Muhterem Okuyucularımız;
İnsan; hayvanî sıfatlardan kurtulup insanî sıfatı takınması, Yaratan'ını bilmesi, bulması için gönderilmiştir. Kim ki bunları yaparsa Hakk'ın kulu olur. Kim ki bunları inkâr ederse şeytanın kulu olur ve şeytanla beraber cehennemde olur.
Bir müslümanın beş düşmanı vardır. Bunlar öyle bir düşmandır ki; imanı da, iz'anı da, ameli de her şeyi yok edebilir.
Bu beş şey ferdidir, kişinin kendindedir, içtedir.
1. Nefis. 2. Şeytan. 3. Şehvet. 4. İnsan şeytanı. 5. Ve aşırı dünya muhabbeti.
Binaenaleyh insanda nefis var, şeytan var, dünya var, çeşitli arzular var, bunların hepsi imanı tehdit ediyor. Allah'ım muhafaza buyursun.
İşte bu sayılan beş düşmandan herhangi birisi tesirini ve gücünü gösterirse, ruhun üzerinde baskı yaparsa kişiyi münafıklığa düşürür.
Münafıklık, bir müslümanın korkması gereken en büyük tehlikedir. Nifak kalbin kötü sıfatlarındandır. Dışın içe, sözün fiile aykırı olması münafıklıktır.
Bu beş düşmanın haricinde ayrıca sapıtıcı imamlar ve âhir zaman uleması da var. Bunlar fert fert değil de, insanları kitleler halinde münafıklığa sevkederler, dinden kaydırırlar.
Halbukî insanın yaratılış sebebini Cenâb-ı Hakk, Âyet-i kerime'sinde şöyle beyan ediyor:
"Ben cinleri ve insanları ancak (beni bilsinler) bana ibadet etsinler diye yarattım." (Zâriyat: 56)
Fakir bu Âyet-i kerime'ye mânâ verirken, bilinmeyen Hazret-i Allah'a ibadet edilmez deriz. Bilmen lâzım. Fakat nasıl bileceğiz?
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Nefsini bilen Rabb'ini bilir." buyuruyorlar. (K. Hafâ)
Kendini bilirsen Yaratan'ını bilirsin, amma sen kendini bilmezsen Yaratan'ını hiç bilemezsin. O'nu bilen, O'nunla ibadet eder, O'nun has kulu olur.
Şu halde Allah-u Teâlâ'ya sevilmek mi hayırlı, şeytana yaranmak mı hayırlı? Bu durumu Cenâb-ı Hakk Hadis-i kudsî'de bizzat haber veriyor:
"Benim cinlerle ve insanlarla önemli bir hadisem var! Ben yaratıyorum, benden başkasına ibadet ediliyor! Ben rızıklandırıyorum, benden başkasına şükrediliyor." (Taberânî)
İnsan olabilmek için insanın çok tekâmül etmesi lâzım.
Nefsin esaretinden kurtulamayan insan, yaşayan ölü gibidir. Dünyaya niçin geldiğini, nereye gideceğini bilemez. İki günlük ömründe sermaye toplayamadan gider.
Nefis öyle bir mahlûktur ki, zâlimdir, kâfirdir, Allah-u Teâlâ'ya bile karşıdır. Gaye bu kâfiri müslüman etmektir. Nefisle mücadeleden maksat da budur, yani nefsi tortularından süzmek, hülâsasını meydana çıkarmak ve insanî nefis hâline getirmektir.
Bir insan nefsi öldürmedikçe ruhen yükselemez. Dünya puttur, nefsin arzuları puttur, onlara tapmaktan kendisini alamaz. Dinin hakikatine, imanın kemâliyetine varamaz. Şu halde ölmeden evvel ölmek, yani nefsi öldürmek lâzım ki ruh dirilsin.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Gördün mü o hevâ ve hevesini ilâh edinen kimseyi?" buyuruyor. (Furkân: 43)
İnsanlar nefislerinin hevâ ve heveslerine tâbi olunca nizam ve intizam bozulur, hayatın gerçeklerinden uzaklaşılır.
İnsana yaratılış gayesini unutturan, gaflete düşüren bu beş düşman madde madde Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerin nur ışığı altında açıklanarak Ümmet-i Muhammed'in istifadesine arz edilmiştir.
Allah'ım hayırlı afiyet ihsan buyursun. Hayırlı afiyet, ahiret ebediyesinin de sağlanmasına vesile olur. Hayırlı afiyet, maddi ve mânevi olduğu için kuşun iki kanadı gibidir. Dünyada saadete, ahirette selâmete vesile olur, yeter ki insan Hakk ile olsun, halk ile olmasın. Yani insan fırtınaya kapılmamalı, halka da uymamalıdır. Allah bize yeter.
•
Bu ay başında idrak edilecek olan mübarek "Mevlid Kandili"nizi tebrik eder, tüm İslâm âlemine hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Allah'tan niyaz ederiz.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
"Resul'üm! Biz Seni Âlemlere Rahmet Olarak Gönderdik." (Enbiyâ: 107)
"Sen Olmasaydın! Sen Olmasaydın! Felekleri Yaratmazdım." (Keşfü'l-Hafâ)
"Hiçbirinizin Arzusu Benim Tebliğ Ettiğim Şeylere Uymadıkça Mümin Olmuş Olamazsınız." Buyuran,
Her Hâl ve Ahvâli İlâhî İrâde'ye Uygun Olan, Müminlere Karşı Şefkatli ve Onların Güçlüğe, Sıkıntıya Uğramaları Kendisine Ağır Gelen, En Güzel Numunemiz; Peygamberimiz Efendimiz Muhammed Mustafa -sallallahu aleyhi ve sellem-in Teşrif-i Dünya Olan ve Bu Ay İçinde İdrak Edeceğimiz;
Mübarek "MEVLİD KANDİLİ"nizi Tebrik Eder,
Tüm İslâm Âlemi'ne Hayırlara Vesile Olmasını Cenâb-ı Allah'tan Niyaz Ederiz.
"Binaenaleyh sahne üzerindeyiz. Hareketlerimiz her yönden izleniyor. Umera ile oturursan kibrin artar. Ulemâ ile oturursan bilgin artar. Sâlih kimselerle oturursan ihlâsın artar. Dünya ehliyle oturursan dünyaya hırsın artar. Fâsıklarla oturursan fıskın artar. Kadınlarla oturursan şehvetin artar. Çocuklarla oturursan boşuna vakit geçirmiş olursun. Ve fakat Hakk Celle ve Alâ Hazretleri sevdiği kulunu hıfz-u himayesine tasarruf-u ilâhi'sine alırsa o kurtulur. Onun için fakir daima duâ esnasında şöyle niyaz ederiz: Allah'ım hayırlı ömür, hayırlı umur, hayırlı ölüm nasip et! Hayırlı ömür; rızân mucibince yaşanan bir hayat ihsan et. Hayırlı umur; senin lütuf desteğinle yürüttüğün kullardan yap. Hayırlı ölüm; Zât'ına çektiğin, saadetine erdirdiğin kullardan yap. "Bu benim kulum!" dediği zaman artık onu korur. Dünya muhabbetinden, kadın muhabbetinden, çocuk muhabbetinden ve rızâsı olmayan her şeyden korur."
Bir müslümanın beş düşmanı vardır. Bunlar öyle bir düşmandır ki; imanı da, iz'anı da, ameli de her şeyi yok edebilir.
Bu beş şey ferdidir, kişinin kendindedir, içtedir.
1. Nefis. 2. Şeytan. 3. Şehvet. 4. İnsan şeytanı. 5. Ve aşırı dünya muhabbeti.
Binaenaleyh insanda nefis var, şeytan var, dünya var, çeşitli arzular var, bunların hepsi imanı tehdit ediyor. Allah'ım muhafaza buyursun.
İşte bu sayılan beş düşmandan herhangi birisi tesirini ve gücünü gösterirse, ruhun üzerinde baskı yaparsa kişiyi münafıklığa düşürür.
Münafıklık, bir müslümanın korkması gereken en büyük tehlikedir. Nifak kalbin kötü sıfatlarındandır. Dışın içe, sözün fiile aykırı olması münafıklıktır.
Bu beş düşmanın haricinde ayrıca sapıtıcı imamlar ve âhir zaman uleması da var. Bunlar fert fert değil de, insanları kitleler halinde münafıklığa sevkederler, dinden kaydırırlar.
Ruh gibi nefis de insanın yaratılışında mevcuttur. Toprak, su, hava ve ateşten teşekkül etmiş zulmânî bir buhardır. Karın boşluğunda bulunur, kumandası secde yeridir, bütün vücuda oradan kumanda etmek ister.
Ruh ile nefis vücutta ayrı ayrı yer tutmuşlardır. Nefsin hayatı da ruh iledir.
Nefis süfliyattan, ruh ise ulviyattan yaratılmışlardır. Nefis ahlâk-ı zemime, ruh ise ahlâk-ı hamide ile techiz edilmiştir. Ruh çok lâtiftir, çok âlî, çok yüksek makamdan gelmiştir.
Bu karanlık cesetle birleşmeden önce terakki edemiyordu. Cesette nefis ile bir araya gelince mücadele başladı ve yükselebilme kuvvetini elde etti.
Ulvî olan ruh, süflî olan nefis birbirinin zıddıdırlar. Allah-u Teâlâ ruhu nefse aşık etmek suretiyle, ikisini bir arada barındırmıştır. Eğer ruh nefse aldanıp onun boyasına girerse, asliyetini ve ulviyetini kaybeder, onun gibi kararır ve onun esiri olur. En ulvî makamdan geldiği halde, kendisini unuttuğu için Yaratan'ını da unutur. Vücutta hakimiyeti nefis eline geçirir, bütün icraatlarını rahat bir şekilde yapar.
Nefsin tabiatında şehvete, günaha ve kötülüğe meyil vardır. Gücünü hep o yönde kullanır. Onun özelliği böyle olduğu için, insanoğlu sırf kendi nefsine kalırsa, her türlü fenalığa sürüklenir.
Ukbe bin Âmir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Vallahi ben, vefatımdan sonra Allah'a şirk koşmanızdan korkmuyorum, fakat nefislerinize uymanızdan korkuyorum." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 661)
Nefis yedi başlı bir ejderdir. Haset, riyâ, kin, kibir, şehvet, gadap, yalancılık... gibi hayvânî sıfatlardan hangi sıfatta kişiyi yakalarsa, onu alır cehennemin ortasına kadar götürür. Tahribatı dış düşmandan daha büyüktür. Eğer dizginlenmezse Allah-u Teâlâ'nın koyduğu hudutları aşar, gayesine ulaşır. Bu hudutları aşan kimse, kendisini uçurumdan attı demektir.
Bir Hadis-i kudsî'de:
"Nefsine düşman ol. Çünkü o bana karşı düşmanlık ve harp ilân etmiştir." buyuruluyor.
Nefis her iyiliğe engel olmak isteyen, her kötülüğün kapısını açan arkadaştır. Kişinin bu dünyada da arkadaşıdır, kabirde de arkadaşıdır, mahşerde de arkadaşıdır, cennette ve cehennemde de arkadaşıdır.
Kişi onun hakkını ona vermeli ve yoluna devam etmelidir. Ve fakat onun arzusuna kapılmamalıdır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"O gün her nefis iyilik ve kötülük olarak ne işlemişse önünde hazır bulur." (Âl-i imrân: 30)
Nefsinin her isteğini yapan kimse cehenneme düşer. Nefsin istemediği kulluk ve fedakârlıkta bulunanlar ise cennete girerler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde, nefsin bir mümin için ne büyük tehlike olduğunu haber veriyorlar ve şöyle buyuruyorlar:
"En şiddetli düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir." (Beyhakî)
Allah'tan korkan kimse heva ve hevesine uymaz, ibadet ve taate yönelir. Nefsâni arzulardan uzaklaştıkça iffetli olur, haramlardan ve şüpheli şeylerden kaçındıkça verâ ve takvâ sahibi olur.
