhal onu ateşe atın." (Sâffât: 97)
Ateşe atacakları yerde kalın bir duvar yaptılar ve odun toplamaya başladılar.
Halk dağlardan günlerce odun taşıdılar. Hazırladıkları yer odun ile dolup dağ gibi büyük bir yığınak hâline geldi, daha sonra da Nemrut'un emriyle ateşlediler. Odunların tutuşması birkaç gün sürdü. Alevler dalgalar halinde göklere doğru direkleniyordu. Böyle bir ateşin benzeri yakılmamıştı, manzarası korkunçtu. Harareti o dereceye varmıştı ki, o civardaki kuşlar bile oradan geçemez olmuştu. Geçecek olsalar, yanıp kavruluyorlardı. İbrahim Aleyhisselâm'ı değil içine atabilmek, yanına yaklaşabilmek bile imkânsızdı.
Nihayet bir mancınık kurdular, İbrahim Aleyhisselâm'ı hapsettikleri yerden çıkararak ellerini ayaklarını sımsıkı bağladılar, mancınığın kafesine koydular. O ise tevekkül ve yakînin en yüksek mertebesinde olduğu için gönlüne zerre kadar korku gelmedi.
O zamanda dünyanın en büyük hükümdarlarından olan Nemrut ve erkânı, memleketin eşrâfı, avam halk; İbrahim Aleyhsselâm'a verilecek cezayı görmek için toplanmış bulunuyorlardı. Kalplerinde tutuşan kin ateşi ise bu ateşten kat kat fazlaydı.
Allah-u Teâlâ'nın Halil'ini ateşe doğru fırlattıklarında Cebrâil Aleyhisselâm gelerek: "Ey İbrahim bir ihtiyacın var mı?" diye sordu. "Hayır!.." diye cevap verdi. "Allah'tan bir dileğin varsa söyle bildireyim!.." dediğinde:
"O'nun benim hâlimi bilmesi bana yeter!" buyurdu.
Çünkü o Hakk ile beraberdi, kalbi Rabb'ine karşı iman ve güvenle dolu idi.
Her zamanki mütevekkil haliyle:
"Allah bana kâfi, O ne güzel Vekil'dir." virdine devam ediyordu. Ne iman, ne teslimiyet!..
Allah-u Teâlâ'nın hıfz-u himâyesinde tasarruf-u ilâhîsinde olduğu için, ateş sadece elini kolunu bağladıkları ipleri yaktı, onun dışında hiçbir zarar vermedi.
Çünkü o anda ateşe Allah-u Teâlâ'nın şu ilâhî emri gelmişti:
"Ey ateş! İbrahim'e karşı serin ve selâmet ol!" (Enbiyâ: 69)
Ateş hakkında ilâhî irade tecellî etti, yakıcı tesirini kaybedip zarar veremez hâle geldi. Ateşe "Yakıcı ol!" emrini veren Zât-ı Kibriyâ, şimdi de ona: "Serin ve selâmet ol!" emrini vermişti.
Böylece:
"Allah onu ateşten kurtardı." (Ankebût: 24)
Binbir müşkülâtla yaktıkları o ateş yığınının bulunduğu cehennemi andıran yer, bir anda gül-gülistan kesildi, çiçekler açtı. Ateş, İbrahim Aleyhisselâm'ı yakmadı. Akarsuların gül bahçelerinin ortasına selâmetle iniverdi. Allah-u Teâlâ nârı nur eyledi.
Bütün melekler bu hadiseyi hayranlıkla seyrettiler.
Müşriklerin tuzaklarını defedecek bir gücü bulunmayan ve tek başına olan bir zâtın üzerine o esnada kudret eli müdahale etti.
"Böylece ona bir tuzak kurmak istediler, fakat biz onları daha çok hüsrana uğrattık." (Enbiyâ: 70)
Allah-u Teâlâ düzenlerini başlarına geçirdi. Bütün çalışmaları semeresiz kaldı, emekleri boşa gitti, tuzakları kendi aleyhlerine neticelendi. Dünyada rezil ve rüsvay oldukları gibi, ahirette de şiddetli azaba müstehak oldular.
Bu mübarek peygamber, Nemrut'un ateşine göğüs germek ve kimseden istimdat etmemekle bu büyük imtihanı kazanmış oldu. Bize bunun binde biri gelse, bir ipe tutunmak ve kurtulmak için bin çare ararız. Kılımız yansa: "Yandık!" deriz. O ise çılgın alevlerin içine düşerken bile Sahib'inden bir an olsun gâfil olmadı.
Âyet-i kerime'de:
"Şüphesiz ki bunda iman eden bir kavim için ibretler vardır." buyuruluyor. (Ankebût: 24)
Buradan da anlaşılıyor ki; her devirde ve her asırda Hakk daima bâtıl üzerine galebe çalmaktadır.
Ashâb-ı kiram, Resulullah Aleyhisselâm'a tam bir teslimiyetle iman etmişlerdi. Zira onlar Allah-u Teâlâ'nın hükmünü içlerinde yaşıyorlardı. Onlar imanın, fıkhın, akaidin adeta canlı ve mücessem haliydi. İslâm'ı bizzat Resulullah Aleyhisselâm'dan öğrenmişlerdi. Bu öğrenme zahiri öğrenmeden ibaret değildi. O nurdan kalplerine, manevî varlıklarına mütemadiyen ilim, irfan, feraset dolduruyorlardı. Daha doğrusu onları dolduran Hazret-i Allah idi.
Bu iman, bu nur ile o Resul'e -sallallahu aleyhi ve sellem- öyle büyük bir sadakat öyle büyük bir aşkla bağlanmışlardı ki; Bedir Savaşı'nda; müşriklere karşı az bir kuvvete sahip oldukları ve büyük zorluklarla karşılaşacaklarını bildikleri hâlde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e şöyle söylemişlerdi:
"Yâ Resulellah! Allah sana ne emrettiyse yerine getir. Bize; 'Denizi geçelim desen, seninle birlikte geçeriz.'
'Dünyanın öbür ucuna gidelim desen, seninle beraber gideriz.'
Kavminin Musa Aleyhisselâm'a dediği gibi 'Sen ve Rabb'in varın savaşın, biz burada oturacağız.' demeyiz. Fakat biz deriz ki 'Sen dilediğin yere git, seninle beraber olacağız.'"
Uhud harbinden sonra müşrikler; Resulullah Aleyhisselâm'ın, ashâbıyla büyük bir ordu ile üzerlerine gelmemesi için hileye başvurarak yanlarından geçen bir kervanla Medine'ye saldıracakları haberini ulaştırmalarını istediler. Bu münasebetle nâzil olan Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruldu:
"Onlar öyle kimselerdir ki, halk kendilerine: 'Düşmanlarınız olan insanlar size karşı ordu toplamışlar, onlardan korkun!' dediklerinde, bu söz onların imanını arttırdı ve üstelik 'Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!' dediler." (Âl-i imrân: 173)
Allah-u Teâlâ aynı gün müşriklerin üzerine korkuyu saldı, tekrar hücum ederek müslümanların kökünü kazımayı düşünüyorken kaçmaya koyuldular. Böylelikle Allah-u Teâlâ müminleri onların kötülüklerinden muhafaza buyurdu.
"Sonra da kendilerine hiçbir fenalık dokunmadan, Allah'ın nimet ve keremiyle geri döndüler. Böylece Allah'ın rızâsına uymuş oldular.
Allah büyük kerem sahibidir." (Âl-i imrân: 174)
O bir avuç mücahidin kalplerine metanet verdi, onları cihad meydanlarına atılmaya, düşmanlarına karşı celâdet göstermeye muvaffak buyurdu.
"O şeytan ancak kendi dostlarını korkutur. O halde mümin iseniz onlardan korkmayın, benden korkun." (Âl-i imrân: 175)
Şeytan kendi dostlarıyla müminleri korkutmaya çalışır. Kulun Allah korkusunu üstün tutması imanının bir gereğidir.
