Fitne harp gibidir. Düşmana: "Sen bana saldırma!" demeye hakkın yok. O da hücumunu yapacak, sen de hücumunu yapacaksın. Mücadele ve mücahede böyle olur, kazanç da böyle olur. Fitne ile mücadele edildiği nispette kazanç vardır. O bir hiç uğruna canını fedâ ediyor. Sen kendini inanmış kabul ediyorsun; hem de fitneden çekinirsen mücadeleyi kaybetmiş olursun. Kâfir kâfirdir, küfrünün icabatını yapacak.
Kâfir diş biliyor. Çünkü İslâm'dan büyük darbe gördü. Bu yüzden Batı İslâm'ı ve O'nun peygamberi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i sevmez.
Zira küffar çok iyi biliyor ki, Resulullah Aleyhisselâm'a olan imanı, sevgi ve bağlılığı yıktığı zaman İslâm'ı yıkmış olacaklar.
Küffarla işbirliği yapanlar, kâfirin küfrünü hoş görenler de oldu.
"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir milletin; babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa, Allah'a ve Peygamber'ine muhalefet eden kimselere sevgi beslediklerini göremezsin." (Mücâdele: 22)
Resulullah Aleyhisselâm'a karşı takınılacak edep, saygı ve hürmet imanımızın gereğidir.
Ona saygısızlık ise imansızlığın delilidir.
Hazret-i Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Allah-u Teâlâ'nın bütün âlemlere gönderdiği, bütün insanlığı irşadla vazifelendirdiği son peygamberidir. Hazret-i Allah'ın nurudur, âlemlerin gurur ve surûrudur.
Ona iman etmeyi, teslim olmayı, itaat etmeyi, saygı ve hürmet göstermeyi şart koşmuş, Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmuştur:
"Müminler ancak o kimselerdir ki, Allah'a ve Resul'üne iman etmişlerdir." (Nûr: 62)
"Kim Allah'a ve Resul'üne iman etmezse, bilsin ki biz kâfirler için çılgın bir ateş hazırlamışızdır." (Fetih: 13)
"Resul'üm! De ki: 'Allah'a ve Peygamber'e itaat edin.' Şayet yüz çevirirlerse şüphesiz ki Allah kâfirleri sevmez." (Âl-i imrân: 32)
Muhammed Mustafa -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i sevip iman etmeden, ona tabi olmadan "Allah'ı seviyorum." diyenlerin iddiaları suretadır.
Nitekim Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Resul'üm! Onlara söyle: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.'" (Âl-i imran: 31)
Enes -radiyallahu anh-den rivâyet edilen bir Hadis-i şerif'te ise şöyle buyurulmaktadır:
"Şu üç haslet kimde bulunursa imanın tadını tatmıştır:
Allah'ı ve O'nun Peygamber'ini herkesten ve her şeyden fazla sevmek.
Sevdiğini ancak Allah için sevmek.
İman ettikten sonra, ateşe atılmaktan nefret eder gibi küfre dönmekten nefret etmek."(Buhârî, Tecrid-i sarîh: 16 - Müslim: 43)
Bu Hadis-i şerif İslâm'ın esas kâidelerinden birisidir. Bu nokta çok incedir. Allah-u Teâlâ'yı ve Resulullah Aleyhisselâm'ı sevmek lâf işi değildir. Sevdiğini Allah için sevmek şarttır. Sevginin aslı, sevgilinin arzusuna uygun olan şeye meyletmektir.
Hadis-i şerif'te geçen ateşe atılmak, küfre düşmek mânâsınadır. İşte herkes kendi ateşini ve küfrünü bu Âyet-i kerimeler ve Hadis-i şerif'ler ile ayırabilir.
Gerçekten Allah-u Teâlâ'yı ve Resulullah Aleyhisselâm'ı mı seviyor?
Sevdiklerini Allah için mi seviyor?
Allah-u Teâlâ'nın nehyettiği şeylerden kaçınıp, onu cehenneme götürecek yollardan nefret mi ediyor?
Bunlar kişiye bir ölçüdür. Bugün bu ayna herkese lâzımdır, zira herkes kendini bu aynada görsün.
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'a iman etmeyenlerin imanını kesinlikle kabul etmediği gibi onu incitip üzenlere dahi acıklı bir azap vadetmiştir:
"Allah'ın Peygamber'ini incitip üzenlere acıklı bir azap vardır." (Tevbe: 61)
"Allah'ı ve Peygamber'ini incitenlere, Allah dünyada da ahirette de lânet etmiştir. Onlara alçaltıcı bir azap hazırlamıştır." (Ahzâb: 57)
Allah-u Teâlâ'nın hükmü budur. Bir müslümüna düşen bu hükme teslim olmaktır.
Küffar imanı olmadığı için Resulullah Aleyhisselâm'ı sevmez. Ona hakaret eder. Müslümanların ona olan sevgi ve bağlılıklarını yok etmek ister.
Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Allah'a ve Peygamber'ine muhalefette bulunanlar, kendilerinden öncekilerin alçaltıldığı gibi alçaltılacaklardır. Halbuki biz apaçık âyetler indirmişizdir. Kâfirler için alçaltıcı bir azap vardır." (Mücâdele: 5)
Kâfir küfrünün icabını yapıyor, lâyık olduğu yeri kendisi hazırlıyor. Ancak bir müslümanın bu küfrü hoş görmesi, küffara destek olması onun da küfre düşmesine sebep olur.
İslâm düşmanları her fırsatta Resulullah Aleyhisselâm'a hakaret ediyor. Fitne ve fesat çıkartmak için elinden geleni yapıyor.
Geçtiğimiz Aralık ayında yayınlanan yazımızda küffarın İslâm'a, müslümanlara ve hususiyetle bu millete olan düşmanlığını arzetmiştik:Şöyle ki;
"Ehl-i Küfür İslâm'a ve Müslümanlara Düşmandır. İntikam Almak İster.
İman-Küfür Mücadelesinde Bin Yıldır İslâm'ın Bayraktarlığını Bu Necip Millet Yapmıştır. Bu Yüzden Batı Bizi Sevmez.
"Sen Onların Dinlerine Uymadıkça Ne Yahudiler Ne De Hıristiyanlar Aslâ Senden Hoşnut Olmazlar." (Bakara: 120)
"Eğer Onların Güçleri Yetse, Sizi Dininizden Döndürünceye Kadar Size Karşı Savaşa Devam Ederler." (Bakara: 217)" (Bkz. Hakikat Aylık İslâm Dergisi, Aralık 2014)
Kâfir diş biliyor, çünkü İslâm'dan hakikaten büyük darbe gördü. Bu yüzden Batı İslâm'ı ve O'nun peygamberi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i ve O'nun müdafii olan bu necip milleti sevmez.
Küffarın İslâm'a düşmanlığının en büyük tezahürü Resulullah Aleyhisselâm'a olan düşmanlığıdır.
Zira küffar çok iyi biliyor ki, Resulullah Aleyhisselâm'a olan sevgi, bağlılık ve imanı yıktığı zaman İslâm'ı yıkmış olacaklar.
Nitekim dikkat ederseniz Avrupa'da İslâm karşıtı hareketlerde tırmanış yaşanıyor. Almanya'da başlayan İslâm karşıtı Pegida isimli hareket hızla taraftar topluyor. Hırsızlık ve kokain ticaretinden sabıkalı Lutz Bachmann adlı bir Alman tarafından kurulan Pegida (Batının İslamlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar) hareketi Ekim 2014'te 350 kişiyle yaptığı ilk mitinginden sonra 2-3 ay gibi kısa bir zamanda 25 bin kişiye ulaştı ve birçok şehirde kalabalık gösteriler düzenledi. Bu gibi hareketlerin arkasında hükümetlerin gizli desteğinin olduğunu tahmin etmek zor değil.
Küffar ocak ayında Fransa'da çirkefliğiyle meşhur bir dergiye yapılan saldırıyı fırsat bilip Resulullah Aleyhisselâm'a, İslâm'a ve müslümanlara saldırının hakaretin dozunu artırdı.
Küffar çok büyük bir plan ile, müslümanları Avrupa'da rahatsız etmek, dışarıya atmak için; aynı zamanda halkının İslâm'a olan ilgisini ve teveccühünü kesmek için, tezgah kuruyor. İslâm'a karşı her türlü hakareti "Özgürlük" adı altında destekliyor.
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i pis, necis dilleriyle, her çizgisinden çirkeflik damlayan kalemleriyle karalamak istediler.
Sizin pis murdar kaleminiz onu lekeleyemez. Onun sahibi Hazret-i Allahtır. O tertemizdir. Siz ise necissiniz. Pis temizi lekeleyemez, nar nuru söndüremez.
"Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir necis (pislik)tir." (Tevbe: 28)
"Artık onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardır." (Tevbe: 95)
"O murdarlığı aklını kullanmayanlara verir." (Yunus: 100)
Niçin pis, niçin necis, niçin murdardırlar?
Onlar Allah-u Teâlâ'nın nazargâhı olan kalplerini şirk, küfür ve isyan murdarlığıyla kirletmişlerdir. Rabb'lerinden tertemiz gelen ruhlarını küfür karanlığına itip tanınmaz bir hâle sokmuşlardır.
Şirk mânevi pisliklerin en fenâsıdır. Onlarda mânevî murdarlık vardır. İçleri pis olduğu için onlar pisliğin bizzat kendisidirler. Gözle görülen cismani pisliklerden nasıl sakınmak gerekiyorsa, bulaşması daha çabuk, zararı daha fazla olan ruhânî ve ahlâkî pisliklerden de daha öncelikli olarak sakınmak ve uzak durmak gerekir. Dışarıdan görünmese bile içleri kesinlikle pistir, niyetleri ve ruhları habistir.
Ve fakat bu kâfirlerle işbirliği yapanların, bunlara destek verenlerin de onlarla beraber Hazret-i Allah'ın gadabına uğrayacakları Âyet-i kerime'de haber veriliyor:
"Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi alay ve eğlenceye alanları ve kâfirleri dost edinmeyin.
Eğer mümin iseniz Allah'tan korkun!" (Mâide: 57)
Allah'tan korkun da, sizin ve dininizin düşmanı olan bu kişileri dost edinmeyin. Çünkü hakiki iman, bu gibi din düşmanlarından kaçınmayı ve sakınmayı iktiza eder.
Bu beyan, ilâhî bir hükümdür ve inananlara mahsustur.
Bu nokta, iman ile küfrün ayrılış noktasıdır. Yetmiş iki fırka nasıl cehenneme gidecek? İşte böyle gidecek.
Eğer onlar gerçekten iman etmiş olsalardı, kâfirleri dost edinmezler; Allah-u Teâlâ'ya, Peygamber'ine ve Kur'an-ı kerim'e düşmanlık gibi ağır bir suçu işlemeye cüret etmezlerdi.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Eğer onlar Allah'a, Peygamber'e ve ona indirilene (Kur'an'a) inanmış olsalardı, onları dost edinmezlerdi.
Fakat onların çoğu yoldan çıkmış fâsıklardır." (Mâide: 81)
Onlar küfür ve nifaklarını devam ettiren kimselerdir.
Bu Âyet-i kerime dahi onları tanımanız için kâfi değil midir?
Allah için sevgi, Allah için buğz; imanın en sağlam kulpudur, imanın tekâmülünde en büyük âmildir.
Allah-u Teâlâ Musa Aleyhisselâm'a:
"Benim için bir amel işledin mi?" diye sorduğu zaman: "Evet Yâ Rabb'i! Senin için namaz kıldım, oruç tuttum, sadaka verdim." diye cevap vermişti.
Allah-u Teâlâ:
"Yâ Musa! Bunlar senin içindir. Sen benim için bir dostumu dost, bir düşmanımı da düşman edindin mi?" buyurdu.
"Allah için sevgi", kişiyi kendi şahsî menfaati için değil de, Allah-u Teâlâ'nın rızasını kazanmak, ahiret saâdet ve selâmetine ermek için sevmektir. Sevdiğini Allah için seven kimsenin, sevmediğini de Allah için sevmemesi lâzımdır. Hatta ne kadar ibâdet ederse etsin, bunu ayırt edemezse dalâlettedir, ibâdetlerinden fayda göremez. Çok ince bir noktadır.
Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'inde Peygamber'i Muhammed Aleyhisselâm hakkında birçok Âyet-i kerime nâzil buyurmuştur. Resulullah Aleyhisselâm'ın Allah katındaki değeri beşer idrakinin fevkindedir. Adem Aleyhisselâm'dan beri bütün peygamberlere Ahir zaman peygamberine iman mükellefiyeti yüklenmiştir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Allah'a çağıran (Muhammed'e) uyun ve ona iman edin ki Allah da sizin günahlarınızı bağışlasın ve sizi can yakıcı azaptan korusun." buyuruyor. (Ahkâf: 31)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Resul'üm! Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiyâ: 107)
Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm bu ilâhî fermanının mazharı olmuştur.
Allah-u Teâlâ böyle buyuruyor, Yaratan böyle yapmış onu.
Varlığı bütün varlıklar için en büyük rahmettir. Rahmet-i ilâhî'nin tecessüm etmiş bir tecellîsidir. Hazret-i Allah'ın bütün âlemleri bir kimsede toplaması elbette mümkündür.
Allah-u Teâlâ Hadis-i Kudsî'sinde:
"Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım." buyuruyor. (K. Hafâ. c. 2, s. 164)
O: "Asluhu nur, cismuhu Âdem"dir. Âlemlere rahmet oluşu nurundan ötürüdür.
Burada apaçık görülüyor ki Allah-u Teâlâ nurundan onun nurunu yarattı ve o nurdan mükevvenatı donattı, onu yaratmasa idi, mükevvenatı da donatmayacaktı. Onun için Sebeb-i mevcûdât oluşu buradandır. Her canlının Allah-u Teâlâ'ya şükretmesi ve Resulullah Aleyhisselâm'a müteşekkir olması lâzım, çünkü onunla hayat bulmuştur.
Bir Âyet-i kerime'de de:
"O sizden iman edenler için bir rahmettir." buyuruluyor. (Tevbe: 61)
Onun rahmet olduğunu tasdik edip ümmeti olanlara, zâhir ve bâtın her türlü rahmet kapıları açılır. O rahmetten nasibini alanlar; dünyada da ahirette de saâdet ve selâmete kavuşurlar, her türlü kötülüklerden sıkıntılardan kurtulurlar.
Müminlere rahmettir. Çünkü onlara doğru yolu göstermiştir. Kâfirlere de rahmettir, çünkü azaplarının ertelenmesine vesile olmuştur. Ondan önce gönderilen herhangi bir peygamberi, ümmeti ısrarla reddettiği zaman; Allah-u Teâlâ onları yere batırma, suda boğma... gibi cezalarla helâk ediyordu. Fakat onu tekzib eden müşriklerin azâbı ise öldükten sonraya tehir edilmiştir. Nitekim Âyet-i kerime'de:
"Sen içlerinde iken Allah onlara azâb etmez." buyuruluyor. (Enfâl: 33)
Rahmet Peygamber'i olduğu için, aralarında bulunmasından dolayı Allah-u Teâlâ bir ikram olarak onlara mühlet vermiştir.
Ondan sonra bir peygamber gelmeyeceğine göre, dünyanın sonuna kadar âlemlere rahmettir. Hayatı rahmettir, memâtı da rahmettir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde Resulullah Aleyhisselâm'ın, ümmetleri hakkında nefislerinden de ileri olduğunu; muhtereme hanımlarının ise müminlerin mânen anneleri bulunduğunu bildiriyor:
"O Peygamber müminlere öz nefislerinden evlâdır, canlarından da ileridir. Zevceleri ise müminlerin anneleridir." (Ahzâb: 6)
Çünkü müminlerin mânen hayat bulması ve yaşaması, ancak ve ancak o Zât-ı âlî sayesinde mümkündür.
Madem ki o insanın öz nefsinden evlâdır, şu halde bütün insanlardan üstündür.
Bunu böyle bilip iman edenin imanı kemâle ermiştir. Bu halde olmayanlar her ne kadar iman etmiş görünüyor iseler de imandan mahrumdurlar.
Bu Âyet-i kerime bir berzahtır, bir aynadır. Herkes kendi durumunu buradan ölçsün.
Peygamber hakkı; müminlerin kendi öz nefislerinin, ana, baba, evlât ve bütün insanların hakkından daha büyüktür. Çünkü müminler onun sayesinde ebedî cehennemden kurtulmuş, hidayete onun sayesinde ermişlerdir.
Onun emirleri bütün emirlere tercih edilmelidir. Onun sevgisi bütün sevgilerin üzerinde olmalıdır. Onun bütün müslümanların üzerinde umumî bir velâyet hakkı vardır.
Allah-u Teâlâ onu nasıl şereflendirmiş, hakların en büyüğünün onun hakkı olduğunu beyan etmişse; onun tertemiz zevceleri de, onun zevceleri olduklarından dolayı, müminlere anne kılarak onlara saygı ve hürmeti farz kılmıştır.
Görüldüğü üzere Allah-u Teâlâ onların müminlerin anneleri olduğunu bildirmiştir. Buna göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz müminlerin mânevî babasıdır.
Câbir bin Abdullah -radiyallahu anh-den rivâyet edilen bir Hadis-i şerif'te ise şöyle buyuruluyor:
"Ben her mümine kendisinden daha evlâyım." (Müslim: 867)
Bunun sebebi, Sebeb-i mevcûdât oluşudur. İnsanın mânevî hayat bulmasına yegâne sebep onun Rahmeten lil-âlemîn olmasıdır.
O Allah-u Teâlâ'ya ulaştırmak için tek bir rehberdir. Eğer o lütuflar olmasaydı dalâlette ve karanlıkta kalınırdı. Senin nefsin cehenneme atılsaydı bundan daha büyük zulüm mü olurdu? Onun için gerçekten de kendi nefsinden evlâdır. Yalnız bilen için...
"Hiçbir kimse ben kendisine babasından, evlâdından ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça kâmil mümin olamaz." (Buhârî-Müslim)
Bu Hadis-i şerif'in mânâsı: "Ben kendisine en sevdiği şeylerden daha sevgili olmadıkça, bir kimsenin imanı kemâle eremez." demektir.
Herkes Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i sevdiğini iddiâ edebilir. Gerçekte ise peygamber sevgisi kesin olarak itaat etme ve hiçbir surette muhalefet etmemekle gerçekleşir. İmanın hakikati da ancak bununla tamam olur.
Ashâb-ı kiram'dan Amr bin Âs -radiyallahu ahn- der ki:
"Benim için Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-den daha sevgili, benim gözümde ondan daha büyük kimse yoktu. Amma ona olan tâzimimden dolayı, gözüm doya doya ben ona bakamıyordum."
Onlar öyle seviyorlardı, öyle tâzim ediyorlardı. Çünkü onlar imanın kemâline ermişlerdi, büyük bir aşkla imanın halâvetini gönüllerinin derinliklerinde tadıyorlardı.
Senin oğlun var, kızın var, gelinin var, liderin var, önderin var. Ve sen iman etmiş görünüyorsun!
Amma sevgiyi onlara bağlamışsın.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Beni seven cennette benimle beraber olur." (Tirmizî)
"Kıyamet ne zaman kopacak ya Resulellah!" diye soran bir zâta:
"O gün için ne hazırladın?" buyurdular.