Nefsin arzu ettiğini yapmamakla muvaffak olunur.
Allah-u Teâlâ müminlerin en önce kendi nefislerini düzeltmek için uğraşmalarının gerektiğine dâir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Siz kendi nefislerinizi ıslah etmeye bakın. Siz doğru yolda bulundukça yoldan sapanların size zararı olmaz." (Mâide: 105)
Size düşen kendinizi düzeltmektir ve nefsinizi ıslah etme yükümlülüğünüzü yerine getirmektir. İsyanlara dalmaktan, ısrarla günah işlemekten korunun. Nefislerinizi ıslah yolundan ayrılmayın.
Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:
"Nefsini tertemiz yapıp arındıran felâh bulmuş kurtulmuştur.
Onu kirletip örten kişi ise ziyana uğramıştır." (Şems: 9-10)
Nefsini günahlardan temizleyip takvâ ile terbiye etmek suretiyle feyizlendiren kimseler gerçek kurtuluşa ermişlerdir.
İnsanın kendi nefsi ile cihad etmesine "Cihad-ı ekber" denilmiştir. Çünkü düşmanların en büyüğü nefistir. Bir insanın sana yapacağı en büyük düşmanlık seni öldürmesidir. Bu ise şehâdetine vesile olduğu için, seni en yüksek mertebeye erdirir. Nefsin elinde ölürsen ebedi hayatın mahvolur.
Ebu Zerr-i Gıfâri -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"En iyi cihad, insanın kendi nefsânî arzularıyla Allah rızâsı için yaptığı cihaddır." (Câmiu's-sağîr: 1247)
Gerçekte insanın nefsini temizlemeye çalışması, nefsin arzularına karşı kendini tutma hususunda sabretmesi ve kendini buna zorlaması; sonunda faydası kendisine âit olan bir vazifedir.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Kim mücahede ederse kendi öz nefsi için mücahede etmiş olur." (Ankebût: 6)
Nefsinin her isteğini yapan kimse cehenneme düşer. Nefsin istemediği kulluk ve fedakârlıkta bulunanlar ise cennete girerler.
Nefsini ayağının altına alırsan vezir olursun. O seni ayağının altına alırsa rezil olursun. Cennet de hak, cehennem de hak. Nefsine dersin ki; "Ey nefis! Tercih et!" O kadar...
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyor:
"Cehennem nefsin istekleri ile, cennet de nefsin hoşlanmadıkları ile örtülüdür." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2035)
İnsan, tuzaktaki daneyi görüp ona yaklaşan kuşa benzer. Kuş danenin arkasında kendisini bekleyen tehlikeyi görmediği için tuzağa düşer. İnsan nefsinin arzularına uyarsa, sürüklenmekte olduğu cehennemi göremez.
Abdullah -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"Cennet sizin her birinize ayakkabısının bağından daha yakındır. Cehennem de böyledir." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2036)
Nefsin esaretinden kurtulamayan insan, yaşayan ölü gibidir. Dünyaya niçin geldiğini, nereye gideceğini bilemez. İki günlük ömründe sermaye toplayamadan gider.
Nefis öyle bir mahlûktur ki, zâlimdir, kâfirdir, Allah-u Teâlâ'ya bile karşıdır. Gaye bu kâfiri müslüman etmektir. Nefisle mücadeleden maksat da budur, yani nefsi tortularından süzmek, hülâsasını meydana çıkarmak ve insanî nefis hâline getirmektir.
Nefsin her bir arzusu bir put mesabesindedir. Süflî nefsi, his ve meyillerinden arındırıp tezkiye etmedikçe kişi nefsin putlarına tapmaktan kurtulamaz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Gördün mü o hevâ ve hevesini ilâh edinen kimseyi?" buyuruyor. (Furkân: 43)
İnsanlar nefislerinin hevâ ve heveslerine tâbi olunca nizam ve intizam bozulur, hayatın gerçeklerinden uzaklaşılır.
Tarikat-ı aliye'deki nefis terbiyesine en güzel misal, yünlerin halı hâline gelmesidir.
Çok uzak yerlerden getirilen kirli ve karışık yünler evvelâ kazanlarda yıkanıp temizlenir. Sonra çeşitli taraklardan geçerek didik didik olur, tel tel ayrılır ve iplik hâline gelir. Benliği tamamen gider, renk renk boyandıktan sonra istenilen şekilde yumak olur.
Halı olabilmesi için de, bir dekoratörün kâğıda çizdiği dekorlar üzerinde renklerine ve ölçülerine göre yerleştirilmesi gerekir. Nihayet tezgâhlarda dokunarak bu ipliklerden en güzel halılar meydana gelir.
Daha önceleri üzerine bastığımız zaman ayağımıza dolaşan o kirli yünler, şimdi artık basmaya kıyamadığımız nâdide birer halı olmuştur. Hiç kimseyi incitmez.
İşte nefis de kirli yün gibidir. Ayrı ayrı bölümleri vardır. Temizlene temizlene, incele incele, taraklardan tezgâhlardan geçe geçe halı gibi olup, ayak altına serilmedikçe terbiye ve ıslahı mümkün olmaz, tarikat mektebi de bitmiş sayılmaz. O ana kadar fırsat buldukça kişinin hep ayağını dolaştırır.
Evvelâ didik didik yapacaksın, halı gibi olduktan sonra onu yere sereceksin. Ayak altına serdiğin zaman rahat ayak basabilirsin. Yoksa hilekârdır, emniyet etmeye gelmez.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde:
"Nefis olanca şiddetiyle kötülüğü emreder." buyuruyor. (Yusuf: 53)
Niçin? Çünkü nefis iradeyi emer. Yuları taktığı zaman, kişi bilse de bilmese de çeker götürür.
Beşerin nefsi aslında daima fenâlık tarafına meyleder, bütün gücüyle kötülüğü telkin eder. Onun tabiatında şehvete, günaha, her türlü kötülüğe meyil vardır. Nefis kendi gücünü ve emrindeki silâhlarını o yönde kullanır. Bundan dolayıdır ki insan sırf kendi nefsinin arzularında kalırsa fenalığa sürüklenir.
"Ancak Rabb'imin merhamet edip koruduğu hariç." (Yusuf: 53)
Allah-u Teâlâ rahmet edip hidayetini eriştirdiği vakit, Rahmânî kuvvet nefsânî kuvvete galip gelir, onun emrini hükümsüz kılar ve gücünü kırar. Böylece nefis ilâhî emre uyar, kendi emrini terkeder, kötülükten uzak kalır.
"Şüphesiz ki Rabb'im bağışlayandır, merhamet edendir." (Yusuf: 53)
Birçok hallerde nefislerin tabiatları icabı uğradıkları meyil ve istekleri Allah-u Teâlâ kendi mağfiretiyle örter ve önler, onların fiiliyata çıkmasını engeller, günahını itiraf edip bağışlanma dileyenleri de bağışlar.
Böyle bir kimse rehbere ulaştığı zaman, nefsin çektiği ipi koparır, onu nefisten sıyırır, lâzım gelen tâlim ve terbiyesini verir ve o kimse uyanır. Artık var gücüyle temizliğe girişir, nefis işgali altındaki kalp evini kurtarmaya çalışır.
Bu hayvanî sıfatlar insanda mevcut olduğu zaman o insan hiçbir zaman insan olamaz. İnsan-ı kâmil hiç olamaz.
Nefis vücuda hakimiyet kesbettiği zaman o hükmünü yürütmek ister, kişiyi tanımaz, tanımamak ister, "Benim!" diyor çünkü. Cenâb-ı Hakk'ın hükmüne karşı gelen bir mahlûk. Düşmanların en büyüğü.
Bir Hadis-i kudsî'de:
"Nefsine düşman ol. Çünkü o bana karşı düşmanlık ve harp ilân etmiştir." buyuruluyor.
Bundan ötürü zaten insanda hayvani sıfat doğuyor. Bu hayvani sıfatın arzularına bir insan meylettiği zaman o arzuları hangi hâl ve hareket üzerinde ise o hayvanın sıfatını almış oluyor.
Binaenaleyh insanın içinde hükmeden odur. Ne hükmedecek? Hayvani sıfatı hangi icraat üzerindeyse o icraat üzerinde yapmak ister. O kişiyi o icraat ile hemhâl etmek ister. Tabi Hazret-i Allah'a uygun değildir. Emirlerine uygun değildir. Fakat o dinlemez "Benim dediğim olsun!" der ve hayvani sıfatı hangi sıfatta ise o sıfatla icraat yapar.
Nefsi size şöyle tarif edeyim:
"Nefsimin küçücük olduğunu gözümle görsem -ki Allah-u Teâlâ dilediğine gösterir-, bu küçük nesne bin parçaya ayrılsa, bir parçasından Allah'ıma sığınırım. Değil binde birinden, tozundan Allah'ıma sığınırım. Çünkü onun şerrinden ve hile-i desiselerinden beni ancak Rabb'im kurtarır."
İmran bin Husayn -radiyallahu anhümâ-dan rivâyete göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şu duâyı talim buyurmuştur:
"Ey Allah'ım! Bana hidayetimi ilham et. Beni nefsimin şerrinden koru." (Tirmizî)
Nefsi terbiye etmek için birinci plânda ölümü çok anmak ve çöl yolculuğuna çıkacak olan bir insanın bu tehlikeli yolculuktan başka bir şey düşünmediği gibi düşünmek lâzımdır.
Şu kadar var ki lütuf ancak Allah-u Teâlâ'dan gelir. Kişi helâl lokma yemeye dikkat ederse, ihlâs ile ibadetlerine devam ederse, nefsinin arzu ettiği şeyi yapmayıp, arzu etmediği şeyi tercih ederse, merdivenden yukarıya çıkmaya başlar. Tarikat merdivenlerine bu üç şeyle çıkılır. Bütün bunlar ilâhî lütuftur, O verecek ki sen yürüyeceksin. Merdivene basa basa çıkarsın.
Ruh ve nefis iki ordu gibidir, devamlı harp halindedirler. Hangi taraf ne kadar alırsa orası onundur. Hepsini alırsa işgal eder, diğerini esir alır.
Ruh iyiliğe meyyaldir, nefis kötülüğe meyyaldir. Hangisi beslenirse o iktidara geçer. İşimiz rızâ olsun, nefsimiz değil, ruhumuz doysun.
Müminle kâfir iki ordunun mütemadiyen birbirleriyle çarpıştıkları gibi, vücutta da aynı şekilde ruhun ve nefsin yeri vardır ve bunlar zaman zaman iki ordu gibi çarpışırlar. Fakat bu çarpışmalardan kişinin haberi olmaz. Bu çarpışmalar esnasında gerçekten tutulanlar; manevî destekle, ruhanî terbiye ile nefsin arzularını bastırır. Bu noktada nefis mülâyimleşir ve sakinleşir. Fakat hiçbir zaman hile-i desiselerinden emin olunmaz.
Bir insan buraya kadar kendi ihlâs ve gayreti ile çıkabilirse de, buradan ileriye ancak bir Mürşid-i kâmil'in kılavuzluğu ile gidebilir. Sadakat ve teslimiyeti nispetinde yol alır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Kim inanır, nefsini ıslah ederse, onlara hiç korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır." (En'âm: 48)
Lâyık oldukları mükâfatlara er geç kavuşacaklardır.
İnsanın terakki edip yükselebilmesi ancak nefse muhalefet etmesiyle kâimdir. Ruhun esâreti nefsin hürriyetidir, nefis esir alınamadıkça ruh hürriyete kavuşamaz. Nefsin istek ve arzularını öldürmedikçe, ruhu diriltmek mümkün değildir.