Resulullah Aleyhisselâm insanların iman etmelerine son derece haris olduğundan, iman eden kimselerin küfre kayması şöyle dursun, kâfirlerin küfrüne dahi üzülürdü:
"Küfürde yarışanlar seni üzmesin! Şüphesiz ki onlar Allah'a hiçbir zarar veremezler.
Allah onlara âhirette hiçbir nasip vermemek istiyor. Onlar için büyük bir azap vardır." (Âl-i imrân: 176)
Allah-u Teâlâ'nın ahiret mükâfâtından ve cennetinden mahrum olmakla birlikte onlar için büyük bir azap dahi vardır.
"İman karşılığında küfrü satın alanlar, şüphesiz ki Allah'a hiçbir zarar veremezler.
Onlar için elem verici bir azap vardır." (Âl-i imrân: 177)
İmanla küfrü değiştiren, imanını verip küfrü satın alanlar, küfürde birbirleriyle yarışanlar, bu küfürleri yüzünden hiçbir şekilde Allah-u Teâlâ'ya herhangi bir zarar veremezler, bu mümkün değildir. Allah-u Teâlâ onların imanına muhtaç olmadığı gibi, bu küfür ve isyanın zararları kendilerine aittir.
Şu halde:
"Allah'a ve peygamberlerine inanın. Eğer inanır ve takvâ sahibi olursanız size çok büyük bir mükâfat vardır." (Âl-i imrân: 179)
Allah'a ve peygamberlerine iman etmenin mükâfatı o kadar büyüktür ki, ne kadar takdirlere lâyık olduğunu ancak Allah-u Teâlâ bilir.
Onlarda iman böyleydi.
Hazret-i Ebu Bekir Sıddîk -radiyallahu anh- Efendimiz'e Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Miraç'a çıktığında müşriklere; "Bunu o haber vermişse doğrudur." dedirten imandır.
Hasımlaşan iki kişi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in aralarında verdiği hükmü beğenmeyip, Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz'e gittiklerinde Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Resulullah Aleyhisselâm'ın verdiği hükmü beğenmeyenin bir vuruşta boynunu vurduran imandır.
Hazret-i Osman -radiyallahu anh- Efendimiz'e kıtlık günlerinde tüccârların çok yüksek fiyat vermelerine rağmen bütün malını Resulullah Aleyhisselâm'a getirip fakir fukaraya dağıttıran imandır.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz'e küçük yaşta Hicret gecesi Resulullah Aleyhisselâm'ın yatağına ölüm pahasına yatma cesaretini veren imandır.
Bilâl-i Habeşi -radiyallahu anh- Efendimiz'in en ağır işkenceler arasında her defasında; "Rabb'im Allah'tır. O birdir." dedirten imandır.
Yâsir -radiyallahu anh- Efendimiz'i bacaklarından iki ayrı deve ile çekilip koparılmasına rağmen dininden döndürmeyen, hanımı Sümeyye -radiyallahu anhâ- ile beraber, Allah ve Resulullah için ölmeyi tercih ettiren imandır.
Eyyub el-Ensâri -radiyallahu anh- Efendimiz'i doksan yaşlarına geldiği halde İstanbul'un muhasarasına katan imandır.
Mute harbinde Câfer-i Tayyar -radiyallahu anh- Efendimiz'e sancağı düşürmemek için sağ kolu kesilince sol koluyla, sol kolu da kesilince vücudu ile sarıldığı sancağı bıraktırmayan iman idi.
O iman ki, Âsım bin Sâbit -radiyallahu anh- Efendimiz'e, Rec'i hadisesinde; "Allah'ım! Peygamber'ini durumumuzdan haberdar et!" dedirtmiş ve savaşarak şehit olmuştu. Hubeyb -radiyallahu anh- Efendimiz'in de; "Allah'ım! Burada selâmımı Resul'üne ulaştıracak bir yüz göremiyorum. Bari selâmımı ona sen ulaştır!" diyerek şehit olmasına sebep yine imandır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in irtihalinden sonra bazı kabilelerin zekât vermek istememesi üzerine Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimiz ordu sevketmek istemiş, Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz de dahil Sahabe-i kiram Efendilerimiz'den bazıları kendisine muhalefet edip tartıştığı zaman şu meşhur sözünü söylemişti:
"Allah'a yemin ederim ki Hazret-i Peygamber'in döneminde ödediklerini ödememekte direnecek olurlarsa, bu bir deve yuları bile olsa onu tahsil edinceye kadar kendileriyle mücadele edeceğim."
Fakat Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- şöyle bir itirazda bulundu, dedi ki:
"Hazret-i Peygamber: 'Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur' deyinceye kadar insanlarla savaşmak için emrolundum. Ancak 'Lâ ilâhe illâllah' deyince bir kimse bu takdirde canını ve malını bana karşı korumuş olur. Onun hesabı da Allah'a aittir.' dememiş miydi? Peki biz hangi gerekçeyle onlara karşı savaş açacağız?"
Ne var ki Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- şu sert karşılığı verdi:
"Allah'a yemin ederim ki namazla orucu birbirinden ayıranlara karşı amansızca savaşacağım. Zekât malın hakkıdır. Yemin olsun, zekât olarak tahakkuk etmiş olan şey bir oğlak bile olsa onu vermemekte direndikleri takdirde kendileriyle dövüşeceğim."
Asr-ı saâdet'te iki kimse huzur-u Nebevî'de hasımlaştılar. Resulullah Aleyhisselam hak sahibi lehine hükmetti. Aleyhine hüküm verilen "Râzı olmam! Bir de Hattab oğlu Ömer'e gidelim." dedi ve Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-ın yanına vardılar. Lehine hüküm verilen "Yâ Ömer! Biz Peygamber Aleyhisselâm'a giderek hasımlaştık. Benim lehime bunun aleyhine hükmetti. Bu ise râzı olmayıp reddetti." deyince Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- "Böyle mi oldu?" diye sordu, öteki "Evet" dedi. Bunun üzerine "Ben sizin aranıza gelip aranızda hüküm verinceye kadar yerinizden ayrılmayın." diyerek evine girdi ve kılıcı elinde olduğu halde yanlarına geldi. Râzı olmayı reddedeni bir vuruşta öldürdü. Öteki arkasını dönerek Resulullah Aleyhisselâm'ın yanına kaçtı ve "Yâ Resulellah! Vallahi Ömer, arkadaşımızı öldürdü. Eğer müdahale etseydim beni de öldürecekti." dedi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Ömer'in bir mümini öldürmeye kalkışacağını sanmazdım." buyurdu.
Bunun üzerine Allah-u Teâlâ:
"Hayır, öyle değil!.. Rabb'in hakkı için, onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı yüreklerinde hiçbir sıkıntı, bir burukluk duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar." (Nisâ: 65)
Âyet-i kerime'sini indirdi. (İbn-i Kesir)
Onlar daha hüküm inmeden gönüllerinde hükmü yaşıyorlardı. Çünkü iman etmişlerdi.
Açık hükümleri çiğnemeye, iman ile küfrü karıştırmaya çalışanların durumunu buradan ölçün.
Şayet Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- devrinde yaşamış olsalardı, dünyadaki âkıbetlerinin ne olacağını görüyorsunuz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Allah ve Resul'ü bir işe hüküm verdiği zaman, mümin bir erkekle mümin bir kadın için, artık o işte kendi arzularına göre seçme hakkı yoktur. Allah'a ve Resul'üne başkaldırıp isyan eden kimse hiç süphesiz ki apaçık bir şekilde sapıklığa düşmüş olur." (Ahzâb: 36)
Gönüldeki gerçek imanı açığa çıkaran en büyük ölçü, en büyük delil; Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a itaat etmek, hükümlerine rızâ göstermektir. İnananlar tereddüt etmeksizin boyun eğerler. Bu ise Allah-u Teâlâ'ya ve O'nun aziz Peygamber'ine karşı takınılması gereken edep tavrıdır.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Aralarında hüküm verilmek üzere Allah'a ve Peygamber'ine çağırıldıkları zaman, müminlerin sözü sadece: "İşittik, itaat ettik!" demekten ibarettir. İşte saâdete erenler onlardır.
