Muhterem Okuyucularımız;
İslâm; öyle âli ve öyle münevver bir dindir ki özü ve esası; insanın dünya saadetini ve ahiret selâmetini temin etmektir. Kim ki İslâm'ın bu mânevi güzelliğinin içinde ahkâm mucibince hareket ederse dünyasını da ahiretini de mamur eder.
İslâm dini toplumun her türlü ihtiyaçlarını karşılayan tam ve mükemmel bir nizamdır. Çünkü o Allah-u Teâlâ'nın dinidir ve bütün insanlığa gönderilmiştir. Artık İslâm'dan sonra kıyamete kadar yeni bir din, yeni bir peygamber gelmeyecektir. Çağlar boyunca insanlığın maddî manevî bütün ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir özelliğe sahiptir.
Hükümleri her zaman için toplumun seviyesinden üstün olup, toplum seviyesi ne kadar yükselirse yükselsin, İslâm'ın hükümleri o seviyeden daha üstündür. Bu hükümler yılların, asırların değişmesiyle değişmeyip, bütün zaman ve mekâna hitap eder.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Bu, dimdik ayakta duran bir dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler." (Rum: 30)
Binaenaleyh Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a iman edip tabi olanlar, o münevver yolda yürüyenler için içtimaî hayatta huzur ve mutluluk vardır.
Fakat bu münevver ve mukaddes yoldan ayrılanlar, İslâm ahlâkı ile ahlâklanmayanlar, İslâm'ı sadece isimde yaşayanlar, İslâm adı altında her türlü rezâleti yapar oldular. Hazret-i Allah ümmet-i Muhammed'i muhafaza etsin. Gerçekten büyük bir afat yaşanıyor.
Ahir zamanda, seyyiat zamanında yaşıyoruz. Dünya bozulmaya yüz tutmuş, fitne fesad artmış.
Öyle bir devirdeyiz ki, dünya kurulalıdan beri fitne ve fesadın ayyuka çıktığı böyle bir devir gelmiş değil.
Günahların açık olarak işlendiği ve isyana dönüştüğü, dünya kurulalıdan beri bir eşinin gelmediği, böyle bir bunalım geçirilmediği, her türlü fitnenin ortaya çıktığı, her türlü kötülüğün anasının mevcut olduğu yirmi birinci asrın seyyiat zamanında yaşıyoruz.
İlâhî emirler arkaya atılıyor ve hükümsüz sayılıyor.
Dinsizlik, ahlâksızlık son haddine varmış. Eski zamanda helâk olan kavimlerin yaptıkları adetler, isyanlar, küfürler, şirkler hepsi toptan yapılıyor. Günümüzde bambaşka bir cahiliyet hüküm sürüyor. Gerçekten çok isyan ettik, çok zulmettik. Bu azgınlığımızın cezasını çekeceğiz.
Öyle bir devir ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in ahir zamanda olacağını haber verdikleri her şey çıktı ve çıkıyor. Yapılacağını bildirdiği kötülükler de yapılıyor. Hadis-i şerif'lerde haber verilen küçük kıyamet alametlerinin hepsi zuhur etti ve ediyor. İş büyük alâmetlere kaldı. Onların da vakti çok yaklaştı.
Allah korkusunun kalplerden kalktığı, hak, hukuk umdelerinin yok olduğu, emanet, vicdan duygularının köreldiği bir devirde yaşıyoruz.
Nefis ve şeytana uyulup zina, fuhuş, hırsızlık, arsızlık yapılıyor; şehvetlere uyulup namuslara kastediliyor, masum insanların canına kıyılıyor.
Hülâsa olarak; bugün her türlü kötülük, hatta her kötülüğün anası mevcuttur. Her türlü haram var, her türlü menhiyat işleniyor. Her türlü sapıklık, her türlü sapkınlık, her türlü fuhşiyat, cana kıyma, içki, kumar, zina, uyuşturucu, hırsızlık, gasp, sahtekârlık, yalancılık, her türlü zulüm, terör, isyan, ana-babaya itaatsizlik, evladını cehennem amellerine teşvik .... akla gelen-gelmeyen her türlü vahşet işleniyor. Masum insanların, hatta küçücük çocukların ırzına, canına kasteden vahşi insan müsveddeleri çoğalıyor.
Bize ne oluyor, bu toplum nereye gidiyor?
Bütün bunların sebebi İslâm'dan uzaklaşmamızdır. Bugün İslâm'ın ismi, Kur'an'ın resmi kalmış. Görünüşte herkes müslüman, ancak yaşantı yok, İslâm'ın özü, nezaheti, nezafeti, nezaketi, letâfeti yok. Sûretâ İslâm olmuşuz.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz; "Kendini kurtarmaya bak ve halk tabakasını bırak!" buyurarak bu zamanda kendimizi kurtarmamızı vasiyet ediyorlar.
Hazret-i Allah bizi, ehl-ü ıyâlimizi ve ehl-i imanı kurtardığı kullarından eylesin. Kurtardıklarının yüzü suyu hürmetine. Âmin.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
"Bugün imanı muhafaza etmek çok zor, imandan kaymak çok kolaydır. Her an imandan kayma tehlikesi var. İmanlar yanıyor. Öyle bir devirde yaşıyoruz ki dünya kurulalıdan beri fitne ve fesadın ayyuka çıktığı böyle bir devir gelmiş değil. Bütün dünya mânevi bir yangın yeri olmuş, mânevi bir âfat yaşanıyor. Öyle bir ifsad ki, misli görülmemiş! Günahların açık olarak işlendiği ve isyana dönüştüğü, dünya kurulalıdan beri bir eşinin gelmediği, benzeri bir bunalım geçirilmediği, her türlü fitnenin ortaya çıktığı, her türlü kötülüğün anasının mevcut olduğu yirmi birinci asrın seyyiat zamanında yaşıyoruz. Fitnenin vehametinden insan bir günde bu derece değişiklikler geçirecek, günü gününe, saati saatine uymayacak, kalpler bozulacak, iman sâfiyeti kalmayacak. Yalnız Allah-u Teâlâ'nın hıfz-u himayesine, tasarruf-u ilâhîsine aldığı kimseler hiç şüphesiz ki bu fitnenin dışında kalacaklardır."
Hazret-i Allah ümmet-i Muhammed'i muhafaza etsin. Gerçekten büyük bir afat yaşanıyor.
Ahir zamanda, seyyiat zamanında yaşıyoruz. Dünya bozulmaya yüz tutmuş, fitne fesad artmış.
Öyle bir devirdeyiz ki, dünya kurulalıdan beri fitne ve fesadın ayyuka çıktığı böyle bir devir gelmiş değil.
Günahların açık olarak işlendiği ve isyana dönüştüğü, dünya kurulalıdan beri bir eşinin gelmediği, böyle bir bunalım geçirilmediği, her türlü fitnenin ortaya çıktığı, her türlü kötülüğün anasının mevcut olduğu yirmi birinci asrın seyyiat zamanında yaşıyoruz.
İlâhî emirler arkaya atılıyor ve hükümsüz sayılıyor.
Dinsizlik, ahlâksızlık son haddine varmış. Eski zamanda helâk olan kavimlerin yaptıkları adetler, isyanlar, küfürler, şirkler hepsi toptan yapılıyor. Günümüzde bambaşka bir cahiliyet hüküm sürüyor. Gerçekten çok isyan ettik, çok zulmettik. Bu azgınlığımızın cezasını çekeceğiz.
Öyle bir devir ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in ahir zamanda olacağını haber verdikleri her şey çıktı ve çıkıyor. Yapılacağını bildirdiği kötülükler de yapılıyor. Hadis-i şerif'lerde haber verilen küçük kıyamet alametlerinin hepsi zuhur etti ve ediyor. İş büyük alâmetlere kaldı. Onların da vakti çok yaklaştı.
Allah korkusunun kalplerden kalktığı, hak, hukuk umdelerinin yok olduğu, emanet, vicdan duygularının köreldiği bir devirde yaşıyoruz.
Nefis ve şeytana uyulup zina, fuhuş, hırsızlık, arsızlık yapılıyor; şehvetlere uyulup namuslara kastediliyor, masum insanların canına kıyılıyor.
Hülâsa olarak; bugün her türlü kötülük, hatta her kötülüğün anası mevcuttur. Her türlü haram var, her türlü menhiyat işleniyor. Her türlü sapıklık, her türlü sapkınlık, her türlü fuhşiyat, cana kıyma, içki, kumar, zina, uyuşturucu, hırsızlık, gasp, sahtekârlık, yalancılık, her türlü zulüm, terör, isyan, ana-babaya itaatsizlik, evladını cehennem amellerine teşvik .... akla gelen-gelmeyen her türlü vahşet işleniyor. Masum insanların, hatta küçücük çocukların ırzına, canına kasteden vahşi insan müsveddeleri çoğalıyor.
Bize ne oluyor, bu toplum nereye gidiyor?
Bütün bunların sebebi İslâm'dan uzaklaşmamızdır. Bugün İslâm'ın ismi, Kur'an'ın resmi kalmış. Görünüşte herkes müslüman, ancak yaşantı yok, İslâm'ın özü, nezaheti, nezafeti, nezaketi, letâfeti yok. Sûretâ İslâm olmuşuz.
Olması gereken davranışlar fazilet kabul ediliyor. Olmaması gereken iş ve icraatlar normal sayılıyor.
Lokmaya dikkat edilmiyor, faizin her çeşidi alınıyor. Herkesin cebi banka, evi sinema olmuş. Ahkâm-ı ilâhîye riayet edilmiyor. Setr emr-i şerif'i unutulmuş, çıplaklık moda olmuş.
Eskiden nehir düz akıyordu, bugün ters akıyor.
Böyle bir devirde kişinin kendisini, ehl-ü ıyâlini, çoluk çocuğunu koruması gerçekten çok müşkülleşmiştir. Ne mutlu koruyabilenlere. Zira Allah-u Teâlâ bize şöyle emrediyor:
"Ey iman edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun." (Tahrim: 6)
Allah-u Teâlâ "Koru!" diye emrediyor. Kendini de, evlâdını da.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz aşağıdaki mucize Hadis-i şerif'lerinde hem bu devri tarif ediyor, hem de "korunma ve kurtulmanın yolu"nu gösteriyor.
Ashâb-ı kiram'dan Sâlebetü'l-Haşenî -radiyallahu anh- Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e:
"Ey iman edenler! Siz kendi nefislerinizi ıslah etmeye bakın. Siz doğru yolda bulundukça yoldan sapanların size zararı olmaz." (Mâide: 105)
Âyet-i kerime'sinin tefsirini sorduğunda, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Yâ Ebu Sâlebe! İyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış. Ne zaman ki aşırı derecede cimrilik hâkim olur, nefislerin arzusu peşinden gidilir, dünya ahiret üzerine tercih edilir, herkes kendi görüşünü beğenir, kimse kimseyi tanımaz bir hâle gelirse, o zaman KENDİNİ KURTARMAYA BAK VE HALK TABAKASINI BIRAK!
Muhakkak ki sizin arkanızda karanlık gece parçaları gibi fitneler vardır. O fitneler içerisinde, sizin üzerinde bulunduğunuz inancın benzerine sımsıkı yapışan bir kimse için, sizden elli kişinin sevabı kadar sevap vardır."
Ashâb-ı kiram: "Yâ Resulellah! Onlardan elli kişinin sevabı kadar sevabı vardır değil mi? (Yani 'Sizden' kelimesi yanlışlıkla mı kullanıldı?)" diye sorduklarında buyurdu ki:
"Hayır! Sizden elli kişinin sevabı kadar sevap alır. Çünkü siz iyiliklerde yardımcı bulursunuz, fakat onlar bulamazlar." (Ebu Dâvud - Tirmizî - İbn-i Mâce)
İşte o zaman bugün. Çok nazik davranmak lâzım, çok dikkatli davranmak lâzım.
Cenâb-ı Hakk'tan kopmayacaksın, Hakk ile olacaksın, Hakk ile vazife göreceksin. Fazla sivrilmeyeceksin. "Düzelteyim!", "Yapayım!" zamanı değil, kurtulma zamanı.
Zira Resulullah Aleyhisselâm'ın "Kendini kurtarmaya bak ve halk tabakasını bırak!" buyurduğu zaman bu zaman. Halk tabakasını bırakıp kendini kurtarma zamanı. Rabb'im kurtardıklarından etsin.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"İnsan üzerine öyle bir zaman gelecek ki, sünneti eskitecekler ve bid'atları tazeleyeceklerdir. O gün benim sünnetime bağlanan garip kalır ve yalnız kalır. Bid'atlara bağlı olan kişi ise elli ve daha fazla arkadaş bulabilir."