Bir insan nefsi öldürmedikçe ruhen yükselemez. Dünya puttur, nefsin arzuları puttur, onlara tapmaktan kendisini alamaz. Dinin hakikatine, imanın kemâliyetine varamaz. Şu halde ölmeden evvel ölmek, yani nefsi öldürmek lâzım ki ruh dirilsin.
Nefsin işgali altında kalan ruh ya hastadır, ya da ölü mesabesindedir, yani canlı cenazedir.
Ulvî olan ruh, bu karanlık cesetle birleşince yedi perde ile aslî hâlinden perdelenmiştir. Bu perdelerden her birine nefsin dereceleri veya makamları denir.
Tam yedi perdeli hâli "Nefs-i emmâre"dir. Bir perdenin kalkmasıyla "Levvâme", iki perdenin kalkmasıyla "Mülhime", üç perdenin kalkmasıyla "Mutmainne" gibi isimler alır. Daha sonra "Râziye", "Mardiyye", "Sâfiye" gibi dereceler gelir.
Birinci nefisten yedinci nefse doğru gelindikçe ve her perde kalktıkça; cismâniyet, zulmâniyet, kesafet azalırken, derece derece ruhâniyet, nûrâniyet ve letâfet artar, ruha mânevî âlemden ışıklar sızar. Tam perdeli hâlinde ise hiç ışık sızmaz. Perde sayısı azaldığı nispette nefis saflaşır.
Farz-ı muhal ki bir şeyin üzerine örtü örtülmüş. Bu örtüyü yağmur, rüzgâr, güneş yıkıp yakıp yıpratıyor. Perde zayıfladıkça örtülen şey yavaş yavaş belirmeye başlıyor.
İşte kişinin kalbi de yedi kalın perde ile örtülüdür. Bütün perdelerin kalkması hâlinde ise tamamen nur kesilir. Bu makam, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in makamıdır.
Altı derecenin ismi Kur'an-ı kerim'de açık olarak zikrediliyorsa da, "Nefs-i sâfiye" Âyet-i kerîme'lerin işaretlerinden anlaşılmaktadır.
Her nefsin bir âlemi, bir seyri, bir hâli, bir vâridi, bir yeri, bir müşâhedesi, bir ismi, bir nuru vardır.
Nefsin çeşitli hayvânî sıfatları vardır. Mücadele ve mücahede yapıldıkça, bu sıfatlar bir bir küçülür. Bundan sonra her sıfat değiştikçe kuvvetten düşer. Sonraki sıfat daha zayıftır.
Fakat şu husus unutulmamalıdır ki, nefis ne kadar zayıflarsa zayıflasın, küçülürse küçülsün, ancak sıfatını değiştirir. Meselâ aslansa kedi olur, sinek olur. Her zaman için tehlikelidir ve korunmak lâzımdır. Ne kadar küçülse, sıfatlar bir bir izale edilse bile kalan sıfatlar yine de tehlikelidir, icraatını yapmak ister.
Meselâ bir kedinin yapacağı tahribat, bir aslanın yapacağı tahribattan küçüktür. O şiddet kırılmış ve öldürülmüş olur. Öldürüldükçe de ruh terakki eder, yükselir.
Cenâb-ı Hakk nefsi ayrı halketmiş, ruhu ayrı halketmiş ve bunların vücutta yerleri ayrı ayrıdır. İnsanda; "Kalp", "Ruh", "Sır", "Hafâ" ve "Ahfâ" bunların hepsi mânevi odalardır. Eğer nefis bunların hepsini işgal etmişse nefis kumanda eder. Hani bir tabir var: "Hırsız hırsızlığı ile fahişe fuhşu ile iftihar eder." Niçin? Vücutta artık hüküm onun. Yani nefis direksiyonu ele geçirmiş, istediğini yaptırıyor. Halbuki insan bunun için yaratılmamıştı. Fakat intisaptan gaye nefsin işgalinden kurtulup, ruhu zafere ulaştırmak. Bu da nasıl olur? Cenâb-ı Hakk nasip ederse bir rehberi sadıka ulaştırır. O da ona zikir verir, zikir yapa yapa yapa, nefis zulmanî, zikir nuranî olduğu için, o nura tahammül edemez, odaları boşaltmaya başlar. "Nefs-i kül" odasından çıkarılırsa, vücutta hakimiyeti ruh ele geçirir. Artık letaif ampulleri yanar. Artık kötülüklerden nedamet eder, kemâl yollarını bulur. İnsan hangi sıfatta ise o sıfatla öleceğini, o sıfatla dirileceğini bilsin. Fakat bu nefsin sıfatıdır. Ruh nedir, nefis nedir, ruhaniyet nedir, lâtife nedir? Kalp, sır, hafâ, ahfâ gibi lâtifeler nedir? İnsan, bunları zikir ede ede nurlandırması lâzım geldiğini, nefsi o şekilde oradan çıkarmak icap ettiğini, ancak bunlar ıslâh olursa sıfatını değiştirebileceğini, aksi halde hayvan olarak yaşadığını ve hayvan olarak öleceğini iyi bilsin.
Nefsin tezkiyesi, ruhun talim ve terbiyesi ile insan, insan olur. Sonra insan-ı kâmil olur, sonra fenâ olur; lâfla değil...
İşte icraatı yapan o nefistir, sıfat-ı hayvanî ile yürüyor, Allah'ım şerrinden korusun.
Tarikât-ı âliye'ye intisap etmekten murad nefsin tezkiyesi, ruhun tekâmüliyeti ve o hayvanî sıfatları bir bir izale etmektir.
Âyet-i kerime'de:
"Onların kalplerinde hastalık vardır." buyuruluyor. (Bakara: 10)
Kalp hastadır. Onun için Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:
"Zikrullah kalplerin şifâsıdır." (Münâvî)
Çünkü hastadır, marazlıdır. Bu marazlı kalple ahirete gidersek hayvan olarak sıfat-ı hayvanî ile gideriz.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle haşrolunursunuz." buyuruyorlar.
Hangi sıfatla öldüysen öyle haşrolunursun. Çok açık bir şey.
Nefsin hoşlanmadığı şeyi yap da hoşlandığı şeyden kaçın. Yani nefsinin sevdiğini yapma, sevmediğini yap. Ruhun hoşlandığı şeyi yaparsan kurtuluşa vesiledir.
Ruh ve nefis iki ordu gibidir, devamlı harp halindedirler. Hangi taraf ne kadar alırsa orası onundur. Hepsini alırsa işgal eder, diğerini esir alır.
Ruh iyiliğe meyyaldir, nefis kötülüğe meyyaldir. Hangisi beslenirse o iktidara geçer.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır." (Ahzâb: 4)
Biz size iki kalp vermedik ki, birini Hazret-i Allah'ın muhabbetine vereceksiniz, diğerini masivaya.
O bir kalbe eğer muhabbet-i Mevlâ dolarsa masiva sakıt olur. Fakat masiva dolarsa muhabbet-i İlâhi olmaz. Bunun için ihvana ders esnasında sonradan lâfza-i celâl verilişinin hikmeti budur. Lâfza-i celâl'de hararetli bir nur vardır. Bir taraftan nefsi kalpten çıkarmakla diğer taraftan masivayı çıkarmakla meşguldür. Bunun için "Allah! Allah! Allah!" derken o muhabbet-i İlâhi ile beraber tevhid köklerini kalbe ekmeye, serpmeye diğer taraftan masiva ile nefsin arzularını yakmaya gayret eder. Bunu çok yad eden, yad ede, ede, ede Hakk ile olur, kalbine O'nun muhabbeti dolar. O'nunla olduğu zaman hayattadır, O'nsuz olduğu zaman vefattadır.
Allah'ım hıfz-u himayesinde, tasarruf-u ilâhi'sinde bulundurduğu kullardan etsin. Zât'ına has bir kul, yani O'nun beğendiği gibi bir kul, Habib'ine ümmet etsin, rızâ yolunda çalışmayı ve cihadı nasip etsin.
•
Hakikaten insan Mevlâ'sıyla hallenirse, onu O koydu. "Benim sahibim beni ne zaman alacak?" diye "Dön!" emrini beklerse O'na yönelmiş olur. Kuş çıktığı zaman kafesi nereye koyarsan koy. Fakat insan bir kafes olduğunu bir türlü idrak edemiyor ve kendisine bir varlık veriyor, bu varlıkta Var'ı bulmasına mani oluyor.
Ruh nefisten sıyrılırsa, Mevlâ'sı ile hemhal olursa, o şimdiden oraya aittir, oranın malıdır. Teslimiyet ne kadar güzel değil mi? Şimdiden oraya yönelmiş, Mevlâ'sı ile hallenmiş, Mevlâ'sının onu ne zaman çekeceğini bekliyor. Çektiği zaman, zaten o hazırdı. Rabb'inin "Gel!" demesini bekliyordu; "Gel!" deyince gidiverdi, uçtu.
Bu uçmayı şöyle anlatalım:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz savaşlarda bazı şehitler için şöyle buyurdular:
"Görüyorum, Firdevs cennetinde o daldan o dala uçuyorlar."
Ruhları kuş halinde uçuyor. Artık oranın köşkleri, sarayları, bahçeleri onlara ait oluyor. Ne kadar güzel bir hayat! Gel de teslim ol işte.
Afiyet-i ebedi çok güzel bir şeydir. Hakk Celle ve Alâ Hazretleri kendi lütfundan, ulviyetinden ruh bahşetmiş.
İlâhi bir lütuf, rahmet, merhamet olarak ruhu halk etmiş ve insana kendi ruhundan ruh vermiş. Bir de sufliyattan olarak nefsi halk etmiş. O da buharı zülmânîdir. Toprak, su, hava ve ateşten müteşekkil; o da bir ruh. Birisi ulvî ve birisi de suflî. Onlara yerler tayin etmiş. Eğer ulvî ruh Allah-u Teâlâ'nın ikazını, irşadını, lütfunu unutmazsa tekâmül eder. Çünkü Cenâb-ı Hakk ondan "Kâl-u belâ"da söz aldı.
"Ben sizin Rabb'iniz değil miyim?" buyurdu. (A'râf: 172)
Bu sözü unutmayan bir ruh şöyledir. Şayet annesi-babası Hakk yolunda ise onu Hakk yoluna çekmek ister. Annesinde babasında bir şey yoksa güzel arkadaş ve güzel bir hocadan Allah yolunu öğrenir. Her zaman söyleriz; "Çocuk üç yerden alır; ana kucağı, eğitim, muhit." Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk ezelden lütuf etmişse onun ruhuna besleyici nasihatler ihsan buyurur. O ruh tekâmül ede, ede, ede öyle bir hale gelir ki bazı meleklerden de üstün olur.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Mümin-i kâmil olanlar Allah katında bazı meleklerden de efdaldir." buyurmuşlardır. (İbn-i Mâce)
İşte bu ulvî ruhun bu hale gelişi süflî olan nefse galebe çalışındandır. Fakat bunlar çok nadirdir. Nefis vücudu işgal ederse, ruhu esir alırsa, hükümsüz hale getirirse artık o hangi hayvani sıfatla mütenasip ise o sıfatın icraatını yapar.
Allah'ım hayırlı afiyet ihsan buyursun. Hayırlı afiyet, ahiret ebediyesinin de sağlanmasına vesile olur. Hayırlı afiyet, maddi ve mânevi olduğu için kuşun iki kanadı gibidir. Dünyada saadete, ahirette selâmete vesile olur, yeter ki insan Hakk ile olsun, halk ile olmasın. Yani insan fırtınaya kapılmamalı, halka da uymamalıdır. Allah bize yeter.
Hazret-i Allah Kur'an-ı kerim'de her iyiliğe engel olan nefsin, huzur-u ilâhiye'de nasıl çekiştiğini Âyet-i kerime'lerinde şöyle haber veriyor:
"Allah şöyle buyurur: 'Ey sürücü ve şahid! Haydi ikiniz atın cehenneme her inatçı nankör kâfiri!'
Hayra, iyiliklere bütün hızıyla engel olan azgın zâlim şüpheciyi!