Kim Allah'a ve Peygamber'ine itaat ederse, Allah'tan korkar ve O'ndan sakınırsa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Nûr: 51-52)
İmanın sahih ve muteber olması için gerekli şartlardan birisi de Allah için sevmek ve Allah için buğz etmektir. Yani sevgisi de buğzu da Allah için olmaktır.
Allah-u Teâlâ Resul'üne imanı; kendisine duyulan sevginin delili, Allah tarafından sevilmenin ve bağışlanmanın da ön şartı kabul ve emir buyurmuştur:
"Resul'üm! Onlara söyle: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir.'" (Âl-i imrân: 31)
Resulullah Aleyhisselâm'a tâbi olmayanları hoş görenler bu tâbiyetten ve bu iyilikten mahrumdur.
Allah için sevgi, Allah için buğz, imanın en sağlam kulpudur. İmanın tekâmülünde en büyük bir âmildir.
"İman ile küfür birbirinden kesin olarak ayrılmıştır." (Bakara: 256)
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Amellerin en üstünü Allah için sevmek, Allah için buğz etmektir." buyuruyorlar. (Ebû Dâvud)
"Kıyamet ne zaman kopacak yâ Resulellah?" diye soran bir zâta Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: "O gün için ne hazırladın?" buyurdular. O da: "Farz namazlarından, oruçlardan, sadakalardan başka fazla bir ibadetim yoktur. Fakat Allah ve Resul'ünü çok seviyorum." dedi. Bunun üzerine ona şu müjdeyi verdiler:
"Sen sevdiklerinle berabersin!" (Tirmizî)
Hadis-i şerif'i rivayet eden Enes bin Mâlik -radiyallahu anh- Hazretleri ise: "Müslümanların İslâm'la müşerref olmalarından sonra, bu habere sevindikleri kadar hiçbir şeye sevindiklerini görmedim." buyuruyorlar.
Hazret-i Allah'ın biricik Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-i, Allah sevgisine vasıta olduğu için, onu seven Allah'ı sevmiş olur. Dostun dostları da dosttur.
Bütün sevgiler Allah sevgisi ile bütünleşince kemâle erer. Çünkü Muhabbetullah bütün sevgilerin kaynağıdır. Sevgiye vesile olabilecek bütün sıfatlar, O'nun Cemâl sıfatının tecellileridir.
İslâm inancı ise şudur:
"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir milletin; babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa, Allah'a ve Peygamber'ine muhalefet eden kimselere sevgi beslediklerini göremezsin." (Mücâdele: 22)
Âyet-i kerime'de Hazret-i Allah'a ve Resulü'ne gerçek mânâda gönül verenlerin onlara düşman olanlarla sevgi bağını kurduğunun görülmeyeceği beyan buyuruluyor.
Bu durumda kendi çocuğunun, kızının, gelininin, Allah ve Resulü'nün emir ve yasaklarına muhalefet ettiğini gördüğün halde bunlara muhabbet edecek olursan otomatik olarak bu hududun dışına çıkmış olursun.
Zira:
"Allah'a ve Peygamberi'ne muhalefet eden kimselere sevgi beslediklerini göremezsin."buyuruyor.
Bu Âyet-i kerime mucibince bölücü imam veya onlara tâbi olanlarla, münâfık önder veya onlara tâbi olanlara sevgi beslememek; âmirin, memurun veyahut en yakının da olsa, muhabbet etmemek gerekir.
İman ve muhabbet ancak ve ancak Allah ve Resulü'ne ve onun yolunda bulunanlara olmalıdır.
Binaenaleyh gerçek iman sahipleri Hazret-i Allah ve O'nun Resulü'nü tercih edenlerdir. Hazret-i Allah ve Resulü'nün düşmanlarıyla dostluk ihdas edenlerin ise imandan mahrum olduklarını kesinlikle bilin.
Hadis-i şerif'lerde şöyle buyuruluyor:
"Allah'ın düşmanlarını düşman bilmeyen, hakiki iman etmiş olmaz. Müminleri Allah için seven ve kâfirleri düşman bilen, Allah'ın sevgisine kavuşur." (Ahmed bin Hanbel)
"Allah-u Teâlâ'nın dostunu seven, düşmanına buğzedenin imanı kâmildir." (Ebu Davud)
"İsyan edenlere düşmanlık ederek, Allah-u Teâlâ'ya yaklaşın!" (Deylemi)
"Üç şey imanın lezzetini artırır:
Allah ve Resul'ünü her şeyden çok sevmek,
Kendisini sevmeyen müslümanı Allah rızası için sevmek,
Kâfirleri (onlar kendisini sevseler de) sevmemektir." (Taberani)
İşte iman ve sevgi budur. Kalpte küfür ehline karşı buğz ve düşmanlık taşımak imanın alâmetidir.
"Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa, Allah ile bir dostluğu kalmaz." (Âl-i imrân: 28)
Bu büyük tehdit, kâfirleri dost edinmedeki çirkinliğin çok büyük olduğunu gösteriyor. Çünkü küfrün kendisi çirkindir. Kâfiri dost edinen kimse de büyük bir çirkinlik yapmış olur.
"İbrahim'de ve onunla beraber olanlarda sizin için gerçekten güzel bir misal vardır. Onlar kavimlerine şöyle demişlerdi: 'Biz sizden ve sizin Allah'tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz de bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.'" (Mümtehine: 4)
Kâfirleri sevmek, Allah-u Teâlâ'yı sevmemektir. İki zıt şey, birlikte sevilemez. Bir kimse, seviyorum dese, fakat O'nun düşmanlarından yüz çevirip uzaklaşmazsa, bu sözüne inanılmaz.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde:
"Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir!" buyuruyor. (Tevbe: 73)
İnanan hakiki iman etmiş bir müminin bu Âyet-i kerime karşısında titremesi lâzımdır.
Bilerek veya Bilmeyerek Dinden ve İmandan Çıkmak:
İslâm'ın hak din olduğu, imanın insanı aydınlığa çıkardığı, küfrün ise sapıklık olduğu, insanları karanlıklarda bıraktığı apaçık ortadadır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"İman ile küfür kesin olarak birbirinden ayrılmıştır." buyuruyor. (Bakara: 256)
İman ile küfür, hak ile bâtıl, hidayet ile dalâlet, nur ile zulmet, saâdet ile felâket apaçık delillerle birbirinden ayırt edilir haldedir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri iman ile küfrü, inananlarla inanmayanları birbirinden kesin olarak ayırmıştır. Dünyada ayırdığı gibi, ahirette de inananların saâdete, inanmayanların felâkete uğrayacaklarını haber vermiştir.
Bu dinden çıkma mevzuu hafife alınıyor. Halbuki ortada iman var. Ebedî hayat mevzubahis.
Deccal'den beter olan sapıtıcı imamlar; bir taraftan halkın imanlarını çaldılar, diğer taraftan da kazançlarını ellerinden aldılar.
Bu iman hırsızlarından, bu sapıtıcı imamlardan halkı kurtarmak için, bu ilim bugün indi.
Has ilmullahtan murad, bu nûr-i ilâhî ile kararmış olan âlemin aydınlanmasıdır. Gerek irşad ile, gerek cihad ile imanları kurtarmaktır.
İmanlar yanıyor. Öyle bir devirde yaşıyoruz ki, bütün dünya manevî bir yangın yeri olmuş.
Müslümanların gönülleri manevî bir yangın yerine dönmüş. Manevî bir afat yaşanıyor. Allah'ım muhafaza buyursun.
