Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
HAZRET-İ MUHAMMED  Aleyhisselâm - Hendek Savaşı (5) - Ömer Öngüt
Hendek Savaşı (5)
HAZRET-İ MUHAMMED  Aleyhisselâm
Dizi Yazı - Resulullah Aleyhisselâm'ın Hayat-ı Saâdetleri
1 Ocak 2015

 

HAZRET-İ MUHAMMED
Aleyhisselâm

-Hicretin Beşinci Yılı-

Hendek Savaşı (5)

 

Münâfıklar (2)

Münâfıklar Uhud savaşında gösterdikleri cesaretsizlik ve gevşeklikten dolayı sözde pişman olmuşlar, bundan sonra ilk fırsatta bu hatalarını tamir edeceklerine dair Allah'a söz vermişler,"Eğer Allah bize bir savaş gösterirse mutlaka savaşırız!" demişlerdi.

Allah-u Teâlâ Uhud savaşından henüz iki yıl geçmeden onları daha büyük bir tehlike ile karşı karşıya getirmiş, verdikleri sözde samimi olup olmadıklarını meydana çıkarmıştır.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Oysa bunlar andolsun ki daha önce, sırt çevirip kaçmayacaklarına dair Allah'a kesin söz vermişlerdi.

Allah'a verilen kesin söz ise elbette sorulacaktır." (Ahzâb: 15)

Allah-u Teâlâ'ya verdikleri bu sözün mutlaka yerine getirilmesi gerekirdi. Fakat onlar döneklik yapmışlar, verdikleri sözü yerine getirmemek gibi ilâhi gazabı gerektiren ağır bir mesuliyet altına girmişlerdi.

Ölümden ve öldürülmekten korkarak savaşa katılmak istemeyen kimselere o korkunun hiçbir fayda vermeyeceğini belirtmek üzere Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:

"Resul'üm! De ki: Eğer ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmak size aslâ fayda vermez.

Aksi takdirde (eceliniz gelmediği için ölümden kaçmış gözükseniz) bile (dünyada yaşatılarak) istifade ettirileceğiniz zaman çok azdır." (Ahzâb: 16)

Çünkü her canlının sonu ölümdür. Kılıçla ölmeyen başka bir şeyle ölür.

"Resul'üm! De ki: Eğer Allah size bir kötülük dilemişse sizi O'ndan koruyacak, veya size rahmet etmeyi dilemişse (ona engel olacak) kim vardır?" (Ahzâb: 17)

O'nun ilâhî takdirini hiç kimse değiştiremez, ezelden ebede hiç şaşmadan aksamadan yürümektedir.

"Onlar Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulabilirler." (Ahzâb: 17)

Ne onların, ne de başkalarının.

Müşrik ordusu kuşatmayı artırıp öldürücü darbeyi indirmeyi tasarlayarak bunun hazırlıklarını sürdürürken, baş münâfık Abdullah bin Ubeyy ortalığa fitne atıyor; müslümanların büyük bir sıkıntı içinde olduklarından istifade ederek, hemen savaşı bırakıp evlerine dönmelerini telkine çalışıyordu. Münâfıklar da fırsatı kaçırmadan onu tasdik ediyor, müminlerin morallerini bozmaya yönelik bir takım entrikalar çeviriyorlardı.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Doğrusu Allah içinizden sizi alıkoyanları ve kardeşlerine 'Bize gelin!' diyenleri kesinlikle bilir.

Onlardan pek azı (o da gösteriş olarak) savaşa gelir. (Çoğunluğu ise savaşa gelmezler)." (Ahzâb: 18)

Müminlere, onlarla beraber oldukları zannını vermek için birlikte çıkarlar, fakat savaştıkları görülmez. Mecbur kalırlarsa pek az savaşırlar.

Onlar müminlerin canlarını, mallarını, her şeylerini fedâ ettikleri yolda, değil bir şey fedâ etmek; müminlerle hiçbir hususta işbirliği yapmak istemezler. Çünkü nifak içlerine işlemiştir.