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı Resulullah Aleyhisselâm'ın bu beyanı üzerine:
"Yâ Resulellah! Allah'ın selâmı senin üzerine olsun! Bizden sonra daha faziletli kullar gelecek mi?" diye sorduklarında:
"Evet! Bizden sonra daha faziletli kullar gelecek!" buyurdu.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı:
"Seni onlar görürler mi?" diye sorduklarında:
"Hayır!" cevabını verdi.
"Peki onlara vahiy mi iner?" dediklerinde:
"Hayır!" buyurdu.
"Onlar o zamanda nasıl olurlar?" dediler.
Buyurdu ki:
"Tuzun suda eridiği gibi kalpleri erir."
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı: "Onlar o devirde nasıl yaşarlar?" diye sorduklarında:
"Onlar o devirde kurdun sirkede yaşadığı gibi yaşarlar!" buyurdu.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı son olarak:
"Dinlerini nasıl muhafaza ederler?" dediklerinde:
"Avuçtaki kor gibidir ki; elinden onu bıraksan söner, tutsan ve sıksan elini yakar." cevabını verdi. (Abdüllâtif)
İşte bu zaman.
Nitekim yukarıdaki Hadis-i şerif'te Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"O gün benim sünnetime bağlanan garip kalır ve yalnız kalır. Bid'atlara bağlı olan kişi ise elli ve daha fazla arkadaş bulabilir."
Bugün İslâm'ı yaşamaya ve tebliğ etmeye çalışan bir kimsenin durumu böyle değil mi?
Nefis ister ki; "Halkın arasına karışayım, rağbetim olsun, arkadaşım olsun."
Olsun, olsun ama imanın ne olacak?
Bu zamanda imana talip olana çok büyük müjdeler, çok büyük mükâfatlar var.
Bu müjdelere ve mükâfatlara nâil olmak hem çok kolay, hem de çok zor. Kolay çünkü bizden öyle uzun riyâzatlar, mücadeleler beklenmiyor, iman bekleniyor. Zor çünkü bu zamanda iman sahibi olmak, imanı tercih etmek gerçekten çok müşkil duruma düşmüştür.
Zaman ahir zaman, iman kurtarma zamanı.
Şimdi bu Hadis-i şerif'in açıklamasını arzedelim:
"İnsan üzerine öyle bir zaman gelecek ki, sünneti eskitecekler."
Yani ilâhî hükmü atacaklar, küfrü yerleştirecekler.
"Ve bid'atları tazeleyecekler."
Küfür âdetlerini yeniden sahneye koyacaklar, şimdi olduğu gibi...
"O gün benim sünnetime bağlanan garip kalır."
Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a gerçekten gönül veren kimse bugün garip hâle düşmüştür. Bu gariplik zâhirî görünüş itibariyledir, mânen ise onlar Allah-u Teâlâ'nın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın katında çok muteberdirler.
"Ve yalnız kalır."
Bu yalnız kalışı; halkın küfre, bid'atlara, günahlara meyletmesinden ötürüdür. O ise onlardan değildir.
"Bid'atlara bağlı olan kişi ise elli ve daha fazla arkadaş bulabilir."
Bu hususu size şöyle arzedelim: "Setefteriku ümmetî..." Hadis-i şerif'i mucibince yetmiş üç fırkadan yetmiş ikisi yoldan çıkmıştır.
Allah-u Teâlâ yeryüzü halkının çoğunun durumunun sapık olduğunu haber verererek Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, onlar seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar sadece zanna uyarlar." (En'âm: 116)
Dine bağlılığın zayıfladığı, halkın hak yoldan uzaklaştığı dönemlerde insanların çoğuna uymak dalâlet sebebi olarak belirtilmektedir.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı Resulullah Aleyhisselâm'ın bu beyanı üzerine: "Yâ Resulallah! Bizden sonra daha faziletli kullar gelecek mi?"diye sorduklarında: "Evet! Bizden sonra daha faziletli kullar gelecek!"buyurdu.
Halk küfre meyletmiş, kâfirler cirit oynuyor. İnsanlar dünyanın şâşâsına, zevk ve sefâsına dalmış, Allah-u Teâlâ'nın hükmünü bırakmışlar, Resulullah Aleyhisselâm'ın Sünnet-i seniyye'sini unutmuşlar. Bunlar ise bütün güçleri ile Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a bağlı kalmışlar.
"Ümmetim fesada düştüğü bir zamanda Sünnet-i seniyye'me sarılanlara yüz şehit sevabı vardır." (Beyhâkî)
Hadis-i şerif'inin sırrı burada toplanıyor.
Yüz şehit sevabı şimdiye kadar yoktu ve şimdiye kadar yüz şehit sevabı kimseye verilmemişti.
Böyle bir mükâfatın verilmesi, bu güçlük sebebiyledir. İşte bu en güç olandır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Amellerin efdali en güç olanıdır." buyuruyorlar. (Münâvî)
Yüz şehit sevabı gibi böyle bir ücret şimdiye kadar hiç kimseye verilmedi, ancak bunlara verildi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün, peş peşe üç defa:
"Allah'ın rahmeti benim vekillerimin üzerine olsun!" buyurmuşlar;
"Senin vekillerin kimlerdir yâ Resulellâh!" diye sorulduğunda ise:
"Benim sünnetimi ihyâ eden ve Allah'ın kullarına öğreten kimselerdir." cevabını vermişlerdir. (Taberânî; el-Evsât, c.6, s.395)
Bunların bu derece faziletli oluşları nereden geliyor?
Böyle bir ortamda bir avuç müslüman Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a sığınarak adalet-i ilâhî'yi ayakta tutmaya çalışıyorlar.
Hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmeyerek bu zulümâtı delmek için, nûr-î ilâhî'yi yaymak için, insanları Hazret-i Allah'a ve Resulullah'a götürmek için azimle, gayretle cihad ediyorlar.
Aslâ hiçbir menfaate tevessül etmezler.
"Allah katında en üstün olanınız, Allah'tan en çok korkanınızdır." (Hucurât: 13)
Âyet-i kerime'sinde buyurulduğu üzere, Allah-u Teâlâ'dan son derece korkarlar.
Haram şöyle dursun, şüpheli şeylerden dahi kaçınırlar. Bu gibi yerlerden alış-veriş dahi yapmazlar. Hiçbir dâvete, hiçbir ziyafete iştirak etmezler.
Her yaptıklarını Allah-u Teâlâ'nın rızâ-i Bâri'si için yaparlar. Yazan para almaz, yayan almaz. Hiçbir fertten bir kuruş istendiği asla vâki değildir. Niçin? Âyet-i kerime olduğu için.
Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadîm'inde şöyle ferman buyurmaktadır:
"Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun! Onlar doğru yoldadırlar." (Yâsin: 21)
Böyle bir şey aslâ duyulmamış ve görülmemiştir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif'lerinde de onları Ashâb-ı kiram'a tanıtarak şöyle buyuruyorlar:
"Onlar bugün sizin üzerinde bulunduğunuz hakikate sarılırlar." (Kûtu'l-Kulûb, c.1, s.143)
Böyle bir devirde ahkâm-ı İlâhi'yi yaşamak hakikaten güçtür. Öyle bir ifsad ki misli görülmemiş.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı: "Seni onlar görürler mi?" diye sorduklarında: "Hayır!" cevabını verdi.
Görmemişler amma görmüşcesine inanırlar, belki görenden de fazla!
"Peki onlara vahiy mi iner?" dediklerinde: "Hayır!" buyurdu.
Vahiy inmez amma, vahyin geldiği yerden alır.
"Onlar o zamanda nasıl olurlar?" diye sordular.
Buyurdu ki: "Tuzun suda eridiği gibi kalpleri erir."
Bunun sebeb-i hikmetine gelince;
İslâm diyarında küfür hâkim olmuş. Vicdansızlık, adaletsizlik, hırsızlık, vatan hâinliğini sürdürüyorlar. İmanlı ve vatanperver bir kimse bu hâli görür. Müdahale etse gücü yetmiyor, sabretse gönlü yetmiyor. Bu haksızlık karşısında eriyor.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı: "Onlar o devirde nasıl yaşarlar?" diye sorduklarında: "Onlar o devirde kurdun sirkede yaşadığı gibi yaşarlar!" buyurdu.
Ortalığın bozukluğunun iç durumu bildiriliyor. İfsat edilmiş, bozulmuş, fakat Allah-u Teâlâ onlara ayrı bir hayat vermiş, onlar o hayatla hemhâl oluyorlar ve Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm'la yaşıyorlar. Çünkü gönüllerinde onlar var.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı son olarak: "Dinlerini nasıl muhafaza ederler?" dediklerinde: "Avuçtaki kor gibidir ki; elinden onu bıraksan söner, tutsan ve sıksan elini yakar." cevabını verdi.
Öyle bir devirdeyiz ki; Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:
"Kıyamet kopmazdan önce karanlık gece kıtaları gibi fitneler olacak. Bu karışıklıklar içinde kişi mümin olarak sabahlayıp kâfir olarak akşamlar, mümin olarak akşamlayıp kâfir olarak sabaha çıkar.
Birçok kimseler azıcık bir dünyalık karşılığında dinlerini satarlar." (Tirmizî: 2196)
Fitnenin vehametinden insan bir günde bu derece değişiklikler geçirecek, günü gününe, saati saatine uymayacak, kalpler bozulacak, iman sâfiyeti kalmayacak.
Bir âhir zaman âlimi veya bir bölücü Allah-u Teâlâ'nın hükmüne aykırı bir söz söylüyor, o da: "Bu doğru söylüyor." deyip tasdik ediyor, böylece azıcık bir dünyalık karşılığında dinlerini fedâ ediyorlar.
Allah-u Teâlâ'nın hıfz-u himayesine, tasarruf-u ilâhîsine aldığı kimseler hiç şüphesiz ki bu fitnenin dışında kalacaklardır.
Nitekim Ebu Ümâme -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"Birtakım fitneler olacaktır. Kişi o fitnelerde mümin olarak sabahlayacak ve kâfir olarak akşamlayacaktır.
Ancak Allah'ın, ilim ile (kalbini) ihyâ ettiği kimseler (bu tehlikeden) müstesnâdır." (İbn-i Mâce: 3954)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'na hitaben şöyle buyurdular:
"Siz öyle bir zamanda yaşıyorsunuz ki, kim memur olduğu vazifenin onda birini terk ederse helâk olur. Fakat öyle bir zaman gelecek ki, onlardan her kim kendisine emredilenlerin onda birini işlerse kurtulacaktır." (Tirmizî)
Çok tehlikeli, çok müzayakalı, çok da kıymetli bir zaman.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Ümmetim fesada düştüğü bir zamanda Sünnet-i seniyye'me sarılanlara yüz şehid sevabı vardır." buyuruyorlar. (Beyhakî)
Ma'kıl bin Yesar -radiyallahu anh-den rivayet edilen diğer bir Hadis-i şerif'lerinde ise buyururlar ki:
"Fitne-fesadın çoğaldığı bir zamanda ibadet etmek, bana hicret etmek gibidir." (Müslim: 2948)
Fitne zamanında yapılan ibadetin faziletli olması, insanların ekserisi fitneye karışarak ibadetten gafil kaldıkları içindir. Allah-u Teâlâ bir kulunu muhafaza edip hıfz-u himâye ve tasarruf-u ilâhîsine aldığı zaman böyle oluyor.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah'a tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, oruç tutanlar, rüku ve secde edenler, iyiliği teşvik edip kötülükten vazgeçirmeye çalışanlar ve Allah'ın hududunu koruyanlar var ya, işte bu müminleri müjdele!" (Tevbe: 112)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Ümmetim yağmura benzer. Evvelkiler mi daha hayırlıdır, sonrakiler mi daha hayırlıdır bilinmez." (Tirmizî)
Görüyorsunuz ki o zamanla bu zaman bitişmiş oluyor. Evvelkilerden murad "Asr-ı saâdet"tir. Sonrakiler ise ikinci bin seneden sonra gelen ve "Hâtem-i velî" ile başlayan iman kurtarma ve cihad devresidir. Bu son devir Hazret-i Mehdi ve İsa Aleyhisselâm'ın zuhuru ile hitama erecektir.
Hâtem-i veli, Hazret-i Mehdi ve Hazret-i İsa Aleyhisselâm. Bunlar ikinci bin senenin devrinin merdivenleridir.
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Hangisi daha hayırlıdır bilinmez." buyuruyor.
Ashâb-ı kiram'ın yüksekliğini tarif etmek mümkün değildir. Amma elli ashab derecesi de sizin bileceğiniz bir şey değildir.