Âyet-i kerime'de:
"Hüküm ancak Allah'ındır." buyuruluyor. (En'âm: 57)
Oysa bugün nice müslümanlar Allah-u Teâlâ'nın hükmünü hafife alıyor. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'leri görmezden geliyorlar.
Bu gibi durumlar, iman zaafiyetinden, ilim eksikliğinden, dine uyması gerektiği halde dini kendine uydurmaya çalışanların ifsatlarından kaynaklanıyor.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in mahrem-i esrârı olan Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretleri buyururlar ki:
"Münafıklık Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- devrinde vardı. Şimdi ise imandan sonra küfür vardır." (Buhârî. Fiten 21)
Ya imandadır, ya da küfürdedir.
Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretleri'nin bu sözü ile ne demek istediğine dair bazı alimler şöyle söylemişlerdir:
"Cemaate tefrika sokmak Allah-u Teâlâ'nın "Velâ teferrekû=Tefrikaya düşmeyin." emrine aykırıdır. Bütün bunlar artık gizli-kapaklı değildir. Öyleyse bu, imandan sonra küfür gibidir."
İman o kadar mühimdir ki iman ve küfür ayrılmıştır. Aradaki berzah kıl kadar incedir, hassastır. Bu yüzdendir ki eğer Hazret-i Allah'a imanınız olsaydı elbette bölücülere iman etmezdiniz.
"İnandıktan sonra yoldan çıkmış olmak ne kötü bir addır. Kim de tevbe etmezse işte onlar zalimlerdir." (Hucurât: 11)
Demek ki çıkılıyormuş, ama bilerek, ama bilmeyerek.
"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" (Furkân: 43)
Nefsin arzusu ile hareket edenler nefsinin oyuncağı olur. Bilmez! Bu Âyet-i kerime'de de şirkte olduklarını buyurur.
O sanır ki Hazret-i Allah'a kulluk ediyor, bilmez ki nefsinin, nefsini ilâh edinenlerin kuludur. Hâlık'ın âyetini dinlemez amma mahlûkun sözünü dinler.
Zira Âyet-i kerime'de:
"Şeytan kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş." buyuruluyor. (Neml: 24)
İşte insan hakiki rehberi bulamazsa, yoldan kayar gider haberi bile olmaz. Nefis bir taraftan, şeytan bir taraftan, şeytanlaşmış insanlar bir taraftan, saptırıcı imamlar bir taraftan, şeytan şeyhleri diğer taraftan insanları dinden, imandan ediyor. Peki nasıl?
Sûret-i hak'tan görünerek.
Halbuki Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Biz onları ateşe çağıran önderler yaptık." (Kasas: 41)
Kiminleyiz, kimi seviyoruz, kimin peşindeyiz?
Hak mı, bâtıl mı? Sırat-ı müstakim mi, değil mi?
Hakk'a mı götürüyor, dalâlete mi?
Bakan eden yok, uydum kalabalığa...
Allah-u Teâlâ buyurur ki:
"Âyetlerimizi yalanlayan ve onlara iman etmeyi kibirlerine yediremeyenlere göğün kapıları açılmaz. Deve iğnenin deliğinden geçmedikçe de cennete giremezler. Suçluları işte biz böyle cezalandırırız." (A'râf: 40)
Ama onlar Allah-u Teâlâ'nın;
"Allah katında din İslâm'dır" (Âl-i imrân: 19)
Buyurduğu hükümleri değiştirip "Hayır, Allah katındaki din budur!" diyerek -Allah-u Teâlâ'ya isyan etmiş olmakla kalmıyorlar- Allah-u Teâlâ'yı karşılarına almış, hasım kesilmiş oluyorlar.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Ümmetim benden sonra yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bir fırka müstesna, diğerleri hep ateştedir.
– Onlar kimlerdir Yâ Resulellah?
Benim ve Ashâb'ımın yolunda olanlardır." (Ebû Dâvud)
Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
"Onlar Kur'an ehli, Allah ehli ve Allah'ın has kullarıdır." (İbn-i Mâce: 215)
Bu, Kur'an-ı kerim'e iman edenlere mahsustur. Hem Allah'ın emir ve yasaklarına azami riayet ederler, hem Resulullah Aleyhisselâm'ın Sünnet-i seniyye'sine sımsıkı yapışırlar.
•
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Müminûn sûre-i şerif'inin 52. Âyet-i kerime'sinde:
"Şüphesiz sizin bu ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabb'inizim. O halde benden korkun." (Müminûn: 52)
Buyurduğu halde, bölücüler bu ilâhî emir ve hükmü dinlemediler, Allah-u Teâlâ'ya isyan ettiler.
Bunlar Allah-u Teâlâ'nın dinine sahip çıkmak ve parselleyip parça parça yapmak istediler.
İslâm'dan çıktıklarına dair 53. Âyet-i kerime'sinde de şöyle buyurmaktadır:
"Amma ne var ki, insanlar din hususunda kendi aralarında parçalara bölündüler, çeşitli kitaplara ayrıldılar. Her bölük, her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan (din veya kitapla) sevinmektedir." (Müminûn: 53)
Bunların her biri bir din kurmuşlardır. Allah-u Teâlâ her ismin bir din olduğunu, tuttukları yoldan memnun olduklarını, yanlarında bulunan din veya kitapla sevindiklerini, bunların dinden çıktıklarını ve saptıklarını bu Âyet-i kerime'lerde alenen buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor.
Buyurur ki:
"Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle senin hiçbir ilgin yoktur.
Onların işi Allah'a kalmıştır. Sonra O yaptıklarını kendilerine haber verecektir." (En'âm: 159)
Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime ile kendisi ilgiyi kestiği gibi, Hakk'a bağlı olanlara da "Sen de ilgiyi kes! Benim onlarla ilgim yok, seninde olmasın!" diye emir veriyor.
Ve fakat onlarla ilgi kuranların imanı, ancak ilâh edindikleri imamadır. Onların İslâm dini ile asla hiçbir ilgisi kalmadı. Çünkü onlar Hazret-i Allah'a ve dinine düşmandır.
Eğer müslümanlar bu Âyet-i kerime'leri görüp iman etselerdi, bunların tuzağına düşmezlerdi. Hem imanlarını hem maddelerini kurtarmış olurlardı. Maddelerini götürdükleri gibi imanlarını da götürdüler.
"O gün zâlimlerden her biri ellerini ısırarak: 'Ne olurdu ben de Peygamber'in maiyyetinde bir yol edineydim. Vah başıma gelene! Keşke falancayı dost edinmeseydim. Andolsun ki beni zikirden, bana Kur'an gelmişken o saptırdı. Şeytan insanı yapayalnız ve yardımcısız bırakıyor.' der." (Furkan: 27-28-29)
Bugün dünya menfaati için imanını terkeden birçok zümreler türemiştir. Ortaya çıkan birçok türeme gruplar imandan kayma pahasına dünya menfaatine, dünya saltanatına dalmıştır. Kurmuş oldukları düzeni, kurmuş oldukları dini yürütebilmek için paraya dört elle sarılmışlardır.
Halbuki:
"Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyunuz, onlar doğru yoldadırlar." (Yâsin: 21)
Âyet-i kerime'si bize bunların iç yüzünü göstermektedir. Bu Âyet-i kerime bir mihenktir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Sizin için deccalden daha çok deccal olmayanlardan korkarım."
"Onlar kimlerdir?"
"Saptırıcı imamlardır." (Ahmed bin Hanbel)
Hülasa sapıtıcı imamlar olsun, âhir zaman ulemâsı olsun, bütün bunlar din-i İslâm'a cephe aldılar. Onu yıkmak için, kurdukları dinlerini ayakta tutmak için Allah-u Teâlâ'nın hükümlerini arkaya attılar, hükümsüz hâle getirmeye çalıştılar; Narcılar, Refahçılar, Süleymancılar, Kaplancılar, Sahte İsa, Sahte Mehdi, Sahte Dabbe, Edip Yüksel, Yaşar Nuri... Din-i İslâm'ı bıraktılar, hududullahtan ayrıldılar, alenen Hazret-i Allah'a, Kelâmullah'a ve Resulullah'a karşı geldiler.