O da: "Hiçbir hazırlığım yok. Fakat ben Allah'ı ve O'nun Peygamber'ini çok severim." dedi. Bunun üzerine ona şu müjdeyi verdiler:
"Öyle ise sen, sevdiklerinle berabersin."
Hadis-i şerif'i rivayet eden Enes bin Malik -radiyallahu anh- der ki:
"Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in bu haberine sevindiğimiz gibi hiçbir şey bizi sevindirmedi." (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 1495)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Allah sevgisine vasıta olduğu için, onu seven Allah-u Teâlâ'yı sevmiş olur. Dostun dostu da dosttur.
Kimde onun muhabbeti varsa onda hayat vardır. Kim ki ona tâbi olursa dünya ve ahiret azabından emin olur, iki cihan saâdetine erer, Hakk'ın yüce zâtına yaklaşır, yakınlık bulur, hakikate varır.
O Allah-u Teâlâ'nın "Mahbub"u olduğu için, yolunda bulunup izinde gidenler de "Mahbubiyet" derecesine ulaşır. Çünkü bir kimse sevdiği bir kimsenin ahlâkını başkasında gördüğü zaman onu da sever.
Onun aslı nurdur. Allah-u Teâlâ o nurda tecellî ettiği için: "Sirâc-ı münîr = Nur saçan kandil" olmuştur.
Allah-u Teâlâ kulu ve Resul'ü Muhammed Aleyhisselâm'ın bizzat mübarek şahsını; mücessem bir hidayet, bir rehber ve bir önder kılmıştır. Mübarek vücudu serâpâ nurdur. Bu nur ile körler bile görür, duymayan kulaklar duyar, kapalı kalpler açılır, yolunu şaşıranlar yol bulur. Bu hususta Allah-u Teâlâ, Zât-ı risaletpenâhî'yi muhatap kılarak şöyle buyuruyor:
"Ey Peygamber! Biz seni bir şâhit, bir müjdeci, bir uyarıcı, Allah'ın izniyle Allah'a çağıran ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik." (Ahzâb: 45-46)
Bunun içindir ki vücud-ı şerif'leri, ruhları, lisanları, kalpleri, ahlâk ve amelleri, ilim ve fehimleri nur kaynağıdır. Bu öyle bir nur ki, bu nur Allah-u Teâlâ'nın nurudur. Bu öyle bir kandil ki, bütün âlemleri nurlandıran bir kandildir.
"Resul'üm! De ki: Ben de sizin gibi bir beşerim. Ancak bana vahyolunuyor." (Kehf: 110)
İşte onun hakkındaki bütün yanılmalar bu noktadan doğuyor. "Ben de sizin gibi bir beşerim." beyanı, onun beşer yönüdür, zâhirî görünüşüdür, dışıdır.
İşte bu perdenin ötesine geçemeyenler:
"Allah'tan size bir NUR ve apaçık bir kitap gelmiştir." (Mâide: 15)
Âyet-i kerime'sinde geldiği haber verilen bu "Nur"u göremediler, cisimde takılıp kaldılar, "Nur"a inemediler, hidayete eremediler ve iman etmiş de olmadılar. Onlar öteye geçemedikleri için, ilâhî nurdan, rahmetten, merhametten mahrum kaldılar.
Âyet-i kerime'de geçen; "Nur" Muhammed Aleyhisselâm'dır, zira ancak onun vasıtası ile hidayete erilir. "Kitap" ise Kur'an-ı kerim'dir, o da hidayet rehberidir.
"Ben de sizin gibi bir beşerim." Âyet-i kerime'sini görerek: "O da bizim gibi bir insandır." diyenler, onun:
"Asluhu nur, cismuhu âdem" olduğunu, "Sirâc-ı münîr" olduğunu, "Nur saçan kandil" olduğunu bildiren ve buna benzer Âyet-i kerime'leri görememektedirler. Nefisleri onlara onu göstermiş, diğerini göstermemiş. Hakikati göremediklerinden ötürü de Âyet-i kerime'lere iman etmediler ve imandan kaydılar. Bu ise Allah-u Teâlâ'nın onların kalplerini döndürmesinden ileri gelmektedir.
Resulullah Aleyhisselâm'ı hükümsüz ve hiçe sayanlar; "Aslıhu kâfir, cismuhu necis" tir.
Bu necasetliklerinden ötürü o "Nur"a leke sürmeye çalışıyorlar. Bu necaset halleri ile o "Nur"u görmeleri mümkün değildir. Amma kendilerinin necis olduğunu da bilmiyorlar.
İslâm dinine göre iman; Allah-u Teâlâ'nın varlığına, birliğine, Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'ın O'nun kulu ve peygamberi olduğuna ve onun Allah-u Teâlâ tarafından bize getirip tebliğ ettiği esas ve hükümlerin doğru ve gerçek olduğuna tereddüt etmeden kesin olarak inanmaktır.
İslâm dinine girmenin ilk şartı olan bu iki esas "Kelime-i şehâdet"te toplanmıştır:
"Şüphesiz şehâdet ederim ki Allah'tan başka ilâh yoktur, yine şehâdet ederim ki Muhammed Aleyhisselâm Allah'ın kulu ve peygamberidir."
Kelime-i şehâdet'i kalp ile tasdik edip dil ile de söyleyen bir kimse, bu kapıdan müslümanlık dairesine girmiş olur.
Allah-u Teâlâ bütün beşeriyete hitap ederek Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Ey insanlar! Rabb'inizden size hak bir Peygamber gelmiştir." (Nisâ: 170)
O size İslâm'ı getirmiştir. Âlemlerin Rabb'i olan Allah-u Teâlâ'ya teslim olmak isteyen için takip edilecek tek yol, getirdiği dindir.
"O hâlde kendi hayrınıza olarak hemen ona iman edin." (Nisâ: 170)
Allah-u Teâlâ bütün insanlık âlemine hitap ederek, onlara kendi katından hak bir peygamber, ilâhî bir burhan, büyük bir delil gönderdiğini Âyet-i kerime'lerinde haber vermektedir:
"Ey insanlar! Rabb'inizden size HAK BİR PEYGAMBER gelmiştir. O hâlde kendi hayrınıza olarak hemen ona iman edin." (Nisâ: 170)
Allah-u Teâlâ'nın nuru, âlemlerin gurur ve sürûru olan Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'ın gerek yüksek şahsiyeti, gerekse tebliğ ettiği esaslar ve prensipler, onun hak bir peygamber olduğunu göstermektedir.
Âlemlerin Rabb'i olan Allah-u Teâlâ'ya teslim olmak isteyenler için takip edilecek tek yol, onun getirdiği İslâm dinidir.
"Ey insanlar! Size Rabb'inizden KESİN BİR DELİL geldi." (Nisâ: 174)
Öyle bir "Delil" ki, karşı tarafa herhangi bir mazeret bırakmayacak, her türlü şek ve şüpheyi ortadan kaldıracak kadar kesin bir "Delil"dir.
Allah-u Teâlâ ona imanı kendisine imanla bir tutmuştur. Ona iman etmeyen, Allah-u Teâlâ'ya iman etmemiş demektir. O'nun peygamberliğini kabul etmeyen, Allah-u Teâlâ'yı kabul etmemiş demektir.
Zira Kelime-i Tevhid iki rükun ile tamamlanır:
"Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resulullah."
Birisini söyleyip birisini söylemezse iman etmiş olmaz. Muhammed Aleyhisselâm'a inanmayan kişi müslüman sayılmaz.
Allah-u Teâlâ Muhammed Aleyhisselâm'ı dost edindi. Adını adı ile andı. Onun hoşnutluğunu kendi hoşnutluğu ile bir tuttu. Ona imanı, Tevhid'in iki rüknünden biri yaptı. "Lâ ilâhe illâllah"tan sonra "Muhammedün Resulullah" ünvanını getirdi. Muhammed Aleyhisselâm'a inanmayan kişinin müslüman sayılmayacağını belirtti.
Bu iki kelime arasında tam bir ittifak vardır. Resulullah Aleyhisselâm'ın peygamberliğine şehâdet olmadan sadece Allah inancı fayda vermez.
Kâfir de Allah'a inandığını söylüyor. Ama Peygamber'imize inanmadığı için imanı makbul değildir. Allah'a inandığını söylüyor ama O'nun gönderdiği Peygamber'ine "Ben senin Peygamber'ini kabul etmiyorum!" diyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Varlığım kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki; bu ümmetten yahudi olsun hıristiyan olsun, kim benim peygamberliğimi duyar da benim getirdiğime iman etmeden ölürse mutlaka cehennemliklerden olur." (Müslim: 153)
"Lâ ilâhe illâllah" demekle iman etmiş olmaz, "Muhammedün Resulullah" deyince iman etmiş olur. Allah-u Teâla onun sayesinde dalâlette olanları hidayete erdirdi.
Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadim'inde şöyle buyurmaktadır:
"Müminler ancak o kimselerdir ki, Allah'a ve Resul'üne iman etmişlerdir." (Nûr: 62)
"Muhammed Allah'ın Peygamber'idir. Onunla beraber bulunanlar da kâfirlere karşı çok çetin ve sert, birbirlerine karşı çok merhametlidirler." (Fetih: 29)
"Ey iman edenler! Allah'tan nasıl korkmak lâzımsa öylece korkun. Sakın siz müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin." (Âl-i imrân: 102)
Resulullah Aleyhisselâm Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyurmaktadır:
"Cennete sadece müslüman olan girer." (Buhârî)
"İşte bunlar Kur'an'a inanırlar. Bu hiziplerden (gruplardan) kim onu inkâr ederse, cehennem ateşi onun varacağı yerdir. Bundan hiç şüphe etme! Doğrusu o, Rabb'in tarafından indirilmiş haktır. Fakat insanların çoğu inanmazlar." (Hûd: 17)
Biz Allah-u Teâlâ'nın hükmünü beyan ediyoruz.
"Kim Allah'ın indirdiği hükümlerle hüküm vermezse, işte onlar zâlimlerdir." (Mâide: 45)
Âllah-u Teâlâ böyle buyuruyor,
Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki:
"Allah'a ve Resul'üne itaat edin." (Enfâl: 1)
"Peygamber'e itaat eden, muhakkak Allah'a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, biz seni onların üzerine bekçi göndermedik." (Nisâ: 80)
"Allah'a ve Peygamber'ine muhalefet edenler, işte onlar en aşağılık kimseler arasındadırlar." (Mücâdele: 20)
İlâhi hüküm budur. İman; Allah ve Resul'üne iman ile muteberdir.
Bu, Allah ve Resul'ünün hükmüdür, ahmedin mehmedin sözü değildir.
Biz "Elhamdülillah!" müslümanız. Bizim kitabımızda bunlar var.
Resulullah Aleyhisselâm'a imanı lüzumsuz görenlerin durumu iman etmeyen küffarla aynıdır, hatta daha kötüdür. Çünkü imanları yok ama müslümanız diyorlar.
"Münafıklar sana geldikleri zaman: 'Senin Allah'ın elçisi olduğuna şâhitlik ederiz.' derler. Allah, senin gerçekten O'nun elçisi olduğunu çok iyi bilir. Ve Allah, münafıkların yalancı olduklarına da şâhitlik ediyor." (Münâfikûn: 1)
Bunların hâli kabirde, mahşerde, cehennemde nice olur? Doğrusu çok büyük cesaretleri var.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Mü'min kul, kabrine konulup onun arkadaş ve sevenleri geri dönüp gittiklerinde -ki bunlar yürürken ayak seslerini muhakkak işitir- ona (Münker ve Nekir adlı) iki melek gelir. Onu oturturlar ve:
'Şu Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) denilen kimse hakkında ne dersin?' diye sorarlar. O mü'min de:
'Samimi olarak bildiğim ve size de bildirmek istediğim şudur ki, Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- Allah'ın kulu ve Allah'ın Resul'üdür.' diye cevap verir.
Bunun üzerine melekler tarafından:
'Ey mümin! Cehennemdeki yerine bak, Allah-u Teâlâ bu azap yerini senin için cennetten yüce bir makama tebdil eyledi.' denilir.
Fakat kâfir veyahud münafık (meleklerin sorusuna):
'Muhammed hakkında bir şey bilmiyorum. Halkın ona (peygamber) dedikleri bir sözü (işitir), ben de halka uyup söylerdim!' diye cevap verir. Bu iki melek tarafından bu kâfir veya münafığa:
'Hay sen anlamaz ve uymaz olaydın' denilir. Sonra bu kâfir veya münafığın iki kulağı arasına demirden bir topuzla vurulur. O topuzu yiyen kâfir veya münâfık öyle bir bağırışla bağırır ki, bu feryadı insan ve cinler hariç her varlık işitir." (Buhârî, Tecrid-i sarih: 658)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyurmuşlardır:
"(Münker ve Nekir) melekleri gelerek mü'mini kabrinde oturttuğunda (meleklerin suallerine cevaben) mümin'in 'Lâ ilâhe illâllah, Muhammedün Resulullah' diyerek şehadet getirmesi:
'Allah iman edenlere hem dünyada hem de ahirette o sâbit söz üzerinde daima sebat ihsan eder. (Gönüllerinde yerleşen şehâdet kelimesiyle dünyada ve kabirde böyle sâbit kılar.)' (İbrahim: 27) kavl-i şerif'inin canlı bir ifadesi)dir." (Buhârî, Tecrid-i sarih: 672)
Kâfirin küfrünü, Resulullah'ı inkârlarını hoş görenler kabirde "Muhammed (Aleyhisselâm) kimdir?" sualine cevap veremeyeceklerdir. Vay onların haline!
"Her yalancı günah yüklü kimsenin vay haline!" (Câsiye: 7)
Bedir Savaşı'na hazırlanırken Ashab-ı kiram'ı ile istişare yapmıştı. Onlar da kendilerine nasıl değer verildiğini görerek fevkalâde mahzuz olmuşlar ve şöyle söylemişlerdi:
"Yâ Resulellah! Allah sana ne emrettiyse yerine getir. Bize denizi geçelim desen, seninle birlikte geçeriz. Dünyanın öbür ucuna gidelim desen, seninle beraber gideriz.
Kavminin Musa Aleyhisselâm'a dediği gibi 'Sen ve Rabb'in varın savaşın, biz burada oturacağız' demeyiz, fakat biz deriz ki 'Sen dilediğin yere git, seninle beraber olacağız.'"
Resulullah Aleyhisselâm'ı bu derece sevmenin mükâfatı da unutulacak gibi değildir.
Bu en yüksek mertebedir. "Peygamberlerle beraber olmak" mertebesidir.
Allah-u Teâlâ gönderdiği bütün peygamberlerine Muhammed Aleyhisselâm'dan bahsetmiş ve onun sıfatlarını anlatmıştır. Eğer onun saâdetli zamanına erişirlerse, mutlaka ona iman edip dinine yardım edeceklerine dair kesin söz aldı. Onlar da Muhammed Aleyhisselâm'ın geldiğini idrak ederlerse hemen iman edip dinine yardım etmelerine dair ümmetlerinden söz aldılar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah vaktiyle peygamberlerden kesin söz almıştı:
'Celâlim hakkı için, size kitap ve hikmet verdim. Sizde olan o kitap ve hikmeti tasdik edip doğrulayan bir peygamber gelecek. Ona mutlaka iman edeceksiniz ve mutlaka ona yardımda bulunacaksınız. Bunu kabul ettiniz mi? Ve bu ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?' demişti.
Onlar da: 'Kabul ettik.' demişlerdi.
Allah da: 'O halde şâhit olun, ben de sizinle beraber şâhit olanlardanım.' buyurmuştu."(Âl-i imran: 81)
Binaenaleyh bütün ümmetler ahir zaman Peygamber'ini bekliyordu. Çünkü ona iman etmekle mükellef tutulmuşlardı. Ancak yahudiler olsun, hıristiyanlar olsun bekledikleri halde iman etmediler.
"Kendilerine kitap verdiklerimiz (Peygamber'i), kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Kendilerini hüsrana uğratanlara gelince, onlar iman etmezler." (En'am: 20)
İman etmeyen yahudi ve hıristiyanlar küfürde kaldıkları gibi, Abdullah bin Selâm, Selmân-ı Fârisî, Adiy bin Hatim -radiyallahu anhüm- Hazerâtı gibi iman edenler de ebedî saadete ve nûra nâil oldular.
"Onlar ki yanlarında bulunan Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o Elçi'ye, o ümmî Peygamber'e uyarlar. O Peygamber kendilerine iyiliği emreder, kötülükten men eder. Onlara temiz şeyleri helâl, çirkin şeyleri de haram kılar. Onların ağır yüklerini, sırtlarındaki zinciri kaldırıp atar.
İşte o Peygamber'e inanan, saygı gösterip aziz tutan, ona yardım eden, onunla gönderilen nura uyanlar yok mu? İşte onlar kurtuluşa ve saâdete erenlerdir." (A'raf: 157)
Zira Allah katında din "İslâm"dır.
"Allah katında din İslâm'dır. Ancak kendilerine kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra birbirlerini çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allah'ın âyetlerini inkâr ederse, bilsin ki Allah hesabı çok çabuk görendir." (Âl-i imran: 19)
"Bugün size dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı beğendim." (Mâide: 3)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in ism-i şerifleri ve vasıfları Tevrat'ta da İncil'de de yazılı bulunuyordu.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Onlar ki yanlarında bulunan Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Peygamber'e uyarlar." (A'râf: 157)
Gerçekten Allah-u Teâlâ Tevrat'ta da, İncil'de de, Resulullah Aleyhisselâm'ın vasfını bildirdiğinden, fazilet ve meziyetini duyurduğundan ötürü; gerek peygamberler, gerek onlara yakın olanlar bunu o anda kabul etmiş ve iman etmişlerdir. Hiçbir itirazları da olmamıştır. Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde yahudi ve hıristiyanlardan, Kur'an-ı kerim'i indirildiği gibi okuyan müslüman bir grup olduğunu haber veriyor:
"Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, onu hakkını gözeterek okurlar. Çünkü onlar ona iman ederler. Onu inkâr edenlere gelince, işte gerçekten zarara uğrayanlar onlardır." (Bakara: 121)
Onlar bütün hakları gözetirler, Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a gönülden bağlıdırlar. Emirlerine itaat ederler, yasaklarından kaçınırlar. Böylece dünyada huzur ve saâdet içinde yaşadıkları gibi, inşaallah ahirette de selâmette olurlar.
O hevâ ve heves sahipleri ise artık gerçek mânâsıyla kitap ehli değildirler.
Yahudiler Tevrat'ta hıristiyanlar İncil'de âhir zaman Peygamber'inin vasıflarını gördüler ve onun gelmesini beklediler. Her nesil bunu kendinden sonra geleceklere anlattı ve geldiği zaman inanmalarını tembihledi. Bu sebeple her iki zümre de bu Peygamber'in gelmesini dört gözle bekliyorlardı. Ancak beklenen Peygamber'in Araplar arasından ve bir yetim kimse olarak gönderildiğini görünce, sırf ırkçılık gayretiyle inkâr ettiler. Halbuki onun gerçekten peygamber olduğunu, kendi oğullarını bilip tanıdıkları gibi tanıyorlar ve gelmesini bekliyorlardı.
"Kendilerine kitap verdiklerimiz onu, öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar." (Bakara: 146)
Allah-u Teâlâ: "Bilmedik, bulmadık!.." dememeleri için Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini eksiksiz ve en güzel bir şekilde tanıtmıştır. Hatta onlar onu öz oğullarından daha iyi tanırlar. Çünkü tanıtan, onu yaratan Allah-u Teâlâ'dır.