Yazının başında arzettiğimiz "Yâ Salebe! Kendini kurtarmaya bak, halkı bırak!" Hadis-i şerif'inde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Ne zaman ki" diye başlayan beyan-ı peygamberlerinde bugünkü ahir zamanı tarif ettikten ve nasihatlerde bulunduktan sonra şöyle buyuruyorlar:
"O fitneler içerisinde, sizin üzerinde bulunduğunuz inancın benzerine sımsıkı yapışan bir kimse için, sizden elli kişinin sevabı kadar sevap vardır." (Ebu Dâvud - Tirmizî - İbn-i Mâce)
Yine yukarıda zikredilen diğer bir Hadis-i şeriflerinde de "İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki" buyurarak yine bu zamandaki durumu ve bu zamanda Allah'a iltica edenlerin içinde bulundukları zor koşulları haber verdikten sonra aynı şekilde şu tebşiratta bulunmuşlardır:
"Allah o kuluna beni tasdik eden elli sıddık sevabı verecektir." (Tahavî)
Ona sıdk ile bağlı olan işte bu dereceye nâil oluyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyurmuşlardır:
"Müslümanlık garip olarak başladı, başladığı gibi garip olarak avdet edecektir. Ne mutlu gariplere!" (Müslim)
"Garipler SAYILARI PEK AZ olan sâlih kişilerdir." (Ahmed bin Hanbel)
Dikkat ederseniz bütün bu Hadis-i şerif'lerde bu devirde Resulullah Aleyhisselâm ve ashabının inancının benzerini yaşamanın zorluğu, bu inancın aynısını yaşamaya çalışan salih kimselerin toplumdan dışlanıp kabul görmeyecekleri, hatta toplum tarafından sevilmeyecekleri; dünya bütün cazibesi ile insanları davet ettiği halde harama düşmemek için bu salihler topluluğunun dünyaya iltifat etmeyecekleri ve buna mümasil bir bir haber verilmektedir.
Nitekim aynı zorluklar bugün aynen zuhur etmektedir. Bu müslümanlar bu zor zamanda Hakk'ın kabul etmesini halkın kabul etmesine tercih etmişlerdir.
Hal böyle iken kendisini halka beğendirmeye çalışan; sahte kâhramanlara, ahir zaman türemelerine hoş nazarla bakıp destekleyen; helale-harama bakmayıp yemesine-içmesine dikkat etmeyen; menfaati için ilâhi hükümleri görmezden gelen bir kimse bu zümreye dahil olduğunu nasıl iddia edebilir?
Bu zümreye dahil olmak herkese ait değildir.
Halk zaten gitmiş.
Bu zorlukları görmemek için her şeyden taviz vereceksin, halkın arasına karışıp hemhal olacaksın, sonra da "Ben de onlardanım!" diyeceksin. Yok! Böyle kolay olsaydı, sayıları hakkında "Azın da azı" buyurulmazdı.
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri 261. Mektub'unda bu "azın da azı" zümreye şöyle işaret buyuruyorlar:
"Diğer bir Hadis-i şerif'inde:
'Ümmetimin en faziletlileri önünde ve sonunda gelenlerdir, ikisinin arası bulanıktır.' buyurdu. (Câmiü's-sağîr: 4056)
Evet... Bu ümmetin son gelenleri arasında baştakilere çok benzeyenler olacaktır. Fakat SAYILARI AZDIR, HATTA AZDAN DAHİ AZDIR. Ortada gelenlerde o kadar benzeyiş yok ise de miktarları çoktu, hem pek çoktu. Fakat sondakilerin az oluşu kıymetlerini daha da arttırmış, öncekilere daha da yaklaştırmıştır." (261. Mektup)
Şüphesiz ki bu fazilet, Hâtem-i veli'ye tâbi olan topluluğa âittir, umuma şâmil değildir. Çünkü onlar çok az, hatta azın da azı olacaklar. Mücadeleyi yalnız bunlar yapacaklar, nuru da yalnız bunlar yayacaklar.
Mevlâna -kuddise sırruh- Hazretleri başka bir beyanlarında da Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in geleceğini haber verdiği bu zâtın velayette Resulullah Aleyhisselâm'ın velâyetine sahip olduğuna işaretle bütün ehl-i İslâm'ı tâbi olup iman etmeye davet etmektedir.
"Açtılar kenz-i füyûzu olunuz hil'at-pûş,
Mustafa geldi yine cümleniz iman ediniz." (A. Avni Konuk, Fusûsu'l-Hikem Şerhi, c. 1, s. 215'den naklen)
Nitekim İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurur:
"Hatmü'l-Evliyâ'ya muhabbet eyle, tâ ki bununla dahi şefâate muhtaç olmayasın." ("Kitâbu'n-Netîce"; Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Kütüphanesi, Genel, no: 1136, 248a yaprağı)
Cenâb-ı Hakk öyle takdir etmiş, dilediğine dilediğini verir.
Bu husus çok mühimdir.
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Allah için sulehâyı sevmek, Allah için fasıklara buğz eylemek farzdır." (Buhârî)
Allah-u Teâlâ Musa Aleyhisselâm'a "Benim için bir amel işledin mi?" diye sorduğu zaman "Evet Yâ Rabb'i! Senin için namaz kıldım, oruç tuttum, sadaka verdim." diye cevap vermişti. Allah-u Teâlâ "Yâ Musa! Bunlar senin içindir. Sen benim için bir dostumu dost, bir düşmanımı da düşman edindin mi?" buyurdu.
"Allah için sevgi", kişiyi kendi şahsi menfaati için değil de, Allah-u Teâlâ'nın rızasını kazanmak, âhiret saâdet ve selâmetine ermek için sevmektir. Sevdiğini Allah için seven kimsenin, sevmediğini de Allah için sevmemesi lâzımdır. Hatta ne kadar ibâdet ederse etsin, bunu ayırt edemezse dalâlettedir, ibâdetlerinden fayda göremez. Çok ince bir noktadır.
Çok ince bir nokta daha var. Ahirette kurtulmak için "Ben seni seviyordum." denir. Ama senin gönlün başka yerdeydi!.. Kabul etmezler, "Sevdiğinle ol." denir.
"Yahşuru'l-mer'u mea men ehabbe = Kişi sevdiği ile haşrolunur." (K. Hafa)
Emir budur, orada bırakırlar. Ancak şefaat iznini verirlerse, dilerse şefaat eder. Yoksa herkes sevgilisi ile beraber gider. Kim niçin seviyorsa! Yarın kimse iddia edemez ki "Ben sana bağlıydım, seni seviyordum." Hayır! Niyetini Hazret-i Allah bildiği için "Kimi seviyor idiysen onun peşine git." denir. Kişi sevdiğiyle beraberdir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir milletin; babaları, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa, Allah'a ve Peygamber'ine düşman olan kimselerle dostluk ettiğini görmezsin." (Mücâdele: 22)
Hazret-i Allah'ı ve Resul-i Ekrem'ini seven, dostlarını da sever, düşmanlarına düşman kesilir.
Allah-u Teâlâ'nın hıfz-u himayesine tasarruf-u ilâhîsine aldığı kimseler hiç şüphesiz ki bu fitnenin dışında kalacaklardır.
Nitekim Ebu Ümâme -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"Birtakım fitneler olacaktır. Kişi o fitnelerde mümin olarak sabahlayacak ve kâfir olarak akşamlayacaktır.
Ancak Allah'ın, ilim ile (kalbini) ihyâ ettiği kimseler (bu tehlikeden) müstesnâdır." (İbn-i Mâce: 3954)
Allah-u Teâlâ kıyamet gününde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine ve beraberindeki müminlere ikram ve ihsanların en büyüğünü yaparak taltif eder, onları mahçup edip rüsvaylığa sürüklemez.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"O gün Allah Peygamber'ini ve iman edip onunla beraber olanları rüsvay etmeyecek, utandırmayacak." (Tahrîm: 8)
Zira Allah-u Teâlâ'nın vaad-i Sübhânî'si vardır. Günahları olsa bile onları örtecek ve affedecek, yüzlerini aslâ kara çıkarmayacak. Çünkü onlar o nurlu Peygamber'e uymuşlar ve o nur izinde yürümüşlerdir.
"Nurları önlerinde ve sağlarında koşup parlayacak." (Tahrîm: 8)
O nur onları cennete götüren yollarını aydınlatacak.
Gece ceryanlar kesildiği zaman insan karanlıkta kalıyor, gideceği yeri de bilemiyor bulamıyor. Mahşer karanlığını bir tasavvur buyurun. Ancak nur ihsan ettiği kimse, o nur ışığı ile önünü görür, yolunu bulur, gideceği yere gider. Nuru olmayanlar nereye gidecek?
Onları Peygamber'ine bağlayarak herkesin başının derdine düşüp perişan olduğu o günde bu şerefe erdirmesi, gerçekten de son derece imrendirici bir lütuftur.
Kendilerinden başka kimselerin yürekler acısı durumlarını görünce şöyle derler:
"Ey Rabb'imiz! Nurumuzu tamamla ve bizi bağışla. Şüphesiz ki sen her şeye kâdirsin." (Tahrîm: 8)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"– Müferridler yarışı kazandılar!"
"– Müferridler kimlerdir yâ Resulellah?"
"– Onlar o kimselerdir ki, Allah-u Teâlâ'nın zikrine bütün benlikleri ile dalmışlardır, başka şeylerle uğraşmazlar. Bu zikir onlardan yüklerini indirmiştir, kıyamete hafif olarak gelirler." (Hâkim)
İslâm; öyle âli ve öyle münevver bir dindir ki özü ve esası; insanın dünya saadetini ve ahiret selâmetini temin etmektir. Kim ki İslâm'ın bu mânevi güzelliğinin içinde ahkâm mucibince hareket ederse dünyasını da ahiretini de mamur eder.
İslâm dini içtimaî hayatı düzenleyen, son dindir. İnsanlar arasındaki ilişkilere koyduğu emir ve yasaklarla en üstün ve mükemmel bir medeniyeti getirmiş, nezafetiyle insanları esas alıp münasebetleri sistemleştirmiştir.
İslâm dini beşeriyete sunduğu ilâhî hükümlerle, ortaya koyduğu hudutlarla insanların dünya saâdetini ve ahiret selâmetini kazanmalarını hedef almıştır. Toplumun her türlü ihtiyaçlarını karşılayan tam ve mükemmel bir nizamdır. Çünkü o Allah-u Teâlâ'nın dinidir ve bütün insanlığa gönderilmiştir. Artık İslâm'dan sonra kıyamete kadar yeni bir din, yeni bir peygamber gelmeyecektir. Çağlar boyunca insanlığın maddî manevî bütün ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir özelliğe sahiptir.
Hükümleri her zaman için toplumun seviyesinden üstün olup, toplum seviyesi ne kadar yükselirse yükselsin, İslâm'ın hükümleri o seviyeden daha üstündür. Bu hükümler yılların, asırların değişmesiyle değişmeyip, bütün zaman ve mekâna hitap eder.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Bu, dimdik ayakta duran bir dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler." (Rum: 30)
Bilmeden, hevâların heveslerin peşinde koşarlar ve dosdoğru yoldan ayrılırlar.
İslâm hem dünyevî hem de uhrevî mevzularda, boşluk bırakmayacak şekilde hükümler koymuştur. Çünkü İslâm, din ve dünya işlerinin düzenleyicisidir. Her zaman ve çağın dinidir, âlem-şümul bir nizamdır.
Binaenaleyh Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a iman edip tabi olanlar, o münevver yolda yürüyenler için içtimaî hayatta huzur ve mutluluk vardır.
"İyilik yapın, çünkü Allah iyilik yapanları sever." (Bakara: 195)
Âyet-i kerime'si mucibince iyilik emredilmektedir. Yani insanlarla iç içe yaşanan karşılıklı hak ve hukukun olduğu bir hayattan bahsedilmektedir.
"Muhakkak ki Allah adaleti, iyilik yapmayı, akrabaya yardım etmeyi emreder. Hayâsızlığı, fenalığı ve haddi aşmayı da yasak eder. Düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor." (Nahl: 90)
Bu Âyet-i kerime'de; akrabayı, eş, dost ve komşuyu ele almakta sonra birçok konuda emirler buyurulmakta ve yasaklar koymaktadır.
Ayrıca; "Kul hakkı"na riayetin Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerde emir buyurulması, konunun ehemmiyetini arz etmektedir.
Ana-baba hakkı, komşu hakkı, akraba hakkı, arkadaş hakkı gibi birçok konuda emirler vaaz edilmesi, dünyada huzur saadetinin temini, ahiret hayatının selâmeti içindir.
Hülasâ-i kelâm;
Bu "Hak" kavramı ve emanet duyguları imanî, ahlâkî ve vicdanî mesuliyetler, emir ve nehiylerle belirlenmiş olup en önce aile hayatımızı zapturapt altına alır.
İslâm ahlâkı ile hallenmek ve süslenmek ne kadar güzeldir. Her süs dünyada kalır, bu süs ise ahirete intikal eder.
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini insanların en mükerrem ve en değerlisi kıldığı gibi, ümmet-i muhteremesini de ümmetlerin en hayırlısı, en faziletlisi yapmıştır.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah'a inanırsınız." (Âl-i imrân: 110)
Bu efdâl ümmetin, bütün ümmetlerden hayırlı olması; tâbi oldukları âlicenap peygamberin bütün peygamberlerden hayırlı olmasından dolayıdır.