Allah-u Teâlâ'nın Âyet-i kerime'sinde:
"İşte bu benim dosdoğru yolumdur. Siz ona uyun. Başkaca yollara gidip de onlar sizi Allah'ın yolundan ayırmasın." (En'am: 153)
Buyurduğu halde, bunlar Allah-u Teâlâ'nın dinini bıraktılar, kendi uydurdukları yollara saptılar ve din-i İslâm'dan çıktılar.
Bunlar nefsini ilâh edinen ve Hazret-i Allah'a hasım kesilenlerdir.
"Bizim bu bölücülerle cihadımız, sanmayın ki küçük bir çarpışmadır. Bütün bölücülerle karşı karşıya gelmiş durumdayız. Nasipdar olan tenvir oluyor, nasibini alıyor. Nasibi olmayan görmüyor.
Bu devir müslümanların paramparça olduğu, bölücülerin her yeri işgal ettiği, saptırıcı imamların, ahir zaman âlimlerinin insanları Hakk yoldan uzaklaştırdığı ve imansızlık girdabına düşürdüğü bir devirdir. Dünya kurulduğundan beri böyle bir devir gelmiş değildir.
Maddecilik, dünyaya aşırı muhabbet gönülleri tutuşturmuş, medya insanların zihinlerini bulandırmış, felsefe fikirlerde kararsızlık husule getirmiş ve nice insanları imandan, İslâm'dan uzaklaştırmıştır.
Binaenaleyh ilk iman kurtarma cihadını Hatem-i veli başlatacak, onun ardından Hazret-i Mehdi ve Hazret-i İsa Aleyhisselâm gelecek ve bu cihadı tamamlayacaklar, birbirleriyle mütemmim olacaklar. Bu noktada üçü de birbirine bağlanıyor. Bu merdiven üçtür, üçü birdir.
Çünkü bu iman kurtarma cihadı, bu birinci merdivenden başladı. Hatem-i veli, Hazret-i Mehdi ve İsa Aleyhisselâm üçü de birbiri ardından geliyor.
Birisi kalemle, birisi kılıçla, birisi ıslahatla vazifeli olacak. Her birinin vazifesi ayrı olacak.
Bundan sonra zaman daha da güçleşecek. İyi ve kötü âmirler gelecek. Hazret-i Mehdi ve Hazret-i İsa Aleyhisselâm zamanına kadar bir iyi bir kötü, bir iyi bir kötü gelecek. Ve bu bozukluk, en sonuncu olan Deccal'e kadar devam edecek. O çıktığı zaman ortalık büsbütün bozulacak.
Dünya kuruldu kurulalı böyle bir zaman gelmedi. Bundan daha beteri otuzuncu deccâl çıktığı zaman. Biz şimdi devr-i Deccâl'de yaşıyoruz."
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Âyetlerimizi hükümsüz bırakmak için yarışırcasına uğraşanlar için de acıklı bir azap vardır." (Sebe: 5)
Âyet-i kerime'de geçen "Ricz", azabın gayet çirkini ve en murdarı mânâsına gelmektedir. Allah-u Teâlâ'nın âyetlerini çürütmek isteyen, hükümsüz bırakmak ve kendi arzusunu hüküm yerine koymak isteyenlerin bu cürümleri pek büyük olduğu için kendilerine verilen ceza da o nispette iğrenç ve acıklı olacaktır.
Bu gibi kimselere Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle cevap veriyor:
"Küfre varıp âyetlerimizi yalanlayanlar ise cehennem ehlidirler. Onlar o ateşte ebedî olarak kalacaklardır." (Bakara: 39)
Hiçbir şekilde oradan çıkmaları veya kurtulmaları bahis mevzuu değildir.
•
Abdullah bin Ebu Câfer -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Sizden cehennem ateşine en ziyade cesur olan kimse, sağlam bilgisi olmaksızın dini meselelerde fetva vermeye cesaret gösterendir." (C. Sağîr: 182)
Onlar kendilerine fetvâ için gelenlere akıllarına cazip olan şeyleri söylerler. Hazret-i Allah'ın ahkâmını inkâr eder, kendi zannını ahkâm yerine koyar ve halka fetva verirler. Gerçekten hakikatten mahrumdurlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Dillerinizin yalan yere vasfettiği şeyler hakkında 'Bu helâldir, bu haramdır.' demeyin. Çünkü Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz.
Allah'a karşı yalan uyduranlar ise iflâh olmazlar." (Nahl: 116)
Bir şeyin helâl veya haram olduğunu beyan etmek, peygamberler vasıtasıyla ancak Allah-u Teâlâ'ya mahsustur. Hüküm verme yetkisi sadece O'na aittir. İnsanların kendi görüş, anlayış ve mantıklarına göre rastgele hüküm vermeleri, Allah-u Teâlâ'nın haram kıldığı bir şeyi kendi cehalet ve heveslerine uyarak helâl kılmaları; Allah-u Teâlâ'nın hükmüne muhalefet etmektir, O'nun şeriatını tahrif, ahkâmını tağyir arzusundan başka bir şey değildir. Bu iddiaların her biri Allah-u Teâlâ'ya karşı uydurulmuş bir yalan ve iftiradır.
Hidayeti dalâletle değiştiren, sapıklığı satın alan bu iftiracılar her zâlimden daha zâlimdirler. Doğruyu yalanlamak, gerçeği reddetmek hiç şüphesiz ki Hakk'a karşı bir zulümdür, suçların da en büyüğüdür.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Allah'a karşı yalan uydurandan ve kendisine gelmiş olan doğruyu yalanlayandan daha zalim kim olabilir?
Cehennemde kâfirler için bir yer yok mudur?" (Zümer: 32)
Elbette vardır! Onların ebedî ikâmetgâhları cehennemden başka bir yer olmayacaktır.
Çünkü onlar çok kötü bir çığır açmışlar, beşeriyete çok kötü bir numune olmuşlar, kendi nefislerini de en acıklı azaplara maruz bırakmışlardır.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Allah'a karşı yalan uydurandan veya O'nun âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kim olabilir?
Zâlimler şüphesiz ki iflâh olmazlar." (En'âm: 21)
En büyük gadâb-ı ilâhiye maruz kaldıkları husus, Allah-u Teâlâ'nın kesinlikle yasak etmiş olduğu şeylere "Allah-u Teâlâ böyle emrediyor." diye kendi zanlarını ortaya koymaya çalışmalarıdır.
Bilmeden veya kasten fetva verenler Allah-u Teâlâ'nın Âyet-i kerime'sini inkâr etmiş, kendi hükmünü âyet yerine koymuş olur.
İşte bunlar Hazret-i Allah'ı, dinini bırakmış, nefislerini ilâh edinmişlerdir. Bunlara uyanlar da Hazret-i Allah'ı, dinini bırakmış, bunlara tapmış olur.
Çünkü yahudi ve hıristiyan ulemâsı bir delile isnat etmeksizin birçok mesele ihdas ederek, dinlerinde haram olan şeye helâl, helâl olan şeye haram demişler, avam tabakası da bunları kabul etmişlerdir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i rableri olarak kabul ettiler. Oysa kendilerine, bir olan Allah'a ibadet etmeleri emredilmişti.
O'ndan başka ilâh yoktur. O, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir." (Tevbe: 31)
Bu Âyet-i kerime'nin manasını bizzat Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kendisi açıklamıştır.
Şöyle ki:
Daha önceleri hıristiyan olan Adiy bin Hâtim, boynunda gümüşten bir haç olduğu halde, İslâm hakkında bilgi edinmek niyetiyle Medine'ye gelmişti. Şüphelerini gidermek için Resulullah Aleyhisselâm'a bazı sorular sordu.