"Buna rağmen onlardan bir grup, bile bile gerçeği gizlerler." (Bakara: 146)
Fakat Allah-u Teâlâ'nın onu bu kadar açık tanıtmasına rağmen sırf kibirlerine yediremeyerek ona uymayanlar; Allah-u Teâlâ'nın emirlerine muhalefet ettikleri için, ebedî felâket ve azap içinde kaldılar.
Resulullah Aleyhisselâm aynı zamanda ebul-ervah'tır, bütün ruhların babasıdır. Allah-u Teâlâ kendi ruhundan ona ruh verdi, o ruhtan bütün ruhları yarattı.
"Ey insan!" (Yâsin: 1)
Hitabının muhatabı Muhammed Aleyhisselâm'dır. İnsan-ı kâmil, hülâsa-i insan odur.
Allah-u Teâlâ kendi lütfu ve keremi olarak ona:
"Yâsin! = Ey insan!" diye hitap etmiştir.
Bu ism-i şerif'i ona bizzat Allah-u Teâlâ bahşetmiştir. Zira O kendi nurundan nurunu yarattığı, o nurdan mükevvenâtı donattığı için, onu bu ism-i şerif'e mazhar etmiştir.
"Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık." (Tîn: 4)
Aslında bu hitab-ı ilâhî'ye mazhar olan ve Âyet-i kerime mucibince en güzel bir biçimde yaratıldığı belirtilen insan da yine odur.
Nurundan nurunu yarattığı, o nurdan mükevvenâtı donattığı için; nurun hülâsasını, hakikatin hülâsasını, bütün güzelliklerin hülâsasını Allah-u Teâlâ ona koymuştur. Güzeller güzelliğini ondan alır. O Rehber-i sâdık'tır.
Bunu böyle bilip iman edenin imanı kemâle ermiştir. Bu halde olmayanlar her ne kadar iman etmiş gibi görünüyor iseler de imanları surette kalmıştır, imandan mahrumdurlar.
Huneyn savaşı'nda müslümanların ellerine pek çok esir düşmüş, ganimet malı geçmişti. O zamana kadar bu derece mal ve esirin alındığı Arap tarihinde görülmemişti. Resulullah Aleyhisselâm ganimet mallarını dağıtmaya başladı. Bu mallar beşe bölündü, dördü askerlere verildi, birisi Beytü'l-mâl'e ayrıldı. Beytü'l-mâl hissesinin tasarrufu Resulullah Aleyhisselâm'a âit bir hak idi. Bu taksim işinde Resulullah Aleyhisselâm, en büyük hisseyi Medineliler'den ziyade Mekke'nin yeni müslüman olan eşrafına ayırdı. Kur'an-ı kerim'de beyan buyurulduğu üzere bunlar, kendilerine: "Kalpleri İslâm'a ısındırılmak istenenler." mânâsına gelen "Müellefe-i kulûb" adı verilen otuz kadar kişiydi. Müellefe-i kulûb'a karşı yapılan bu yüksek lütuflar, yeni müslümanları tam olarak İslâm'a ısındırmak ve kazandırmak, müslüman olmayanları da İslâm'a sokmak içindi.
Resulullah Aleyhisselâm'ın bu yüksek düşüncesi, Ensâr'dan bazı gençlerin sızlanmalarına yol açtı.
Kendi aralarında:
"Allah Peygamber'imize hayır ihsan buyursun! Artık o kendi kavmine kavuştu. Bizi bıraktı, Kureyş'e bol bol verdi. Halbuki kılıçlarımızdan hâlâ Kureyş kanı damlıyor!" diye serzenişte bulunuyorlardı.
Resulullah Aleyhisselâm bu dedikoduyu Ensâr'dan Sa'd bin Ubâde -radiyallahu anh-den duydu ve çok üzüldü. Hemen Ensâr'ın toplanmasını Sa'd -radiyallahu anh-a emretti. Deriden bir çadır içinde toplanan Ensâr ile konuşup Allah'a hamd-ü senâdan sonra söze başladı:
"Ey Ensâr! Siz yolunu şaşırmış müşriklerdendiniz. Allah, benim vasıtamla size doğru yolu göstermedi mi? Siz birliğinizi kaybetmiş, birbirinizden ayrılmıştınız! Benim Medine'ye hicretimle Allah sizi birleştirmedi mi? Siz fakir idiniz, benim aranıza girmemle sizi Allah refaha kavuşturmadı mı?" diye sordu.
Ensâr bütün bu soruları: "Bütün minnet, Allah ve Resul'ü içindir!" diye cevaplandırdılar.
Resulullah Aleyhisselâm:
"Ey Ensâr! Eğer siz de isteseydiniz, benim bu sorularıma şöyle diyebilirdiniz:
'Kavmin seni yalanladı, bize hicret ettin. Biz seni tasdik ettik. Kavmin seni terketti, biz sana yardım ettik. Kavmin seni kovdu, biz seni göğsümüze bastık. Sen yoksuldun, biz seni malımıza ortak yaptık.'
Bütün bunları tekrarlasaydınız, doğru söylemiş olurdunuz. Ben de sizi tasdik ederdim.
Ey Ensâr! Sizin tarafınızdan söylenmiş bazı sözler var ki, bana kadar erişti. Bu sözler doğru mu?" deyince Ensâr:
"Yâ Resulellah! Bizim büyüklerimizden hiçbiri sizi üzecek hiçbir şey söylememiştir. Yalnız bazı gençlerimiz, bazı duygulara kapılmış." dediler.
Resulullah Aleyhisselâm:
"Kureyş'ten bazılarına dünyalık verdiğim doğrudur. Bunlar müşriklik zamanına yakın oldukları için, gönüllerini İslâm'a ısındırmak istedim, bunun için verdim.
Ey Ensâr! Herkes aldıkları mallarla giderken siz de Peygamber'inizle evlerinize dönmek istemez misiniz?" buyurdu.
O zaman bütün Ensâr hep bir ağızdan:
"Yâ Resulellah! Biz yalnız seninle gitmek isteriz!" diye heyecanlı bir sesle bağrıştılar. Birçoğu da hüngür hüngür ağladılar. Gözlerinden akan yaşlar sakallarını ıslattı.
Resulullah Aleyhisselâm da onlarla birlikte ağladı ve sözlerine devamla:
"Eğer hicret şerefi, hicret fazileti olmasaydı, muhakkak ben Ensâr'dan biri olmak isterdim. Ey Ensâr! Herkes bir yol tutup gitse, ben Ensâr'ın yolunda giderdim." buyurdu, Ensâr'a hayır ile duâ etti.
•
Bedir savaşı'na hazırlanırken Ashab-ı kiram'ı ile istişare yapmıştı. Onlar da kendilerine nasıl değer verildiğini görerek fevkalâde mahzuz olmuşlar ve şöyle söylemişlerdi:
"Yâ Resulellah! Allah sana ne emrettiyse yerine getir. Bize denizi geçelim desen, seninle birlikte geçeriz. Dünyanın öbür ucuna gidelim desen, seninle beraber gideriz.
Kavminin Musa Aleyhisselâm'a dediği gibi 'Sen ve Rabb'in varın savaşın, biz burada oturacağız' demeyiz, fakat biz deriz ki 'Sen dilediğin yere git, seninle beraber olacağız."
Resulullah Aleyhisselâm'ı bu derece sevmenin mükâfatı da unutulacak gibi değildir.
Bu en yüksek mertebedir. "Peygamberlerle beraber olmak" mertebesidir.
"Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâ'dır bu
Nazar-gâh-ı İlâhî'dir Makâm-ı Mustafâ'dır bu.
Felekde mâh-ı nev Bâbü's-Selâm'ın sîne-çâkidir
Bunun kandîli Cevzâ matla-ı nûr u ziyâdır bu.
Habîb-i Kibriyâ'nın hâbgâhıdır fazîlette
Tefevvuk-kerde-i Arş-ı Cenâb-ı Kibriyâ'dır bu.
Bu hâkin pertevinden oldu deycûr-ı adem zâil
Amâdan açtı mevcûdât dü-çeşmin tûtiyâdır bu.
Mürâât-i edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha
Metâf-ı kudsiyândır cilve-gâh-ı enbiyâdır bu."
Tasavvuf terbiyesi görmüş olan Peygamber âşığı Nâbî, Hacc'a gitmek üzere bir kısım devlet erkanıyla birlikte yola çıkar. Medine-i Münevvere'ye iyice yaklaştıkları bir gece, kafiledekilerden bazıları ayaklarını kıbleye doğru uzatmış, uyumaktadırlar. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in beldesinde, edebe aykırı böyle bir gaflet hâlini bir türlü hazmedemeyen ve çok üzülen Nâbî, içinden gelen bir ilhamla yukarıdaki kasideyi söyler.
Kafile şafak vakti Medine-i Münevvere'ye girerken, Ravza-i Mutahhara'nın minarelerinden sabah ezanı okunmaktadır. Müezzin, ezanı bitirince Osmanlıca bir kaside okumaya başlar. Nâbî, dikkat eder, okunan kendi şiiridir, fakat bu şiiri daha Medine'ye gelmeden yolda yazmıştır. Hemen minarenin kapısına koşar. Müezzine; "Allah aşkına, okuduğun bu kasideyi nereden öğrendin!" der. Müezzin şöyle cevap verir:
"Bu gece rüyâmda Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i gördüm, bana dedi ki:
"Ümmetimden Nâbî adında bir şair, benim hakkımda şu kasideyi yazdı, hoşuma gittiği için bunu okumanı arzu ediyorum."
Ben de rüyâmda Efendimiz'den öğrendiğim beyitleri aynen okudum." Nâbî, sevincinden bayılıp düşer.
Allah-u Teâlâ Resul'ünü kabul etmeyen kâfirlere kesinlikle rahmet ve merhamet nazarıyla bakmıyor.
Şöyle buyuruyor:
"Bilmiyorlar mı ki, Allah'a ve Resul'üne karşı koyan bir kimseye elbette içinde ebedî kalacağı cehennem ateşi vardır. İşte bu en büyük rüsvaylıktır." (Tevbe: 63)
Allah-u Teâlâ kendisine ve Resul'üne karşı gelenlere en büyük rüsvaylığı vaad ettiği gibi, Resul'üne iman etmeyenlerin "kâfir olduğunu" ve bu kâfirler için hazırladığı azabı Âyet-i kerime'sinde haber veriyor:
"Kim Allah'a ve Resul'üne iman etmezse, bilsin ki biz kâfirler için çılgın bir ateş hazırlamışızdır." (Fetih: 13)
Allah-u Teâlâ Peygamber'ine itaat etmeyen kâfirleri sevmediğini ferman buyuruyor:
"Resul'üm! De ki: 'Allah'a ve Peygamber'e itaat edin.' Şayet yüz çevirirlerse şüphesiz ki Allah kâfirleri sevmez." (Âl-i imran: 32)
"Allah sevmez" hükmü en ağır bir hükümdür.
Allah-u Teâlâ'nın sevmediğini seveni de "Allah sevmez."
İlâhi hüküm budur.
Allah-u Teâlâ'nın, Resul'ünü kabul etmeyen, Resul'üne iman etmeyen kâfirler hakkındaki beyanları bunlardır.
İlâhî hüküm bu kadar açık olduğu halde iman ile küfrü karıştırmak isteyenler var. Neden? Artık küfre kaydığı için.
Oysa Allah-u Teâlâ iman ile küfrü kesin olarak birbirinden ayırmıştır:
"İman ile küfür birbirinden kesin olarak ayrılmıştır." (Bakara: 256)
Allah-u Teâlâ müminlerle kâfirlerin arasındaki berzahı açık ve kesin olarak ilân etmiştir.
İslâm'ın hükmü budur.
Onu en üstün şerefle müşerref eyleyen Allah-u Teâlâ, Kur'an-ı kerim üzerine yemin ederek Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin doğru yolda olduğunu ve dosdoğru bir yolu gösterdiğini; bu nurlu yolda gönül huzuruyla, emin adımlarla yürümesini beyan buyuruyor:
"Yâsin. Kur'an hakkı için ey Resul'üm! Muhakkak ki sen gönderilmiş peygamberlerdensin ve doğru bir yol üzerindesin." (Yâsin: 1-4)
Bütün inkârcıların, inatçıların, kâfirlerin inat ve küfürlerine rağmen, sen şüphesiz peygamberlik vazifesi ile gönderilen ve dinlenilmediği takdirde hesabının sorulması kesinleşmiş elçileri olan hak peygamberlerdensin.
Bu ilâhî beyanlar üç mânâ taşıyor:
Birincisi, bu ism-i şerif'i ona Allah-u Teâlâ vermiştir.
İkincisi, Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim üzerine yemin ederek, onu en güzel hasletlere sahip olarak hususiyetle gönderdiğini beyan ediyor.
Üçüncüsü de, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin doğru bir yol üzerinde bulunduğunu bildiriyor.
Onun yolundan sapan; kim olursa olsun, dinden sapmıştır, İslâm dâiresinden çıkmıştır. Ölçü budur. İmanı olana bu Âyet-i kerime'ler kâfidir.
Beşinci Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Üstün ve çok merhametli Allah'ın indirdiği Kur'an yolu üzerindesin." (Yâsin: 5)
Onu yaratan ve onu peygamber gönderen Allah-u Teâlâ, onun Allah yolunda olduğunu buyuruyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini uyarıyor ve şöyle buyuruyor:
"Resul'üm! Sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Şüphesiz ki sen dosdoğru bir yol üzerindesin." (Zuhruf: 43)
Senin takip edeceğin yol Sırat-ı müstakim'dir. O yolu takip edenler cennetlere, ilâhî nimetlere kavuşacaklardır. O yoldan ayrılmanın neticesi cehennemdir.
Onu yaratan onu meth-ü senâ ediyor, onun doğruluğunu mühürlüyor, Kur'an yolu üzerinde bulunduğunu buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor. Bu hakikatler karşısında bir münkirin söyleyeceği sözün ne hükmü olabilir?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin insanları en doğru ve en güzel yola çağırdığını bizzat haber veriyor:
"Sen onları doğru bir yola çağırıyorsun." (Müminûn: 73)
Resulullah Aleyhisselâm'a gönülden teslim olan, bu Âyet-i kerime'nin şümulü içine girer. Amma buna tenezzül etmeyen kendisini İslâm haricine koymuştur, o zaman küfre sapmıştır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e hitap ederek şöyle buyurmaktadır:
"Sen Rabb'ine dâvet et, şüphesiz ki sen dosdoğru bir hidayet üzerindesin." (Hacc: 67)
Resulullah Aleyhisselâm dâvet emrini en güzel şekilde yaptı. Hayat-ı saâdetlerinde de, ahirete intikallerinden sonra da o yolu iman edene bıraktı. Nasipdar olanlar hidayete erer, nasipdar olmayanlar küfürde kalır. İtaat eden kendisine, nankörlük eden yine kendisine.
İslâm'ın büyük kumandanı Halid bin Velid -radiyallahu anh-in babası Velid bin Muğire önde gelen İslâm düşmanlarından, müşriklerin akıl hocalarından ve ileri gelenlerindendi. Allah-u Teâlâ ona dünya nimeti olarak bol mal ve çocuk vermiş, onu rızka boğmuştu. Mekke ve Tâif'te deve sürüleri, geniş bağ ve bahçeleri bulunuyordu. Buna rağmen Allah-u Teâlâ'nın nimetlerine nankörlük etti.
Resulullah Aleyhisselâm onun müslüman olmasını çok arzulardı. Bir defasında Resulullah Aleyhisselâm'ın yanına geldi, oturup öğütlerini dinledi, neredeyse müslüman olacaktı. Ne var ki, müşriklerden bir adam onu azarlayıp: "Atalarının dinini terk mi ediyorsun? Kendi dinine dön, onda sebat et!" dedi. Velid: "Allah'ın azabından korktuğum için ona uydum." diyerek kendisini mazur göstermeye çalıştı. O adam, kendisine bir miktar para verip eski dinine döndüğü takdirde, Allah'tan gelecek azabı onun yerine kendisinin çekeceğine dâir garanti verdi. Bunun üzerine Velid, adamın istediği malın bir miktarını verip kalanına cimrilik göstererek dayattı. Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime'lerde Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Gördün mü o yüz çevireni? Azıcık verip, sonra vermemekte direneni? Gaybın bilgisi onun yanındadır da, o kendisi mi görüyor? Yoksa kendisine haber verilmedi mi Musa'nın sahifelerinde olanlar? Ve vazifesini tamamen ifâ eden İbrahim'inkinde olanlar? Ki, gerçekten hiçbir günahkâr başkasının günah yükünü yüklenmez." (Necm: 33-38)
Velid bin Muğîre, İslâm'a karşı her türlü kötülüğü düşünüp tatbik sahasına koymaya çalışırdı. Daha çok zekâ ve kabiliyetiyle, evlât ve servetiyle övünür: "Ben bir oğlu birim, Araplar içinde bir benzerim yoktur." deyip dururdu. Bütün kin ve kıskançlığı ile Resulullah Aleyhisselâm'ın karşısına çıkar, onun peygamberliğe lâyık olmadığını iddiâ ederdi. Zaman zaman hırçınlaşıp saldırıya geçmeyi plânlar ve bu yüzden geceleri uykusu kaçardı.
Kureyş'in ileri gelenleri Resulullah Aleyhisselâm'ı susturamayıp, onu susturacak ve dâvetinin nurunu söndürecek çareleri bulmakta zorluk çekince Velid'e başvurdular. Çünkü hangi hususta olursa olsun, onun görüşü tercih edilirdi. O da uzun boylu düşündükten sonra: "O bir sihirbazdır. Baksanıza kişiyi, âilesinden, çocuğundan ve sevdiklerinden nasıl ayırıyor?" diyerek sihirbaz lâkabını takmalarını, kölelerine ve çocuklarına ona bu şekilde seslenmelerini emretmelerini tavsiye etti. Herkes: "Muhammed sihirbazdır." demeye başladılar. Resulullah Aleyhisselâm bu duruma çok üzüldü.
Allah-u Teâlâ bu mağrur kâfirin cezasını yakında bizzat vereceğini beyan buyurarak Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini teselli etmiş, Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmuştur:
"Resul'üm! Tek olarak yarattığım, kendisine bol bol servet ve göz önünde duran oğullar verdiğim, nimetleri yaydıkça yaydığım o adamla beni başbaşa bırak!" (Müddessir: 11-14)
Velid'in ayağında basit bir yara çıktı, tedavisi mümkün olmayacak şekilde müzminleşti. Yıllarca acısını çekip başka şeylerle ilgilenemedi. Hicretten üç ay sonra da bu yaradan ölerek, kıyamete kadar gelecek olan o tıynettekilere bir ibret numunesi oldu.
Allah-u Teâlâ onu ve yüksek ahlâkını överek şöyle buyurmuştur:
"Nûn." (Kalem: 1)
O Sebeb-i mevcûdât'tır. Kâinatın özü ve hülâsasıdır. Kâinatın nokta-i menbâı, medih ve iftiharıdır. Bu Âyet-i kerime hiç kimse tarafından açılmış değildir. Nûn; bir ismin rumuzu olduğu ifade edilmekle birlikte, bazı Sûre-i şerif'lerin başlarındaki diğer harfler gibi o da müteşâbihtir. Gerçekten müteşabih Âyet-i kerime'lere mahlûkun ilmi ve aklı yetmez. Fakat "Nun" çok mühimdir. Her şeyin bir özü ve hülâsası olduğu gibi, o da mükevvenâtın özü ve hülâsasıdır.