Bir Hadis-i şerif'te:
"Ümmetim, ümmetlerin en hayırlısı kılındı." buyuruluyor. (Ahmed bin Hanbel)
Allah-u Teâlâ İslâm ahlâkı ile ahlâklanan hakiki müminlerin vasıflarını birçok Âyet-i kerime'lerinde beyan buyurmaktadır:
"Müminler o kimselerdir ki, Allah'a ve Resul'üne iman etmişlerdir. Sonra şüpheye düşmemişler, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihad etmişlerdir. İşte onlar imanlarında sâdık olanlardır." (Hucurât: 15)
"Aralarında hüküm verilmek üzere Allah'a ve Peygamber'e çağırıldıkları zaman, müminlerin sözü sadece: 'İşittik, itaat ettik!' demekten ibarettir.
İşte saâdete erenler onlardır." (Nûr: 51)
"Müminler saâdete ermişlerdir." (Müminûn: 1)
Rahmet peygamberine tâbi olup izinden giden gerçek müminler hiçbir zaman Allah-u Teâlâ'nın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın emir ve hükümlerinden dışarıya çıkmaz, çizilen hududu muhafaza eder ve bu hudud içinde ahkâm-ı ilâhiye'ye göre hareket ederler.
Bu hududu daraltan veyahut bu hududu genişletmeye çalışan kim olursa olsun, dinden çıkar ve kendi zannını doğru kabul ettiği için o zannı ile ahirete göçerse kaybedenlerden olur.
"İslâm'ım!" demek kolay amma İslâm'ı yaşamak esastır.
İslâm; boyun bükmek, teslim olmak, kurtuluşa girmek, selâmete çıkarmak, karşılıklı güven ve barış sağlamak, ihlâs ve samimiyet... gibi çeşitli mânâlar ifade eder.
Dini bir terim olarak İslâm ise; ilâhî emirlere teslim olmak ve boyun eğmek demektir.
Kelime itibariyle iman ile İslâm arasında fark olmakla beraber, dinde İslâmsız iman, imansız da İslâm olmaz. Bunlar bir şeyin dışı ve içi, yüzü ve astarı gibidir. Din ise iman ve İslâm ile beraber bütün şeriatın ismidir.
İslâm dini yalnız bir iman meselesi değildir. İman ve amellerin toplamıdır. Amellerle ilgili tatbikatı bırakmak çok tehlikelidir.
Amelin farz oluşuna iman ile, o ameli yapmak birbirinden farklıdır. Bir müslüman amel ettiği için mümin olacak değil, iman ettiği için amel edecektir.
Allah-u Teâlâ'nın isteği olan iman, yalnız bir vicdan işi olmaktan ibaret değildir. Hakiki iman kalbin içinden başlayıp, bütün dışa yayılacak ve sonra da beşeriyete güzel ameller saçacaktır.
İslâm, teslimiyet demektir. Teslimiyet ya kalben veya söz ile, ya da uzuvlarla olur. Kalben olanı iman, sözle olanı ikrar, uzuvlarla olanı ise ibadetlerden ibarettir. Bir ağaç meyvesiyle birlikte bir bütün teşkil ettiği gibi, İslâm da bu bütünü ifade etmiş olur.
İnsanoğlu yeryüzüne yalnız imanla mükellef tutulmak için değil, sâlih ameller işleyerek Allah-u Teâlâ'ya kulluk etmesi için gönderilmiştir.
Âyet-i kerime'de:
"Ben cinleri ve insanları ancak (beni bilsinler) bana ibadet etsinler diye yarattım." buyuruluyor. (Zâriyât: 56)
İslâm'da bir iyiliğin ve sâlih amelin geçerli olması ve sevap kazandırması için, bu ameli işleyenin imanlı olması şarttır.
İman mutlak tasdiktir. Söylenen sözü kendi isteği ile kabullenmek, gönülden benimsemek, şüpheye yer vermeyecek şekilde kesin olarak içten inanmak, teslim olmak, karşıdakine güven vermek demektir.
İslâm dinine göre ise; Allah-u Teâlâ'nın varlığına, birliğine, Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'ın O'nun kulu ve peygamberi olduğuna ve onun Allah-u Teâlâ tarafından bize getirip tebliğ ettiği esas ve hükümlerin doğru ve gerçek olduğuna tereddüt etmeden kesin olarak inanmaktır.
İslâm dinine girmenin ilk şartı olan bu iki esas "Kelime-i şehâdet"de toplanmıştır. Kelime-i şehâdet'i kalp ile tasdik edip dili ile de söyleyen bir kimseye "İnanmış" mânâsına gelen "Mümin" adı verilir.
İman kalbî ve vicdanî bir durumdur. İmanın esası kalpte olan tasdiktir.
Bir insanın müslüman olabilmesi için dili ve kalbi ile şehadet getirmesi gerekir. Dili ile söyleyip de kalbi ile tasdik etmedikçe iman kapısından içeriye girmiş olmaz. İman etmiş gibi görünse de müşrik olarak yaşar.
İslâm lâf işi değildir. İmandan sonra hemen amel-i sâlih geliyor.
"İman edenler ve amel-i sâlih işleyenler." (Asr: 3)
Allah-u Teâlâ Asr sûre-i şerif'inde şöyle buyurmaktadır:
"Asra yemin olsun ki, insan gerçekten hüsran içindedir. Ancak iman edip amel-i sâlih işleyenler, birbirlerine Hakk'ı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler müstesnâ."
Allah-u Teâlâ bu dört vasfı taşıyanların dışındaki bütün insanların hüsranda, zarar ve ziyanda olduklarına hükmetmiştir.
Dinimiz ahlâkımızı güzelleştirerek, kötülüklerden ve kötü huylardan kaçınmamızı emretmektedir. Zira din güzel ahlâktan ibarettir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini ve onun yüksek ahlâkını överek:
"Doğrusu senin için tükenmeyen bir mükâfat vardır. Şüphesiz ki sen büyük bir ahlâk sahibisin." buyurmuştur. (Kalem: 3-4)
İman ve ibadetten sonra, dinimiz ahlâka büyük ehemmiyet vermiştir. İslâm dininin gayesi güzel ahlâktır.
Güzel ahlâk Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'in sıfatı, sıddıkların amellerinin en makbulü, en yücesidir. Takvâ sahiplerinin mücâhedelerinin meyvesi, müminlerin ahiret sermayesidir.
Müslümanlıkta insanın mânevî kıymeti, sahip olduğu güzel ahlâk ile mütenasiptir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Müminlerin iman bakımından en olgun ve kâmil olanı ahlâkça en güzel olanıdır." buyurmuşlardır. (Tirmizî)
Bir Hadis-i şerif'lerinde de:
"Ben ancak ahlâkın güzelliklerini tamamlamak için gönderildim."buyurmaktadırlar. (Ahmed bin Hanbel)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kendisinden evvel gelen Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'in dinlerinde bulunan ahlâk ve fazilet gibi değerlerin eksikliklerini tamamlayarak kemâle erdirmiştir. Onun ahlâkı Kur'an ahlâkı idi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyuruyorlar:
"Beni Rabb'im terbiye etti, edebimi ne güzel eyledi." (C. Sağir)
Bir insan gayret ederek iyi huylara sahip olabilir. Onun terbiyesi ise fıtrîdir, doğrudan doğruya Allah vergisidir.
Hem Allah vergisidir, hem de bizzat mürebbisi de Hazret-i Allah'tır.
Bu yol Allah yoludur. Bu münevver yol Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'den gelir. Bu yol Hazret-i Allah'a ve Resulullah'a ait. Gaye varlığı atabilmek, Var'ı bulabilmektir. Bu da süzülmekle olur. Yolun esası edeptir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadırlar:
"Güzel ahlâk, dinin yarısıdır." (Câmiu's-sağîr)
"Sizin en hayırlınız, ahlâkça en güzel olanınızdır." (Buhârî)
"Sizden cennette bana arkadaş olan kimse, dünyada güzel ahlâka sahip olanınızdır." (Münâvî)
"Allah-u Teâlâ sizin bedenlerinize ve suretlerinize bakmaz, fakat kalplerinize ve amellerinize bakar." (Müslim)
"Nerede bulunursan bulun, Allah'tan kork! Bir kötülüğün ardından hemen bir iyilik yap ki, o iyilik günahı gidersin. İnsanlara güzel ahlâk ile muamele et." (Tirmizî)
O Resulullah Aleyhisselâm ki insanlık alemine, İslâmiyet'i, insaniyeti öğretmiş, şirk ve dalâlet içinde yüzen beşeriyeti hidayet ve saâdete kavuşturmuştu.
Zulüm yerine adâlet, bedevilik yerine medeniyet, cehalet yerine ilim ve fazilet, sefalet yerine asalet ve bereket gelmişti. İnsanlık âlemine hem dünya saadetinin hem ahiret selâmetinin kapılarını açtı.
İşte o müstesna Hatemü'l-Enbiya Resulullah Aleyhisselâm sosyal adaleti tesis eden, güzel ahlâkı tamamlayan bir hâl ile insanlığa yaratılış gayesine matuf güzellikleri öğretti. İlim, irfan, edep, ahlâk, fazilet ve ismet gibi erdemleri ve İslâm kardeşliğini yaşayıp yaşattığı gibi, her alanda; tıp, astronomi, ekonomi, matematik, fizik, kimya, tarih ve bütün alanlarda örnek oldu. Bilinmeyenleri öğretti. Bugün ilim onun 1400 yıl önceki beyanlarını yeni keşfediyor.
Ahlâkı hamide denilen güzel ahlâkı getirdi. Edep, hayâ, hilm, cömertlik, şükür, merhamet, af ve müsamaha gibi güzel huyları, dürüst olmayı, doğruluğu, yalan konuşmamayı, söz verilince durmayı, emanete hıyanet etmemeyi, ahlâkı, kalp temizliğini öğretti.
Kibirden kaçınmayı, tevazu sahibi olmayı, aza kanaat getirmeyi, sabırlı olmayı, tevekkül etmeyi, söz taşımamayı, gıybet etmemeyi, adaleti gözetmeyi, zekâtı ve öşürü vermeyi, haram yememeyi, fuhuş ve zinâdan, kumar ve içkiden, hırsızlık ve arsızlıktan, riyâ ve gösterişten, hülasa kötülüklerin cümlesinden kaçmayı öğretti.
Ana-babaya itaat etmeyi, her zaman hüsn-i zan beslemeyi, iyi davranışlarda bulunmayı, din ve vatanı için can ve malın verilmesi gerektiğini öğretti.
Ahkâm-ı ilâhi'ye sımsıkı sarılmayı, Sünnet-i seniyye'ye ittiba etmeyi, imandan taviz vermemeyi, İslâm'ın beş şartı olan; Namaz, Oruç, Hacc, Zekât ve Şehadet'i öğretti.
Komşusu aç iken tok yatmamayı, hediyeleşmeyi, akrabayı ziyaret etmeyi, muhtaçlara yardım etmeyi, fakirleri okşamayı, yetimlere iyilik etmeyi öğretti.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"O peygambere uyun ki doğru yolu bulasınız." (A'raf: 158)
Hazret-i Resulullah en güzel örnektir, onu örnek alan kurtulmuştur.
"Andolsun ki Resulullah sizin için güzel bir numunedir." (Ahzâb: 21)
Çünkü O Hazret-i Kur'an'ın canlı bir levhası, tatbiki ve tefsiriydi. O'nun ahlâkı Kur'an ahlâkı idi.
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'e Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in ahlâkı sorulduğunda:
"Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in ahlâkı Kur'an'dı." buyurdular. (Müslim)
Allah-u Teâlâ'ya kul ve Resulullah Aleyhisselâm'a ümmet olabilmek için; O'nun emirlerine itaat, nehiylerinden içtinap etmelidir. Ve Resulullah Aleyhisselâm'ın ahlâkı ile ahlâklanmak, tabiatı ile tabiatlanmak gerekiyor.
Resulullah Aleyhisselâm Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Allah sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz, kalplerinize ve amellerinize bakar." (Müslim)
İlâhî hükümlere riâyet ettikçe insan her zaman faziletlidir, neciptir. Çünkü mükerrem olarak yaratılmıştır.
Fakat dinden saparsa, nefsine uyarsa, şeytana tâbi olursa, artık onun Hazret-i Allah ile, Resulullah Aleyhisselâm ile ilgisi kalmaz. O necip dediğimiz millet bu faziletlere sahip idi. Biz bu faziletleri bıraktık da bu hâle düştük.
Bu necip İslâm milleti nereye gidiyor. Bu hâl İslâm'a yakışmaz, bu güzel vatana gitmez. Kendimize gelmemiz, asâletimize dönmemiz, Hazret-i Allah'a yönelmemiz gerekir. Onun için böyle olmaktansa böyle olmamak daha hayırlıdır.