O ki, Allah ile beraber başka bir ilâh edinmişti. Haydi, atın şiddetli azabın içine!" (Kâf: 24-25-26)
İşte Allah'a karşı gelmenin cezası. Dünyada hayır için çalışmamış, nefsin arzu ve isteklerini yerine getirmiş, ilâhi ahkâmı dinlememiş, nefsin ve şeytanın oyunlarına gelmiş olan inkârcının cezası budur.
Nefis, kendisini ve canını kurtarmak için hemen kabahati kişiye attı.
"Yanındaki arkadaşı der ki: 'Ey Rabb'imiz! Ben onu azdırmadım, fakat o kendisi derin bir sapıklık içindeydi!'" (Kâf: 27)
"O arkadaşı!" dediği nefistir, insanla nefis orada ayrıldı.
Saadet ehliyse beraber yaşarlar, felâket ehliyse orada birbirleriyle itişirler. Eğer nefis ıslah edilirse, ruhla beraber o da cennet-i alâ'ya giriyor. Yok azarsa ruhla beraber o da cehenneme giriyor.
"Allah şöyle buyurur: 'Benim huzurumda çekişmeyin! Size daha önce bunu bildirmiştim.'" (Kâf: 28)
Binaenaleyh nefis en büyük belâdır. En büyük düşmandır.
Tarikat-ı âliye bir ilim-irfan mektebidir. Bu yolun ilim-irfan mektebi olduğunu anlayabilmek için "Nefis dereceleri"ni çok iyi tedkik etmek lâzımdır.
Mektebe kaydını yaptıran bir insan, devam etmeyip sınıflarını geçmediği zaman, nasıl ki onun mektebe kaydını yaptırması bir mânâ ifade etmediği gibi; Tarikat-ı âliyeye intisap eden bir kişi de, sınıfları geçmediği müddetçe, nefsini izale edemez, hayvanî sıfatlardan sıyrılamaz, dereceleri katedemez.
Letaifleri bitirecek, dereceleri geçecek ki, insan sıfatına bürünsün.
Emmâre'nin ıslahından sonra Levvâme'ye geçildiği zaman büyük çarpışmalar olur. Mülhime'ye geçildiğinde insan sakinleşir, koyun sıfatına bürünür, güzel ameller yapar, nispeten rıza-i Bârî'ye kavuşur. Bu arada az da olsa bazı ilhamlar da gelir. O şimdi artık yolcu. Nereye yolcu? Hakikata yolcu.
Bir mertebe daha geçerse Mutmainne olur. Kurtulanlar burada kurtulur. Vuslat-ı ilâhi buradan gelir.
O bir fırkaya ait kurtuluş kapısını size tarif ediyoruz. Yetişmenizi istiyoruz, yetişmenizin icap ettiğini anlatmak istiyoruz. Nerede olduğunu bilsin. Sıfat-ı hayvaniye'den çıkalım, insan olarak ölelim inşallah-u Teâlâ.
Bu noktada mühim bir incelik vardır. Ruh ne kadar kuvvet bulursa bulsun, kişi bu tecelliyâtı Allah-u Teâlâ'nın lütfundan olduğunu bildikçe muhafazadadır. Kendisinden bilirse helâk olur, yahut o an için bırakılır. Allah-u Teâlâ nefsine ruhsat verir ve musallat eder. Ruhsat nispetinde musallat olur, müsade edilmezse yine bir şey yapamaz. Bu noktada Allah-u Teâlâ'ya nasıl sığınmak ve merbudiyet kurmak gerektiğini, kişinin bırakıldığı anda düşmanın kendisini istilâya hazır olduğunu belirtmek istiyoruz.
Âyet-i kerime'de:
"Eğer Rabb'inden bir işaret görmemiş olsaydı, belki Yusuf da ona kastetmiş gitmişti. Böylece biz ondan kötülüğü ve fuhşu bertaraf ettik. Çünkü o bizim ihlâslı kullarımızdandı." buyuruluyor. (Yusuf: 24)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in bir duâları şöyledir:
"Ey Allah'ım! Gözümü açıp kapatıncaya kadar beni nefsime bırakma ve bana verdiğin iyi şeyleri geri alma." (Bezzâr)
Diğer bir duâları da şöyledir:
"Beni nefsime bırakma! Eğer sen beni nefsime bırakırsan, nefsim beni kötülüğe yaklaştırır ve iyilikten uzaklaştırır."
Âyet-i kerime'de:
"Nefis olanca şiddetiyle kötülüğü emreder." buyuruluyor. (Yusuf: 53)
"Andolsun ki biz insanı yarattık. Nefsinin ona ne vesveseler verdiğini biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız." (Kaf: 16)
Nitekim Zeyd bin Erkam -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz duâlarının bir noktasında şöyle niyaz ederlerdi:
"Ey Allah'ım! Nefsime takvâsını ver ve onu pâk eyle! Onu pâk edecek yegâne sen varsın. Onun velisi ve mevlâsı sensin." (Müslim: 2722)
Şu halde vuslata erebilmek nefis ve şeytanla mücadeleye bağlı kılınmıştır.
Mücadele etmek suretiyle Allah-u Teâlâ'ya sığınmaktan başka kurtuluş çaresi yoktur. Kişinin son gayretiyle mücahede ve mücadelesini yapması, sonra da yapamadığını anlayıp Allah-u Teâlâ'ya sığınması gerekir. İşte nefisle mücadele budur.
Allah-u Teâlâ azmi nispetinde kulunu destekler, hidayetini artırır, sermayesini çoğaltır, önüne ışık tutar, yollarını açar. Onun için hiçbir engel bırakmaz.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Bizim uğrumuzda bizim için mücahede edenlere elbette yollarımızı gösteririz.
Şüphesiz ki Allah muhsinlerle beraberdir." (Ankebût: 69)
Bütün bu lütuf iyilikleri Allah-u Teâlâ'nın desteğinden ileri gelmiştir. Niyetini değiştirdiği an hepsi hükümsüzdür.
Kişi: "Bana bu sermayeyi koyana, bunları bana sevdirene ve yaptırana sonsuz şükürler olsun." diye şükrünü artırırsa ve içten içe hizmeti ve ibadeti arzu ederse, Allah-u Teâlâ ziyadesini ihsan buyurur.
Fakir der ki:
"Allah'ım gözümü açıp kapayıncaya kadar nefsime, şeytana ve şeytanlaşmış insanlara bırakma, beni koru."
Hep öyle duâ ederim. "Koru koru!" derim.
Nefis işini yapar, o zâlimdir. İnsan farkında değildir. Hep o hükmünü yürütmek istiyor, halbuki hep boş, hep boş...
Onun için illâ o zâlim nefsi, ıslah etmeye, insan olmaya, sonra insan-ı kâmil olmaya gayret edeceğiz.
En evvelki merhale insan olmak.
İnsan olmak için de bütün sıfat-ı hayvanîyeden çıkmak lâzım.
Şeytan da insanın en büyük düşmanıdır.
Şeytan Allah-u Teâlâ'ya uzun müddet isyan etmeden ibadette bulunmuştu. Meleklerin Âdem Aleyhisselâm'a secde etmeleri emri ile o da mükellef tutulunca itiraz etmiş; kendisinin ateşten onun ise topraktan yaratıldığını, bu sebeple ondan daha hayırlı olduğunu bildirmişti.
Allah-u Teâlâ'nın emrini mânâsız bularak itiraz etmesi, kendisinin Allah-u Teâlâ'dan daha iyi hükme vardığını iddia etmesi sebebiyle ilâhî rahmetten ebediyyen tardolunmuştur.
Şeytan Allah-u Teâlâ'dan, kıyamet gününe kadar mühlet istemiş ve bu isteği kabul edilince de, insanları yoldan çıkarmak için her türlü çareye başvuracağını bildirmişti.
İlk olarak Âdem Aleyhisselâm ve eşi Hazret-i Havvâ'nın cennetten çıkarılmasına sebep olmuştur.
Allah-u Teâlâ'ya gönülden inanan, ibâdetlerini yapan kullarının üzerinde şeytanın hiçbir hakimiyeti olmaz.
Bu hususta Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Şeytanın inananlar ve Rabb'lerine güvenenler üzerine bir nüfuzu yoktur." (Nahl: 99)
Allah-u Teâlâ kullarına karşı çok şefkatli, çok merhametli olduğundan şeytanın düşmanlığından korumak ve sakındırmak için şöyle buyuruyor:
"Ey Âdemoğulları! Ben size: 'Şeytana ibadet etmeyin, o sizin apaçık bir düşmanınızdır, bana kulluk edin, bu dosdoğru yoldur.' diye emretmedim mi?" (Yâsin: 60-61)
Kendisini şeytana teslim eden kişi ona ibadet ediyor demektir.
Akıllı insan, hayır görse bile düşmanından bir şey kabul etmez. Çünkü onun tuzağından emin olunmaz.
Şeytan cehenneme çağıran bir simsar ve tellâldır.
"Andolsun ki o sizden birçok nesilleri kandırıp saptırmıştır." (Yâsin: 62)
Bu yüzden de başlarına ne türlü felâketler gelmiştir. Bu felâketler ve azapların haberleri her tarafa yayılmış ve asırlar boyu izleri devam edegelmiştir.
"Hâlâ akıl erdirmiyor musunuz?" (Yâsin: 62)
Sizin aklınız yok mu ki, hâlâ şeytanın peşinden gitmektesiniz!
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"O kendi taraftarlarını, çılgın alevli cehennem halkından olmaya çağırır." (Fâtır: 6)
Onun bundan başka gaye ve maksadı yoktur. Akıllı kimsenin, onun bu çağrısına uyması yakışmaz.
Her insanın bir şeytanı vardır. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in de kendisine musallat olan bir şeytanı varken, Allah-u Teâlâ ona yardım etmiş ve şeytanı müslüman olmuştur.
Allah-u Teâlâ'ya gönülden inanan, ibadetlerini yapan kullarının üzerinde şeytanın hiçbir hakimiyeti olamaz.
Çünkü onlar Allah-u Teâlâ'nın hıfz-u himayesindedirler.
Şeytanın nüfuzundan ve vesvesesinden korunmak için zikrullah en büyük kalkandır.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Takvâya erenler, şeytan tarafından bir vesveseye uğrayınca Allah'ı zikrederler. Bir de bakarsın ki onlar gerçeği görüp bilmişlerdir bile." (A'raf: 201)
Kendi hatalarının nerede olduğunu ve şeytanın hilesinin nereden geldiğini görürler ve hemen yanlıştan sakınırlar. Böylece Allah-u Teâlâ tarafından kendisine ihsan edilen basiretleri daha da artmış olur.
Şeytan güçlü ve kuvvetli bir düşmandır. İnsanları cehenneme çağıran simsar ve tellâldır. Şeytanın hilesi çoktur. Binaenaleyh nefsin ayrı hilesi vardır tükenmez, şeytanın ayrı tuzakları vardır bitmez.