Diğer Âyet-i kerime'lere bakıp mânâsını takip ederseniz, bu Âyet-i kerime'lerin "Nûn"un üzerinde cereyan ettiğini göreceksiniz.
"Kaleme ve (kalem tutanların) yazdıklarına andolsun!" (Kalem: 1)
Allah-u Teâlâ insanın kavrayamayacağı, anlatmakla bitirilemeyecek kadar çok olan faydasından dolayı kalem üzerine ve yazılanlara yemin etmektedir. Burada ilmin Allah katındaki değerine işaret olduğu gibi, ilmin yazıya dökülmesinin önemine de işaret vardır. İlimlerin ve bilgilerin ayakta durması kalem sayesinde olur.
"Resul'üm! Andolsun ki sen Rabb'inin nimetine uğramış bir kimsesin ve mecnun (deli) değilsin." (Kalem: 2)
Nurundan o nuru yarattı ve mükevvenâtı o nur ile donattı. Bu en büyük bir nimet değil midir? Bu nimetin yüzüsuyu hürmetine bütün kâinat hayat buluyor. Hayat bulduğu için medar-ı iftiharı oluyor. Çünkü kâinat onunla hayat buldu. Allah-u Teâlâ'ya şükrettiğimiz gibi ona da Sebeb-i mevcûdât olduğu için her an müteşekkiriz. Dikkat ederseniz Âyet-i kerime'ler birbirini kilitledi.
Allah-u Teâlâ'nın Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-i hakkında kâfirler, zâlimler, nankörler birçok iftiralar attılarsa da bizzat onu yaratan Allah-u Teâlâ bu iddiâları reddetti ve Resul'ünü tesellî etti.
"Senin için tükenmeyen bir mükâfât var." (Kalem: 3)
Allah-u Teâlâ onu öyle sonsuz bir ihsan ve ikrama mazhar etmiş ki, bu "Tükenmeyen mükâfât"a mahlûkun aklı ermez.
Öyle bir mükâfat ki aslâ sonu gelmeyen kesintisiz bir mükâfât, hiç kimsenin minnetini çekmeden sırf Allah-u Teâlâ'nın lütfu ve yardımı olan bir mükâfât...
"Ve sen hiç şüphesiz büyük bir ahlâka sahipsin." (Kalem: 4)
Allah-u Teâlâ nankörlerin inkârını reddettikten sonra onu bizzat kendisi meth-ü senâ ediyor ve büyük bir ahlâk sahibi olduğunu beyan buyuruyor. Onu delilikle itham edenlere bizzat kendisi cevap veriyor.
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine bahşettiği yüceliği başka hiç kimseye vermemiştir. Geçmiş ve geleceklerin en üstün ahlâkını yalnız ona bahşettiğini ferman buyurmuştur. Onu başka bir tarifle anlatmak mümkün değildir. Başkalarının tam mânâsıyla anlayamayacakları güzelliklerle seçkin kılınmıştır.
Kur'an-ı kerim'in mânâlarına nihayet olmadığı gibi, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-in "Huluk-u azîm" tabiriyle bildirilen güzel vasıflarına da nihayet yoktur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde Peygamber'ine -sallallahu aleyhi ve sellem- imanı, itaati, teslimiyeti, kendisine yapılan iman, itaat ve teslimiyet mesabesinde zikretmiş, Peygamber'e muhalefetin âkıbetini haber vermiştir. Bu minval üzere birçok Âyet-i kerime mevcuttur.
"Ey iman edenler! Allah'a, Peygamber'ine, Peygamber'ine indirdiği Kitab'a ve daha önce indirdiği Kitab'a iman ediniz. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, şüphesiz ki o, uzak bir sapıklığa düşmüştür." (Nisâ: 136)
"Allah o Peygamber'i ümmî Araplar'dan başka, henüz kendilerine erişip ulaşmamış bulunan diğer bütün insanlara da göndermiştir. O Azîz'dir, hükmünde hikmet sahibidir." (Cum'a: 3)
"Çünkü onlar, imana girdiler, sonra kâfir oldular. Bunun üzerine kalpleri mühürlendi de, onlar artık anlamaz bir toplum oldular.
Sen o münafıkları gördüğün zaman, kalıpları hoşuna gider ve söylerlerse dediklerine kulak verirsin. Sanki onlar direk olmuş keresteler gibidirler. Ve her gürültüyü, korkularından aleyhlerinde sanırlar. Onlar düşmandırlar, onun için (kendilerine emniyet etme) onlardan sakın. Allah kahretsin onları! Hakk'tan nasıl çevriliyorlar?"(Münâfikûn: 3-4)
"(De ki:) 'Ben müslümanların ilki olmakla emrolundum.'" (Zümer: 12)
"Onlardan öncekiler de (peygamberlerini) yalanladılar da, hiç ummadıkları bir yerden onlara azap geldi." (Zümer: 25)
"Hepsi de peygamberleri yalanladılar ve azabımı hakettiler." (Sâd: 14)
"Müminler o kimselerdir ki, Allah'a ve Resul'üne iman etmişlerdir. Sonra şüpheye düşmemişler, Allah yolunda canları ile malları ile cihad etmişlerdir. İşte onlar sâdıklardır." (Hucurât: 15)
"Eyke halkı ve Tubba' kavmi de. Bütün bunlar peygamberlerini yalanladılar, tehdidim (azabım) da onlara hak oldu." (Kaf: 14)
"Resul'üm! Andolsun ki, sana ağaç altında biât eden müminlerden Allah hoşnud olmuştur. Gönüllerinde olanı bilmiş, üzerlerine huzur ve güven indirmiş, onları yakın bir fetihle mükâfatlandırmıştır." (Fetih: 18)
"Dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamber'ini hidayet ve hak din ile gönderen O'dur. Şâhit olarak Allah yeter. Muhammed Allah'ın Peygamber'idir. Onunla beraber bulunanlar da kâfirlere karşı çok çetin ve sert, birbirlerine karşı çok merhametlidirler."(Fetih: 28-29)
"Sizden her kim de Allah'a ve Resul'üne itaat edip sâlih amel işlerse, onun ecrini de iki kat veririz. Ona bol bir rızık da hazırlamışızdır." (Ahzab: 31)
"Allah ve Resul'ü bir işe hüküm verdiği zaman, mümin bir erkekle mümin bir kadın için, artık o işte kendi arzularına göre seçme hakkı yoktur. Allah'a ve Resul'üne başkaldırıp isyan eden kimse hiç süphesiz ki apaçık bir şekilde sapıklığa düşmüş olur." (Ahzab: 36)
"Aralarında hüküm verilmek üzere Allah'a ve Peygamber'e çağırıldıkları zaman, müminlerin sözü sadece: "İşittik ve itaat ettik!" demekten ibarettir. İşte saâdete erenler onlardır.
Kim Allah'a ve Peygamber'ine itaat ederse, Allah'tan korkar ve O'ndan sakınırsa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Nûr: 51-52)
"Ey iman edenler! Allah'a ve Resul'üne itaat edin, işitip durduğunuz halde ondan dönmeyin." (Enfâl: 20)
"Ey iman edenler! Allah ve Peygamber'i sizi, size hayat verip canlandıracak şeylere çağırdığı zaman icabet edin." (Enfâl: 24)
"Resul'üm! Onlara söyle: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir.'
"Benim yaptığım sadece Allah katından olanı, O'nun gönderdiklerini tebliğ etmektir. Kim Allah'a ve Peygamber'ine isyan ederse, ona içinde ebedî kalacakları cehennem ateşi vardır." (Cin: 23)
"Allah'a ve peygamberlerine iman edenler, işte onlar Rabb'leri katında sıddîklar ve şehitlerdir. Onların mükâfatları ve nurları vardır. Kâfir olup da âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte onlar da cehennem halkıdırlar." (Hadîd: 19)
"(Ey insanlar)! Rabb'iniz tarafından bağışlanmaya; Allah'a ve Peygamber'ine inananlar için hazırlanmış, genişliği yerle gök arası kadar olan cennete koşun! Bu Allah'ın fazl-u ikramıdır, kime dilerse ona verir. Allah büyük lütuf sahibidir." (Hadîd: 21)
"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve Peygamber'e inanın ki; size rahmetini iki kat versin, ışığında yürüyeceğiniz bir nur ihsan etsin ve sizi bağışlasın. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir." (Hadîd: 28)
"Bu, onların Allah'a ve Resul'üne karşı çıkmalarından ötürüdür. Kim Allah'a karşı gelirse, bilsin ki Allah'ın cezalandırması çetindir." (Haşr: 4)
"Allah'a ve Resul'üne imanda sebat eder, Allah yolunda mallarınızla canlarınızla cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için çok daha hayırlıdır." (Sâff: 11)
Rodos kuşatması esnâsında Oruç Reis hıristiyanlara esir düşmüştü. Oruç Reis'e makam-mevki vaad ederek din değiştirmesni teklif ettiler. Oruç Reis cevap olarak onların bâtıl inançlarını yüzlerine vuran bir konuşma yaptı. Oruç Reis'in karşısında diyecek bir şey bulamayan kâfirler, "Öyleyse görelim senin Muhammed'in sana ne eyler? İşte hâlin meydanda!" diyerek, onunla akıllarınca alay etmeye yeltendiler. Oruç ise onların sözlerini bastırarak;
"Benim Muhammed'imin bana ne ettiğini çok geçmez görürsünüz! Siz bilmezsiniz amma ben bilirim. Ol iki cihan fahridir. Bütün nebîler ve velîler ondan şefâat umarlar. Cümlesine şefâatı ol eder de bana etmez mi? İnşâallâh-u Teâlâ en kısa zamanda Cenâb-ı Hakk'ın inâyetiyle gelip beni buradan kurtaracak ve azâd eyleyecektir. Her kim ki cân-u gönülden kendini ona ısmarlasa, o kimseyi mahrum komaz; şüphesiz gelip ona şefâ'at eder. Şimdi ben dahî en samîmî hislerimle, hulûs-i kalb ile kendimi Cenâb-ı Hakk Hazretleri'ne ısmarlıyorum. Bana yardım etmesi için ol iki cihan fahri Muhammed Mustafâ'yı şefâ'atçi kılıyorum. Elbette bu durumda beni mahrum ve mahzun komaz, yakında içinizden halâs olurum!" cevabını verdi. ("Gazavât-ı Hayreddin Paşa", s. 10-11)
Oruç Reis'in beklediği ilâhî yardım zuhur etti, büyük bir fırtına çıktı. Oruç Reis bu hengâmede zincirlerinden sıyrılıp kendini denize bıraktı. "Allah!.. Allah!.." diye diye yüzerek karaya çıkmayı başardı. Kıyıya çıkar çıkmaz Allah'a hamdedip hemen şükür secdesine kapandı.
"Allah düşmanlarınızı sizden çok daha iyi bilir. Gerçek bir dost olarak da Allah size yeter, hakiki bir yardımcı olarak da Allah size yeter.!" (Nisâ: 45)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine hitap ederek onun şahsında bütün beşeriyete şu gerçeği ferman buyurmaktadır:
"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir milletin; babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa, Allah'a ve Peygamber'ine muhalefet eden kimselere sevgi beslediklerini göremezsin." (Mücâdele: 22)
Gerçek iman budur, bu İslâm dinine göredir.
Görülüyor ki Âyet-i kerime, iman yakınlığı olmayan akrabalıkları kökünden yıkmış oluyor.
İslâm tarihinde bunun birçok canlı örneklerini daha evvel arz etmiştik:
Ebu Ubeyde -radiyallahu anh- Bedir savaşında babası Cerrah'ı, Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- dayısı As bin Hişam'ı, Hazret-i Ali -radiyallahu anh- ve Hazret-i Hamza -radiyallahu anh- de yakın akrabalarını katletmişlerdi. Mus'ab -radiyallahu anh- ise Uhud savaşında kardeşi Ubeyd'i öldürmüştü.
Bu gibi kimselere sevgi göstermek, Allah'a ve ahiret gününe inanmanın gerekleriyle taban tabana zıttır. Zira onlarla dostluk kurmak, küfre sevgi göstermektir. Kim Allah'ı severse, O'nun düşmanlarına düşman olur. Nur ile karanlık bir araya gelmediği gibi; bir kalpte hem Allah sevgisi, hem de O'nun düşmanlarının sevgisi beraber bulunmaz. Küfre muhabbet ile iman bir arada barınmaz. Bir kimseyi sevenin, onun düşmanını sevmesi mümkün değildir. Bu iki şey kalpte birleşmez. Kalpte Allah düşmanlarının sevgisi yerleşince orada iman bulunmaz. Binaenaleyh hiçbir müminin hiçbir halde onlarla dostluk kurmasına cevaz yoktur.
•
Kureyş'in reisi Ebu Süfyân, Hudeybiye Anlaşması'nın müddetini uzatmak için Medine-i münevvere'ye gelmişti. Ancak Resulullah Aleyhisselâm'la doğrudan görüşmeye cesaret edemiyordu. Ne yapacağını düşünürken, daha önce iman edip Resulullah Aleyhisselâm'la evlenen kızı Ümmü Habîbe -radiyallâhu anhâ-nın yanına gitti. Ondan Resulullah Aleyhisselâm'la kendisi arasında aracılık yapmasını isteyecekti.
Ümmü Habîbe -radiyallâhu anhâ- babasını karşıladı, içeriye aldı. Fakat Resulullah Aleyhisselâm'ın oturduğu yere onu oturtmak istemediği için, minderi toplayıp kaldırdı. Bunun farkına varan Ebu Süfyan içerleyerek: "Kızım, minderi mi bana, beni mi mindere lâyık görmedin?" diye sordu.
Ümmü Habibe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz: "O Resulullah'a âittir. Sen ise müşriksin, pissin. O mindere oturmaya lâyık değilsin!" diye cevap verdi. Çünkü bir müslümana göre akrabalık başka şey, iman birliği daha başka şeydi.
Kızının bu davranışı karşısında Ebu Süfyan: "Vallâhi kızım, bizden ayrılalı sana bir hâl olmuş, sen çok değişmişsin!" demek zorunda kaldı.
•
Allah ve Peygamber sevgisinin bütün sevgilerin üzerinde tutulması, her türlü muhabbete tercih edilmesi gerekir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Resul'üm! De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, durgunluğa uğramasından korktuğunuz alış-verişler, hoşunuza gitmekte olan meskenler, size Allah'tan ve O'nun Peygamber'inden, Allah yolunda cihaddan daha sevgili iseler, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyin."(Tevbe: 24)
Allah-u Teâlâ onun hakkında Âyet-i kerime'sinde:
"Resul'üm! Biz senin şânını yükselttik." buyurdu. (İnşirâh: 4)
Tasavvur buyurun ki bütün mükevvenâtı yaratan, âlemleri donatan Allah-u Teâlâ onun yüce şânını yükselttiğini ve bütün âlemlerin en şereflisi olduğunu beyan buyuruyor. Bu şeref yalnız ona mahsustur.
Muhammed Aleyhisselâm bütün peygamberlerin en faziletlisi, en üstünüdür. Kâinatın mebdeî, mahlûkâtın ekmeli ve efendisidir. Ebul-ervah'tır. Hakk'tan haber verir, Hakk'a dâvet eder. Halk ile Hakk arasında Vahdaniyet ve Samedâniyet'e vasıta odur. O zât-ı âlî, o Habib-i Hüdâ'dır.
Bütün peygamberlerin her biri bir kavme, birkaç şehir halkına veya bir ümmete ve belirli bir zamanda gönderildikleri için, yalnız kendi kavimlerine hastır. Fakat o bütün insanlığa gönderilmiş, âlemlere rahmet olmuştur. Kıyamete kadar gelecek insanların tamamı, onun irşad sahası içindedir. Zaman ve mekânın efendisidir.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Resul'üm! Biz seni ancak bütün insanlara müjdeci ve uyarıcı olarak göndermişizdir. Ne var ki insanların çoğu bilmezler." (Sebe: 28)
Mümin ve muvahhid olmayı arzu eden kimse, onun peygamberliğini tasdik etmedikçe, hiçbir iyiliği makbul ve kabul olmaz, cennete de giremez, zirâ bütün peygamberler âhir zaman Peygamber'ini tasdik etmişlerdi. Onlara indirilen kitaplar içinde Muhammed Aleyhisselâm'ın peygamberliği açıkça beyan olunmuştur.
Muhammed Aleyhisselâm en büyük şefaat makamı olan Makâm-ı Mahmud'a erdirilerek de diğer peygamberlere üstün kılınmıştır.
Âyet-i kerime'sinde:
"Ümid edebilirsin ki, Rabb'in seni bir Makâm-ı Mahmûd'a gönderecektir." buyuruluyor. (İsrâ: 79)
O öyle bir makamdır ki, Hâlik-ı Azimüşân yalnız ve yalnız ona bahşetmiştir. Hiç kimsenin şefaat edemeyeceği bir zamanda yalnız ona şefaat izni verilecek ve şefaatı kabul olunacak peygamber yalnız Muhammed Aleyhisselâm'dır.
Bu makam Resulullah Aleyhisselâm'ın insanlara şefaât etmek üzere çıkarılacağı, herkesin hamd ile yüceltileceği "Livâ-i hamd" altında muazzam şefaât makamı demektir. O makamda günahkârlara ve biçarelere şefaat edince mahşer halkı tarafından Resulullah Aleyhisselâm pek çok senâ olunacağı için o makama "Mahmûd" denilmiştir.
Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem'ine saygı, hürmet ve tâzim etmenin ne kadar gerekli olduğunu göstermek üzere şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber'in sesinden yüksek çıkarmayın." (Hucurât: 2)
Konuşurken sesleriniz onun sesinin vardığı hadden ileri geçmesin. Böylece onun sizden ileri ve önde olduğu açıkça ortaya çıksın. Bu şekilde hareket ederek nübüvvet makamına gereken saygıyı gösterin.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Peygamber'i kendi aranızda birbirinizi çağırır gibi çağırmayın." (Nûr: 63)
Onun şanına hürmet ve yüksek makamına saygı göstermek için en güzel şekilde hitap etmeleri emir buyurulmaktadır.
"Birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi, onunla da öyle yüksek sesle konuşmayın." (Hucurât: 2)
Birinci Âyet-i kerime'de ileri geçmek yasaklandığı gibi, bu Âyet-i kerime'de ise onunla akran gibi konuşmak, haddi aşmak ve aynı seviyede olmak yasaklanmıştır.
Bu Âyet-i kerime nazil olduğunda Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh- "Yâ Resulellah! Vallahi ben bundan sonra Allah'a kavuşuncaya kadar sana gizli veya gizli gibi konuşurum." demiştir.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- de Resulullah Aleyhisselâm ile öyle yavaş konuşur olmuştu ki, sormayınca işittirmezdi.
"Yoksa farkına varmadan âmelleriniz boşa gidiverir." (Hucurât: 2)
Çünkü Resulullah Aleyhisselâm'a saygısızlığa ve sıkıntıya sebep olan şeyler insanı küfre götürür, küfür ise bütün iyi âmelleri iptal eder.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kim imanı kabul etmezse ameli boşa gider." (Mâide: 5)
Sesi yükseltmek saygısızlık kastıyla hafife alarak olursa açık küfürdür. Fakat açık küfür olmamakla beraber, bazı söz ve davranışlar vardır ki, küfür kastıyla yapılmasalar bile küfür tehlikesini içinde bulundururlar. Resulullah Aleyhisselâm'a sıkıntı vermek de böyledir.