Eğer Hazret-i Allah'a, Kitabullah'a, Resulullah'a dönersek, tevbe edersek, yine bu fazileti yakalayabiliriz. Dünyada huzur ve saâdetiyle yaşarız, ahirete de iman selâmetiyle geçebiliriz. Orası ebedî bir saâdet yurdudur.
Binaenaleyh; İslâm milletinin bugünkü âkıbetinden kurtulması, tekrar eski şevketine kavuşabilmesi Hazret-i Allah'ın emir ve yasaklarına boyun eğip, Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Sünnet-i seniyye'sine sımsıkı sarılmakla mümkün olacaktır.
Hazret-i Allah'ın emirlerine riayet, nehiylerinden ictinap Resulullah Aleyhisselâm'a tâbi olmak ve güzel ahlâka nail olmaktır. Yani önce iman-ı kâmil, akabinde güzel ahlâk...
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Kötülüklerin zâhir ve bâtın olanlarından uzak bulununuz." buyuruyor. (En'âm: 151)
Diğer Âyet-i kerime'lerinde ise şöyle buyuruluyor:
"Size yasak edilen büyük günahlardan kaçınırsanız, kusurlarınızı örteriz ve sizi ağırlanacağınız şerefli bir yere yerleştiririz." (Nisâ: 31)
"Onlar ki günahın büyüklerinden ve hayasızlıklardan kaçınırlar, yalnız bazı küçük kusurlar işleyebilirler. Şüphesiz ki Rabb'inin mağfireti geniştir." (Necm: 32)
Allah'ımız ahlâkımızı güzelleştirsin, kötü ahlâkı bizden alsın.
Herkes asaletinin ve yediği lokmanın icraatını yapacak.
Terbiye ayrı şey, asalet ayrı şey, edep ayrı şeydir.
Terbiye; insanı olduğu gibi hayvanı da terbiye etsen bir şey beklenir. Çünkü terbiye gerekli. Fakat o terbiye için fakir demişti ki: "Bir kaplamadır." Asaleti görünce icraatını yapar. O terbiye onu muhafaza edemiyor, kabuktur. Asil azmaz, ama asaletin kendi hududu dairesinde büyük bilgisi, ilgisi var.
Terbiye insan üzerinde muvakkaten kaplanan bir kaplamadır. Karşıdan çok güzel görünür. Yakından ünsiyet edilirse kaplama sıyrılır ve insan icraatı ne ise onu yapar.
Asalet'ten ise insan çok şey alır. Bir tabir var "Asil azmaz" hududunu muhafaza eder. Bunun için demişlerdir ki:
"Nadir bulunur tiynet-i kemâlde kusur,
Kem mâyede eyler, ne ki eylerse zuhur."
Yani güzel bir mayadan husule gelmiş bir insanda kusur nadir bulunur, mayası kötü olanda ise akla gelen her kötülük mevcuttur.
En mühimi "Edep"tir. Edep mânevi aşı ile husule gelir. Meselâ; yabani ağacın meyvesi de yabani olur. Fakat bir ehil tarafından aşılanıp, aşısı tutarsa, ağaç yabani de olsa meyvesi ehil olur.
Mânevi aşı da böyledir. Hazret-i Allah bir kimseye lütfu ile yardım etmeyi murad ederse, onu bir mürebbiye sevkeder. O da ondan aşısını alır. O aşı ile ahlâk-ı zemimeleri giderir, ahlâk-ı hamideye sahip olur ve hep güzel mevye verir. Artık onun yabanilik vasfı kalmamıştır. Edep aşılanmış bir ağaca benzer. Aşısı tutarsa yabaniliği gider, eğilmeyi öğrenir. Artık onda asaletinde hükmü kalmadı, edep kaldı. Onun için bu yol edeple kaim.
Bu mevzu cemiyetin, toplumun temel taşı aile olduğu için çok önemlidir. Binanın sağlam olması temelin sağlam olmasına bağlıdır.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde:
"Ey iman edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun." (Tahrim: 6)
Buyurarak, hem kendimizi, hem de çoluk çocuğumuzu cehennem ateşinden korumayı emir buyuruyor. Bu ilâhi bir emirdir.
Müslümanların gerek kendilerine ve gerekse âilesine karşı mükellefiyetleri çok ağırdır.
Çocuk şayet iyi terbiye edilmezse kötü bir insan olur. Anne-baba onun kötülüğünden mesuldürler. Günahına da ortak olurlar.
Câhiliyet devrinde kız çocuklarını diri diri gömerlerdi. Fakat kız masum olduğu için cennete giderdi. Zalim müşrik baba ise cehenneme giderdi.
Eskiden cehalet vardı. Şimdiki cehalet çok daha büyük. Hâlâ farkında değilsiniz. Zalim anne baba, canım yavruyu kendi elleriyle cehhenneme koyuyor. Kendi de gidiyor.
Çocuğa; Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-i, Hazret-i Kur'an'ı, Ehl-i beyt'i, Allah dostlarını sevdirmezsek, abdesti, gusülü, namazı öğretmezsek ondan hayır bekleyebilir miyiz?..
Her tedbiri alacak, ahkâmı öğretecek, her türlü bilgiyi vereceğiz. Ondan sonrası Allah'a kalmış. Sen hiçbir şey yapmayacaksın, sonra çocuğum isyan etti. Kabahati kendinde ara.
Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, bütün kötülüklerin bir bir ortaya çıktığı, yapıldığı ahir zamanı, seyyiat zamanını yaşıyoruz. Dünya kurulalıdan beri kötülüklerin ayyuka çıktığı böyle bir devir gelmiş değil. Bütün kötülüklerin anası bu devirde mevcut.
Bu durumda vazife daha da büyüyor, mesuliyet daha da ağırlaşıyor. Çünkü harama giden yollar açık, ahkâm dışı bir çukura düşmek çok kolay. İnsan helâk olur.
Zira; iyi ile kötü karışmış, haram teşvik edilir olmuş, nefisler şeytan yolunda yürür hale gelmiş.
Gazete, televizyon, internet sebebiyle her türlü kötülük taze ve körpe dimağlara, gönüllere ekilir olmuş.
Çocuk kafede, orada burada gezerse bunun müsebbibi sensin. Öğretmedin, yetiştirmedin mesulsün. Kötü alışkanlıklarının mesulü de sensin. Helâl lokma yedirdin mi? Terbiye ettin mi? İmanı, ahlâkı verdin mi? Numune oldun mu? Duâ edip onunla ilgilendin mi? Arkadaşı kim? Nereye gidiyor-geliyor araştırdın mı? Kendimize şunu soralım: Biz evlâdımıza Allah için ne verebildik, ne yapabiliyoruz?
Evlâtlarımızı alıp camiye, derse, sohbete mi götürüyoruz, yoksa başıboş mu bırakıyoruz?
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz; "Din nasihattır, din nasihattır, din nasihattır..." buyurdular.
Biz de bu mühim hususun ehemmiyetine dikkat çekmek, evlâtlarımızın âhir zaman fitnelerine düçar olmaması, ateşe düşmemesi için ebeveynler olarak ne yapmamız gerektiğini Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin "Çocuğun İlâhi Ahkâm Mucibince Terbiyesi ve Yetiştirilmesi" isimli kitabından özetleyerek Ümmet-i Muhammed'in istifadesine arz ediyoruz:
Zât-ı âlileri çocuk yetiştirilmesine çok dikkat ederlerdi. İyi yetişmemiş çocuklardan anne babayı mesul tutarlar, kendisine birçok güzel hasletleri öğrettiği ve verdiği için kendi babasına, annesine duâ ederlerdi. Bir çocuk odaya hızla girdiğinde veya babasından evvel bir yere girdiğinde, babanın önüne oturduğunda, önünde yürüdüğünde çok kızarlardı. Çocuğa bir şey verdiğinde; kendi mi yiyor, yanındaki kardeşine, arkadaşına mı takdim ediyor bu bile bir ölçü idi. "Çocuğu; çocuk olduğu için, Hazret-i Allah'ın emaneti olduğu için sevmeli ama bu sevgi kalbe girmemeli şefkatle olmalıdır. Bu sevgi ve şefkat çocukların edep ve terbiyelerine mani olmamalıdır." derdi. Yani her şeyleri ölçülüydü. Çocuğu çok sever amma yüz vermezdi.
"Beşeriyetin içinde nasıl numune olur, helâl lokma nasıl yediririm. Onu geceleri Hakk'ın beğeneceği, gündüzleri halkın beğeneceği hale nasıl getiririm düşüncesi babanın vazifesidir."
"Gözle terbiye edin, sözle değil. Dayakla hiç değil" buyururlardı.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin bu husustaki diğer beyanlarını da arz edelim:
"Çocukları çok serbest bırakırsanız, dizginlerini tutmazsanız, elinizde bulundurmazsanız, çocuk yoldan çıkar. Sonra peşimden gel dersin, amma gelir mi?
Onun için çocuğa evvelâ terbiye vermemiz lâzım, edep vermemiz lâzım, her güzelliği vermemiz lâzım. Ondan sonra çocuktan bir şey beklersiniz. Kendi yerine çocuğu oturtursanız çocuktan ne beklersiniz?
Çocuk yerini bilecek, adam yerini bilecek, kadın yerini bilecek.
Babamız dövmezdi bakardı. Bizi gözle terbiye etti. Üç çocuktuk, bakar korkusuyla ellerimiz diz üstünde oturur, birbirimize bakardık. Allah râzı olsun. Allah'ım nur etsin. Bir de ikinci tabiatı vardı. Kendi tüccardı, elime beş kuruş verdiğini hatırlamam. Eve ne lâzımsa getirir, çocuğa da ne lâzımsa getirirdi. Ben büyüdüm para elime geçmeye başladı amma harcamasını bilmiyorum, çünkü öğrenmemişim. Bize iktisadı öğretti.
Çocuk dövülmez, çok seyrek dövülür, gözle terbiye edilir. Çok döversen arsız yaparsın, çok söylersen yüzsüz yaparsın.
Çocuğu at gibi yetiştirmeyin, insan gibi yetiştirin. Yani adam yetiştirmeyin, insan yetiştirin.
O yüzden demişizdir ki: İnsan yetiştirmek murat, adam yetiştirmek değil."
"Çocuğa imandan sonra hemen cihadı kalbine ekelim ki, çocuk imanını, vatanını muhafaza etsin. Hazret-i Allah'a hizmet etsin."
"Çocuğun eline bir iki mecmua verin "Bunu dağıt!" deyin. Gaye kalbine iman ve cihat tohumunu ekmek. O tohum imanın çoğalmasına, kökleşmesine sebep olur. İslâm müdafisi olur, küfrün karşısında durur. Maksat kalbine bu imanı ekebilmek. İslâm'ın müdafisi yapabilmek, küfrün karşısında durmasını sağlamak. Böyle olması, böyle ölmesi için..."
"Bir çocuk Hazret-i Allah'a, Kitabullah'a, Resulullah'a, annesine, babasına bağlıysa o çocuk gider. Onu iyi tanımak lâzım. Bunlarda kopukluk varsa ona iyi denmez."
Ne güzel ölçü bırakmışlar...
Adam olmak kolay, ama adamı insan yapmak zor. Bugün adam çok insan az, bulursan ismini yaz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Andolsun ki biz Âdemoğulları'nı üstün bir izzet ve şerefe mazhar kıldık." buyuruyor. (İsrâ: 70)
Mükerrem insan kimdir?
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Nefsini tertemiz yapıp arındıran felâh bulmuş kurtulmuştur. Onu kirletip örten kişi ise elbette ziyana uğramıştır." (Şems: 9-10)
Dünyayı düşünüp nefsin arzularına uyan, Hakk ve hakikatten uzaklaşıp şeytan ile arkadaş olan kimse aslâ mükerrem insan olamaz. Süflî arzular peşinde oldukları için suretâ insandırlar, icraatları hep hayvanîdir.
Bu suretle de bu işleri kökünden bozarlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Kahrolası insan, ne kadar da nankör!" buyuruyor. (Abese: 17)
Diğer bir Âyet-i kerime'sinde ise şöyle buyuruyor:
"Çünkü insan çok zâlim ve çok câhildir." (Ahzâb: 72)
İnsan Allah-u Teâlâ'nın verdiği ve vereceği nimetleri düşünmez de, değersiz şeyleri arzu eder ve onların peşinde koşar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle haşrolunursunuz."buyuruyorlar.
İnsan sıfat-ı hayvaniyede ama tanınır. Aynı şekil üzerinde mevcuttur. Cehennem de böyledir, insan yanmıştır kömür olmuştur ama kim olduğu belli. Onun için insan bu sıfat-ı hayvaniyeyi izale etmedikçe insan olamıyor. İnsan-ı kâmil zaten olamıyor.
Öyle bir zamandayız ki; "Adam çok insan az, bulursan ismini yaz!" denilecek bir zamandayız.