Fakat Allah-u Teâlâ bir kula lütfu ile tecellî ederse, bütün bu hileler ve tuzaklar hükümsüzdür. İnsan ancak Allah-u Teâlâ'nın kurtarmasıyla kurtulur. Ancak Allah için hareket edenleri, Allah-u Teâlâ uyandırır, ikaz eder, yolunu gösterir. Onlara hakikati bildirir ve duyurur. Onları nefsin ve şeytanın hilelerinden kurtarır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Allah'ın hidayet edip doğru yola sevk ettiği kimse doğru yolu bulmuştur. Kimi de sapıtırsa, işte onlar mahvolanlardır." buyuruyor. (A'râf: 178)
Şeytan Allah-u Teâlâ'nın müminlere ihsan ettiği iman sermayesini çalmak ve sapıklığa düşürmek için olanca gücü ile çalışır, âdeta ordusu ile hücum eder. İlk olarak itikadı bozmaya çalışır, Hazret-i Allah'ı inkâr ettirmek için harekete geçer. Muvaffak olamazsa Resulullah Aleyhisselâm'ın hak peygamber olmadığını savunmak ister, o cihetten yıkmak ister. Oradan da yıkamazsa "Kur'an-ı kerim Allah kelâmı değildir." gibi vesveselerle karşısına çıkar. Katî olarak emredilen veya yasak edilen şeyleri evirmeye, çevirmeye, değiştirmeye çalışır. Gayesi insanı sapıttırmaktır, Hazret-i Allah'tan, Kur'an'dan ve peygamber'den ayırmaktır. Şayet ayıramazsa, o Allah-u Teâlâ'nın kulu; fakat ayırırsa o şeytanın kulu oluyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Şeytan şüphesiz ki sizin amansız bir düşmanınızdır, siz de onu düşman tutun!" buyuruyor. (Fâtır: 6)
"Onun hakkında şöyle yazılmıştır. Kim onu dost edinirse bilsin ki o kendisini saptırır ve alevli ateşin azabına sürükler." (Hacc: 4)
Allah-u Teâlâ şeytanın dostluğunu edinenlere zalim diye hitap ediyor ve şeytanın soyunun çoğalıp yeryüzüne yayıldığını beyan buyuruyor:
"Şimdi siz beni bırakıp da onu ve onun soyunu dost mu ediniyorsunuz? Oysa onlar size düşmandır. Zâlimler için bu ne büyük bir değişmedir!" (Kehf: 50)
İnsanın insanlığı şeytana düşman olmayı gerektirir. Fakat insan şeytanın hile ve yalanlarına o kadar kapılıyor ki onu dost edinmeye başlıyor. Onun bu dostluğu, onların karşılıklı düşmanlıklarının dostluğa dönüşmesi manasına gelmez. Ancak insanın, düşmanı tarafından kandırıldığı manasına gelir. Çünkü insan şeytanla ebediyyen dost olamaz.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kim Allah'ı bırakır da şeytanı dost edinirse, şüphesiz ki o apaçık bir ziyana uğramıştır.
Şeytan onlara vaadlerde bulunur ve ümitlendirir. Halbuki şeytanın onlara verdiği vaatler aldatmacadan başka bir şey değildir.
İşte onların varacağı yer cehennemdir. Oradan kaçmaya asla yol bulamazlar." (Nisâ: 119-120-121)
İnsan Hazret-i Allah'ın kendisini kerih bir nutfeden yarattığını görmedi, şeytana uydu ve apaçık hasım kesildi.
Âyet-i kerime'de:
"İnsan bizim kendisini kerih bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki, şimdi o apaçık bir hasım kesilmektedir." buyuruluyor. (Yâsin: 77)
İşte insan şeytana tabi olduğu zaman Allah-u Teâlâ'ya bile hasım kesiliyor.
Fakat orada ise ne pişmanlık! Onların yanıp yakarışlarının hiçbir faydası olmayacaktır. Çünkü orası pişmanlık yeri değildir.
"Vay başıma gelene! Keşke falancayı dost edinmeseydim! Bana gelen zikirden vallahi beni o saptırdı." (Furkan: 28-29)
Pişmanlığın en son haddi ile pişman olacaklar, mütemadiyen teessürlerini izhar edecekler. Ama ne fayda.
Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'inde; şeytanın insanlığın babası Âdem Aleyhisselâm'a olan düşmanlığını onu yasak meyveden yedirerek nasıl aldattığını, yalan yere yemin ederek ve hile ile Rabb'ine karşı nasıl muhalefet ettirdiğini, neticede cennetten çıkarılmaya sebep olduğunu, Âdemoğullarına kıyamete kadar süren bir harp ilân ettiğini, bize açıkca haber vermiştir.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruyor:
"Ey Ademoğulları! Şeytan ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak ana-babanızı cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın." (A'raf: 27)
Onun hedefi, insanın örtüsünü yırtmak, hissi ve mânevî faziletlerden onu mahrum bırakmaktır.
Onun bundan başka gaye ve maksadı yoktur. Akıllı kimsenin, onun bu çağrısına uyması yakışmaz.
İblis, şeytanların babası olup, onların ilk aslıdır. İsyan etmeden uzun müddet ibadette bulunmuştu. Meleklerin Âdem Aleyhisselâm'a secde etmeleri ile o da mükellef tutulunca, Allah-u Teâlâ'nın bu emrini mânâsız bularak itiraz etmiş, ilâhi rahmetten ebediyyen tardolunmuştur.
İblis ve şeytanlar, cin tâifesinin isyancı olanlarıdır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"İblis cinlerdendi, Rabb'inin emrinden dışarı çıktı." (Kehf: 50)
Cinler irade sahibi oldukları için yaptıklarından sorumludurlar.
"Cinleri de daha önce şiddetli ateş alevinden yarattık." (Hicr: 27)
Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğuna göre, cinler ateşten yaratılmışlardır, şeytanlarla mayaları aynıdır.
Bir Âyet-i kerime'de İblis'in üreme düzeyinde bulunduğu, soyunun çoğalıp yeryüzüne yayıldığı beyan buyrulmaktadır:
"Şimdi siz beni bırakıp da onu ve onun soyunu dost mu ediniyorsunuz?" (Kehf: 50)
İnsanın insanlığı şeytana düşman olmayı gerektirir. Fakat insan şeytanın hile ve yalanlarına o kadar kapılıyor ki onu dost edinmeye başlıyor. Onun bu dostluğu, onların karşılıklı düşmanlıklarının dostluğa dönüşmesi mânâsına gelmez. Ancak insanın, düşmanı tarafından kandırıldığı mânâsına gelir. Çünkü şeytan insanla ebediyyen dost olmaz.
Meleklerin arasında olmakla beraber, melek olmayan İblis ile Allah-u Teâlâ arasında geçen konuşmalar Kur'an-ı kerim'de haber verilmektedir:
"Sana emrettiğim halde, seni secde etmekten alıkoyan nedir?" (A'raf: 12)
Allah-u Teâlâ'nın onu secde etmekten alıkoyan asıl sebebi bilmesine rağmen soru sorması; mânâsız kibir ve gururunu, küfür ve inadını, Âdem Aleyhisselâm'ın aslını hakir görmesini açıkça ortaya çıkarmak içindir.
"Ey İblis! Secde edenlerle beraber olmaktan seni alıkoyan nedir?" (Hicr: 32)
Melekler secdeye kapandıkları halde, sen ne için bundan kaçınıyorsun?
"Ey iblis! İki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Böbürlendin mi, yoksa yücelerden mi oldun?" (Sâd: 75)
Allah-u Teâlâ her şeyin yaratıcısı olduğu halde, Âdem Aleyhisselâm'a değer vermek için, onun yaratılışını kendisine izafe ederek "Bizzat yarattım." buyurdu. İşte insan, bu ruhu sebebiyle "Eşref-i mahlukat" olmuştur.
İblis ise kendi cehaletini teşhir ederek şöyle cevap verdi:
"Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın!" (Sâd: 76 - A'raf: 12)
Yani eğer o ateşten yaratılmış olsaydı, ona secde etmeyecektim. Çünkü benim gibi bir mahluk olacaktı. Böyleyken, bundan aşağı olan birisine nasıl secde ederim?
"Şu benden üstün kıldığına da bir bak!" (İsrâ: 62)
Bana tercih ettiğin ve katında benden üstün tuttuğun mahluk bu mu?
"Ben pişmemiş çamurdan, işlenebilen kara balçıktan yarattığın bir insana secde edecek değilim!" (Hicr: 33)
İblis, toprağın da ateşin de yaratıcısının Allah olduğunu itiraf etmesine rağmen; Âdem Aleyhisselâm'ın yeryüzünde Allah'ın halifesi olması, Allah'tan bir ruh taşıması gibi asıl üstünlükleri bilmemezlikten gelmişti. Bu davranışı ile sadece Âdem Aleyhisselâm'a değil, Allah-u Teâlâ'ya karşı da benlik ve büyüklük duygusuna kapılmıştı.
Tabiatı ve fıtratı kendisine ihanet etti, Rabb'i ile tartışmaya girişti. Kendi zannına göre ateşin topraktan daha üstün olduğunu ileri sürdü.
Kibirlenmek küçüklüktür. Büyüyecek olan büyüklenmez, büyüklenen mutlaka küçük düşürülür.
Onun bu şekilde mağrur bir edâ ile, tutarsız bir kıyas yapması üzerine Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
"Defol oradan! Sen artık kovuldun. Ceza gününe kadar lânetim senin üzerinedir." (Sâd: 77-78) (Bakınız. Hicr: 34-35)
Dünyada onun üzerine lânet vardır. Din günü geldiğinde ise lânetle birlikte azap da olacaktır.
"İn oradan! Orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Defol! Çünkü sen alçağın birisin!" (A'raf: 13)
Yücelik sıfatları kendisine ait olan Allah-u Teâlâ, onu kıyamete kadar devam eden bir lânetle lânetleyerek her türlü hayırlardan güzelliklerden mahrum etti, rahmetinden ümitsiz kıldı, huzurundan tardedip kovarak şeytan haline getirdi ve cennetten sürüp çıkardı. Bulunduğu makamdan derhal azledip, kibrine karşılık küçüklüğe ve lânete mahkum etti.
Şeytan Âdem Aleyhisselâm'dan üstün olduğunu iddia ederken, melekler arasındaki yerini de kaybetmişti. Allah-u Teâlâ'nın bu gadabı karşısında korktu. Son çare olarak, kıyamete kadar kendisine mühlet verilmesini istedi.
"Rabb'im! Bana insanların tekrar diriltilecekleri güne kadar mühlet ver!" (Sâd: 79 - Hicr: 36) (Bakınız. A'raf: 14)
Lânetlenmiş iblis bununla, insanları azdırmak için geniş zaman bulmak, onlardan intikam almak ve ölümden kurtulmak için bir çıkış yolu bulmayı diliyordu. Bunları ölümden sonra yapması imkansızdı. Bunu isterken biliyordu ki, bu iş ancak Allah-u Teâlâ'nın takdir ve iradesiyle mümkün olabilir.
"Eğer kıyamet gününe kadar beni ertelersen, yemin ederim ki pek azı dışında onun neslini kendime bağlayacağım." (İsrâ: 62)
Üzerlerine üstünlük kurarak aldatacağım ve dilediğim tarafa sevkedeceğim. Ancak ihlâslı olanlar bunlar müstesnâ kalabilecek.
Zâtına isyan edenlere cezâlarını hemen vermeyen, hiçbir yaratığın herhangi bir dilek ve duâsını toptan reddetmek şânından olmayan Allah-u Teâlâ da dilediği bir hikmete binaen; muhalefet edilemeyen, karşı gelinemeyen meşiyeti ile onun bu istediğini kabul etti.
Buyurdu ki:
"Sen mühlet verilenlerdensin." (A'raf: 15 - Hicr: 37 - Sâd: 80)
Ecelleri ezelde tehir olanlardansın.
Böylece ilâhî irade İblis ile askerlerinin insanlara vesvese verecek bir durumda bulunmaya devam etmelerini gerekli gördü.
"O bilinen vaktin gününe kadar." (Hicr: 38 - Sâd: 81)
O güne kadar yaşayacak, sonra ölecek, sonra da ahirete sevkedilerek ebedî azaba uğrayacaksın.
Şeytan dileğinin kabul edildiğini gördükten sonra, o uzun ömrü tevbe ve şükür ile kurtuluşa kullanacak yerde, insanları nasıl yoldan çıkaracağını itiraf ederek şöyle dedi:
"Öyle ise beni azdırdığın için andolsun ki, ben de onları saptırmak için, senin doğru yolun üzerinde tuzak kuracağım." (A'raf: 16)
O yola gitmek isteyenleri, o yoldan geri çevirmek için tetikte bekleyeceğim. Onları şaşırtıp eğri büğrü yollara sevketmenin çarelerini arayacağım.