Bu Âyet-i kerime inince, yaratılış itibariyle yüksek sesle konuşan Sâbit bin Kays -radiyallahu anh- "Ben cehennemliklerdenim!" diyerek üzgün bir şekilde evine kapanmıştı.
Resulullah Aleyhisselâm Sa'd bin Muaz -radiyallahu anh-a:
"Sâbit ne haldedir, rahatsız mı?" diye sordu.
O da: "O benim komşumdur, rahatsızlığını bilmiyorum." dedi ve gitti, sordu. Sâbit -radiyallahu anh-: "Bu Âyet indirildi. Bilirsiniz ki ben sizin en yüksek seslinizim. Demek ki ben cehennemliklerdenim." cevabını verdi.
Sa'd bin Muaz -radiyallahu anh- bunu gelip haber verince Resulullah Aleyhisselâm buyurdu ki:
"Ona git ve söyle! Sen cehennemlik değilsin, bilâkis sen cennetliksin." (Buhârî)
Nitekim yakında çıkan bir harpte şehit oluyor, ebedî saadete eriyor.
Ashâb-ı kiram'ın yetişmesi nasıl? "Ben Resullullah'a karşı sesimi yükselttim, helâk oldum." diyor. Onlar böyle duymuşlar, böyle anlamışlar, bu şekilde edebi tahsil etmişler ve binaenaleyh saadete ermişler.
Bizim halimiz ne olacak?
Allah-u Teâlâ daha sonra sesi kısmaya teşvik ederek bu edebe riâyet eden müminleri büyük bir mükâfât ile müjdelemiştir:
"Resulullah'ın huzurunda seslerini kısan kimseler, Allah'ın gönüllerini takvâ için imtihan ettiği kimselerdir. Onlar için mağfiret ve büyük bir mükâfât vardır." (Hucurât: 3)
Allah-u Teâlâ bu gönüllere, imtihan eden kimsenin davrandığı gibi muamele etti ve onların takvâ ve ihlâs sahibi olduklarını ortaya çıkardı.
Resulullah Aleyhisselâm'a karşı büyük bir hürmet ve tâzim göstererek huzurunda seslerini kıstıkları için ahirette pek büyük sevaplara ve nimetlere kavuşacaklardır.
•
Bu ilâhî ihtarlar üzerine Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'nın kalpleri titremiş, kendilerinden geçmişler, Resulullah Aleyhisselâm'ın gerek huzur-u saâdetlerinde ve gerekse gıyabında fevkalâde hürmetkâr, son derece edepli bir tavır takınmışlardır.
Allah-u Teâlâ'ya karşı bir kusur işlediğim zaman, affeder diye ümidim olur. Fakat Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini çok sevdiği için ona karşı bir kusur işlersem, cidden beni affetmez diye korkarım. Ziyaretine giderken de: "Allah'ım lâzım gelen tâzim ve edebi bana lütfet, senin lütfunla gideyim, bana bunu kolaylaştır ve kabul buyur." diye niyaz ederim.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Allah'ın senin üzerindeki lütuf ve nimeti çok büyüktür." (Nisâ: 113)
Üstünlüklerin en üstünü Hazret-i Allah'ın dostu olmasıdır.
Bir yaratılmış ki Yaratan ona âşık olmuş.
O ki yaratılmışların en hayırlısıdır. Allah-u Teâlâ'nın Habib-i Ekrem'i, dostu, arşının nuru, vahyinin eminidir. Ziynetlendirdiği, şereflendirdiği, keremlendirdiği, büyük kıldığı, ilm-i ezelîsini tâlim buyurduğu temiz kuludur.
Allah-u Teâlâ onu peygamberlerin efendisi ve sonuncusu, takvâ sahiplerinin önderi, günahkârların şefaatçısı ve âlemlerin rahmeti yapmıştır.
O ki iman hakikatlerinin menbâı, Rahmânî sırların iniş yeri, Rabbânî memleketin mahrem-i esrârı, bütün peygamberlerin ahd ve misaklarının vasıtası, Livâ-i izzet'in sahibi, ezel sırlarının müşâhidi, Kelâm-ı kadîm'in tercümanı, ilim ve hikmetin kaynağı, dünya ve ukbâ ehlinin cesetlerinin ruhudur.
Resulullah Aleyhisselâm'ın, başkasında bulunmayan, eşi benzeri olmayan yüce değerleri vardır:
İlk defa onun için kabir yarılacak ve o binitli olarak mahşere gelecektir. Mahşer divanının en büyüğü odur.
Âdem Aleyhisselâm'ın ve ondan sonra gelenlerin altında toplandıkları sancak onun sancağıdır.
Durak yerinde ziyaretçileri en çok olan havuz onun havuzudur.
En yüce ve en büyük şefaat Allah katında onun şefaatıdır.
Ümmeti arasında hüküm veren ilk peygamber odur.
Bütün müminler cennete onun şefaatı sayesinde gireceklerdir.
Cennete ilk giren odur. Onun ümmeti cennete diğer ümmetlerden önce gireceklerdir.
Cennetteki makamların en yücesi olan "Vesile"nin sahibi odur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e Allah-u Teâlâ hiçbir beşere vermediği payeyi vermiş, kendisine "Habibim" yani "Sevgilim" diye hitap etmiştir.
Ona tâbi olmayan, onu sevmeyenlerin "Allah sevgisi"ni kabul etmemiş, kullarına olan sevgisini Resulullah Aleyhisselâm'a tâbi olmaya bağlamıştır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e tâbi olmak, yolunda bulunmak, onu malından da hatta canından da fazla sevmek; hem Allah sevgisinin delili ve tezahürü, hem de Allah tarafından sevilmenin sebebidir. İnsanı Allah sevgisine mazhar eder.
Allah-u Teâlâ'ya ulaşmak; Resulullah Aleyhisselâm'ı gönülden sevip, ona olan sevgisini bütün sevdiklerine tercih etmekle, Sünnet-i seniye'sine bağlanmakla ancak mümkün olur.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmuştur:
"Resul'üm! Onlara söyle: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.'" (Âl-i imran: 31)
Bu Âyet-i kerime'nin hükmü, Resulullah Aleyhisselâm'ın yolunda olmadığı halde Allah-u Teâlâ'yı sevdiğini iddia eden herkese şâmildir. Bir kimse bütün söz ve fiillerinde ona uymadıkça bu iddiasında yalancıdır.
Allah-u Teâlâ burada Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine hitap ediyor ve iman edenlere duyuruyor. Eğer gerçekten iman etmişseniz, Allah-u Teâlâ'yı seviyorsanız; Resulullah Aleyhisselâm'ı sevmeniz ve ona tâbi olmanız, bu Âyet-i kerime mucibince emrediliyor. Bu emr-i şerif'e riayet etmeyen, bu Âyet-i kerime'yi inkâr ettiğinden ötürü küfre düşer ve o kimse kâfirdir.
Bu Âyet-i kerime nâzil olunca münâfıkların başı Abdullah bin Ubeyy: "Bakınız Muhammed kendisine itaati Allah'a itaat gibi tutuyor ve bizlere hıristiyanların İsâ'yı sevdikleri gibi kendisini sevmemizi emrediyor." dedi.
Bunun üzerine ikinci Âyet-i kerime nâzil oldu:
"Resul'üm! De ki: 'Allah'a ve Peygamber'e itaat edin.' Şayet yüz çevirirlerse şüphesiz ki Allah kâfirleri sevmez." (Âl-i imrân: 32)
Allah-u Teâlâ bunu yapmayanın kâfir olduğunu beyan buyuruyor ve duyuruyor.
Allah-u Teâlâ'ya itaat edip Resulullah Aleyhisselâm'a itaat etmezseniz, Allah-u Teâlâ'nın emrine itaat etmediğiniz için, O'na itaat etmiş olmazsınız. Resulullah Aleyhisselâm'a iman ve itaat etmedikçe bu Âyet-i kerime'ye inanmış olmuyorsunuz. İnanmadığınız için küfre sapmış oluyorsunuz ve resmen kâfir oluyorsunuz.
Apaşikâr görüyorsunuz ki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Şüphesiz ki Allah kâfirleri sevmez." buyuruyor. (Âl-i imrân: 32)
•
Bir defasında Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz'in elinden tutmuştu. Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- "Yâ Resulellah! Sen bana canımdan başka her şeyden daha sevgilisin." deyince buyurdular ki:
"Hayır! Hayatım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, ben sana canından daha sevgili olmadıkça imanın kemâle ermez."
Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-:
"Öyle ise, şu anda yâ Resulellah! Sen canımdan da sevgilisin." diyerek bağlılığını ifade etti.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Yâ Ömer! Şimdi imanın kemâle erdi." buyurdular. (Buharî. Tecrid-i Sarih: 2069)
Binaenaleyh bir müslüman iman kapısından girdiği an ona otomatikman Resulullah Aleyhisselâm'ın sevgisi ihsan olunur. Zira onu sevmeden onu "Canlardan da cananlardan da aziz tutmadan" iman kemale ermez. Bu sevgi esasında oradan gelir. Allah ve Resul'ünden gelir.
Resulullah Aleyhisselâm'ın ümmeti üzerindeki tasarrufu hayatlarında olduğu gibi vefatlarında da aynen devam etmektedir. Allah-u Teâlâ şehidler için dahi "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanmayın. Bilâkis onlar diridirler." (Âl-i imran: 169) buyuruyorken Resulullah Aleyhisselâm'ı ölü sananlar ruhları ölmüş canlı cenaze olduklarının farkında olmayanlardır.
Kur'an-ı kerim her asra hitap ettiğine göre:
"Biliniz ki Resulullah aranızdadır." (Hucurat: 7)
"Size Allah'ın âyetleri okunurken ve aranızda O'nun Resul'ü bulunurken nasıl küfre dönersiniz.?" (Âl-i imran: 101)
Âyet-i kerime'lerinden, o nûrun kıyamete kadar bâki kalacağı anlaşılmış oluyor.
Binaenaleyh iş gören O'nun nûrudur, O nûrdur.
Bir kâfirin bu sevgiyi anlaması mümkün değildir. Çünkü nasıl ki Resulullah Aleyhisselâm'a sevgi imanın alameti ise ona buğz ve düşmanlık da küfrün alâmetidir.
Küffar İslâm Peygamber'ini sevmez ve hatta kin besler, ancak gayet iyi bilir ki müslümanlığın temeli ve selameti Resulullah Aleyhisselâm'a olan bağlılıkla, ona olan sevgi ile kaimdir. Bu sebeple Resulullah Aleyhisselâm'ı karalamak için, ona olan sevgi ve imanı bozmak için her türlü plan ve entrikayı çevirmek ister. Bunun için milyarlarca para harcamaktan çekinmez.
Küffarın Resulullah Aleyhisselâm'a düşmanlık yapması kendi tıynetinin icabıdır. Ancak kendisine müslüman sıfatını yakıştıranların Resulullah Aleyhisselâm'a yapılan iftirayı, hakareti hoş görmesi aslında bu sıfata sahip olmadıklarının en bariz bir göstergesidir.
Küfrü hoş görme uğruna Resulullah Aleyhisselâm'a hakareti hoş görenler de onlardandır. Küfür ehli ile bir ve beraberdir.
"Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse o onlardandır." (Mâide: 51)
Zaten bunlara bu yüzden küffar her türlü desteği verir. İslâm dünyasında, Resulullah Aleyhisselâm'a imanı lüzumsuz gören her fitne grubunun küffar tarafından büyük bir destek görmesinin sebebi budur. Hepsinin ortak noktası müslümanların gönlündeki Resulullah Aleyhisselâm'a olan bağlılık ve sevgiyi, Resulullah Aleyhisselâm'a iman ve teslimiyeti zayıflatmaya çalışmaktır.
İşte bu sevgi, bu bağlılık olmayınca ortaya her türlü fitne, her türlü vahşet, her türlü entrika, her türlü yalanlar saçılıyor. İslâm dünyası türlü türlü fitnelerle çalkalanıyor.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Andolsun ki, Allah müminlere kendi içlerinden bir PEYGAMBER göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur." (Âl-i imrân: 164)
Bu lütuf gerçekten lütufların en büyüklerinden birisidir. Onu göndermeseydi, emir ve yasaklarını bize duyurmasaydı, sapıklık çukurlarında kalırdık, hidayetten mahrum, ebedî bir azaba düçar olurduk. Allah-u Teâlâ'nın onu göndermesi insanlık âlemine en büyük lütuflarından birisidir. İman edenler kurtulacak, iman etmeyenler kurtulamayacaktır.
Sûrî ve mânevî, zâhiri ve bâtınî, ilmî ve amelî, dünyevî ve uhrevî bütün üstünlüklerin ve yüceliklerin hepsi onda toplanmıştır. İnsan haysiyetini, şeref ve itibarını zedeleyecek maddî ve mânevî her türlü çirkinliklerden, ahlâkî kötülüklerden; kararan ruhları, taşlaşmış kalpleri küfrün ve şirkin bütün kirlerinden arındırıp temizlemiştir.
Ve kıyamete kadar da böyle devam edecektir.
"Nitekim kendi içinizden size âyetlerimizi okuyacak, sizi tezkiye edecek temizleyecek, size kitap ve hikmeti öğretecek, bilmediklerinizi size öğretecek bir PEYGAMBER gönderdik." (Bakara: 151)
Bu şanlı Peygamber onları her türlü pisliklerden, mânevî kirlerden, çirkin işlerden ve şirkten temizlemiş, nefislerini arındırıp yüceltmiş, karanlıklardan aydınlığa çıkartmıştır.
Bu güzide peygamber, Allah-u Teâlâ'nın beşeriyete en büyük nimetidir:
"Çünkü onlara Allah'ın âyetlerini okuyan, kendilerini tertemiz yapıp arıtan, kitap ve hikmeti öğreten kendi içlerinden bir peygamber göndermiştir. Halbuki onlar daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler." (Âl-i imrân: 164)
İşte Allah-u Teâlâ bu nur sayesinde onları karanlıktan aydınlığa çıkardı. Hidayet nuruna kavuşturdu ve sapıklıktan kurtardı. Bundan büyük nimet ve lütuf olur mu? Allah-u Teâlâ insanların ebedî azaptan kurtulmasına, ebedî saâdete ermesine onu vasıta kıldı.
Ebedî âleme teşrif buyurduktan sonra, nübüvvet ve risâlet nurları kıyamete kadar devam edecek; insanlar o nurla nurlanıp, o nurla hidayete ereceklerdir.
Yaptıklarını yapanlar, gösterdiği yoldan gidenler, dünyada saâdete ahirette ise selâmete kavuşacaklardır.
"Bu Peygamber'e inanan, saygı gösterip aziz tutan, ona yardım eden, onunla gönderilen nura uyanlar yok mu? İşte onlar kurtuluşa ve saâdete erenlerdir." (A'râf: 157)
Allah-u Teâlâ Peygamber'ine tâzimde bulunulmasını, tebcil olunmasını, değer verilmesini ve yüceltilmesini emretmektedir.
"(Ey insanlar!) Allah'a ve Peygamber'ine inanasınız, ona yardım edesiniz, onu büyük tanıyıp saygı gösteresiniz." (Fetih: 9)
İmanın muktezası, Allah-u Teâlâ'nın ve Peygamber'inin huzurunda edeplere riayet etmek ve onu gücendirmekten son derece sakınmaktır.
Resulullah Aleyhisselâm'a hâl-i hayatında ne kadar tâzim lâzımsa, vefatından sonra da o kadar tâzim lâzımdır. Her hâl ve ahvâlde hürmet vecibesini korumak gerekir.
Gönüldeki gerçek imanı açığa çıkaran en büyük ölçü, en büyük delil, Allah'ın ve Peygamber'in hükmüne rıza göstermektir. İnananlar tereddüt etmeksizin boyun eğerler. Bu ise, Allah-u Teâlâ'ya ve Peygamber Aleyhisselâm'ın hükmüne karşı takınılması gereken edep tavrıdır.
Asr-ı saâdet'te iki kimse huzur-u Nebevî'de hasımlaştılar. Resulullah Aleyhisselâm hak sahibi lehine hükmetti. Aleyhine hüküm verilen: "Râzı olmam! Bir de Hattab oğlu Ömer'e gidelim." dedi ve Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-ın yanına vardılar.
Lehine hüküm verilen kimse: "Yâ Ömer! Biz Peygamber Aleyhisselâm'a giderek hasımlaştık. Benim lehime bunun aleyhine hükmetti. Bu ise razı olmayıp reddetti." deyince Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-: "Böyle mi oldu?" diye sordu, öteki: "Evet" dedi. Bunun üzerine: "Ben sizin aranıza gelip aranızda hüküm verinceye kadar yerinizden ayrılmayın." diyerek evine girdi ve kılıcı elinde olduğu halde yanlarına geldi. Râzı olmayı reddedeni bir vuruşta öldürdü. Öteki arkasını dönerek Resulullah Aleyhisselâm'ın yanına kaçtı ve:
"Yâ Resulellah! Vallahi Ömer, arkadaşımızı öldürdü. Eğer müdahale etseydim beni de öldürecekti." dedi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Ömer'in bir mümini öldürmeye kalkışacağını sanmazdım." buyurdu.
Bunun üzerine Allah-u Teâlâ:
"Hayır, öyle değil!... Rabb'in hakkı için, onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı yüreklerinde hiçbir sıkıntı, bir burukluk duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar." (Nisâ: 65)
Âyet-i kerime'sini indirdi. (İbn-i Kesir)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz'in bu hareketini Allah-u Teâlâ doğruladı. Onun içindeki imanın hükmüne bir bakın! Daha Âyet-i kerime inmeden bu hükmü gönlünde hissedercesine yaşıyor. Bunu ancak iman eden bir kimse yapabilir.
Allah-u Teâlâ onu her şeyden azîz, kadrini yüce kılmış, herkese ve herşeye tercih etmiştir. Canlardan da cananlardan da azîzdir. Yaratılmışlar arasında naziri ve benzeri yoktur. Yaratılan hiçbir şeyle, hiçbir kimse ile ne ölçülür, ne de eşit tutulur. Yüce makamında tektir.
"Andolsun, içinizden size öyle azîz bir Peygamber gelmiştir ki sıkıntıya uğramanız ona çok ağır ve güç gelir. Üstünüze çok düşkündür. Müminlere çok şefkatli çok merhametlidir." (Tevbe: 128)
Onu yaratan ona Azîz buyurduğu gibi, yine kendisine mahsus olan Raûf ve Rahîm isimlerini ona da atfetti. Onu yüceltmek için kendi isminden pay ayırdı. Bu ism-i şerif'leri ona vermek demek; Allah-u Teâlâ'nın varlığı onda tecellî etti demektir.
Meselâ bir insan yakasına bir rozet takar. Bunun mânâsı: "Ben buraya âitim." demektir. Allah-u Teâlâ ona rozetini takmış, kendi ism-i şerif'lerini lâyık görmüş. Bu ise kuvve-i beşerin takati haricinde bir lütuftur.
Bu fazilete peygamberlerinden hiçbirisi mazhar olmamıştır.
O her zaman ve mekânda Azîz'dir. Allah katındaki şeref ve faziletinin yüksekliğine hudut yoktur. Mertebe ve kemâli her an yükselmektedir.