Sıfat-ı hayvaniyeyi izale eden bir kimse insan olur. Yâsin Sûre-i şerif'indeki;
"Ey insan!" (Yâsin: 1)
Hitabı Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e ait olduğu gibi insanlara hitap edilmiştir.
İnsan kimdir? Bu hitab-ı ilâhi; sıfat-ı hayvaniyi izale etmiş, insan olmuş, artık insan-ı kâmil olmuş, onlaradır.
Allah-u Teâlâ onlara hitap ediyor. "Sen benimle irtibat kurdun, ben de sana hitap ediyorum insan olman şartıyla."
Allah'ım bizi insanlaştırsın. İnsanlık da nasıl olur? Mânevi tekamüliyetle mümkün olur. Bu mânevi tekâmüliyet nefsini tezkiye, ruhunu talim-terbiye suretiyle kalp, ruh, sır, hâfâ ve ahvâ temizlenmiş olacak, murakabaya geçmiş olacak, insan sınıfını geçmeye namzet olacak. Kaç kişi var?
Allah'ım bizi insan ve insan-ı kâmil etsin. Binaenaleyh bu yol, bu yol olduğu için, insanlık üzerinde çalıştığı için, zamanla kâmil olabileceği için, ruh hayat bulacağı için, hayattadır.
Şu gördüğünüz insanların çoğu canlı cenaze. Ruh öleli çok olmuş, ama kalıbı geziyor. Hatta bir mevzu geçti. Bir zât-ı muhterem vefat etmiş. Arkadaşına diyor ki: "İmam efendinin ruhu ölmüş, beni diriltmeye çalışıyor."
Daha hayatta iken ölmüş, canlı cenaze. Kim ki o hale ererse zaten onlar için ölüm yok.
Cenâb-ı Hakk buyuruyor:
"Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanmayın! Bilâkis, onlar diridirler, Rabb'leri katında rızıklanmaktadırlar." (Âl-i İmrân: 169)
İslâm'da kişinin çocuk sahibi olması, büyük sorumluluk gerektiren bir durumdur. Nitekim ana-baba ile çocuk arasındaki münasebet hem ahlâkî hem de hukukî yönden belli esaslara bağlanmıştır. Durum böyle olunca çocuğun varlığı ciddiye alınmalı, iyi bir insan ve samimi bir müslüman olarak yetişmesi için her türlü gayret ve fedakârlık gösterilmelidir. Çocuğun dünya saâdetini ahiret selâmetini gözetmek, onu dünyaya getiren insanların önemle üzerinde durmaları gereken bir husustur. İslâmiyet bu hususta birinci derecede babayı sorumlu tutar.
İşte bunun içindir ki çocuğumuza daha doğarken İslâm terbiyesini uygulamaya başlamak gerekmektedir.
Çocukların ahkâma uygun olarak yetiştirilmeleri ilâhî bir emirdir:
"Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun." (Tahrim: 6)
İnsan bu ilâhî emir ile mükellef olduğu gibi, evlâd-u ıyâlini bu emre tâbi tutmakla mükelleftir. Aksi halde mesuldür.
Bu ise ancak ilâhî emirleri bizzat yapmakla, yasaklardan öncelikle kendisi sakınmakla ve böylece âilesine güzel numune olmakla mümkündür.
Âile efrâdının cehennem ateşine sürüklenmelerine sebep olacak fitne ve isyandan koruyarak Allah-u Teâlâ'nın emirlerine itaat yoluna götürür. Çünkü âile reisi kendisinden sorumlu olduğu gibi âilesinden ve çocuklarından da sorumludur.
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Erkek âile fertlerinin muhafızı durumundadır ve onların hukukundan sorumludur." (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 487 - Müslim: 1829)
Müslümanların gerek kendilerine ve gerekse âilesine karşı mükellefiyetleri çok ağırdır. Anne de bu sorumluluğa ortaktır, âilenin iç düzeniyle birlikte çocukların bakımı ve yetiştirilmesi onun sorumluluk dâiresine girmektedir.
Çocuğun en mükemmel bir şekilde yetişmesi ve:
"Onlar Rabb'lerine inanmış gençlerdi." (Kehf: 13)
Âyet-i kerime'sinde belirtilen imanlı gençlerden olması için ana-babanın bütün imkânlarını kullanarak gayret sarfetmeleri gerekir. Çocuğun dünya saâdeti ve ahiret selâmetini hedef alan böyle bir terbiye, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz tarafından ana-babanın çocuğuna bırakacağı "En güzel miras" olarak vasıflandırılmıştır.
Saîd bin Âs -radiyallahu anh-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Hiçbir baba evlâdına güzel edep ve terbiyeden daha değerli ve üstün bir miras bırakamaz." (Tirmizî: 1953)
Bir baba için en önemli vazife, çocuklarının terbiyesini hakkıyla yerine getirmektir.
Çocuk eğitmek zor ve sabır gerektiren bir iştir. Çocukların üzerine titremek gerekiyor. Güç bir vazife olmakla birlikte, her müslüman çocuklarını koruyup kollamak mecburiyetindedir.
Çocuk ana-babaya ilâhî bir hediye, ilâhî bir emanettir. Kalbi tertemizdir, ekilmemiş bir tarladır, hangi tohum atılırsa o büyür. İyilik telkin edilir, iyi işler yaptırılırsa iyi bir insan olur. Dünya ve ahirette saâdet ve selâmete erer. Böyle güzel bir terbiye ile yetiştirdikleri için anne ve babası da onun ecir ve sevaplarına ortak olurlar.
Eğitim işi, verimin artması için ekinlerin arasında yetişen yabani otları ve dikenleri temizleyen çiftçinin işine benzer.
Müslümanların gerek kendilerine ve gerekse âilesine karşı mükellefiyetleri çok ağırdır.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Çocuklarınıza gereken ikramı yapın ve terbiyelerini güzel yapın." (İbn-i Mâce: 3671)
Şayet iyi terbiye edilmezse kötü bir insan olur. Anne-baba onun kötülüğünden mesuldürler, günahına da ortak olurlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"İnsanın kazandığı şeylerin en değerlisi yetiştirdiği evlâdı ve hiyanetsiz olan alış-verişidir." (Ahmed bin Hanbel)
Çocuğun iffetli, faziletli bir kimse olabilmesi için helâl lokma yedirmeye, helâl giydirmeye itina gösterilmeli, eğitim ve terbiyesine dikkat edilip ahkâm-ı ilâhî öğretilmelidir.
Bir Hadis-i şerif'lerinde ise:
"Çocuklarınızı Peygamber'inize, Ehl-i beyt'ine ve Kur'an okumaya muhabbet gibi üç hasletle terbiye ediniz." buyuruyorlar. (Câmiü's-sağir)
Sâlih bir evlâdın yetişebilmesi için kişi yatakta dahi edebini muhafaza etmelidir. Eğer böyle yaparsa Allah-u Teâlâ da o çocuğa edep ihsan eder.
Anne ve babanın çocuklarına güzel bir numune olmaları da çok mühimdir. Çünkü çocuk iyi veya kötü olarak gördüklerini onlardan öğrenir.
Ana-babasının havâî şeylere daldığını gören bir çocuk, ahlâkî değerleri öğrenemez.
Ana-babasından devamlı surette katılık, öfke, sinir ve parlama, ezâ ve cefâ gören bir çocuk düzenli olamaz ve kendine hâkim olmayı, dil tatlılığını, nezih konuşmayı öğrenemez.
İlk terbiye ocağı ana kucağıdır. İkincisi eğitim, üçüncüsü de muhittir.
Ana-babası çocuğunu güzel şeylerle doldurur, öğretmen o şekilde yapar, muhit de güzel olursa, çocuk güzel yetişir.
Öğretmenlik çok güzel bir vazifedir, sahası geniştir. Bir çok yavruların kalbine nur ekilebilir. Tevhid ekilebilir. Tevhid'in ekildiği yerde kalpler nurlanır.
Öğretmen bir ekici gibidir. Ekilmemiş bir tarla öğretmenin yanına geliyor. Öğretmen güzel tohumlar saçarsa, o tohum zamanı gelince neşv-ü nemâ bulur.
Çalışılırsa büyük vazifeler olabilir. Öğretmen bunun kıymetini bilmeli ve çalışmasını layık-ı veçhile yapmalıdır.
Verimli olabilmek için, evvelâ güzel bir hâlâta sahip olmalı, helâl lokma yemeli, herkes uyurken uyanarak ibadet ve taatla meşgul olmalı, Allah-u Teâlâ'ya niyaz etmelidir.
Allah'ımız o hâli ihsan buyurursa, söz söylenmese de o hâl çocuğa geçer.
Öğretmen dolu ise çocuğu dolduğu ile doldurur. Boş ise, zaten kendisi boş, çocuğa ne dolduracak? Kendisine tesir edemiyor ki, başkasına nasıl edecek? Evvelâ kendisi dolacak ki, başkasını doldurabilsin.
Eğer kişide nur varsa, o nur karşısındakine akseder. Kişi fâsıksa, fıskı akseder.
Ruh gibi nefis de insanın yaratılışında mevcuttur. Toprak, su, hava ve ateşten teşekkül etmiş zulmânî bir buhardır. Karın boşluğunda bulunur, kumandası secde yeridir, bütün vücuda oradan kumanda etmek ister.
Ruh ile nefis vücutta ayrı ayrı yer tutmuşlardır. Nefsin hayatı da ruh iledir.
Nefis süfliyattan, ruh ise ulviyattan yaratılmışlardır. Nefis ahlâk-ı zemime, ruh ise ahlâk-ı hamide ile techiz edilmiştir. Ruh çok lâtiftir, çok âlî, çok yüksek makamdan gelmiştir.
Nefsin tabiatında şehvete, günaha ve kötülüğe meyil vardır. Gücünü hep o yönde kullanır. Onun özelliği böyle olduğu için, insanoğlu sırf kendi nefsine kalırsa, her türlü fenalığa sürüklenir.
Ukbe bin Âmir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Vallahi ben, vefatımdan sonra Allah'a şirk koşmanızdan korkmuyorum, fakat nefislerinize uymanızdan korkuyorum." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 661)
Nefis yedi başlı bir ejderdir. Haset, riyâ, kin, kibir, şehvet, gadap, yalancılık... gibi hayvânî sıfatlardan hangi sıfatta kişiyi yakalarsa, onu alır cehennemin ortasına kadar götürür. Tahribatı dış düşmandan daha büyüktür. Eğer dizginlenmezse Allah-u Teâlâ'nın koyduğu hudutları aşar, gayesine ulaşır. Bu hudutları aşan kimse, kendisini uçurumdan attı demektir.
Bir Hadis-i kudsî'de:
"Nefsine düşman ol. Çünkü o bana karşı düşmanlık ve harp ilân etmiştir." buyuruluyor.
Kişi onun hakkını ona vermeli ve yoluna devam etmelidir. Ve fakat onun arzusuna kapılmamalıdır.
Nefis her iyiliğe engel olmak isteyen, her kötülüğün kapısını açan arkadaştır. Kişinin bu dünyada da arkadaşıdır, kabirde de arkadaşıdır, mahşerde de arkadaşıdır, cennette ve cehennemde de arkadaşıdır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"O gün her nefis iyilik ve kötülük olarak ne işlemişse önünde hazır bulur." (Âl-i imrân: 30)
Nefsin arzu ettiğini yapmamakla muvaffak olunur.
Allah-u Teâlâ müminlerin en önce kendi nefislerini düzeltmek için uğraşmalarının gerektiğine dâir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Siz kendi nefislerinizi ıslah etmeye bakın. Siz doğru yolda bulundukça yoldan sapanların size zararı olmaz." (Mâide: 105)
Size düşen kendinizi düzeltmektir ve nefsinizi ıslah etme yükümlülüğünüzü yerine getirmektir. İsyanlara dalmaktan, ısrarla günah işlemekten korunun. Nefislerinizi ıslah yolundan ayrılmayın.
Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:
"Nefsini tertemiz yapıp arındıran felâh bulmuş kurtulmuştur.
Onu kirletip örten kişi ise ziyana uğramıştır." (Şems: 9-10)
Nefsini günahlardan temizleyip takvâ ile terbiye etmek suretiyle feyizlendiren kimseler gerçek kurtuluşa ermişlerdir.
Ebu Zerr-i Gıfâri -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"En iyi cihad, insanın kendi nefsânî arzularıyla Allah rızâsı için yaptığı cihaddır." (Câmiu's-sağîr: 1247)
Gerçekte insanın nefsini temizlemeye çalışması, nefsin arzularına karşı kendini tutma hususunda sabretmesi ve kendini buna zorlaması; sonunda faydası kendisine âit olan bir vazifedir.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Kim mücahede ederse kendi öz nefsi için mücahede etmiş olur." (Ankebût: 6)
Nefsinin her isteğini yapan kimse cehenneme düşer. Nefsin istemediği kulluk ve fedakârlıkta bulunanlar ise cennete girerler.