"Andolsun ki ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım." (Hicr: 39)
Bir takım kötü şeyleri güzel göstererek kendilerini onlarla meşgul edeceğim, onları hidayetten mahrum bırakacağım.
"Sonra elbette onlara; önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım." (A'raf: 17)
"Önlerinden"; dünya hayatına rağbetlerini artırarak,
"Arkalarından"; ahiret hayatı hakkında şüpheye düşürerek,
"Sağlarından"; iyilikler tarafından,
"Sollarından"; kötülükler tarafından saldıracağım.
Yolundan çevirip sapıtmak, şaşırtıp imanlarını soymak için ne yapabilirsem yapacağım.
"Yemin ederim ki, kullarından belirli bir pay edineceğim." (Nisâ: 118)
Onların zamanlarından, iş ve güçlerinden, istidatlarından, mal ve evlâtlarından bir kısmını kendim için ayıracağım. Yollarına tuzaklar kurup, büyük bir kısmını benim yolumda çalıştıracağım.
"Onları saptıracağım." (Nisâ: 119)
Bâtılı hak, eğriyi doğru, kötüyü iyi, çirkini güzel göstererek, vesvese ve iğvâlarımla onları hidayet yolundan mutlaka çevireceğim.
Onları boş kuruntularla oyalayacağım." (Nisâ: 119)
Kalplerine hırs ve tamah, uzun ömürler yaşamak, amelsiz olarak cennete girmek, sebeplere tevessül etmeksizin maksada ulaşmak gibi olmayacak bir takım kuruntuları ilkâ edeceğim. Onlara kıyameti, hesabı, cenneti ve cehennemi düşünmek hissinden mahrum bırakacağım.
"Onlara emredeceğim, benim emrimle hayvanların kulaklarını yaracaklar." (Nisâ: 119)
Nitekim cahiliye devri Arapları, bir dişi deve beş defa doğurur ve beşincisi erkek olursa kulağını delerler ve artık ondan faydalanmayı kendilerine haram sayarlardı. Onu putlarına adarlar, bu bir şirk ve küfür iken ibadet yaptıklarını zannederlerdi.
"Onlara emredeceğim, Allah'ın yaratışını değiştirecekler." (Nisâ: 119)
Yaratılışın şeklini veya sıfatını değiştirerek durumunu başka şekle sokacaklar. Organlarını yaratılış görevlerinin dışında kullanacaklar. Kadın yerine erkek, erkek yerine kadın kullanacaklar. Nikâhı bırakıp zinâya gidecekler. Cinsiyeti belli etmeyecek kılıklara bürünecekler. Erkeklerin kadınlara, kadınların erkeklere benzemesine çalışacaklar. Temizi bırakıp pisliğe koşacaklar, menfaati bırakıp zararı seçecekler. Doğruluğu budalalık, eğriyi hüner sayacaklar. Vazifeden kaçıp oyuna gidecekler. Helâla haram, harama helâl, iyiye kötü, kötüye iyi diyecekler. Hayır yerine şer işleyecekler. Sakallarını bıyıklarını yolacaklar. Yüzlerini boyayacaklar. İmar edilmesi gerekeni yıkıp, yıkılması gerekeni imar edecekler. Yaratılışın zıddına alışkanlıklar edinecekler. Yaratılanı yaratıcı yerine koyacaklar.
Bundan da öteye; Tevhid'den çıkacaklar, İslâm dinini bozmaya çalışacaklar, kendi düşüncelerine uygun bâtıl dinler kuracaklar, sahte liderler edinecekler, şeytanlık peşinde dolaşacaklar.
Hülâsa olarak;
"Allah'ın yaratışında değişme yoktur." (Rum: 20)
Âyet-i kerime'sinde ferman buyurulan hakikati bilmeyecekler, bilseler de tanımayacaklar.
Bu sözü zannına göre söylemiş ve isabet de etmiştir.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Andolsun ki İblis onların aleyhindeki zannını gerçekleştirdi.
Müminlerden bir fırka hariç olmak üzere hepsi ona uydular." (Sebe: 20)
Bu uymaları onun gücünden değil, kendilerinin ahirete imansızlıklarındandır. Çünkü Allah-u Teâlâ imanı olanla olmayanın âhiretini ayırmıştır.
Sayıları az da olsa sapıklığa karşı çıkan, şeytana ve nefsin arzularına muhalefet eden bir zümre her zaman için mevcuttur.
"Oysa ki şeytanın insanlar üzerinde hiçbir nüfuzu yoktur." (Sebe: 21)
Çünkü şeytan âciz bir mahluktur, zillete, kahr-ı ilâhîye uğramıştır. Bir mümin onun şerrinden kurtulmak için Allah-u Teâlâ'ya sığınırsa vesveselerinden ve tasallutundan emin olabilir.
"Ancak ahirete imanı olan kimseyle, ahiretten şüphe edeni ayırdetmek için (ona bu ruhsatı verdik.)
Rabb'in her şeyi gözetlemektedir." (Sebe: 21)
Kulların yaptıklarından hiçbiri O'na gizli kalmaz.
Şeytan aldatıcıdır, yaratıcı değildir. Allah-u Teâlâ kimi korumak isterse onu şeytanın aldatmalarından korur, kimin de aldatılmasını isterse şeytanı ona musallat eder.
Nitekim şeytan bu gerçeği de itiraf etmiş ve şöyle demiştir:
"Senin izzetine yemin ederim ki, onların hepsini mutlaka azdıracağım." (Sâd: 82)
Günahları kendilerine güzel göstererek, kafalarına şüphe ve kuşku sokarak azmalarına sebep olacağım.
"Yalnız içlerinden ihlâsa erdirilmiş kulların hariç." (Sâd: 83 - Hicr: 40)
Yalnız taatin için seçilmiş hususi kulların aldanmazlar. Çünkü onlar içinde bulundukları duruma basiret gözüyle bakabilen uyanık kimselerdir.
Şeytan bu hususta aczini bildiği için böyle bir istisnâda bulunmuş, yalan yere iddiâda bulunmak istememiştir.
Onun bu kötülük azmine ve meydan okumasına karşılık Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
"Yerilmiş ve kovulmuş olarak oradan çık! Andolsun ki insanlardan sana kim uyarsa onları ve sizi, hepinizi cehenneme dolduracağım." (A'raf: 18)
Görülüyor ki Allah-u Teâlâ İblis'i önce isyanından dolayı sorguya çekmiştir. Bu sorgu esnasında özür beyan etme yerine kibir ve gururla mukabele etmesinden dolayı da bulunduğu makamdan indirmiş ve alçaltmıştır.
"Allah onu lânetledi." (Nisâ: 118)
Eğer İblis uslanıp edebini takınsaydı affı muhtemel bulunuyordu. Nitekim "Süre tanıma"ricası bir dereceye kadar yerine getirilmiştir. O ise düzelme yerine büsbütün şımarmış, iman edip doğru yolda bulunanlara karşı kötülük etmeye azmettiğini açıkça ortaya koymuştu. Bunun üzerine de kınanmaya, kovulmaya ve ahirette de kendisine uyanlarla beraber ebedî azaba mahkum edilmiştir. Allah-u Teâlâ bunu İblis'in bu kararına ceza olarak belirlemiş ve ona uyanları da ona katmıştır.
"Haydi git! Onlardan sana kim uyarsa, iyi bilin ki hepinizin cezası cehennemdir, hem de tam bir ceza!" (İsrâ: 63)
Bu cezadan hiçbir şey eksiltilmeyecektir.
Gerek İblis'e uyanlar ve gerekse İblis ile onun askerleri tamamen cehenneme sevkedileceklerdir:
"Doğrusu, ki ben hep doğruyu söylerim, mutlaka sen ve sana uyanların hepsiyle cehennemi dolduracağım." (Sâd: 84-85)
Bu ilâhî beyan, Allah-u Teâlâ'nın emrini ve hükmünü bırakıp da şeytana uyan herkes için azap bildiren bir tehdittir. Onlar kendi o fena hareketlerinin cezasına kavuşmuş olacaklardır. Bu ise fıtrî kabiliyetlerini kötüye kullanmalarının bir neticesidir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde, göstereceği faaliyeti göstermesi için şeytana ruhsat verdiğini, insanların ona uymaları mümkün olduğu gibi, ondan yüz çevirme gücüne ve kabiliyetine de sahip olduklarını, ihlaslı müminlerin üzerinde şeytanın hiçbir hakimiyeti bulunmadığını beyan buyurmaktadır:
"Onlardan gücünün yettiği kimseleri sesinle yerinden oynat, şaşırt!" (İsrâ: 64)
Çalgı âletleri ve oyunlar onun sesi olduğu gibi, Allah-u Teâlâ'dan uzaklaştıran ve O'na isyana çağıran her kişi şeytanın sesidir.
"Atlılarınla, yayalarınla onları yaygaraya boğ!" (İsrâ: 64)
Şeytan burada, bir bölgeyi atlılarla ve yayalarla basan, oraların talan edilmesini emreden bir soyguncuya benzetilmiştir.
Şeytanın atlıları ve yayaları, onun vazifesini çeşitli şekillerde ifa eden, insanları Allah yolundan çeviren insanlar ve cinlerdir.
"Mallarında ve evlâtlarında onlara ortak ol!" (İsrâ: 64)
Haram yoldan veya haksız olarak elde edilen bir mala haram yerlerde harcanan mallara şeytan ortaktır.
Şeytan diğer taraftan zinaya, gayr-i meşru surette evlât sahibi olmaya teşvik ederek çocuklara ortak olur.
Allah-u Teâlâ'nın hoşlanmadığı isimler taktırarak İslâm'dan başka bir dine girdirerek de kişilerin çocuklarına ortak olur.
Şeytanın bütün vasıtaları kullanmasına ruhsat verilmiştir. Bu vasıtalardan biri de aldatıcı vaadlerdir.
"Kendilerine vaadlerde bulun!" (İsrâ: 64)
Şeytan onları boş ümitlerle ve vaadlerle kandırır. En korkunç ve aldatıcı vaadi ise, günah ve hatalardan sonra affedilmek vaadidir. Allah-u Teâlâ'nın af ve mağfiret deryasının engin oluşundan bahsederek, işlenen günahları basit ve tatlı gösterir.
"Şeytan insanlara aldatmadan başka bir şey vâdetmez." (İsrâ: 64)
Dünya hayatını ahirete tercih ettirmeye çalışır. Haram olan şeyleri yapmayı, helâlden uzaklaşmayı telkin eder. Kötüyü iyi göstererek nice kimseleri bozmaya ve yoldan çıkarmaya çalışır durur.
Fakat Allah-u Teâlâ'nın gerçek kulları şeytanın hakimiyetine girmezler. Onlar ilâhî himayeye nail olan güzide kullardır.
Allah-u Teâlâ buyurdu ki:
"Şurası muhakkak ki benim kullarım üzerinde senin hiçbir hakimiyetin olamaz." (İsrâ: 65)
Onların imanlarını değiştirebilme imkânına sahip değilsin, fakat isyanı onlara güzel göstermen mümkündür. Onları tamamen iğvâya kâdir olmasıdır.
"Rabb'in vekil olarak yeter." (İsrâ: 65)
Müminler O'na tevekkül ederler. O da onları korur. Allah-u Teâlâ'ya gerçekten yönelen ve ubûdiyet ile bağlanan bir kimse şeytanın hakimiyetinden kurtulmuş olur. Çünkü Allah-u Teâlâ onları korur ve doğru yola iletir. Diğer taraftan kendi nefislerine veya Allah'tan başka güçlere güvenenler, şeytanla imtihan edildiklerinde mağlup olurlar.
Sapıklığı tercih edenlerin dışında şeytanın hiç kimseyi etkileyemeyeceğine dair Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"İşte bana varan doğru yol budur." (Hicr: 41)
Bütün bunlar benim takdirime ve hikmetime göre cereyan eder.