Âdem Aleyhisselâm'dan itibaren kendi zamanına gelinceye kadar mevcûdâtın en şereflisi olduğu gibi, kendisinden sonra kıyamete kadar da mahlûkâtın en faziletlisidir.
Mübarek vücutları ahirete intikal etmekle, nurlarına aslâ bir noksanlık ârız olmaz. Rûhâniyeti ve nurâniyeti kıyamete kadar bâki kalacak, insanlar o nur sebebi ile hidayete ereceklerdir.
Nitekim Allah-u Teâlâ buyurur ki:
"Biliniz ki Resulullah aranızdadır." (Hucurât: 7)
Bu husus ehlince mâlumdur.
Dünyada gözü ile görme şerefine nâil olanlar olsun, gözü ile görmediği halde sonraki asırlarda ona iman edenler olsun, onun bir nur olduğunu bilirler ise de, o nurun mahiyetini ve hakikatini anlamalarına imkân yoktur. Beşer idraki buna müsait değildir. Anlamaya çalışmak, bir fincanla denizi ölçmeye benzer.
Onun hakikati, büyüklük ve azameti ancak kıyamet günü belli olacak, herkesçe bilinip anlaşılabilecektir. Dünyada zâhir olmuş olsaydı, ona iman etmek zaruri olurdu. Halbuki makbul olan iman, gayba olan imandır.
Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Size Allah'ın âyetleri okunurken ve aranızda O'nun Resul'ü bulunurken nasıl küfre dönersiniz?" (Âl-i imrân: 101)
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'ın emrine başvurmayı müminlere farz kıldığı gibi, onun verdiği hükümlerden dolayı müminlerin içlerinde herhangi bir sıkıntının yer etmesini de haram kılmıştır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Aralarında hüküm verilmek üzere Allah'a ve Peygamber'ine çağırıldıkları zaman, müminlerin sözü sadece: 'İşittik, itaat ettik!' demekten ibarettir. İşte saâdete erenler onlardır." (Nûr: 51)
O itaatkâr müminler dünya saâdetine ahiret selâmetine ererler, umduklarına nâil olurlar, korkunç âkıbetlerden emin bulunurlar.
Bunu ancak gerçek müminler yapabilir, amma bölücüler asla! Çünkü onlar iman etmezler.
"Kim Allah'a ve Peygamber'ine itaat ederse, Allah'tan korkar ve ondan sakınırsa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Nûr: 52)
Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, akla hayale gelmeyen nimetlere erenler ancak bunlardır.
Allah-u Teâlâ sapıklarla müminleri böylece ayırmış oluyor. Bu öyle bir kurtuluş ki ebedî bir kurtuluş! Dünyada bir saâdet, ahirette bir selâmettir. Cennet-i âlâ'da Allah-u Teâlâ'nın ona ihsan ettiği nimetler içinde yüzerler.
Allah-u Teâlâ sıkıntılı halleri, dünyaya ve ahirete dâir gam ve hüzünleri, onun şefaati ve ilticası ile kullarından kaldırır.
Ayrıca derde mübtelâ kulları, onun yüce makâmında el açtıkları zaman; düştükleri zorluktan dolayı onu vasıta yaptıkları zaman; duâ ve niyazları onun hürmetine kabul buyurur, sıkıntı ve üzüntülerden kurtarır. Suçlu bir çocuğun, kabahati anında babasının çok sevdiği bir dostuna sığınması ve kendisini affettirmesi gibidir.
"Eğer onlar, kendilerine zulmettikleri vakit, sana gelip de Allah'tan tevbekâr olarak günahlarının bağışlanmasını isteselerdi, (sen) Peygamber de kendileri için af isteyiverseydin, elbette Allah'ı affedici ve merhametli bulurlardı." (Nisâ: 64)
Bir insan birçok hatalara, günahlara düşebilir. Fakat bunları idrak ettikten sonra Hazret-i Allah'ın en sevgilisine sığınırsa, onun sevgisinden ötürü o kimsenin duâsını Allah-u Teâlâ reddetmez. Böylece ebedî kurtuluşa erer. Ceza görmeden ebedî lütuf ve saâdetine vesile olur.
İşte bu, hep Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini çok sevdiğinin ve ona sığınılması gerektiğinin ifadesi ve gerekçesidir. Bu ilâhî emir onun ahirete intikali ile kesilmez ve son bulmaz. Âyet-i kerime'den anlaşılıyor ki; Allah-u Teâlâ'nın tevbeleri kabul etmesi ve onlara mağfiret edici olması, Resulullah Aleyhisselâm'a gelmelerine, huzurunda mağfiret dileğinde bulunmalarına ve Resulullah Aleyhisselâm'ın da onlar için istiğfar edivermesine bağlıdır.
Hayatında iken bereket umulan bir zâtın, vefatından sonra kabrini ziyaret etmekle de bereket umulacağı şüphesizdir. Onların bereketleri, hayatlarında olduğu gibi vefatlarından sonra da devam etmektedir.
"Hem kendinin, hem de erkek müminlerle kadın müminlerin günahlarının bağışlanmasını dile." (Muhammed: 19)
Bu Âyet-i kerime'ler ne büyük bir şefkat, merhamet ve sığınma kapısıdır! Çünkü Resulullah Aleyhisselâm Raûf ve Rahîmsıfatlarının mazharıdır. Bu yalnız ona mahsustur. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Muhammed Aleyhisselâm:
"Onlara duâ et. Şüphesiz ki senin duân onlar için sekinettir (huzur kaynağıdır). Allah işitendir, bilendir." (Tevbe: 103)
Emr-i şerif'i gereğince, kulları tarafından duâ ve yalvarışa vesile ve vasıta olur. Onun yapacağı duâ, müminlerin kalplerinin huzur ve sükun bulmasına sebep olur.
Hiç şüphesiz ki Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'a çok büyük bir şan ve yetki vermiştir.
Allah-u Teâlâ bir diğer Âyet-i kerime'sinde münâfıkların kendilerini Resulullah Aleyhisselâm'ın mağfiret dilemesine muhtaç görmediklerini bildirmektedir:
"Onlara: 'Geliniz, Resulullah sizin için mağfiret dilesin!' denildiği zaman, başlarını çevirirler ve sen onların büyüklük taslayarak uzaklaştıklarını görürsün." (Münâfikûn: 5)
Kibir ve gururları onların Resulullah Aleyhisselâm'ın yolunda bulunmalarına engel olmaktadır.
Onlar o Nûr'un ef'al ve ahvâlini gördüler. Bir kere sohbetinde bulunmakla hiçbir zorlama olmaksızın bütün ümmetin evliyâsından üstün oldular. Üzerlerinde tezahür eden bütün güzellikler hep o Nûr'dan lemean etmiştir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri bu mümtaz zâtların üstün vasıflarını Kur'an-ı kerim'inde meth-ü senâ ediyor:
"İslâm'da birinci dereceyi kazanan Muhacirler ve Ensar ile onlara sadâkatle, güzellikle tâbi olanlardan Allah râzı olmuştur. Onlar da Allah'tan hoşnud olmuşlardır. Allah onlar için, içinde ebedî kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı. İşte bu en büyük bahtiyarlıktır." (Tevbe: 100)
Gerçek müminlerin Resulullah Aleyhisselâm'ı ve Ashab-ı kiram'ını numune alıp izlerinden gidenlerin durumu böyledir ve onlar için çok büyük kazanç vardır.
Hadis-i şerif'lerde ise şöyle buyuruluyor:
"Ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidayeti bulmuş olursunuz." (Beyhaki)
"Ashabımın her biri kıyamet günü vefat ettiği belde halkı için önder ve nûr olarak diriltileceklerdir." (Tirmizî)
Urve bin Mesud -radiyallahu anh- müslüman olmadan önce Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i ve Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'nı görmüş ve intibalarını şöyle anlatmıştı:
"Vallâhi (öylesine hürmet hiç görmedim). Resulullah Aleyhisselâm yere bir kerecik tükürmeye görsün, mutlaka onlardan bir adamın eline düşüyordu. Onu alıp yüzlerine, derilerine sürüyorlardı. Bir şey söyleyecek olsa emrine hepsi birden koşuyordu. Abdest alacak olsa, abdest suyundan kapabilmek için neredeyse kavga ediyorlardı. Konuşsalar onun yanında seslerini kısıyorlardı. Saygıları sebebiyle ona dikkatle bakamıyorlardı bile."
Arkadaşlarının yanına döndükten sonra da şöyle söylemiştir:
"Ey kavmim dinleyin! Vallâhi ben muhtelif kralların huzuruna çıktım. Kisrâ'nın, Kayser'in, Necâşî'nin yanlarına girdim. Vallâhi Muhammed'in ashâbının gösterdiği saygıyı, hiçbir kralın ashâbında rastlamadım. Vallâhi tükürecek olsa mutlaka onlardan birinin eline düşüyor, bunu alıp yüzlerine bedenlerine sürüyorlar. Bir şey emretse hepsi birden koşuyorlar. Abdest alsa suyunu kapmak için neredeyse kavga ediyorlar. Konuşsalar, onun yanında seslerini kısıyorlar. Ona hürmeten dikkatle yüzüne bakmıyorlar. Bu adam size makul bir teklifte bulunuyor, onu kabul edin."
Ebu Said-i Hudrî -radiyallahu anh-in babası Mâlik bin Sinan -radiyallahu anh- Uhud Harbi'nde yaralanan Resulullah Aleyhisselâm'ın yarasını tertemiz yapıncaya kadar yüzünün kanını emip yuttu. Resulullah Aleyhisselâm: "Tükür onu!" dediyse de o: "Vallahi onu asla tükürmem!" dedi.
Bunun üzerine Resulullah Aleyhisselâm:
"Kim cennet ehlinden birine bakmayı arzularsa buna baksın!" buyurdu. (Beyhakî)
Asr-ı sâadet'te Ashâb-ı kiram'ın bağlılığı her türlü tasavvurun üzerinde idi.
•
Düşman bir Arap kabilesi olan Lihyanlılar, İslâm tarihindeki meşhur Reci' hadisesinde esir ettikleri mücahidlerden Hubeyb bin Adiyy -radiyallahu anh- ile Zeyd bin Desinne -radiyallahu anh-ı götürüp Mekkeliler'e sattılar. Her ikisi de Bedir'de Kureyş'in ileri gelenlerini öldürmüşlerdi.
Zeyd -radiyallahu anh-ın idamında müşriklerin bütün ileri gelenleri bulunmuştu. Başını alacak kılıcın tam sıyrıldığı anda Ebu Süfyan kendisine: "Doğru söyle! Şimdi senin yerinde Muhammed olsa, onun öldürülmesini tercih eder miydin?" dedi. Zeyd -radiyallahu anh- hiç tereddüt etmeden:
"Asla!... Ben öleyim de Peygamber'imin vücuduna bir diken bile batmasın!" diye cevap verdi.
Ebu Süfyan bu imanı görünce ister istemez şu hakikati itiraf etti ve:
"Hiç kimse Muhammed kadar arkadaşları tarafından sevilmemiştir!" diye bağırdı.
Zeyd -radiyallahu anh-ı dininden döndürmek için oka tutmuşlarsa da, bu onun imanını artırmaktan başka bir işe yaramadı. Daha sonra da Bedir'de öldürülen Ümeyye bin Halef'in oğlu Safvan'ın kölesi tarafından şehid edildi.
Hubeyb -radiyallahu anh- bir müddet Mâviye adındaki azadlı bir kadının evinde hapis tutuldu.
Sonradan müslüman olan Mâviye der ki:
"Ben Hubeyb'den daha hayırlı bir esir görmedim. O zaman Mekke'de üzüm bulunmadığı ve kendisi de zincire bağlı olduğu halde, kendisini üzüm salkımından üzüm yerken gördüm. Herhalde bunu ona rızık olarak Allah veriyordu." (Buhârî)
Öldürmek için Hubeyb -radiyallahu anh-ı Harem bölgesinden dışarı çıkarıp Tenim'e götürdüler. Öldürüleceğini anlayınca hiç metanetini bozmadan izin istedi, iki rekât namaz kıldı, o andan itibaren idam edilecek müslümanların namaz kılması âdet oldu.
İslâmiyet'ten vazgeçmesi şartıyla serbest bırakılacağı kendisine bildirildi. Hubeyb -radiyallahu anh- ise:
"Benim için ölmek, dinimden dönmekten daha hayırlıdır." dedi ve direğe çekilerek şehid edildi.
Hubeyb -radiyallahu anh- son dakikalarında: "Allah'ım! Burada selâmımı Resul'üne ulaştıracak bir yüz göremiyorum. Bari selâmımı ona sen ulaştır!" diye duâ etti.
O anda Resulullah Aleyhisselâm ashâbı ile oturuyordu. "Ve aleyhisselâm!" buyurdu.
Orada bulunanlar: "Yâ Resulellah! Kimin selâmını aldın?" dediler. "Kardeşiniz Hubeyb'in selâmını." diye cevap verdi ve "Kureyş Hubeyb'i şehit etti." buyurdu.
Onlar öyle seviyorlardı, o sevgi ile imanlarına iman katıyorlardı.
•
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh- der ki:
"Vallahi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-i, berber tıraş ederken gördüm. Ashâb'ı etrafını çevirmişti. Bir tek kılın, birinin elinden başka yere düşmesini istemiyorlardı." (Müslim: 2325)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in aslı nurdur. Aslı nur olduğu için Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, onun vücudunu da nûr yapmıştır. Sakal-ı şerif'i de nurdur, ne yanar, ne çürür.
Binaenaleyh onun her bir teli ümmet-i Muhammed için en büyük bir hediyedir. Çünkü nûrdan bir zerredir.
Onlar onun bir kılını dahi en kıymetli bir şekilde ölünceye kadar sakladıkları gibi; nesline de, ümmet-i Muhammed'e de hediye bırakmışlardır. Bu sebepledir ki "Sakal-ı şerif"ler günümüze kadar gelmiştir.
•
Büyük İslâm dilâveri Halid bin Velid -radiyallahu anh-, Yermük Savaşı'nın iyice kızıştığı bir sıra sarığını düşürmüştü. Ortalık biraz sakinleşince sarığının bulunup getirilmesini emretti. Tekrar tekrar aradılar ve nihayet buldular. Pek eski bir şeydi. Böyle değersiz bir sarığı buldurmak için, niçin ısrarla arattığını sordular. Şunları söyledi:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'le umre yapıyorduk. İhramdan çıkarken mübarek saçlarını tıraş ettirdi. Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- kesilen saçları kapmak için adeta yarış ediyordu. Mübarek alnından kesilen saçları herkesten önce alıp işte bu sarığın içine koydum. Bu sarık başımda olduğu halde, bugüne kadar katıldığım hiçbir savaşı kaybetmedim." (Buhârî, Tecrid-i sarîh: 2/160)
Halid bin Velid -radiyallahu anh- Hazretleri, o nuru yakından tanıdığı ve çok iyi bildiği için; o nurun bir zerresinin, bir kılının yüzüsuyu hürmetine Allah-u Teâlâ kendisini hıfz-u himâye edeceğine kani idi. Allah-u Teâlâ onu her tehlike ve her belâdan korudu. En büyük sıkıntılardan onu selâmete erdirdi. En müthiş harplerin de kazanılmasına vesile oldu. Buna âmil olan Resulullah Aleyhisselâm'a olan bağlılığı ve üzerinde taşıdığı emanettir.
•
Hazret-i Muâviye -radiyallahu anh- ölüm döşeğinde iken şu sözleri söylemiştir:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ile birlikte sefere çıktığım olurdu. Kendileri abdest bozar ve abdest alırsa ellerine suyu ben dökerdim. Bir defasında gömleğimin omuz başından yırtıldığını görerek:
'Yâ Muâviye! Sana bir gömlek giydireyim mi?' buyurdu. 'Hay hay yâ Resulellâh!' dedim. Bunun üzerine bana bir gömlek giydirdi. Onu bir defadan başka giymedim ve o gömlek bendedir.
Yine bir gün Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- tıraş oldu. Kesilen saçlarını ve tırnak kesintilerini aldım. Bunları bir şişe içine koydum. Öldüğüm zaman yavrucuğum beni yıka, sonra bu saçlarla tırnakları benim gözlerime ve burnuma koy. Daha sonra Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in gömleğini kefenimin altına gömlek yerine koy. Eğer bana bir şey fayda verecekse bunlar fayda verir." (Sahih-i Müslim Tercümesi ve Şerhi. C 1, sh 456)
•
Ubeyde es-Selmânî -radiyallahu anh- da şöyle buyururlar:
"Resul-i Kibriyâ -sallallahu aleyhi ve sellem-in mübarek vücudundan ayrılan bir tüyü, benim nazarımda yerin üstünde ve altında bulunan bütün altın ve gümüş hazinelerinden daha kıymetli ve daha sevimlidir."
Nur her şeyden kıymetlidir. Her şey mahva ve helâke mahkumdur. Nur baki olduğu için her şeyden üstündür. İşte bu üstünlüğünü en yakınları bildi ve takdir etti. Başkası bilemez. Kim bilir? En yakınları bilir ve takdir eder.
•
Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz Resulullah Aleyhisselâm'ın saçlarından bir miktar saçı bir şişe içinde koruyordu. Ashâb-ı kiram'dan bir kimseye nazar değse veya başına bir musibet gelse, hemen Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'e, içinde su bulunan bir kap gönderir, o da bu saç tellerini suya batırırdı. Sonra bu suyu alır, şifa dileyerek ve bereket umarak içerlerdi. (Buhârî)
Resulullah Aleyhisselâm'ın sözleri, fiilleri ve takrirleri şeriatta kaynaktır.
Onun Allah katındaki mevkisi ile tevessül etmekten başka, onun âsârı ile tevessül ve teberrük kıyamete kadar devam edecektir.
•
Sa'd bin Muaz -radiyallahu anh- Bedir günü Resulullah Aleyhisselâm'a gelerek:
"Yâ Resulellâh! İstersen sana bir gölgelik yapalım ve binek hayvanlarını da hazırlayalım, sen orada otur. Biz düşmanla savaşalım. Eğer Allah bizi düşmana galip getirirse ne âlâ! Zaten istediğimiz de budur. Yok eğer aksi olur da mağlup olursak, sen hayvanına biner, Medine'ye dönersin. Oradakiler de seni en az bizim kadar sevmektedirler. Eğer senin harbe katıldığını bilselerdi, harpten geri kalmazlardı. Allah seni onlarla kuvvetlendirdi. Onlar sana yardımcı olur, seninle beraber savaşırlardı." dedi.
Resulullah Aleyhisselâm onun bu sözlerinden çok memnun oldu ve ona hayır duâda bulundu. Daha sonra Resulullah Aleyhisselâm'a, altında oturacağı bir gölgelik yapıldı.
•
Bir yahudi âilenin çocuğu olan Talha bin Benâ -radiyallahu anh- Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in yanına gelince, hemen ona sarıldı ve ayaklarını öpmeye başladı. Sonra da:
"Dilediğin şeyi emret, her ne dersen yapacağım." dedi. Resulullah Aleyhisselâm çocuğun bu şekilde konuşmasına hayret etti ve:
"Git babanı öldür!" buyurdu.
Çocuk Resulullah Aleyhisselâm'ın emrini yerine getirmek üzere geri dönüp huzurdan çıktı. O zaman Resulullah Aleyhisselâm Talha -radiyallahu anh-i tekrar çağırarak:
"Sakın böyle birşey yapayım deme! Çünkü ben akrabalık bağlarını kesmek için gelmedim." buyurdu.