"Bu âyet bizi âlimlerimizi, rahiplerimizi rabler edinmekle suçluyor. Halbuki biz onları rabler edinmeyiz. Bunun mânâsı nedir?" dedi.
Resulullah Aleyhisselâm: "Onlar helâlı haram kıldılar, haramı helâl kıldılar. Siz bunu öylece kabul etmiyor muydunuz?" diye sorunca, Adiy "Evet böyledir." diye tasdik etti.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"İşte bu sizin onları rabler edinmenizdir." buyurdu. (İbn-i Kesir)
Allah-u Teâlâ'nın emrine ve hükmüne değil; onların görüşlerine, zan ve vehimlerine uydular. O'nun dinine ve Kitab'ına açıktan açığa muhalif olan hususlarda isyan ettiler. Haram kılınan şeyleri onların emriyle helâl gördüler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde onları:
"Allah'ın ve Peygamber'inin haram kıldığını haram saymayanlar." (Tevbe: 29)
"Hak dini kendilerine din edinmeyenler." olarak vasıflandırmaktadır. (Tevbe: 29)
İlâhî hükümler üzerine onların batıl fikirlerini tercih edip benimsemekle, onları mabud edinmiş oldular ve şirke düştüler.
"Dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamber'ini hidayet ve hak din ile gönderen Allah'tır. İsterse müşrikler hoşlanmasınlar." (Tevbe: 33)
İslâm dininin diğer dinlerden üstün olması sadece Asr-ı saâdet'e mahsus olmayıp, kıyamete kadar bu hüküm bâkidir. Bu bir vaad-i sübhânî'dir.
Hâlen de hak din bütün dinlere üstündür ve bütün dinlere hâkimdir.
"Ey iman edenler! Allah'tan korkun! Eğer imanınızda gerçek iseniz, fâizden arta kalanı bırakın almayın.
Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah'a ve Peygamber'ine açılmış bir savaş olduğunu bilin. Eğer fâiz almaktan tevbe ederseniz, ana paranız yine sizindir. Böylece ne kimseye haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz." (Bakara: 278-279)
Hazret-i Allah "Fâiz haram" buyururken, birileri alenen Âyet-i kerime'yi inkâr ediyor, karşı geliyor kimsenin kılı kıpırdamıyor... Hazret-i Allah'a mı iman edeceksin, bu sözü söyleyene mi? İmamına mı, önderine mi? "Hüküm Hazret-i Allah'ındır!" ama dinleyen yok. "Hayır! Helâl" der. Şimdi bunu diyen müslüman görünüyor amma dedi. İşte müşrik olarak hayat yaşıyor, farkında değil.
"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" (Furkân: 43)
Bu Âyet-i kerime'ye bir bak! Durum ne kadar vâhim. Hazret-i Allah'ı bilemeyişimizden, tanıyamayışımızdan, kalbimizde O'ndan başka her şeye yer var, ama O yok.
Bilerek, bilmeyerek Hazret-i Allah'a karşı geldiğimizin, O'nu gadaplandırdığımızın hiç farkında değiliz. Uydum kalabalığa gidiyoruz. Nereye gittiğimizi de bilmiyoruz.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Ümmetim üzerine öyle bir zaman gelecektir ki İslâm'ın yalnız ismi, imanın resmi, Kur'an'dan ise harf ve hurufat kalacak.
Gayretleri mideleri, dinleri para, kıbleleri karıları olacak. Onlar aza kanaat etmeyecekler, çok ile de doymayacaklar."
O devir bu devir. Âhir zaman, seyyiat zamanı, Allah'ım korusun! Hidayetimizi artırsın, imanımızı kemâlleştirsin inşallah.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Onların çoğu Allah'a iman etmişler, fakat müşrik olarak yaşarlar." (Yûsuf: 106)
Bu Âyet-i kerime çok incedir.
Niçin şirk içindedir?
Çünkü; müslüman gibi görünürler, iman etmiş görünürler fakat içlerinde iman yoktur.
Nefisleri peşinden giderler, şeytanın yolunda yürürler. Böylece Hazret-i Allah ve Resul'ünün dinine karşı gelir, emir ve nehiylerini alaya, hafife alır, tiksinip hoşlanmazlar.
İman olmayınca ismi; Ahmet, Mehmet olmuş fark etmez. Mühim olan iman.
İnsan bilmez ama görünüşte iman etmiş fakat müşrik olarak yaşar.
Bu Âyet-i kerime çok önemlidir. Şöyle düşünelim; Hazret-i Allah'a iman eden bir kimse Hazret-i Allah'ın Âyet-i kerime'sini inkâr eder mi? Sorsan etmez. Amma farkında değildir. Hazret-i Allah'ın emri varken, ya da yasakladığı bir nehyi varken kişi kendi imamının dediğini yapar. Âyet okursun, "Okuma âyet!" der. Hadis okursun, "Uydurma!" der. Amma önder edindiğinin her dediğini doğru kabul eder, velev Kur'an'a aykırı da olsa. Ne oldu şimdi, hani sen Allah-u Teâlâ'ya iman etmiştin!
Allah'ımız muhafaza buyursun.
Şüphe yok ki biz insanlarda boşluk noktalar husule geliyor.
Bir insan tekâmül ederse -ki Allah'ımız bize bunu bahşetsin- tekâmülü nispetinde sabırlı olur. Sabırlı insan az hata yapar.
Bu sabırsızlığımız nefsimize hakim olamayışımızdan, âniden parlayışımızdan husule geliyor ve zararlara sebep oluyor.
Biraz sonra düşündüğümüz zaman cidden nedamet ederiz, "Keşke böyle yapmasaydık!" deriz.
İnsan ehemmiyetsiz sandığı öyle sözler konuşur ki, bu sözler onu Allah-u Teâlâ'nın rahmetinden uzaklaştırır, ebedî hayatını kaybetmesine vesile olur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Bir kimse, Allah'ın sevdiği bir söz söyler de o söz ile Allah-u Teâlâ'nın rızasına ulaşabileceğini zannetmez.
Halbuki Allah-u Teâlâ o hayırlı söz sebebiyle kıyamete kadar o kimseden râzı olur.
Diğer bir kimse de Allah'ın gazabını mucip bir söz söyler, o sözün kendisini Allah'ın gazabına ulaştırabileceğini zannetmez.
Halbuki Allah-u Teâlâ o kimseye o kötü söz sebebiyle kıyamete kadar buğzeder." (Tirmizî)
Dikkat edin bir söz bu!
Bunun için insan söyleyeceği söze, atacağı adıma, yiyeceği lokmaya çok dikkat etmelidir. "Bu söz beni helâk mı eder, ihya mı eder?" Bu kontrolü yapan kurtulur. Her duyduğunu söyleyen, çok konuşan, her mevzuya atılan, kontrolü yapamayan zaten kontrolden çıkmıştır. Allah'ım korusun.
İnsanın diline sahip olmasının ne kadar mühim olduğunu Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle beyan buyuruyorlar:
"Bir kulun imanı istikamette olmaz, kalbi istikamette olmadıkça; kalbi de istikamette olmaz, dili istikamette olmadıkça." (Ahmed bin Hanbel)
"Sadakaların en değerlisi boş ve haram olan sözlerden lisanını korumaktır." (Camius-sağir)
"Konuşmaya dîni bir gerek bulunmazsa sükût âlimleri tezyîn eder, câhillerin ayıbını örter." (Camius-sağir)
İnsanı imandan soyan küfür lâfızları, dilin en büyük zararıdır.
Gıybet, yalan, iftira, nifak, riyâ, hakaret, alay etmek, verdiği sözde durmamak, yalan şahitliği yapmak, söz taşımak, gönül kırmak... hep dilin âfetleridir.