"Size karşı oldukça kıskanç ve cimridirler. Korku geldiği zaman, üzerine ölüm baygınlığı çökmüş gibi gözleri dönerek sana baktıklarını görürsün.

Korku gidince de, iyiliğinizi çekemeyerek sivri dilleriyle sizi incitirler." (Ahzâb: 19)

Savaş sona erip de korkuları gittiğinde, gizlendikleri deliklerden çıkarlar. Müminleri tenkit ederler, her şeye itiraz ederler. Hiç yüzleri kızarmadan fasih ifadelerle kahramanlıklar taslarlar. Kuru lâftan başka hususiyetleri yoktur.

"Onlar iman etmiş değillerdir. Bunun için de Allah onların yaptıklarını boşa çıkarmıştır. Bu, Allah'a göre pek kolaydır." (Ahzâb: 19)

Allah-u Teâlâ onların kıldıkları namazlarını, tuttukları oruçlarını, İslâm'a girdikten sonra yaptıkları bütün iyilikleri boşa çıkaracak, bu amelleri için onlara hiçbir mükâfât vermeyecektir. Onlar münâfıklık yaptıkları, şahsi menfaatlerini dinin menfaatlerine tercih ettikleri, Allah için çalışmadıkları için böyle bir âkıbete müstehak olmuşlardır.

Bu noktada, Allah'a ve Resul'üne inandıklarını iddia eden, namaz kılan, oruç tutan, zekât veren ve diğer hayırlı işlerde müslümanlarla işbirliği yapan bu münafık kimselerin, gerçekte hiç iman etmemiş oldukları hususunda kesin bir hüküm verilmektedir. Eğer bir kimse Allah'a ve O'nun yoluna bağlı değilse, onun iman ettiğini söylemesinin, ibadet etmesinin ve diğer iyiliklerinin hiçbir mânâsı yoktur.

Allah-u Teâlâ münâfıkların korkak olduklarını gösteren delilleri haber vererek Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:

"Onlar Ahzâb'ın (düşman birliklerinin) gitmediklerini sanıyorlardı. Düşman birlikleri tekrar gelmiş olsalardı, isterler ki çöllerde bedevîlerin yanında bulunsunlar da sizin haberlerinizi sorsunlar." (Ahzâb: 20)

Münâfıklar korkaklıklarından dolayı Medine'den çıkıp çöle yerleşmek ve bedevîler arasında kalmak istiyorlardı. Böylelikle kendilerini emniyet altına almış ve savaş korkularından uzak kalmış olacaklardı. Onlar savaşa iştirak etmek yerine, Medine'den uzakta, Medine tarafından gelecek olan herkese sizin haberlerinizi ve sizin başınızdan geçenleri sorup öğrenmek isterlerdi.

"Zaten aranızda bulunsalar, pek az savaşırlardı." (Ahzâb: 20)

Çünkü onların sizin kazanacağınıza dair inançları zayıftı.

 

Sıkıntılı Günler:

Müslümanlar Hendek önünde on bin kişilik müşrik ordusuna karşı durmaya çalışıyorlardı. Bir yandan da Medine'yi yahudilerin baskınından korumak zorunda kaldılar. Böyle tehlikeli bir anda münâfıklar da bozgunculuğa başlamışlardı. Hem cepheyi bırakmışlar, hem de müslümanların mâneviyatını sarsıcı propaganda yapıyorlardı.

Müşrikler aralarında nöbet ve sıra ile hücuma geçiyorlardı. Bir gün Ebu Süfyan adamları ile hücuma kalkıyor, bir gün Halid bin Velid, bir gün İkrime bin Ebu Cehil, bir gün Amr bin Âs hücumu idare ediyordu. Bir defasında hep birden Resulullah Aleyhisselâm'ın çadırını nişan alarak ok yağmuruna tuttular. Mücâhidler azimle mukavemet ediyorlar, oklarla ve taşlarla onları geri püskürtüyorlardı.