Bu hadiseden sonra Talha -radiyallahu anh- hastalandı. Resulullah Aleyhisselâm soğuk ve bulutlu bir kış günü onu ziyarete gitti. Geri döneceği zaman annesine:
"Talha'nın durumunu hiç de iyi görmüyorum. Ölmesi yakındır. Öldüğünde bana haber verin de cenazesinde hazır bulunup, namazını kıldırayım ve hemen defnedin." buyurdu.
Resulullah Aleyhisselâm Sâlim bin Avf oğullarının yurduna henüz varmamıştı ki Talha -radiyallahu anh- ruhunu teslim etti.
Ölmeden önce: "Ölünce beni hemen gömün ve Rabb'ime kavuşturun. Resulullah Aleyhisselâm'ı çağırmayın. Benim yüzümden yahudilerin ona bir kötülük yapmasından korkarım." demişti.
Resulullah Aleyhisselâm'a ancak ertesi sabah haber verilebildi. Vefat haberini duyar duymaz gitti. Talha -radiyallahu anh-in mezarı başında durdu. Ashâb-ı kiram da saf bağladılar. Ellerini açarak:
"Allah'ım! Sen ondan hoşnut ol, o da senin rahmetine kavuşsun." diye duâ etti. (Taberânî)
•
Abdullah bin Huzâfe -radiyallahu anh-i alaycı ve çirkin hareketleri var diye Resulullah Aleyhisselâm'a şikâyet ettiler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Onunla uğraşmayın. Siz onun içini bilmezsiniz. O Allah'ı ve Resul'ünü sever." buyurdu.
•
Abdullah bin Zül-Bicâdeyn -radiyallahu anh- Medine'de vefat etti. Yıkanıp kefenlendikten sonra, tabutu omuzlara alınınca Resulullah Aleyhisselâm:
"Onun nâşını güzelce taşıyın. Allah da ona hoş muâmele etsin. Çünkü o Allah ve Resul'ünü seviyordu." buyurdu.
Mezar kazılırken de:
"Mezarını genişçe kazın ki, Allah ona bol rahmet ihsan etsin." buyurdu.
Ashâb-ı kiram'dan bazıları: "Yâ Resulellah! Ölümüne üzüldün." dediler.
"Evet. Çünkü o Allah ve Resul'ünü seviyordu." buyurdu. (İbn-i Mâce)
•
Ashâb-ı kiram'dan Abdullah bin Sercis -radiyallahu anh- anlatıyor:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ile birlikte ekmek ve et yedim ve:
'Yâ Resulellah! Allah seni mağfiret buyursun.' dedim. Bana: 'Seni de!' diye karşılıkta bulundu."
Râvî der ki:
"Kendisine: 'Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- sana istiğfarda bulundu mu?' diye soruldu.
O: 'Evet, 'Seni de!' dedi.' cevabını verdi ve sonra şu Âyet-i kerime'yi okudu:
"Hem kendinin hem de erkek müminlerle kadın müminlerin günahlarının bağışlanmasını dile!" (Muhammed: 19)"
Abdullah bin Sercis -radiyallahu anh- der ki:
"Sonra etrafında döndüm, iki omuzu arasında peygamberlik mührünü gördüm. Sol kürek kemiğinin geniş tarafında idi, yumru gibi ve üzerinde siğillere benzer benler vardı." (Müslim: 2346)
•
Câbir -radiyallahu anh- der ki:
"Ben mehtaplı bir gecede âlemin kandili -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i gördüm. Üzerlerinde kırmızı elbise vardı. Peygamber'in nurlu yüzü ile aydan hangisinin daha güzel olduğuna vâkıf olup anlamak için bir defa Resulullah'ın güzel yüzüne, bir defa da ay'ın yüzüne baktım. Vallâhî benim yanımda Resulullah Aleyhisselâm'ın saâdetli yüzü aydan daha güzel idi." (Tirmizî)
•
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- der ki:
"Ben Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-den daha güzelini hiç görmedim. Sanki güneş mübârek yüzlerinde yürüyor gibiydi.
Yürürken Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-den daha hızlı yürüyen kimse de görmedim. Sanki yer onun ayağı altında dürülüyor gibiydi. Biz onunla beraber yürürken kendimizi zorlardık. O ise aldırmazdı." (Tirmizî: 3650)
•
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh- der ki:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- (annem) Ümmü Süleym -radiyallahu anhâ-nın evine girer de, o yokken yatağında uyurdu. Bir gün yine gelerek onun yatağında uyudu. Hemen Ümmü Süleym -radiyallahu anhâ-ya giderek: 'İşte Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- senin evinde, senin yatağının üzerinde uyudu.' dediler. Hemen akabinde Ümmü Süleym -radiyallahu anhâ- geldi. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- terlemiş ve teri yatağın üzerindeki bir deri parçasına toplanmıştı. Derhal çantasını açtı, teri kurulamaya ve onu kavanozuna sıkmaya başladı.
Derken Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- uyandı ve:
'Ne yapıyorsun ey Ümmü Süleym?' diye sordu.
Ümmü Süleym -radiyallahu anhâ-: 'Yâ Resulellâh! Çocuklarımız için bunun bereketini umuyoruz.' diye cevap verdi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
'İsabet ettin!' buyurdu." (Müslim: 2331)
Resulullah Aleyhisselâm bu sözü ile, bu hareketi benimsediğini göstermektedir.
Buhârî ve Nesâî'nin rivayetlerine göre Enes -radiyallahu anh- son anlarında kefenine sürülecek hanûta bundan katılmasını vasiyet etmiştir.
•
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh- buyurur ki:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- sabah namazını kıldığı zaman Medine'nin hizmetçileri içlerinde su bulunan kaplar olduğu halde kendisine gelirlerdi. O da hiçbirini ihmal etmeden, kaplara elini batırırdı. Bazen sabahları hava soğuk olurdu, buna rağmen yine de elini o kaplara daldırırdı." Müslim: 2324)
Çünkü onlar, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in mübarek, nurlu elini kovaya sokması ile Allah-u Teâlâ'nın her türlü bereket ihsan edeceğini çok iyi biliyor ve bunda hiç şüphe etmiyorlardı.
•
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz buyururlar ki:
"Dikiş dikiyordum, iğnem düştü, aradım bulamadım. Resulullah Aleyhisselâm girince yüzünün nurunun ışığından iğne göründü." (İbn-i Asâkir)
Bütün âlemlerin nurunu taşıdığı için, nurunun özüdür. Karanlık bir yere ampul tutulduğu zaman aydınlanır ve oradakiler görünür. O ise âlemlerin nuru idi. Alnındaki nur orayı aydınlattı ve iğne göründü.
Onun için en güzel bir ifade kullanmıştık.
"Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm öyle bir varlıktır ki, her türlü tasavvurumun ve kuvve-i beşeriyemin fevkindedir."
Bu ifade her şeyi içine alıyor.
Onun hiçbir zerresine benim aklım ermez. Elhamdülillâh ki Allah-u Teâlâ bu hakikati idrak ettirmiş. Onu Allah-u Teâlâ kendi nurundan yarattı, o nurdan mükevvenatı donattı. İnsan mahlûktur, o nura eremeyişi mahlûk oluşundandır.
Onun için diyoruz ki:
"Rabb'im! Ona nasıl teslim olmam ve tâzim etmem icabediyorsa, ona öylece teslim olayım ve tâzim edebileyim."
Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin şeref ve izzetini kıyamete kadar gelecek olan iman edenlere şöyle buyurmaktadır:
"Muhammed Allah'ın resulü ve peygamberlerin sonuncusudur." (Ahzâb: 40)
Bu Allah-u Teâlâ'nın kesin bir hükmüdür. Ondan sonra hiçbir peygamberin gönderilmeyeceğine dâir kesin bir delildir. Peygamberlik iddiasında bulunacak kimselerin yalancı oldukları bu Âyet-i kerime ile kesin olarak anlaşılır.
O hem peygamberler zincirini sona erdiren son peygamber, hem de bütün peygamberleri tasdik eden ilâhî bir mühürdür.
Dünyanın sonuna kadar bütün insanların saâdet ve selâmetini sağlamak için gönderilmiştir. Kıyamete kadar kendisinden ışık alınan bir Nur'dur. Nur'u cihanı kucaklar, ebede kadar ışık saçar. Bir güzel ki, güzellikler güzelliğini ondan almış.
Onun teşrifi ile nübüvvet ve risalet kemale erip son bulmuş, bu suretle İslâm dini de son ve ebedî bir din olmuştur. İslâm dini'nin inkıraza uğraması veya ortadan kaldırılması düşünülemez. Hiç bozulmadan aslî hüviyetinde devam edecek, nübüvvet ve risalet nurları kıyamete kadar bâki kalacaktır. Öyle bir din öyle bir kitap getirmiştir ki, beşeriyetin ondan başkasına artık ihtiyacı kalmamıştır.
Kendisinden önce gelen peygamberlerin getirdikleri dinlerin daha kemâllisini getirip tamamlamış, getirdiği din bütün dinlerin hükümlerini neshederek yürürlükten kaldırmıştır. Ümmeti ise bütün ümmetlerden üstün olmuştur. Hâtem'ül-enbiyâ sıfatı ile âlemlere rahmet olarak gelmesinde, gerek yüce şahsiyetine gerekse ümmet-i muhteremesine tâzim vardır.
Allah-u Teâlâ, kulu ve resulü Muhammed Aleyhisselâm'ın fazilet ve meziyetini, şeref ve haysiyetini, yüceler yücesindeki mevkisini çok açık bir şekilde beşeriyete ilân etmiştir.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber (Muhammed)e çok salât ve senâ ederler.
Ey iman edenler! Siz de ona salât-ü selâm getirin ve tam bir teslimiyetle gönülden teslim olun." (Ahzâb: 56)
Bu Âyet-i kerime'de apaçık bir emir var. Allah-u Teâlâ bizzat kendisi ve melekleri Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine salât-u selâm getiriyor. Bu ise Resulullah Aleyhisselâm'a en büyük iltifât-ı ilâhî'dir. Kâfirler ise küfrediyorlar.
Binaenaleyh Cenâb-ı Fahr-i Kainat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in İsm-i şerif'leri anılınca "Allahümme salli ala seyyidina Muhammed" diye salâvât-ı şerife getirmek her müminin üzerine vâcibdir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Cenâb-ı Allah'a, O'nun razı olduğu halde kavuşmak isteyenler bana çokça salâvât göndersinler." buyuruyorlar. (Münavi)
Bir kimseyi çok anan, onu çok seviyor demektir. Kişi her zaman sevdiği ile beraber olur.
•
Peygamber'ine Allah-u Teâlâ'nın salâtı; onu en yüce makamda anması, onu rahmeti ile rızâsı ile tebcil, tebrik ve tâzim etmesidir.
Meleklerin salâtı ise; istiğfarda bulunmalarıdır. İnsanlarınki de öyledir.
Ne yüce mertebedir ki, onu yaratan ona salât-ü selâm getiriyor, sevgili Peygamber'ini anıyor, tebrik ediyor. Ulvî makamındaki melekler de onun için mağfiret diliyorlar, senâ ediyorlar.
Bu nimet ve şereften üstün bir ikbal ve ikram düşünülemez.
Sonra da süfli âlemdeki insanlara Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine salât-ü selâm getirmelerini emrediyor.
Müminler bu sayede kendilerini zulmetten nura kavuşturan, ulvî ufukların kapılarını açan peygamberlerine; salât ve selâmlarını, hürmet ve tâzimlerini, övgü ve senâlarını, minnettarlıklarını arzetmiş oluyorlar.
Bu vesile ile de Allah katında itibar kazanmış, birçok ecir ve mükafatlara nâil olmuş oluyorlar.
Sâdık müminler asırlar boyu o Nur'un aşkında ve şevkinde yaşamışlar, ona karşı besledikleri muhabbet bağından bir an olsun ayrılmamışlar, salât-ü selâm ile tebcil etmekten geri durmamışlardır.
İnsanların iman edip hem dünyada hem ukbâda mesut ve bahtiyar olmalarına çok düşkündü. İnsanlara kendisini tüketircesine şefkat ve merhamet etmekteydi.
Onun bu hâlini Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde haber veriyor:
"Gerçekten biliyoruz ki, söyledikleri şeylerden dolayı göğsün daralıyor, için sıkılıyor." (Hicr: 97)
Hiç şüphesiz ki o zaman da münâfıklar vardı, şimdi de var. O zamanki münkirler de çeşitli sözler söylerlerdi, şimdi de söyleniyor.
O zaman üzülüyordun, şimdikileri de biliyorsun.
Merhametlilerin en merhametlisi olan ve ona bu şefkati bahşeden Allah-u Teâlâ onun bütün iç durumunu biliyor ve onu teselli ediyor.
O ise insanların dalâletten hidayete ermelerini, hakikati bulmalarını, cehennemden kurtulup cennete girmelerini istiyor.
"İman etmiyorlar diye neredeyse kendini tüketeceksin Habib'im!" (Şuarâ: 3)
Kendisine inanmayanları, hakaret eden ve alaya alanları, yılmadan gece-gündüz İslâm'a çağırmış, hidayete ermeleri için gayret sarfetmiştir.
Ayrıca iman şerefi ile müşerref olan ümmetini; dünya ve ahiretin sıkıntılarından kurtarmak için, yasakları işlemekten sakındırmaya çalışmıştır.
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin en mükemmel bir imtisal numunesi olduğunu Âyet-i kerime'sinde beyan buyuruyor ve beşeriyete duyuruyor:
"Andolsun ki Resulullah sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı arzu edenler ve Allah'ı çok zikreden kimseler için güzel bir numunedir." (Ahzâb: 21)
Bütün iş ve icraatlarda, ibadet ve taatlerde numune olarak insanlara o yeter.
Ashâb-ı kiram'ına cihadı emrederken, kendisi de ordunun önüne geçerek bizzat savaşlara katılmıştır.
Eline bir çok mal geçtiği halde hepsini dağıtmış, sonra da zenginlere infak ve sadakayı emretmiştir.
Hem emsalsiz bir devlet başkanı, hem en başarılı bir muallim, hem en cesur bir kumandan, hem en müşfik bir âile reisi, hem en zengin, hem en fakir...
•
Şüphesiz ki diğer Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'in hayatları da fazilet ve meziyetlerle doludur. Ancak onlar kendi zamanları ve ümmetleri için gönderilmiş olduklarından, sonra gelen nesillere fazla bir bilgi intikal etmemiştir. Kur'an-ı kerim ve Hadis-i şerif'lerde bildirilen cüz'î malumat dışında fazla bir şey bilinmemektedir.
Sultan-ı Enbiyâ Muhammed Aleyhisselâm'ın hayatı ise, bütün safhaları ile doğumundan irtihâline kadar tespit edilmiştir.
"Anam babam sana feda olsun." diyerek sevgilerini ortaya koyan onun muazzez dostları, sözlerini ezberlemekle kalmadılar; hayat-ı saâdetleriyle ilgili her şeyi en ince teferruatına kadar toplamaya ve nakletmeye kendilerini adadılar. Bunu mukaddes bir emanet sayarak muhafaza ettiler ve sağlam senetlerle daha sonra gelenlere aktardılar.
Diğer taraftan bütün tazeliği ile gözlerimizin önünde, ellerimizin arasında bulunan Kur'an-ı kerim'de de bu hususta en doğru bilgiler mevcuttur.
Yetim olarak büyüdüğü, peygamberlik verilişi, tebliğ görevinde karşılaştığı güçlükler, hicreti, savaşları, eşsiz ahlâkı, Allah katındaki kadri ve kıymeti... en fasih, en beliğ bir şekilde anlatılmaktadır. Hayatının bize ulaşmamış safhası kalmamıştır.
Dünyada hiçbir insanın hususi hayatına âit meselelerde bu kadar titizlik gösterilmemiştir.
İşte bu sebepten dolayı o, insan hayatının her safhası için müstesnâ bir numunedir.
Onu kimseler tarif edemedi.
O nûrun yüksek vasıflarını görüp anlatmak isteyenler, onun bir benzerini ne ondan evvel ne de ondan sonra görmediklerini, bilmediklerini itiraf ederlerdi.
Bütün güzellikleri açıkta olmuş olsaydı, Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm-ın ona bakmaya gücü yetmezdi.
Resulullah Aleyhisselâm'dan meydana gelen işleri Allah-u Teâlâ kendi zâtına izafe etmiştir.
Nitekim Bedir'de Cebrâil Aleyhisselâm'ın tavsiyesi üzerine yerden bir avuç kum alarak müşriklerin üzerine atmıştı. Bu atış onların hezimetine vesile oldu. Âyet-i kerime'de:
"Resul'üm! Sen atmadın, Allah attı." buyuruluyor. (Enfâl: 17)
Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in şânını yüceltmek, ona yapılan yardımın büyüklüğünü göstermek için Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmuştur:
"Hiç şüphesiz ki Allah bizzat Peygamber'in dostu ve yardımcısıdır. Cebrâil de, müminlerin sâlih olanları da. Bunların arkasından bütün melekler de ona yardımcıdır."(Tahrîm: 4)
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'ı bizzat kendisi koruduğu gibi, Cebrâil Aleyhisselâm ve mukarreb meleklerle koruyacağını, sâlih kullarının da canı ve malı ile yardımcı olacağını bize duyuruyor.
Dikkat edilirse Allah-u Teâlâ sâlih müminleri şereflendirmek ve sâlih olmanın faziletini yüceltmek için de onları meleklerden önce zikretmektedir.
Allah-u Teâlâ'nın, Cebrâil Aleyhisselâm'ın ve sâlih müminlerin muhabbetle yardımlarından sonra, bütün melekler de onun yardımcısıdır.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, insanları Allah yoluna dâvet vazifesini yerine getirirken, ilâhî hoşnutluktan başka hiç kimseden hiçbir ücret ve herhangi bir karşılık talep etmemiştir.
"Resul'üm! Onlara de ki: Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum. Kendiliğimden bir şey iddia edenlerden de değilim." (Sâd: 86)
Ancak sizin doğru yola gelmenizi, hidayete ermenizi, cehennemden kurtulup cennete girmenizi istememden başka bir arzu ve isteğim de yoktur. İsterseniz iman edersiniz kurtulursunuz, isterseniz iman etmeyip küfürde kalırsınız Hiçbir zaman Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz halktan en küçük bir menfaat beklemiş değildir. İltifat da istemiş değildir. Bütün iş ve icraatları Allah içindir. Onların yolundan gidenlerin gidişatı da böyledir.
"Resul'üm! Onlara de ki: Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum. Sadece Rabb'ine doğru bir yol tutmak dileyen kimseler olmanızı istiyorum." (Furkân: 57)
Resulullah Aleyhisselâm'ın bir ücret talep etmek veya İslâm'a girenlerin kendisine sağlayacakları dünya hayatının geçici menfaatlerinden herhangi birisini elde etmek gibi hiçbir arzusu, hiçbir şahsi menfaati olmamıştır. Onun şân-ı nübüvveti bu gibi zanlardan müberrâdır.
"Resul'üm! Onlara de ki: Ben sizden bir ücret istersem eğer, o ücret sizin olsun. Benim ücretim ancak Allah'a âittir. O her şeye şâhittir." (Sebe: 47)
Âyet-i kerime iki cihetle Resulullah Aleyhisselâm'ın risaletini ispat etmektedir.