Dilin husule getirdiği bütün bu kötülüklere karşı:
"Sükût eden kurtulmuştur." (Tirmizî)
Hadis-i şerif'i bir müslüman için ölçü olmalıdır.
•
Her konuştuğumuz söze dikkat etmemiz gerekir. Küfür açık ve seçik bellidir ki bir de hükmî küfür vardır, o da iman edilmesi gereken şeyleri tahfif etmekle meydana gelen küfürdür.
Buna birkaç misal verelim:
"İnşallah müminim" demek.
(Ölüm anında imanla göçmeyi kastederse bir şey olmaz.)
"Seni elimden Allah bile kurtaramaz!" demek,
Kâfirlerin ayinlerini hoş ve güzel görmek,
Peygamber Efendilerimiz'i ve Evliyâullah Hazerâtı'nı küçümseyecek hikâyeler anlatmak veya hayatlarında olmayan bir olayı hayatlarında olmuş gibi anlatıp alay etmek.
Hasta için; "Allah bu adamı unutmuştur!" demek,
Hadis-i şerif okunurken; "Ben böyle sözleri çok işittim!" demek,
Hadis-i şerif ile başka birilerinin sözlerini kıyaslayarak; "Hangisi doğru?" demek,
"Peygamber'in dediği doğruysa kurtulduk!" demek,
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kabağı severdi" denildiğinde, "Ben sevmem!" demek,
"Sensiz cennete girmem!" demek,
"İlim öğren!" denince,
"İlim karın doyurmaz!" demek,
"Hıristiyan, yahudiden iyidir!" demek,
(Ancak; "Yahudi, hıristiyandan şerlidir!" denilebilir)..."
Dünya bozulmaya yüz tuttuğu, fitne ve fesadın arttığı bir zamanda Allah-u Teâlâ sevdiği ve seçtiği bu kullarından birini gönderir, onunla o ifsadı kaldırır.
Hele dünyanın son zamanında; dinsizliğin, ahlâksızlıkların her türlüsünün son haddine vardığı, bilhassa Deccâl'den daha beter olan sapıtıcı imamların türeyip, din-i İslâm'ı aslından çıkarmak istedikleri bir anda, Allah-u Teâlâ yeni bir din değil de, ancak İslâm dinini kuvvetlendirmek, halkı imana dâvet etmek için bir dâvetçi gönderir.
Bu en büyük fitne zamanında ise; Allah-u Teâlâ'nın hükümlerini ayakta tutmak için, kâfirlerin küfrünü ortaya koymak için, bu fesadı yok etmek için Hâtem-i veli'yi gönderir.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Ümmetim yağmura benzer. Evvelkiler mi daha hayırlıdır, sonrakiler mi daha hayırlıdır bilinmez." (Tirmizî)
Şimdi bu belli olmayanı belirtmeye çalışacağız ve hakikatini ortaya koyacağız.
Evvelkilerden murad "Asr-ı saâdet"tir. Sonrakiler ise ikinci bin seneden sonra gelen ve "Hâtem-i velî" ile başlayan iman kurtarma ve cihad devresidir.
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Hangisi daha hayırlıdır bilinmez." buyuruyor.
Bu mucize beyanı ile başta gelenlerle sonda gelenleri birbirine bitiştirmekle, Ashâb ile ihvanı bir zincirin baklaları haline getirmektedir. Hepsi de aynı yolun yolcularıdır, hiç fark yok.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- anlatıyor:
Bir gün Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'le beraber oturuyorduk.
Bir ara şöyle konuşuldu:
– Söyleyiniz! İman edenler arasında en üstün imana sahip olanlar kimlerdir?
– Meleklerdir yâ Resulellah!
– Evet onlar öyledir ve bu haklarıdır. Allah onları öyle bir mertebeye çıkarmışken bu pâyenin onlara verilmesini ne engelleyebilir? Amma ben melekleri sormuyorum.
– Yâ Resulellah! Öyleyse en üstün insanlar, Allah'ın kendilerine risâlet ve nübüvvet ihsan buyurduğu peygamberlerdir.
– Onlar da öyledir ve bu haklarıdır. Allah onlara öyle bir rütbe vermişken bu imtiyazın kendilerine verilmesini ne engelleyebilir?
– O halde yâ Resulellah, onlar peygamberlerin yanında şehid düşenlerdir.
– Şehidler de öyledir ve bu haklarıdır. Çünkü Allah kendilerine şehâdet bahşetmiştir. Ben başkalarını soruyorum.
– Öyleyse yâ Resulellah sen söyle kimlerdir?
– Henüz erkeklerin sulplerinde olan bir takım kimselerdir ki benden sonra gelecekler. Beni görmedikleri halde bana iman edecekler, beni tasdik edecekler. Kur'an okuyup içindekilerle amel edecekler. İşte iman edenler arasında en üstün imana sahip olanlar bunlardır. (Ebu Ya'lâ - Heysemî)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in iştiyak duyduğu, "Özledim!" dediği işte bu üstün iman sahipleridir.
Hadis-i şerif'te:
"Kardeşlerimi görmeyi ne kadar isterdim. Onlar sizden sonra gelecek bir topluluktur." buyuruyor. (Kûtu'l-Kulûb)
Ebu Cum'a -radiyallahu anh- der ki:
"Bir gün Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ile birlikte öğle yemeği yiyorduk. Ebu Ubeyde bin Cerrah -radiyallahu anh- de aramızdaydı. "Yâ Resulellah! Bizlerden daha üstün kimseler var mıdır? Çünkü biz sen hayatta iken müslüman olduk, maiyyetinde savaştık." diye sordu.
Resulullah Aleyhisselâm buyurdu ki:
"Evet vardır! Benden sonra gelip de beni görmedikleri halde bana iman edecek kimselerdir." (Ahmed bin Hanbel - Heysemî)
"Bizim iki gayemiz vardır; iman ve vatan. Vatansız iman da korunamıyor.
Vatan imanı muhafaza eder. Çünkü vatansız iman kazanılmıyor. Bu vatan çok, çok güzel amma vatandaşlar bunu bilmiyoruz.
Dergimizin logosunda Hakikat yazısının üzerinde her ay şu cümle neşredilir:
"İmansız vatan, vatansız iman muhafaza edilmez..."
İfşaat edin, ikaz edin! Dini, vatanı müdafaa edin! Bizim bu kitapları yaymaktaki amacımız; dini, imanı ve vatanımızı korumaktır. Çünkü bu vatan çok güzel bir vatan. Bu öyle güzel bir vatan ki, Osmanlılar harbe giderken "Allah'ım bu vatan sana emanet!" diyerek giderlermiş. Bu vatanın içten, dıştan yıkılmayışı emanet oluşundandır."
"Bu vatan bir emanettir. Osmanlılar harbe giderken 'Allah'ım bu vatan sana emanet' der, öyle giderlerdi. Emanet olduğu için iç düşman, dış düşman çok ama yıkılmıyor. Emanet olduğu için yıkılmıyor da halk bunun farkında değil."
"Birçok Osmanlı Padişahı sırf Allah için cihada çıktı, vatanı ve milleti Allah'a emanet etti öylece yola çıktı. Allah-u Teâlâ o emaneti kabul etti. Bizler hâlâ o emanet sayesinde ayaktayız, ilâhî yardım ve destek altındayız. Bütün kabahatlerimize rağmen bu memleket bu sayede ayakta duruyor.
Böyle bir zamana geldik ama Rabb'imiz kimin yüzü suyu hürmetine koruyor ise koruyor. Rabb'im korusun.
Dikkat ederseniz dergimizin logosunda "Türk bayrağı" vardır. Bu bölücüler bu bayrağı hazmedemezler.
Bu vatan hainleri Türk bayrağının paçavra olmasını istiyorlar.
Oysa devlet ittifaktan, devletsizlik ise nifaktan doğar. Hatta bir defasında;
"Türk bayrağına paçavra diyen bir kimse nasıl müslüman olabilir?" demiştik."