Bir defasında Resulullah Aleyhisselâm'ın bulunduğu tarafa olanca güçleriyle hücuma geçmişlerdi. O gün ne Resulullah Aleyhisselâm, ne de mücâhidler ikindi namazı kılma fırsatını bulamamışlardı.

Buhârî'nin rivayetine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

"Onlar güneş batıncaya kadar nasıl bizi ikindi namazından alıkoydularsa, Allah da onların evlerine, karınlarına ve kabirlerine ateş doldursun!" diyerek bedduâ etmişti.

Medine'nin kuşatma altında tutulması bütün şiddetiyle tam bir ay sürdü. Resulullah Aleyhisselâm ve mücâhidler kuşatma esnasında birkaç defa üçer gün aç kaldılar, karınlarına taş bağladılar. Resulullah Aleyhisselâm ise iki taş bağlamıştı.

Hendeğin iç tarafında olanlar şüphesiz ki çok sıkıntılı günler yaşıyorlardı. Fakat imanlarındaki sadâkat sayesinde bütün güçlüklere katlanıyorlardı.

Onların bu korku, sıkıntı ve darlık halini Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde beliğ bir şekilde tasvir buyurmaktadır:

"Hani onlar hem yukarınızdan hem de aşağı tarafınızdan üzerinize gelmişti." (Ahzâb: 10)

Necd ve Hayber'den gelenler yukarıdan, Mekke'den gelenler ise aşağıdan kuşattılar.

"Gözler dönmüş, yürekler ağızlara gelmişti." (Ahzâb: 10)

Gözler hiçbir şey göremez olmuş, kalpler gırtlaklara gelecek şekilde yerlerinden oynamıştı.

"Ve siz Allah hakkında türlü zanlarda bulunuyordunuz!" (Ahzâb: 10)

Çeşit çeşit zanlar vardı. Samimi müminler, Allah-u Teâlâ'nın dinini yüceltmek için verdiği sözünü yerine getireceğine kanaat etmekle birlikte; bu defa o sözü yerine getirecek mi, yoksa kendilerini imtihan mı edecek diye düşünüyorlar ve kusur edip kaymaktan, gereği gibi tahammül edip dayanamamaktan korkuyorlardı.

Daha sonra da sıkıntının son dereceye eriştiği korku alâmetlerinin apaçık meydana çıktığı da şöyle ifade edilmektedir:

"İşte orada iman sahipleri imtihandan geçirilmiş ve şiddetli bir sarsıntıya uğratılmışlardı." (Ahzâb: 11)

Sanki yer onları sarsıyor, ayaklarının altında zelzele meydana geliyordu.

Hendeğin dışında olanlar ise uzayıp giden bu kuşatmadan bıkmaya, hendeğin etrafında günlerdir dolaşmaktan usanmaya başlamışlardı. Çünkü Araplar böyle uzun süren çatışmalara alışık değildiler. Âni hücum ve baskın yaparlar, ne çalıp çarparlarsa alıp kaçarlardı. Onların niyeti ve kararı Medine'yi bir vurup dönmekti. Uhud'da olduğu gibi kolayca bir zafer kazanacaklarını ümit ediyorlardı. Böyle çetin bir savunma ile karşılaşacaklarını hiç hesaba katmamışlardı.

Diğer taraftan da yakıcı bir soğuk etrafı kasıp kavuruyordu. Bilhassa Gatafân Araplar'ı sızlanmaya, şikâyetlenmeye başladılar. Çünkü onlar bu savaşa herhangi bir gaye için katılmış değildiler. Yahudiler onlara Hayber bahçelerinin meyvelerini vâdetmişlerdi. Bu ise soğukta beklemeye değmezdi, onun için Gatafânlılar arasında bir gevşeklik vardı.


  Önceki Sonraki