Birincisi; İslâm'ı tebliğ mukabilinde ücret istememesidir. Çünkü bu büyük vazife karşısında herhangi bir dünya menfaati beklemeyip yalnız uhrevî menfaatini istemek elbette nübüvvetine delâlet eder.
Hakk katındaki ecir ve menfaati uman kimsenin nazarında, insanların elindeki geçici şeyler hiçbir değer ve kıymet taşımazlar.
İkincisi; Allah-u Teâlâ'nın her şeye şâhit olduğunu beyan etmesi, dâvâsında sâdık olduğunu gösterir. Bir kimsenin dâvâsının hak olduğuna Allah-u Teâlâ'yı şâhit göstermesinden daha büyük delil olamaz.
Aslında ücret değmez değildir. Resulullah Aleyhisselâm'ın tebliğ etmiş olduğu din; gerek dünya saâdeti gerekse âhiret selâmeti bakımından en büyük menfaattir. Dünya ve içindekiler ücret olarak verilse bile azdır. Lâkin böyle olduğu halde, şahsı için hiç kimseden az veya çok hiçbir ücret istememiştir. Aksine varını yoğunu bu uğurda harcamaktan zevk duymuştur.
Bütün insanlığın karanlığa büründüğü bir asırda Hazret-i Allah kulu ve Resul'ü Muhammed Aleyhisselâm'ı yeryüzüne elçi olarak gönderip Kur'an-ı kerim'i kendisine indirince bütün dünya aydınlanmaya ve nurlanmaya başladı.
Allah-u Teâlâ'nın beşeriyete en büyük lütfu olan Muhammed Aleyhisselâm büyük bir dâvâyı omuzlarına yüklenmiş olduğu halde ortaya çıktı. Şirk ve dalâlet içinde yüzen beşeriyeti hidayet ve saâdete kavuşturmak için tek başına dâvete başladı.
Nur kaynağı Muhammedî güneş, karanlık ufukları aydınlattı, hayata gençlik getirdi.
O insan şeklindeki canavarlar; bıçak bıçağa gelmiş, birbirlerinin kanına susamış, vahşi hayvanlar gibi dağılmış olan Araplar, birleşip tek bir vücud haline geldiler. İman şerefi ile müşerref, Kur'an nûru ile münevver oldular. Gönülleri ve bünyeleri ile birlikte, büyük bir teslimiyet dairesine girdiler.
Diyarları değişmemişken, onlar birden nasıl değiştiler? Cahili âlim oldu, harpçisi sulhsever oldu. Fitne-fesad deryasında yüzenler salâha erdi. Müfsidler muslih, bozguncular ıslah oldu. Yol kesenler yol gösterici oldu. Kin ve düşmanlıkları sevgi ve dostluğa, bedevilikleri medeniliğe inkılâp etti. O ümmî peygamber onlara öyle bir ruh nefhetti ki, hiçbir şey ellerinden gelmeyen kimseler, baştan başa değişerek memleket idare eder oldular. Siyaset sahasında dünyada hiç esâmesi bile okunmayan çöl arapları, cihanda misli görülmemiş bir izzetle ve şerefle; faziletli, azametli, şevketli idareler kurmaya muvaffak ve mübeşşer oldular.
O Nûr'un etrafında birleşip toplanmaları sayesinde; o imanın, o birlik ve beraberliğin verdiği heyecanla, kısa zamanda İslâmiyet'i çok uzaklara kadar yaydılar. Allah'ın yüce adını yükselttiler. Gittikleri yerlere huzur ve saadet götürdüler. Adaletin temelini tesis ederek medeniyet nûrlarını yaygınlaştırdılar. Öyle ki, azamet ve kudreti herkesçe bilinen İran ve Rum devletlerini bütün şevketine rağmen kısa bir müddet içinde yerle bir ettiler. Cihanın şarkına ve garbına hakim olarak, beşeriyeti uyandırmaya, gönülleri nûrlandırmaya gayret ettiler. Hakk'tan hakikatten, fazilet üzerine kurulmuş bir medeniyetten haberdar etmeye çalıştılar. Muvaffakiyetten muvaffakiyete nâil olup durdular.
Ölmüş kalpler canlandı, basiretler açıldı, kırılmış ve kopmuş olan ilâhî bağlar yeniden bağlandı. Bütün bunlara o Nur vesile oldu.
•
İslâm medeniyeti az zamanda süratle inkişaf etmiş ve tekâmül etmiştir. O mübarek Peygamber'in yolunu takip eden Ashâb-ı kiram, Tabiin ve daha sonraki devirlerde yaşayan müminler din-i İslâm'ı en güzel şekilde yaşamışlar, en mükemmel eserler vermişlerdir.
İslâm dini insanın mânevi huzurunu temin edip, sosyal adaleti tesis edip, cemiyetin temelini sağlamlaştırıp, fuhuş ve ahlâksızlığı kaldırıp, insanın inkişaf ve kemâliyetine önem verir ve böylece maddi ve mânevi yükselmiş insanlar cemiyeti kurar. Bunun ötesinde ahiret âleminde inanan bu insanları bekleyen mânevi lezzetler vardır.
Devletin başına gelen müslüman iyi âmirler ve onlara itaat eden müslümanlar beraberce birçok fethin fatihleri oldular. Bu ise sırf Allah rızâsı ve adaletin tesisi için idi. Asıl gaye İslâm'ın yayılması, küfrün ortadan kalkmasıdır.
Gerçekten iman sahibi olan bu iyi âmirler Allah-u Teâlâ'ya sığınmışlar, Allah-u Teâlâ'ya dayanarak ve O'na yönelerek iş ve icraatlarda bulunmuşlardır.
Allah-u Teâlâ'ya öyle bağlıydılar ki, öyle teslim olmuşlardı ki, şecaat ve adalet gibi bütün faziletlerin numunesi oldular.
Zira onlar:
"Bizim uğrumuzda bizim için mücahede edenlere elbette yollarımızı gösteririz.
Şüphesiz ki Allah ihsan erbâbı ile beraberdir." (Ankebut: 69)
Âyet-i kerime'sine gönülden iman etmişlerdi.
Onları dünyada nusret, muvaffakiyet ve muzafferiyetlere nâil kıldığı gibi; âhiret âleminde de uhrevî nimetlere kavuşturacağını, mükâfatların en büyüğüne erdireceğini vaad buyurdu.
Allah yolunda mücahede edenleri öven, onların hidayet üzerinde bulunduğunu ve sebat ettiğini metheden bu Âyet-i kerime'de; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, onun Ashâb-ı kiram'ı ve kıyamet gününe kadar ona tâbi olan müminler kastedilmektedir.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"İslâmiyet daima âlî ve galiptir, mağlup olmaz." (Münâvî)
Allah-u Teâlâ onları lütfuyla desteklemiştir.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Müminlere yardım etmek üzerimize hak olmuştur." (Rum: 47)
O'nun desteklediği herhangi bir kimse, herhangi bir devlet hiçbir zaman mağlup olmaz.
Allah-u Teâlâ yahudi ve hıristiyanlar'dan teşekkül eden ehl-i kitaba seslenerek, kendilerine Muhammed Aleyhisselâm'ı peygamber olarak gönderdiğini haber veriyor, dâvette bir nezaket olmak üzere iltifat yoluyla şöyle buyuruyor:
"Ey ehl-i kitab! Peygamberlerin ardı arkası kesildiği, bir boşluk meydana geldiği sırada size PEYGAMBER'imiz gelmiştir. Gerçekleri size açıklıyor ki, 'Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi.' demeyesiniz.
İşte müjdeleyici ve uyarıcı geldi. Allah'ın her şeye gücü yeter." (Mâide: 19)
Bu Âyet-i kerime mucibince Resulullah Aleyhisselâm geldiği halde inanmayan hiçbir ehl-i kitabın kurtulması mümkün değildir. Allah-u Teâlâ onu peygamberlerin arkasının kesildiği bir dönemde; dinlerin değiştirildiği, hak ve hakikatten uzaklaşıldığı, yolların çıkmaza girdiği, putperestlerin çoğaldığı bir devirde gönderdi. Onun gönderilişindeki nimet, nimetlerin en büyüğüdür.
Allah-u Teâlâ yahudi ve hıristiyan olan ehl-i kitap ile onların durumunda olanlara hitap ederek Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"De ki: 'Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda eşit bir kelimeye geliniz.'" (Âl-i imran: 64)
Allah-u Teâlâ "Kelime"yi açıklayarak ve bu dâvetin ana prensiplerini de belirleyerek şöyle buyurur:
"Allah'tan başkasına tapmayalım. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın." (Âl-i imran: 64)
Burada çeşitli vicdanların, muhtelif milletlerin, farklı dinlerin, çeşitli kitapların hak bir sözde nasıl birleşebilecekleri açık bir şekilde gösterilmektedir.
Sizin onları Tevhid'e dâvet edip şirki bırakmaya çağırmanıza rağmen;
"Eğer onlar yine yüz çevirirlerse: 'Şâhit olun ki, biz müslümanlarız.' deyin." (Âl-i imran: 64)
Yani kendinizin bu din üzere olduğunuzu ortaya koyun ve İslâm üzere olduğunuza onları şâhit tutun. Fakat ehl-i kitap Hakk'ı birlemekten değil, kelimeyi dağıtmaktan hoşlandılar.
Allah-u Teâlâ her ümmete bir elçi göndererek kendilerine lâzımgelen tebligâtın yapılmış olduğunu Âyet-i kerime'sinde şöyle haber vermektedir:
"Andolsun ki biz her ümmete: 'Allah'a ibadet edin, Tâğut'tan sakının!' diye bir peygamber gönderdik." (Nahl: 36)
Allah'a kulluk edin ve O'nu birleyin. Allah'tan başkasına, şeytana, putlara ve sapıklığa çağıran önderlere uymayın.
"İçlerinden kimine Allah hidayet etti, kimine de sapıklık hak oldu." (Nahl: 36)
Yani sapıklığı tercih ettiği ve bunu hak ettiği için, sapıklık ondan ayrılmaz bir parça oldu.
"Yeryüzünde gezin de, yalanlayanların sonunun nasıl olduğunu görün!" (Nahl: 36)
Ortaçağ Avrupa için büyük bir karanlık kuyu gibiydi. İslâm dünyası medeniyetin, nezafetin en güzel numunelerini sergilerken, Avrupa kiliselerin engizisyon boyunduruğu altında inim inim inliyordu. Her türlü melânet işleniyor; insanlar sefalet, pislik, ahlâksızlık çukurunda boğuluyordu.
Batı bu karanlıklar içerisinde boğulduğu bir çağda, bir yanda Osmanlı'da diğer yanda Endülüs'te inkişaf eden İslâm Medeniyeti'nden ilim, fen, tıp, ahlâk, düşünce, eşitlik, hukuk, adalet, sınıfsız toplum gibi birçok medeniyet eseri ve umdesi gördü.
Batı bu medeniyetin kaynağına, Resulullah Aleyhisselâm'a tâbi olup zahirî ve batınî nezafeti tercih edeceği yerde; zahirîni değiştirdi ancak batınını değitirmedi, imansızlık ve küfür karanlığında kalmayı tercih etti.
Resulullah Aleyhisselâm'a iman edip içlerini nurlandırmadıkları için medeniyet bunların üzerinde sırıtıyor, iğreti bir elbise gibi duruyor. Çünkü içleri imansızlık karanlığı ve pisliği ile dolu. Bu da icraatlarına yansıyor. Vahşet olarak, adaletsizlik olarak, necaset olarak ortaya çıkıyor.
Dikkat ederseniz medeniyetleri sadece kendilerinden olanlar içindir. Afrikalı kölelerin, müslüman işçilerin bunların nazarında insan olarak bir değeri yoktur. Soykırım, vahşet, her türlü melânet bugün de devam etmektedir.
Halbuki İslâm nûrunu kabul etmiş olsalar, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e teslim olup onun sevgisine mazhar olmuş olsalar gerçek medeniyete o zaman kavuşacaklar.
Ancak karanlıkta kalmak isteyen kimseye ne yapabilirsiniz ki?
"Onlar hidayeti verip sapıklığı, mağfireti bırakıp azabı satın almış kimselerdir. Ateşe ne kadar da dayanıklıdırlar!" (Bakara: 175)
Herkes tercih ettiğini alır. Resulullah Aleyhisselâm bütün insanları hidayete, İslâm'ın nuruna davet etti. Böyle aziz bir Peygamber'in davetini reddetmenin, hatta ona düşmanlığın her türlüsünü yapmanın elbette bir karşılığı olacaktır:
"Eğer yüz çevirirlerse onlara de ki: 'İşte sizi Âd ve Semud'un başına gelen yıldırıma benzer bir yıldırım (azabı) ile uyardım.'
Onlara: 'Allah'tan başkasına kulluk etmeyin.' diye önlerinden ve arkalarından peygamberler gelmişti. 'Şayet Rabbimiz dileseydi melekler indirirdi. Doğrusu biz sizinle gönderilen şeyleri inkâr ediyoruz.' demişlerdi.
Âd kavmine gelince, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve: 'Bizden daha kuvvetli kim var?' dediler. Kendilerini yaratan Allah'ın onlardan daha kuvvetli olduğunu görmediler mi? Onlar bizim âyetlerimizi bile bile inkâr ediyorlardı.
Bundan dolayı biz de onlara dünya hayatında zillet azabını tattırmak için o uğursuz günlerde üzerlerine dondurucu bir rüzgâr gönderdik. Ahiret azabı ise elbette daha çok alçaltıcı, rüsvay edicidir. Onlara hiç yardım da edilmez.
Semud kavmine gelince, onlara doğru yolu göstermiştik, amma onlar körlüğü doğru yolda gitmeye tercih ettiler. Böylece yapmakta oldukları fenalıkların karşılığı olarak alçaltıcı azabın yıldırımı onları çarptı.
İman edenleri kurtardık. Onlar Allah'tan korkuyorlardı.
Allah'ın düşmanları o gün toplanır cehenneme sürülürler. Hepsi bir aradadırlar."(Fussilet: 13-19)
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Muhammed içinizden herhangi bir adamın babası değil, fakat o Allah'ın Resul'ü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilendir." (Ahzâb: 40)
Muhammed Aleyhisselâm bütün peygamberlerin en faziletlisi, en üstünüdür. Kâinatın mebdei, mahlûkâtın ekmeli ve efendisidir. Ebul-ervah'tır. Hakk'tan haber verir, Hakk'a dâvet eder. Halk ile Hakk arasında Vahdâniyet ve Samedâniyet'e vasıta odur. O Zât-ı âlî, o Habib-i Hüdâ'dır.
Bütün peygamberlerin her biri bir kavme, birkaç şehir halkına veya bir ümmete ve belirli bir zamanda gönderildikleri için, peygamberlikleri yalnız kendi kavimlerine hastır. Fakat o bütün insanlığa gönderilmiş, âlemlere rahmet olmuştur. Kıyamete kadar gelecek insanların tamamı, onun irşad sahası içindedir. Zaman ve mekânın efendisidir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Resul'üm! Biz seni ancak bütün insanlara müjdeci ve uyarıcı olarak göndermişizdir.
Ne var ki insanların çoğu bilmezler." (Sebe: 28)
Her peygamber kendi kavmine gönderilmiş ise de, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bütün insanlara gönderilmiştir ve bu bütünlük kıyamete kadar gelecek bütün insanlara şâmildir.
Muhammed Aleyhisselâm'ın nübüvveti yalnız Araplar'a ve sadece Ashâb-ı kiram devrine münhasır olmayıp; her devre, her millete, kıyamete kadar gelecek bütün insanlara ve cinleredir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah o Peygamber'i ümmî Araplar'dan başka, henüz kendilerine erişip ulaşmamış bulunan diğer bütün insanlara da göndermiştir." (Cum'â: 3)
Allah-u Teâlâ kıyamete kadar uzanan bir irşad sahasına gönderdiğini beyan buyuruyor. Onun içindir ki; ne bir yahudi, ne bir hıristiyan, ne bir putperest hiç kimse iman etmedikçe kurtulamayacaktır. Çünkü onu duymayan hiçbir fert yok.
•
O ki; insanlara Allah-u Teâlâ'nın lütfunu belirten, sonsuz saâdeti müjdeleyen, halkı dalâletten kurtarıp uyaran, cehalet karanlığından çıkaran, en güzel bir rehber, en şefkatli bir Peygamber'dir.
Fakat nankör olan bir çok insan bunu bilemedi, bu Nur'u göremedi, dalâlet çukuruna düştü ve ebedî saâdetini kaybetti.
"Resul'üm! De ki: 'Ey insanlar! Şüphesiz ben, Allah'ın hepiniz için gönderdiği Peygamber'iyim.'" (A'râf: 158)
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin bütün insanlara gönderildiğini ferman buyuruyor. Bunun içindir ki hiç kimse: "Ben böyle bir şey duymadım, bilmediğim için de iman etmedim." diye hiçbir bahane bulamaz.
Böylece bahane kapısı da kapanmış oldu.
"Biz seni insanlara Peygamber olarak gönderdik. Buna şâhit olarak Allah yeter." (Nisâ: 79)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde: "Biz seni gönderdik." buyuruyor. Resulullah Aleyhisselâm'ın vazifesi bütün insanlara İslâm'ı duyurmaktır. Zira o, Hazret-i Allah'a ve Resul'üne iman etmek gerektiğini bildiren bir emirle gönderilmiştir. Bu emr-i ilâhî'yi nazar-ı itibara alıp iman edenler, saâdet-i ebediyeye erdiler. İman etmeyenler küfürde kaldılar. Allah-u Teâlâ bunun bizzat şâhidinin de Zât-ı akdes'i olduğunu beyan buyuruyor.
•
Mümin ve muvahhid olmayı arzu eden kimse onun peygamberliğini tasdik etmedikçe, hiçbir iyiliği makbul olmaz, cennete de giremez. Zira bütün peygamberler âhir zaman Peygamber'ini tasdik etmişlerdir. Onlara indirilen kitaplar içinde Muhammed Aleyhisselâm'ın peygamberliği açıkça beyan olunmuştur.
"O daha öncekilerin kitaplarında da vardır." (Şuarâ: 196)
Yani Allah-u Teâlâ onun fazilet ve meziyetini, daha dünyaya gelmeden evvel gerek Tevrat'ta gerekse İncil'de beyan buyurmuş ve duyurmuştur.
Ehl-i kitap bu suretle onun geleceğini biliyordu. Nasibi olanlar iman şerefiyle müşerref oldular, kibrine yediremeyenler de ebedî hüsrana uğradılar. Çünkü bu hakikat onlara bildirilmişti. Bildirildiğinden ötürü de ebedî hüsrana uğradılar.
Bütün meleklerin, peygamberlerin, ulvî ve süflî yaratılmışların malumu idi. Zamanı ile mekânı ile bilinen bir durumu vardı. Ona iman etmeyenler inat ve hasetlerinden dolayı iman etmediler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in bir uyarıcı olduğunu buyuruyor ve duyuruyor:
"İşte bu, ilk uyarıcılar gibi bir uyarıcıdır." (Necm: 56)
Tabii ki imanı olana, kalbi dönene değil.
Kim ki Allah-u Teâlâ'nın emrinde, Resulullah Aleyhisselâm'ın izinde olursa; Hakk'ın kulu Peygamber'in ümmeti olur.
Onun izinden ayrılanlar, değil ümmeti olmak, iman etmiş bile değildir.