"Benim hâlis kullarım üzerinde senin bir nüfuzun olamaz." (Hicr: 42)
Sen onlara musallat olamazsın. Ne onları susturacak bir delilin, ne de fiilî olarak kullanacak bir gücün yoktur.
"Ancak sana uyan azgınlar bunun dışındadır." (Hicr: 42)
Sen ancak onları azdırabilir, yanlış yollara sürükleyebilirsin. Fakat o da senin gücünle değil, onların iradelerini kötüye kullanarak arkana düşmeleri dolayısıyladır. Yalnız ihlâslı kullara hakimiyet kuramadığın gibi, diğerlerine de hakimiyet kuramazsın.
"Cehennem onların hepsine vâdolunan yerdir." (Hicr: 43)
Kendilerine cehennemin vaad olunduğu kimseler, sapanlar ve azgınlık edenlerdir.
Daha sonra Allah-u Teâlâ Âdemoğullarına hitâp ederek Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Şimdi siz beni bırakıp da onu ve onun soyunu dost mu ediniyorsunuz? Halbuki onlar sizin düşmanınızdır." (Kehf: 50)
Nasıl olur da benim yerime onu koyuyorsunuz?
"Zâlimler için bu ne kötü bir değişmedir!" (Kehf: 50)
Allah-u Teâlâ'yı dost edinmeyi bir kenara bırakmak suretiyle, İblis'i ve yandaşlarını dost edinmeniz ne kötü bir haksızlıktır! O'na ibadet yerine şeytana ibadet etmek ne kötü bir şeydir!
Allah-u Teâlâ gerek peygamberlere gerekse diğer insanlara şeytanı musallat kılmıştır:
Âyet-i kerime'sinde:
"Biz her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık." buyuruyor. (En'am: 112)
Sevgi ve ülfeti veren Allah-u Teâlâ olduğu gibi, düşmanlık ve nefreti veren de O'dur.
Peygamberler de bu ibtilâ âleminde öyle düşmanlarla karşılaşmışlardı.
Allah-u Teâlâ'ya gönülden inanan, ibadetlerini yapan kullarının üzerinde şeytanın hiçbir hakimiyeti olamaz.
Âyet-i kerime'lerinde de şöyle buyurur:
"Şeytanın inananlar ve Rabb'lerine güvenenler üzerinde bir nüfuzu yoktur." (Nahl: 99)
Çünkü onlar Allah-u Teâlâ'nın hıfz-u himayesindedirler.
"Onun nüfuzu ancak onu dost edinenlere ve Allah'a şirk koşanlaradır." (Nahl: 100)
Gücü ancak onlara yeter. Onları Allah-u Teâlâ'ya şirk koşmaya sevkeden de şeytandır.
Şeytanın nüfuzundan ve vesvesesinden korunmak için zikrullah en büyük kalkandır.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Takvâya erenler, şeytan tarafından bir vesveseye uğrayınca Allah'ı zikrederler. Bir de bakarsın ki onlar gerçeği görüp bilmişlerdir bile." (A'raf: 201)
Kendi hatalarının nerede olduğunu ve şeytanın hilesinin nereden geldiğini görürler ve hemen yanlıştan sakınırlar. Böylece Allah-u Teâlâ tarafından kendisine ihsan edilen basiretleri daha da artmış olur.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Şeytan insanoğlunun kalbine nüfuz etmek için istilâ eder. Lâkin kâlp Cenâb-ı Allah'ı zikredince ümitsiz olarak geri çekilir. Unutursa istilâ eder." (Nevâdir-ül usûl)
Allah-u Teâlâ zikrullaha devam eden kimseden şeytanı nasıl uzaklaştırırsa, zikrullahtan gafil olan kimseye de şeytanı arkadaş yapar:
"Kim Rahman olan Allah'ın zikrinden göz yumarsa, biz ona şeytanı musallat ederiz." (Zuhruf: 36)
Bu şeytan ona devamlı vesvese verir, çirkin ve haram şeyleri ona güzel ve câiz göstermeye çalışır.
"Artık o onun ayrılmaz bir arkadaşıdır." (Zuhruf: 36)
Dünyada da ahirette de onunla birlikte olur. Dünyada onu masiyete iter, kıyamet gününde onunla birlikte cehenneme girer.
"Hiç şüphesiz ki şeytanlar o insanları yoldan çıkarırlar." (Zuhruf: 37)
Onları Allah yolundan mahrum bırakırlar.
Şüphesiz ki bir arkadaşın bir arkadaşa yapacağı en büyük kötülük, onu Allah'ın dosdoğru nurlu yolundan alıkoymasıdır.
"Onlar da kendilerinin doğru yolda bulunduklarını, hidayete erdirilmiş olduklarını zannederler." (Zuhruf: 37)
Nitekim insanların pek çoğunun durumu böyledir. Şeytanî vesveselerin tesiri altında kalarak ne kadar sapıklıkta bulunmuş olduklarını anlayamazlar.
Bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyurulmaktadır:
"O, bir topluluğu hidayete erdirdi, bir topluluğa da sapıklık hak oldu. Çünkü onlar Allah'ı bırakıp şeytanları dost edindiler.
Böyle iken onlar kendilerinin doğru yolda bulunduklarını, hidayete erdirilmiş olduklarını zannederler." (A'raf: 30)
Şeytanın iğvâ ve saptırmalarından, vesvese ve desiselerinden Allah-u Teâlâ'ya sığınmak da bir emr-i ilâhi'dir:
"Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa, hemen Allah'a sığın!" (Fussilet: 36 - A'raf: 200)
Allah-u Teâlâ'nın nimetinin büyüklüğünü ve cezasının şiddetini düşün, yardım ve korunmasına ilticâ et, istiâzede bulunmak suretiyle himayesine girmeye çalış.
"Çünkü O işiten ve bilendir." (Fussilet: 36 - A'raf: 200)
Sığınmanı işitir, niyetini bilir. Lütfunun bir tecellisi olarak seni himayesine alır ve bu dileğini kabul eder.
İstiâze; sığınma, korunma, talep etme mânâlarına gelir. Şeytandan, kötülük ve şerlerden, haramlardan günahlardan, cehennemden... Allah-u Teâlâ'ya sığınmak, kulluğun en mühim hususiyetlerindendir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Allah'a sığın!.." buyuruyor. (Mümin: 56)
Hıfz-u himayesine sığınılacak, yardım istenecek, kapısına başvurulacak yegâne mâbud O'dur.
Şeytan kıyamete kadar insanları iğva edeceğine yemin ettiği için, insanın etrafını çevirmekten vesveseler vermekten bir an olsun boş bulunmamaktadır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde tekrar tekrar duâ edip yalvaran kişinin söyleyeceği lâfızlarla şeytanın iğvalarından, hile ve desiselerinden kendisine sığınmayı emir buyurmuştur:
"De ki: Rabb'im! Şeytanların vesveselerinden sana sığınırım. Rabb'im! Yanımda bulunmalarından da sana sığınırım." (Müminun: 97-98)
Her insan daha hayatta iken noksanlıklarını gidermeye çalışmalı, her zaman için şeytanın şerrinden Allah-u Teâlâ'ya sığınarak muvaffakiyet dilemelidir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Allah'a kaçınız!" buyuruyor. (Zâriyat: 50)
O'nun Zât-ı ulûhiyetine ilticâ edin, her işinizde O'na itimat ve teslimiyette bulunun.
Hıfz-u himayesine sığınılacak, yardım istenecek, kapısına başvurulacak yegâne mabud O'dur.
Bir Âyet-i kerime'sinde ise şöyle buyuruyor:
"Allah, rızâsını arayanları onunla kurtuluş yollarına eriştirir ve onları izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır, onları dosdoğru bir yola iletir." (Mâide: 16)
Her mümin her zaman her hususta Allah-u Teâlâ'ya sığınmalı, daima O'nun hıfz-u himayesine iltica etmelidir.
Allah-u Teâlâ Felâk ve Nas sûre-i şerif'lerinde kendisine sığınmayı tavsiye buyurmaktadır.
"Resul'üm! De ki: Yaratıkların şerrinden, karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden, düğümleri üfürüp büyü yapan büyücülerin şerrinden, haset ettiği zaman hasetçinin şerrinden sabahın Rabb'ine sığınırım!" (Felâk Sûre-i Şerif'i)
"Resul'üm! De ki: İnsanlardan olsun, cinlerden olsun, insanların gönlüne vesvese, şüphe ve tereddüt sokan o sinsi vesvesecinin şerrinden; insanların Rabb'ine, insanların melikine, insanların ilâhına sığınırım." (Nas Sûre-i Şerif'i)
•
Abdullah bin Abbas -radiyallahü anhümâ-dan:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Hasan ve Hüseyin'in üzerine şu duâyı okur ve onlara "Ceddiniz İbrahim de bu duâyı oğulları İsmâil ve İshak'ın üzerine okurdu." buyururdu:
(Eûzü bikelimâtillâhit-tâmmeti min külli şeytânin ve hammetin ve min külli aynin lâmmetin)
"Allah'ım! Bütün insanların, cinlerin, şeytanların ve zararlı şeylerin ve kem gözlerin şerrinden şifâ veren kelimelerine sığınırım." (Buharî. Tecrid-i sârih: 1384)
Nefsin tabiatında şehvete, günaha ve kötülüğe meyil vardır. Gücünü hep o yönde kullanır. Onun özelliği böyle olduğu için, insanoğlu sırf kendi nefsine kalırsa, her türlü fenalığa sürüklenir.
Nefsin arzuladığı, elde etmek istediği her şeyi içine alan şehvet, aşırı sevgi ve isteklerdir.
Nefsin sönmek bilmeyen arzularıdır. Nefsanî, şehvanî istekler dizginlenmezse harama götürür...
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde müminleri uyarmakta, nefsini heva ve heveslerinden, şehvet ve arzularından alıkoyan kimsenin cennete gireceğini müjdelemektedir:
"Rabb'inin huzurunda durmaktan korkan ve nefsini hevâ ve hevesten alıkoyan kimseye gelince, şüphesiz ki cennet onun varacağı yerin tâ kendisi olacaktır." (Nâziât: 40-41)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, nefsin azgınlığına karşı bizi şu duâlarıyla dikkati çekerek uyarıyor:
"Ey Allah'ım! Fayda vermeyen ilimden, huşu duymayan kalpten, doymayan nefisten, kabul olunmayan duâdan sana sığınırım." (Müslim)
Şekel bin Humeyd -radiyallahu anh-in "Yâ Resulellah! Bana bir duâ öğretiver." demesi üzerine ona şöyle duâ etmesini söylediler:
"Ey Allah'ım! Kulağımın şerrinden, gözümün şerrinden, dilimin şerrinden, kalbimin şerrinden, tenasül uzvumun şerrinden sana sığınırım." (Ebu Dâvud)
Ukbe bin Âmir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Vallahi ben, vefatımdan sonra Allah'a şirk koşmanızdan korkmuyorum, fakat nefislerinize uymanızdan korkuyorum." (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 661)
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde namaz kılmayan ve şehvetlerine düşkün kimselerin türediğini ve türeyeceğini beyan buyurmuştur:
"Onlardan sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki, bunlar namazı bıraktılar, şehvetlerine uydular. Bu yüzden azgınlıklarının cezasını çekecekler." (Meryem: 59)
Hazret-i Allah burada şehvetlerine uyanların azgınlık içinde olduğunu bu yüzden cezalarını çekeceğini haber veriyor.