Nefsini ayağının altına alırsan vezir olursun. O seni ayağının altına alırsa rezil olursun. Cennet de hak, cehennem de hak. Nefsine dersin ki; "Ey nefis! Tercih et!" O kadar...
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyor:
"Cehennem nefsin istekleri ile, cennet de nefsin hoşlanmadıkları ile örtülüdür." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2035)
İnsan, tuzaktaki daneyi görüp ona yaklaşan kuşa benzer. Kuş danenin arkasında kendisini bekleyen tehlikeyi görmediği için tuzağa düşer. İnsan nefsinin arzularına uyarsa, sürüklenmekte olduğu cehennemi göremez.
Abdullah -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"Cennet sizin her birinize ayakkabısının bağından daha yakındır. Cehennem de böyledir." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2036)
Nefsin esaretinden kurtulamayan insan, yaşayan ölü gibidir. Dünyaya niçin geldiğini, nereye gideceğini bilemez. İki günlük ömründe sermaye toplayamadan gider.
İnsanın kendi nefsi ile cihad etmesine "Cihad-ı ekber" denilmiştir. Çünkü düşmanların en büyüğü nefistir. Bir insanın sana yapacağı en büyük düşmanlık seni öldürmesidir. Bu ise şehâdetine vesile olduğu için, seni en yüksek mertebeye erdirir. Nefsin elinde ölürsen ebedi hayatın mahvolur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde, nefsin bir mümin için ne büyük tehlike olduğunu haber veriyorlar ve şöyle buyuruyorlar:
"En şiddetli düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir." (Beyhakî)
Allah'tan korkan kimse heva ve hevesine uymaz, ibadet ve taate yönelir. Nefsâni arzulardan uzaklaştıkça iffetli olur, haramlardan ve şüpheli şeylerden kaçındıkça verâ ve takvâ sahibi olur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Kim inanır, nefsini ıslah ederse, onlara hiç korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır." (En'âm: 48)
Lâyık oldukları mükâfatlara er geç kavuşacaklardır.
İnsanın terakki edip yükselebilmesi ancak nefse muhalefet etmesiyle kâimdir. Ruhun esâreti nefsin hürriyetidir, nefis esir alınamadıkça ruh hürriyete kavuşamaz. Nefsin istek ve arzularını öldürmedikçe, ruhu diriltmek mümkün değildir.
Bir insan nefsi öldürmedikçe ruhen yükselemez. Dünya puttur, nefsin arzuları puttur, onlara tapmaktan kendisini alamaz. Dinin hakikatine, imanın kemâliyetine varamaz. Şu halde ölmeden evvel ölmek, yani nefsi öldürmek lâzım ki ruh dirilsin.
Nefsin işgali altında kalan ruh ya hastadır, ya da ölü mesabesindedir, yani canlı cenazedir.
Ulvî olan ruh, bu karanlık cesetle birleşince yedi perde ile aslî hâlinden perdelenmiştir. Bu perdelerden her birine nefsin dereceleri veya makamları denir.
Tam yedi perdeli hâli "Nefs-i emmâre"dir. Bir perdenin kalkmasıyla "Levvâme", iki perdenin kalkmasıyla "Mülhime", üç perdenin kalkmasıyla "Mutmainne" gibi isimler alır. Daha sonra "Râziye", "Mardiyye", "Sâfiye"gibi dereceler gelir.
Birinci nefisten yedinci nefse doğru gelindikçe ve her perde kalktıkça; cismâniyet, zulmâniyet, kesafet azalırken, derece derece ruhâniyet, nûrâniyet ve letâfet artar, ruha mânevî âlemden ışıklar sızar. Tam perdeli hâlinde ise hiç ışık sızmaz. Perde sayısı azaldığı nispette nefis saflaşır.
Farz-ı muhal ki bir şeyin üzerine örtü örtülmüş. Bu örtüyü yağmur, rüzgâr, güneş yıkıp yakıp yıpratıyor. Perde zayıfladıkça örtülen şey yavaş yavaş belirmeye başlıyor.
İşte kişinin kalbi de yedi kalın perde ile örtülüdür. Bütün perdelerin kalkması hâlinde ise tamamen nur kesilir. Bu makam, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in makamıdır.
Altı derecenin ismi Kur'an-ı kerim'de açık olarak zikrediliyorsa da, "Nefs-i sâfiye" Âyet-i kerîme'lerin işaretlerinden anlaşılmaktadır.
Her nefsin bir âlemi, bir seyri, bir hâli, bir vâridi, bir yeri, bir müşâhedesi, bir ismi, bir nuru vardır.
Nefsin çeşitli hayvânî sıfatları vardır. Mücadele ve mücahede yapıldıkça, bu sıfatlar bir bir küçülür. Bundan sonra her sıfat değiştikçe kuvvetten düşer. Sonraki sıfat daha zayıftır.
Fakat şu husus unutulmamalıdır ki, nefis ne kadar zayıflarsa zayıflasın, küçülürse küçülsün, ancak sıfatını değiştirir. Meselâ aslansa kedi olur, sinek olur. Her zaman için tehlikelidir ve korunmak lâzımdır. Ne kadar küçülse, sıfatlar bir bir izale edilse bile kalan sıfatlar yine de tehlikelidir, icraatını yapmak ister.
Meselâ bir kedinin yapacağı tahribat, bir aslanın yapacağı tahribattan küçüktür. O şiddet kırılmış ve öldürülmüş olur. Öldürüldükçe de ruh terakki eder, yükselir.
Hazret-i Allah Kur'an-ı kerim'de her iyiliğe engel olan nefsin, huzur-u ilâhiye'de nasıl çekiştiğini
Âyet-i kerime'lerinde şöyle haber veriyor:
"Allah şöyle buyurur: 'Ey sürücü ve şahid! Haydi ikiniz atın cehenneme her inatçı nankör kâfiri!'
Hayra, iyiliklere bütün hızıyla engel olan azgın zâlim şüpheciyi!
O ki, Allah ile beraber başka bir ilâh edinmişti. Haydi, atın şiddetli azabın içine!" (Kâf: 24-25-26)
İşte Allah'a karşı gelmenin cezası. Dünyada hayır için çalışmamış, nefsin arzu ve isteklerini yerine getirmiş, ilâhi ahkâmı dinlememiş, nefsin ve şeytanın oyunlarına gelmiş olan inkârcının cezası budur.
Nefis, kendisini ve canını kurtarmak için hemen kabahati kişiye attı.
"Yanındaki arkadaşı der ki: 'Ey Rabb'imiz! Ben onu azdırmadım, fakat o kendisi derin bir sapıklık içindeydi!'" (Kâf: 27)
"O arkadaşı!" dediği nefistir, insanla nefis orada ayrıldı.
Saadet ehliyse beraber yaşarlar, felâket ehliyse orada birbirleriyle itişirler. Eğer nefis ıslah edilirse, ruhla beraber o da cennet-i alâ'ya giriyor. Yok azarsa ruhla beraber o da cehenneme giriyor.
"Allah şöyle buyurur: 'Benim huzurumda çekişmeyin! Size daha önce bunu bildirmiştim.'" (Kâf: 28)
Binaenaleyh nefis en büyük belâdır. En büyük düşmandır.
Şeytan da insanın en büyük düşmanıdır.
Her insanın bir şeytanı vardır. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in de kendisine musallat olan bir şeytanı varken, Allah-u Teâlâ ona yardım etmiş ve şeytanı müslüman olmuştur.
Allah-u Teâlâ kullarına karşı çok şefkatli, çok merhametli olduğundan şeytanın düşmanlığından korumak ve sakındırmak için şöyle buyuruyor:
"Ey Âdemoğulları! Ben size: 'Şeytana ibadet etmeyin, o sizin apaçık bir düşmanınızdır, bana kulluk edin, bu dosdoğru yoldur.' diye emretmedim mi?" (Yâsin: 60-61)
Kendisini şeytana teslim eden kişi ona ibadet ediyor demektir.
Akıllı insan, hayır görse bile düşmanından bir şey kabul etmez. Çünkü onun tuzağından emin olunmaz.
Şeytan cehenneme çağıran bir simsar ve tellâldır.
"Andolsun ki o sizden birçok nesilleri kandırıp saptırmıştır." (Yâsin: 62)
Bu yüzden de başlarına ne türlü felâketler gelmiştir. Bu felâketler ve azapların haberleri her tarafa yayılmış ve asırlar boyu izleri devam edegelmiştir.
"Hâlâ akıl erdirmiyor musunuz?" (Yâsin: 62)
Sizin aklınız yok mu ki, hâlâ şeytanın peşinden gitmektesiniz!
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"O kendi taraftarlarını, çılgın alevli cehennem halkından olmaya çağırır." (Fâtır: 6)
Onun bundan başka gaye ve maksadı yoktur. Akıllı kimsenin, onun bu çağrısına uyması yakışmaz.
Allah-u Teâlâ'ya gönülden inanan, ibadetlerini yapan kullarının üzerinde şeytanın hiçbir hakimiyeti olamaz.
Çünkü onlar Allah-u Teâlâ'nın hıfz-u himayesindedirler.
Şeytanın nüfuzundan ve vesvesesinden korunmak için zikrullah en büyük kalkandır.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Takvâya erenler, şeytan tarafından bir vesveseye uğrayınca Allah'ı zikrederler. Bir de bakarsın ki onlar gerçeği görüp bilmişlerdir bile." (A'raf: 201)
Kendi hatalarının nerede olduğunu ve şeytanın hilesinin nereden geldiğini görürler ve hemen yanlıştan sakınırlar. Böylece Allah-u Teâlâ tarafından kendisine ihsan edilen basiretleri daha da artmış olur.
Şu Âyet-i kerime unutulmamalıdır:
"Ey insanlar! Şüphe yok ki, Allah'ın hesap günü hakkındaki vaadi gerçektir. O halde dünya hayatı sakın sizi aldatmasın. O çok aldatıcı şeytan da Allah'ın affına güvendirerek sizi aldatmasın." (Fâtır: 5)
Allah-u Teâlâ'nın bunca ihsanları karşısında bunca isyan! Helâk olan eski kavimler bollukta iken, sefahat içinde iken belâ ve âfâtlara uğramışlardır. Onların birer kabahatlerinden ötürü başlarına felâketler gelmişti. O kavimlerin yaptıkları kabahatlerin bugün hepsi yapılıyor. Her kötülüğün anası bu devirde mevcut. Onun için böyle bir devir gelmiş değil.
Bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"İnsanlara mutlaka öyle bir zaman gelecek ki, malı helâl yolla mı, haram yolla mı aldıklarına aldırış etmez." (Buhârî)
İşte o gün bugündür!
Allah-u Teâlâ kesin olarak yasak ettiği halde, Âyet-i kerime'sinde:
"Şeytanın pis, murdar işidir!" Buyurduğu halde, kadınlar da erkekler de her çeşit içkiyi içiyor, her türlü kumarı oynuyor.
Fâizcilerin cehennemlik olduğu, eğer fâiz terkedilmezse bunun Allah-u Teâlâ'ya ve Resul'üne karşı açılmış bir harp olduğu haber verildiği halde, fâizle iş görülüyor, hatta fâize "helâl" diyenler bile çıkıyor. Halbuki Allah-u Teâlâ'nın ve Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in emirlerini hiçe sayanlar otomatik olarak küfre girmiştir.
Allah-u Teâlâ nikâhlı yaşamayı meşru kıldığı halde, Âyet-i kerime'sinde:
"Zinâya yaklaşmayın, zirâ o bir hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur."
Buyurduğu halde gayr-i meşru yollar tutuluyor, Lût kavminin helâkına mucip olan kötülükler yapılıyor, eşine hayızlı ve nifaslı iken mukarenette bulunanlar çıkıyor.
Evlilikte en mühim şart dinî nikâh olduğu halde, mehir şart olduğu halde, kadının bu meşru hakkı verilmiyor. Mehrin adını bile duymayanlar var. Duysa bile yapmıyor, yapsa bile vermiyor, böylece nikâhsız ömür sürüyor.
Kimisi çocuk olmaması için ilâhî hükmü değiştirmeye çalışarak her türlü çareye başvuruyor, kimisi çocuk daha doğmadan ana karnındayken öldürüp katil oluyor, kimisi de olsun diye her türlü hayâsızlığa ve zinâya râzı oluyor.
Kimisi saçlarını boyuyor, tırnaklarına oje sürüyor, kat olduğu için ve su geçirmediği için cünüp geziyor. Kimisi de saçlarını ondüle yapıyor, düzeni bozulmaması için kafasını yıkamıyor.
Gusül alınmıyor, abdest de öylesine...
"Dinin direği" olduğu halde namaz kılınmıyor. Kılanların yüzde doksanı taharete, istibrâya dikkat etmediği için, abdestsiz namaz kılıyor da haberi olmuyor.
Emr-i ilâhî olduğu halde zekât verilmiyor, öşür verilmiyor.