"Zâhiri askerlik vatan vazifesidir. Mânevi askerlik iman vazifesidir."
•
"Çocuğa imandan sonra hemen cihadı kalbine ekelim ki, çocuk imanını, vatanını muhafaza etsin. Hazret-i Allah'a hizmet etsin."
•
"İmanlı olalım, imanlı ölelim. Biz kendi yolumuza bakalım, rızâ yolunu tutalım. Kimseye söz söylemeyelim amma istikametten de ayrılmayalım.
Eğer ömrün otuz-kırk sene olursa, bu otuz sene içinde göreceklerin tasavvur dahi edilemez. O kadar şiddetli harpler var."
"Hatmü'l-Evliyâ" kitabının müellifi Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle söylemiştir:
"Allah-u Teâlâ'yı rüyâmda gördüm ve O'na;
'Yâ Rabb'i! Ben imanımı kaybetmekten korkuyorum.' dedim.
O da bana; sabahın farzı ile sünneti arasında bir kere şu duâyı okumamı emretti:
(Yâ Hayyu yâ Kayyûm, yâ bedîassemâvâti vel-ard, yâ zel-celâli vel-ikrâm, es'elüke en tuhyiye kalbî binûri ma'rifetike ebeden. Yâ Allah! Yâ Allah! Yâ Allah!)
"Ey Hayy! Ey Kayyûm! Ey göklerin ve yerin yaratıcısı! Ey Celâl ve ikram sahibi! Senden, kalbimi marifetinin nuruyla ebediyyen diriltmeni isterim. Yâ Allah! Yâ Allah! Yâ Allah!"
Biz bu duâyı sabah namazının sünnetinden sonra secdeye giderek secdede okuruz. Onun için bu duâ seçkinlerin duâsıdır. Nihayeti fenâya bağlanır. Fenâ olan bâki olur. Bâki olan Hazret-i Allah bâkidir, amma sen hiçsin.
Seçkinlerin seçkininin bu âlî zâtın bu duâsınının izahını arzedeyim:
"Ey Hayy! Ey Kayyûm!"
"Hayy" da "Kayyûm" da Allah-u Teâlâ'nın İsm-i şerif'idir. Bu ne zaman tecelli eder? Hayy; Yaratıcı O'dur, "Kayyûm" her şey O'nunla kâimdir. Hazret-i Allah ile kaim olan bir kul, varlığını Hazret-i Allah'ta ifnâ ederse, hiç olursa, kendisinden zerre kalmadığı zaman, Bâki olan Allah kalır. "Yâ Bâki ente'l-bâki" çıkar. Bâki olan O'dur, başka bâki olan yok.
Allah'tan başka eser kalmadığı zaman onu mahviyet bürür, artık o insan Allah'ta yok olmuştur. Onda varlığını koyacak yer kalmaz. En mühim nokta burasıdır.
Farz-ı muhal ki bir yaprak toprağa düştü, çürüdü, eridi, artık hiçbir şey kalmadı. Ne oldu? Toprak oldu. Var olan bir insan Allah'ta düştü, Allah'ta yok oldu. Artık o yok, Bâki olan Allah var.
"Ey göklerin ve yerin yaratıcısı!"
Kul mahvoldu burada, kulda artık nefis kalmadı, yok oldu. Şimdi Hakk ile konuşuyor. Artık o fânî oldu.
"Ey Celâl ve ikram sahibi! Senden, kalbimi marifetinin nuruyla ebediyyen diriltmeni isterim."
Mârifetullah'a boyanmış bir kalbi yerine yerleştir. O kalp ile seni zikredeyim, o kalp ile sana hitap edeyim.
O kalp şimdi başka bir kalp oldu. Artık eski kalp değil, eski kalp mahvoldu.
"Ya Allah, ya Allah, ya Allah!"
Çünkü Allah'tan başka hiçbir şey yok. Ne yer var, ne gök var, ne insan var, ne hayvan var. "Kün feyekün". "Ol!" diyor oluyor, görünüyor, "Öl!" diyor ölüyor.
"Allah'ım hidayetimizi artır. İmanımızı kemâlleştir. Rahmetini gönlümüze yerleştir. Nûrunu kalbimize akıt. Hakk ile bâtılı bildir ve yaşamamızı nasib eyle."
Buradaki esrar, her şeyi Hazret-i Allah'tan istemek, O'ndan beklemek ve dilemektir. İmanı ve hidayeti Cenâb-ı Hakk'tan bütün sâdık kullar dilemişlerdir.
"Ey Rabb'imiz! Bizi doğru yola hidayet ettikten sonra kalplerimizi saptırıp döndürme. Bize kendi nezdinden bir rahmet ver. Şüphesiz ki bağışı en çok olan sensin." (Âl-i imran: 8)
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Ey Rabb'imiz! Biz şüphesiz inandık, günahlarımızı bağışla ve bizi ateş azabından koru!"(Âl-i imran: 16)
"Ey Rabb'imiz! Nûrumuzu tamamla, bizi bağışla, çünkü sen her şeye kâdirsin." (Tahrim: 8)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in şu mübarek duâları ne kadar arza şayandır:
"Allah'ım! Kalbimde bir nûr kıl, gözümde bir nûr kıl, kulağımda bir nûr kıl, sağımda bir nûr, solumda bir nûr, üstümde bir nûr, altımda bir nûr, önümde bir nûr, arkamda bir nûr kıl. Beni nûr eyle!" (Buharî. Tecrîd-i sârih: 2146)
"Ey benim Rabb'im! Dünyada da ahirette de yegâne yar ve yardımcım sensin, iman ile göçmeyi lütfet!" diyorum. Her zaman bu duayı yapıyorum.
Dikkat ederseniz Peygamber Efendilerimiz de bu duayı yaptı.
"Rabb'im! Müslüman olarak canımı al ve beni sâlihler zümresine kat." (Yusuf: 101)
Süleyman Aleyhisselâm, Yusuf Aleyhisselâm, Sıddık-u Ekber -radiyallahu anh- da bu duayı yaptı. Ve aslında hepsi yaptı.
İman bu kadar mühimdir. Fakat insan farkında değil.
Resulullah Aleyhisselâm'dan sonra kıyamet alâmetlerinden bazısı zuhur edince Ashab-ı kiram dahi nifaka düşmekten çekindi.
İbn-i Ebu Müleyke -rahimehullah- anlatıyor:
"Resulullah aleyhissalâtu vesselâm'ın ashabından olup da Bedir gazvesine katılanlardan otuz kadarına yetiştim. Hepsi de kendi hesabına nifaktan korkuyorlar ve dinlerinde fitneye düşmekten kendilerini emniyette hissetmiyorlardı." (Buhârî)
Onlar ki böyle dikkat ediyordu. Hususiyetle bu zamanda bize ne düşer! Artık öyle bir devirdeyiz ki dünya İslâm'ın en önünde görünenleri yutuyor, imanlarını alıyor, nifaka sürüklüyor.
Hazret-i Enes -radiyallahu anh-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuştur:
"Üç haslet vardır. Bunlar kimde varsa imanın tadını duyar:
Allah ve Resûl'ünü, her şeyden ve herkesten daha çok sevmek,
Bir kulu sırf Allah rızası için sevmek,
Allah, imansızlıktan kurtarıp İslâm'ı nasip ettikten sonra tekrar küfre düşmekten, ateşe atılmaktan korktuğu gibi korkmak." (Buhârî)
İmandan sonra küfre, nifaka düşme tehlikesi olduğunu bu Hadis-i şerif'ten de anlayabilirsiniz.
Bu devirde bu tehlike bir afat halini almıştır. Kurtulmak adeta imkânsız hale gelmiştir.
İman kalesi çöktüğü zaman kişi ebedî felâkete düçar olduğu gibi, İslâm da asliyetini kaybeder. İslâmiyet'in asliyetinin bozulması en büyük tehlikedir.