Haksız yere adam öldürmeler çoğalmış, ticaret ahlâkı bozulmuş.
Adaletle iş yapılmıyor, emanet ganimet biliniyor. Rüşvetin adı hediye olmuş.
Bütün bunların yanında din adına bölünmeler artık çekilmez olmuş. Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde:
"Mü'minler kardeştir." buyurduğu halde:
"Dine bağlı kalın, dinde ayrılığa düşmeyin!" buyurduğu halde müslümanlar fırka fırka bölünmüşler, bu din-i mübini kendi menfaatlerine âlet ediyorlar.
Günümüz insanları Hakk'tan kopmuşlar.
Zenginler sarhoş, kadınlar çılgın, orta tabaka şaşkın ve şuursuz.
Gönüller hep perişan.
Bu kadar ihsan-ı ilâhî karşısında ilâhî hükümlere karşı gelmek, şeytana uyup onun peşine gitmek, bunca isyan yakışır mı? Bu isyanlar hiç şüphesiz cezasız kalmaz!
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'na hitaben şöyle buyurdular:
"Siz öyle bir zamanda yaşıyorsunuz ki, kim memur olduğu vazifenin onda birini terk ederse helâk olur. Fakat öyle bir zaman gelecek ki, onlardan her kim kendisine emredilenlerin onda birini işlerse kurtulacaktır." (Tirmizî)
Çok tehlikeli, çok müzayakalı, çok da kıymetli bir zaman.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"İnsanlara öyle bir zaman gelecektir ki, aralarında dini üzerine sabreden, ateşi elinde tutan gibidir." (Tirmizi)
Bu güçlükler içerisinde azmeden, Allah'ına yönelen, yürümeye çalışan kimseler için hem dünyada hem de ahirette büyük saâdetler vardır.
Ma'kıl bin Yesar -radiyallahu anh-den rivayet edilen diğer bir Hadis-i şerif'lerinde ise buyururlar ki:
"Fitne-fesadın çoğaldığı bir zamanda ibadet etmek, bana hicret etmek gibidir." (Müslim: 2948)
Fitne zamanında yapılan ibadetin faziletli olması, insanların ekserisi fitneye karışarak ibadetten gafil kaldıkları içindir. Allah-u Teâlâ bir kulunu muhafaza edip hıfz-u himâye ve tasarruf-u ilâhîsine aldığı zaman böyle oluyor.
•
Askerde arkadaşın bir onbaşı rütbesi ile emrettiği zaman, onun emrine riayet ve itaat etmek mecburiyetinde kalıyorsun da; seni yoktan var eden, âzâ nimetleriyle donatan, mülkünde bulunduran Allah-u Teâlâ'ya isyan ettiğinde, cezâsız kalacağını, azapsız bırakacağını mı zannediyorsun?
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"İnsanlar, günahları çoğalmadıkça helâk olmayacaklardır." (Ebu Dâvud: 4347)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Ümmetim üzerine öyle bir zaman gelecektir ki İslâm'ın yalnız ismi, imanın resmi, Kur'an'dan ise harf ve hurufat kalacak.
Gayretleri mideleri, dinleri para, kıbleleri karıları olacak. Onlar aza kanaat etmeyecekler, çok ile de doymayacaklar."
İnsanlar bu hâle geldiği zaman bunlar zuhur edecek ve çeşitli ibtilâlara maruz kalacaklar. Bunun içindir ki içki, kumar, fuhuş, faiz, denize çırılçıplak girilmesi gibi ve buna mümasil küfür âdetlerinin yerleşmesi, bunların yaygınlaşması, hakikatin kalkması ile artık insanlar her şeye müstehak olmuş demektir.
Halk bu isyanlarının cezalarını hiç şüphesiz ki görecektir.
Allah-u Teâlâ bir Hadis-i kudsi'de buyurur ki:
"Benim cinlerle ve insanlarla önemli bir hadisem var! Ben yaratıyorum, benden başkasına ibadet ediliyor! Ben rızıklandırıyorum, benden başkasına şükrediliyor." (Taberânî)
Kadınlar çılgın, erkekler sarhoş, orta tabaka şaşkın, zenginler azgın.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki gayretleri mideleri, şerefleri servetleri, kıbleleri karıları, dinleri dirhemleri ve dinarları olacak. Onlar mahlûkatın en şerlileridir ve onların Allah katında hiçbir nasipleri yoktur." (Deylemî)
Böyle zamanda böyle insanlar gelecek ve insanlar da böyle cezalanacak.
Dünya cezaları böyle olduğu gibi, ahiretteki cezaları da ebedî cehennemde kalmalarıdır.
Hak ve hakikatten saptıkları için başlarına bu belâlar gelecek.
Diğer bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Fuhuş ve ahlâksızlık açıkça yapılıncaya ve dirhem ile dinara tapılıncaya kadar, şöyle şöyle oluncaya kadar kıyamet kopmaz." (Ahmed bin Hanbel)
Bütün bu Hadis-i şerif'ler kıyametin küçük alâmetlerinin bir bir zuhur ettiğini göstermektedir.
Ulemânın durumu ise meydanda. Bunların yaptığı tahribatı hiçbir papaz ve hiçbir kâfir yapamaz. Çünkü onların cephesi var, tedbirini alırsın. Fakat bunlar İslâm gibi göründükleri için, çok büyük tahribat yaparlar. Dinleyenler sözüne inanır, müslümansa İslâm'dan çıkar, kâfir ise zaten küfründe devam eder.
Halk çoğunlukla nefse uydukları, İslâm'ı yaşamak, emr-i ilâhî'yi tatbik etmek nefislerine zor geldiği için açık kapı aramaktadırlar. Nefisler yol bulmuş akıyor, şeytanın peşine takılmış gidiyor. Fakat hiç "Öleceğim!", "Hesap vereceğim!" diyen yok.
Her türlü küfür adeti, her türlü ahlâksızlık, cinayet, vaka-i adiye haline geldi. Müslümanlar ahkâmı yaşamaz oldu.
Onun için bu halk bu yerlerden yok olup gitti. Artık yarın huzur-u ilâhi'ye çıkacağız. Nasıl çıkacağımızı O bilir. Herkes kendine yonttu. Ve iş Allah'a kaldı.
Bunların hepsi kıyameti, âhir zamanı yaşadığımızı haber veriyor.
Ve kıyametin küçük alâmetleri bir bir çıkmaya, zuhur etmeye başlamıştır. Ve bu hal son deccale kadar devam edecektir.
İnsan öldürmelerin çoğaldığı, fitne, fesadın ayyuka çıktığı bir seyyiat zamanında yaşıyoruz.
Bütün bu iş ve icraatlar, imansızlığın, vicdansızlığın, İslâm dininden bîhaber olmanın, ilim ve irfan eksikliğinin bir neticesidir. Bunun gibi, bu gibi vahşetlerin ve katillerin çoğalmasında ölüm cezası gibi suça uygun cezaların kaldırılmasının da etkisi bulunmakta, vicdanlarda adalet duygusu büyük yara almaktadır.
Her ne sebeple olursa olsun masum insanı öldürmenin te'vili yoktur. İzahı da mümkün değildir. Onu yaratan, can veren, ancak o canı alır.
Adam öldürmelerin çoğalması kıyamet alâmetlerindendir.
Nitekim Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Herc çoğalmadıkça kıyamet kopmayacaktır."
Buyurmuşlar, Ashâb-ı kiram: "Herc nedir yâ Resulellah?" diye sorduklarında:
"Katildir katil!" buyurmuşlardır. (Müslim: 157)
İşte bugünkü durum, hemen her gün gazetelerde cinayet haberleri okuyoruz.
En yakınlarını, hatta annesini, babasını, çocuğunu öldürenlerle karşılaşıyoruz.
Hiç yoktan yere, sebepsiz yere katil olanlar var.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Nefsim kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, insanlara öyle bir zaman gelecek, katil niçin öldürdüğünü, maktül de niçin öldürüldüğünü bilmeyecektir." (Müslim)
Bugünkü anarşi, bugünkü sebepsiz katliamlar beyan ediliyor.
Gördüğünüz gibi öyle katliamlar oluyor ki, değil Türkiye, bütün dünya dehşete kapılıyor.
Halbuki insan öldürmek İslâm'da en büyük bir suç ve en büyük bir günahtır.
Kur'an-ı kerim'de öldürmenin haram olduğuna dair pek çok Âyet-i kerime vardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde bir mümini haksız yere öldürmenin büyük bir cinayet olduğunu ve o nispette cezaya sebep olacağını beyan buyurmaktadır:
"Kim bir mümini kasten öldürürse, onun cezası, içinde devamlı kalacağı cehennemdir." (Nisâ: 93)
Çünkü o, çok büyük bir suç işlemiştir.
"Allah ona gazap etmiş, lânetlemiş ve büyük bir azap hazırlamıştır." (Nisâ: 93)
Cehennemde ebedî kalma cezası, katilin tevbekâr olmamasına âittir. Tevbesinin kabul edilip edilmemesi ise Allah-u Teâlâ'nın iradesine bağlıdır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Eğer gök ve yer sakinleri bir müminin kanının akıtılmasına (öldürülmesine) katılsalar, Allah mutlaka onları cehenneme yüzü üzere sürer." (Tirmizî. Diyât 8)
İnsanların nazarında dünya büyük ve önemli bir varlık olmasına rağmen, bir mümini öldürmenin anlatılmayacak derecede tehlikeli ve korkunç bir âfet olduğu belirtilmektedir.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Kim bir cana kıymamış, ya da yeryüzünde bozgunculuk yapmamış olan bir kimseyi öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibidir." (Mâide: 32)
Burada insan hayatının ne kadar değerli olduğu gözler önüne serilmektedir.
Haksız yere bir başkasının hayatını alan veya ölümüne sebep olan kimse, yalnızca bir kişiye zulmetmekle kalmamış, aynı zamanda insan hayatının ulvîliğini ayaklar altına almış, bu hususta başkalarına da cesaret vermiş, Allah-u Teâlâ'nın gazabını haketmiş olur.
Haksız yere kasten bir kimseyi öldürmek en büyük suç ve günahlardan sayılır. Bu cinayeti işleyenler dünyada kısasa, ahirette ise cezaya uğrar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Kıyamet gününde insanlar arasında ilk görülecek dâvâ, kanlarla ilgili olacaktır." (Buhârî, Diyât, 1)
Bu Hadis-i şerif haksız olarak bir insanın hayatına son vermenin en büyük günahların başında geldiğini gösterir.
İslâm hukukuna göre kasten adam öldürmenin cezası kısastır.
Allah-u Teâlâ zulmü kaldırmak ve insanlar arasında eşitliği sağlamak için kısas Âyet-i kerime'lerini indirmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Ey iman edenler! Öldürenler hakkında size kısas farz kılındı." (Bakara: 178)
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Mümin haram olan kanı akıtmadıkça, dininin geniş alanında kalır." buyuruyorlar. (Buhârî)
Bir mümin büyük günahlar işlese de; tevbe eder, kul haklarını öderse, Allah-u Teâlâ'nın affına uğrayabilir ve dininin geniş alanında kalır. Fakat kendisine mümin kardeşinin kanı bulaşan kimse, aff-ı ilâhiden ümitsiz olarak yaşadığından, dini de hayatı da onu sıkar. Huzur içinde yaşayamaz.
Öldürülen insanın velisi, kısas yoluyla katilin öldürülmesini istese bile, bu ceza dünyadaki cezasıdır. Ölenle öldürülen arasındaki diğer hükümler ahirete kalmıştır.
•
İlâhî mahkemede îlây-ı kelimetullah için öldüren kurtulacak, fakat gayr-i meşru bir maksatla öldüren, öldürdüğü kimsenin de günahını yüklenerek hesap yerinden ayrılacaktır.
Abdullah bin Mes'ud -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:
"Kıyamet günü bir adam bir başkasının elinden tutmuş olarak gelir ve 'Ey Rabb'im! Bu beni öldürdü!' der.
Aziz ve Celil olan Allah da 'Onu niye öldürdün?' diye sorar. Adam 'İzzet senin için olsun diye öldürdüm!' der. Allah-u Teâlâ 'İzzet benim içindir!' buyurur.
Bir başka adam da bir başkasının elinden tutmuş olarak gelir ve 'Ey Rabb'im! Bu beni öldürdü!' der.
Aziz ve Celil olan Allah da 'Onu niye öldürdün?' diye sorar. Adam 'İzzet falancanın olsun diye öldürdüm!' der. Allah-u Teâlâ 'İzzet falancanın değildir!' buyurur ve o adam öbürünün günahıyla döner." (Nesâi. Tahrim 2)
İnsan öldürmenin haram olduğunu belirten daha pek çok Hadis-i şerif mevcuttur.
Büreyde -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Müminin öldürülmesi Allah katında, bütün dünyanın yok olup gitmesinden daha büyüktür." (Nesâi:Tahrim 1)