Hazret-i Allah diğer Âyet-i kerime'sinde:
"Şehvetlerine uyanlar ise sizin büsbütün yoldan çıkmanızı isterler." buyuruyor. (Nisâ: 27)
Şüphe yok ki Hakk'tan sapanların peşisıra gitmekten, şehvetlerin ardınca gitmek üzere onlarla yardımlaşmaktan daha büyük bir sapıklık olamaz.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyurur ki:
"İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki gayretleri mideleri, şerefleri servetleri, kıbleleri karıları, dinleri dirhemleri ve dinarları olacak. Onlar mahlûkatın en şerlileridir ve onların Allah katında hiçbir nasipleri yoktur." (Deylemî)
Âhir zamanı, bu seyyiat zamanını tarif buyuruyorlar.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Allah gözlerin hâin bakışını, göğüslerin gizlediği her şeyi bilir." (Mümin: 19)
Bütün âzâlar kalbin emrindedir. Kötü fikir ve zinâ temayülleri ile dolu olan bir kalp, emrinde olan diğer bütün âzâlara bu çirkin arzularını icra ettirebilmek için onları harekete geçirir.
Bütün âzâlardan sâdır olan zinâlar, kalbin şehevî arzu ve isteklerinden ileri gelmektedir. Bunun için gönlü bu çirkin duygulardan temizleyip, orasını Allah'ın evi bilerek ilâhî zevklerle döşemelidir ki:
Göz Hakk'ı görsün, kulak Hakk'ı işitsin, dil Hakk'ı söylesin, el Hakk'a uzansın, ayak Hakk yolda yürüsün ve kalb Hakk'ın mâmur evi olsun...
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Ey gençler toplululuğu! İçinizden kim evlenmeye muktedirse evlensin. Çünkü evlenme gözü haramdan son derece saklayıcıdır. İffeti en iyi koruyan budur. Kim de evlenmeye gücü yetmezse oruca devam etsin. Zira oruç şehvet için kuvvetli bir kırıcıdır." (İbn-i Mâce: 1845)
Binaenaleyh; bir kimsenin şehveti tahrik edecek yere gitmesi ve gezmesi, harama yürümesi yasaklanmıştır.
Mahremi olmayan kadın ve erkeğin şehvet arzusu ile olsun olmasın tokalaşması, dokunması haramdır.
İnsanı harama, zinaya, götürecek hareketlere, dile, göze, kulağa, kalbe dikkat etmek gerekir.
Çirkinliklere ve yasaklara bakmak kalp aynasını lekelendirir. Bu lekelerin çoğalması kalbi karartır. Şehveti tahrik ederek azgınlığa sebep olur. Düşünceyi bozar. İnsan böylece şeytanın menziline girmiş olur.
Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdular:
"Benden sonra ümmetim hakkında üç şeyden korkuyorum:
1. Heva ve heveslerine uyup dalâlete düşmeleri,
2. Şehvetlerine uymaları ve midelerine düşkün olmaları,
3. Hakikati bilip öğrendikten sonra gaflete düşmeleri." (C. Sağir)
Şu Hadis-i şerif'e dikkat edin:
"Gizli şehvetten sakınınız. Meselâ bir âlimin, insanların rağbet ve ikbâlini arzu edip başına toplanmasını sevdiği gibi." (Camiüssağir)
Bu âhir zaman âlimlerinin, sahte şeyhlerin, mukallitlerin içinde bulunduğu en büyük tehlikedir.
"Gizli şehvet ile riyâ şirkin en küçüğüdür." (Camiüssağir)
Allah-u Teâlâ yeryüzünü içindekileri ile beraber insanoğluna musahhar kılmış, istifadesine arzetmiştir. Bütün bunlar dünya hayatını geçirmek ve faydalanılmak üzere verilmiş birer vasıta olması itibariyle birer nimet iseler de, asıl aranılacak gaye bunlar değildir, bunların faydası geçicidir. Birçok insan ise bütün bunlara düşkündürler.
"İnsanın gönlünü çeken kadınlar,
Oğullar,
Yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşler,
Salma ve güzel atlar,
Sağmal hayvanlar ve ekinler sevgisi insanlara hoş gösterildi." (Âl-i İmrân: 14)
1- Allah-u Teâlâ bu ilâhî beyanına kadınlardan başlıyor. Zira dünyadaki fitnelerin en şiddetlisi kadınlar sebebiyledir.
Üsame bin Zeyd -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i Şerif'lerinde:
"Benden sonra erkekler için kadından daha zararlı bir fitne bırakmadım." buyurmuşlardır. (Müslim: 2740)
Şu kadar var ki kadınlarla ülfetin maksadı ırzını koruma ve çocukların çoğalması olursa, bu durum arzulanan ve teşvik edilen bir husustur.
2- Çocukları sevmek, övünme ve ziynet için olursa Âyet-i Kerime'nin hükmüne girer.
Nitekim bir Âyet-i Kerime'de:
"Servet ve oğullar dünya hayatının süsüdür." buyurulmuştur. (Kehf: 46)
Çocuk anne-babaya ilâhî bir hediye, ilâhî bir emanettir. Ümmet-i Muhammed'in çoğalması gayesiyle güzel bir terbiye ile yetiştirirlerse elbette hayırlı bir iş yapılmış olur. Böyle güzel bir terbiye ile yetiştikleri için anne-baba da onun ecir ve sevabına ortak olurlar.
Eş ve çocukları baştacı edip bütün mesaisini onlara ayıran, helâl ve haram sınırlarını gözetmeden onların rahatı için gecesini gündüzüne katıp uğraşırken ibadet ve taatı terkeden, yapması gereken infak ve hayırları yapmayan, böylece Hakk'tan uzaklaşan kimseler için mal ve evlât birer fitnedir. Kalbi dünya ile meşgul ettikleri için onlara fitne denilmiştir.
3- Servete gelince; sahibini gurura kaptırıp onu insanların haklarını çiğneyen bir kişi yaparsa kötüdür.
Hadis-i Şerif'lerde şöyle buyuruluyor:
"Her ümmet için bir fitne vardır. Ümmetimin fitnesi de maldır." (Tirmizî)
Servet ve evlât, gayesine uygun olarak kullanılırsa cennetin, kullanılmazsa cehennemin kapısını açar. Bunlar dünyaya âit birer ziynettir.
"Benden sonra size dünya nimetlerinin ve ziynetlerinin açılıp onlara gönlünüzü kaptıracağınızdan korkuyorum." (Buhârî - Müslim)
Kişi o malı elde etmek için birçok tehlikeyi göze alabilir.
Fakat mal sahibi, serveti ile hem Yaratan'ının hem de insanların haklarına riâyet ederse o mal güzel bir şeydir.
4- Övünmek ve nefsini tatmin etmek için yetiştirilen at, sahibi için vebaldir. İnsanlar bu gibi binekleri hoş gördüler ve sevilecek şey bunlar zannettiler. Bu gibi şeylerin süslü ve hoş görünmesi insanoğlunun fıtrat ve yaratılışı icabıdır.
Sahipleri bunları Allah yolunda kullanmak üzere beslerlerse sevap kazanırlar.
Nitekim bir Âyet-i Kerime'de:
"Ey inananlar! Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet hazırlayın ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın!" buyuruluyor. (Enfâl: 60)
At, Allah-u Teâlâ'nın Kur'an-ı kerim'de üzerlerine yemin ettiği yaratıklarındandır. (Âdiyât: 1)
5- Deve, sığır ve hayvanlardan binek ve yiyecek için olanlar, ekilen ve dikilen şeyler de bunun gibidir.
Bütün bunlar insanın Allah'tan uzaklaşmasına ve günah kazanmasına sebep olurlarsa kötüdürler. Zamanımızda birçok insanlarda görülen durum budur.
Bunların haklarına riâyet edilirse, bunlarla dini ve vatanî vazifeler yerine getirilirse her biri birer nimettir, ilâhî birer lütuftur.
"Bunlar dünya hayatının geçici birer menfaatidir. Oysa gidilecek yerin güzel olanı Allah katındadır." (Âl-i İmrân: 14)
Cennet-i âlâ bütün güzelliklerin kemâle erdiği Allah yolcularının son durağıdır. Ebedî ve sermedî nimetler sahiplerine orada verilecektir. Bu ise saâdetlerin en büyüğüdür.
"Resul'üm! De ki: Size bunlardan daha iyisini haber vereyim mi? Takvâ sahipleri için Rabb'leri katında, altlarından ırmaklar akan ve orada ebedî kalacakları cennetler, tertemiz eşler vardır." (Âl-i İmrân: 15)
İnsanlara kötülük telkin eden şeytanlar olduğu gibi, şeytanlaşmış insanlar da vardır.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"İnsanlardan kimi de var ki Allah hakkında bir bilgisi olmadığı halde tartışır da her azgın şeytanın ardına düşer." (Hacc: 3)
Bunlar Hakk'tan yüz çeviren, Allah-u Teâlâ'nın Resul'üne göndermiş olduğu apaçık doğruyu bırakarak saptırıcı liderlere, kendi arzu ve hevesleri ile bâtıla çağıranlara uyan kimselerdir.
Şeytan ismi Âyet-i kerime'de "Merid" sıfatıyla anıldığı için, sırf cin şeytanı değil, insanlardan da merid olan, yani fitne ve fesada hazır bekleyen her kişi de şeytan kabul edilir ve bu ismin şümulüne girer.
Şeytana ve şeytanlaşmış şahıslara uyanları doğru yoldan saptıracakları ve cehenneme sürükleyecekleri kesin bir âkıbettir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Zerr -radiyallahu anh-e:
"Cin ve insan şeytanlarından Allah'a sığındın mı?" diye sordu. O ise: "İnsanın da şeytanları var mıdır?" dedi.
Buyurdu ki:
"Evet. Hem de onlar cin şeytanlarından daha şerlidir." (Ahmed bin Hanbel)
Şeytanlaşmış insanlarla da arkadaşlık yapmamak gerekir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Zulmedenlere meyletmeyin, yoksa size de ateş dokunur." buyuruyor. (Hud: 113)
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Şeytan onları istilâ etmiş, onlara Allah'ı anmayı bile unutturmuştur." (Mücâdele: 19)
O kerim Zât'ı zikretmekten, O'nun ilâhî hükümlerine riâyet etmekten onları gâfil bulundurmuştur.
İşte şeytan, boyunduruğu altına aldığı kimselere böyle yapar.
"Onlar şeytan fırkasıdırlar." (Mücâdele: 19)
Askeri ve yardımcısıdırlar. Günah, isyan, tuğyan ve düşmanlık hususunda birleşmişlerdir.
"İyi bilin ki, asıl kayba uğrayanlar şeytan taraftarı olanlardır." (Mücâdele: 19)
Çünkü onlar şeytanın partisine iltihak etmişler, dünya saâdetinden âhiret selâmetinden mahrum kalmışlardır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Mümin-i kâmilden başkası ile sohbet etme." (Tirmizî)
"Günahkâr ve isyankâr arkadaşlardan hazer et. Zira senin de onlardan olduğun anlaşılır." (C. Sağir)
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerimiz'in de bu hususta güzel bir beyanları var:
"Görüştüğün kimseden fayda görüyorsan, onunla görüşmen vaciptir, zarar görüyorsan ayrılman vaciptir." buyururlar. Çünkü görüştüğün kimsenin hali üzerine intikal eder.
Bir diğer Hadis-i şerif'lerinde ise:
"Ağız tadını bozan ölümü çok hatırlayınız." buyuruyorlar. (Tirmizî)
Ölümü çok anan kimse kötülük yapamaz. İnsanların hidayetine vesile olan güzel arkadaş olduğu gibi, isyana teşvik eden de kötü arkadaştır.
Bunun içindir ki, insan bu noktada aklını kullanması lazımdır.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde:
"Onların çoğu akıllarını kullanmazlar." buyuruyor. (Ankebut: 63)
Nice nice güzel yolda olanlar, arkadaşlarının kurbanı olmuşlar; ebedî hayatlarını kaybederek, cehenneme düçar olmuşlardır.
Allah-u Teâlâ bizleri bu hususta ikaz ediyor ve buyuruyor ki:
"O gün zalimlerden her biri ellerini ısırarak 'Ne olurdu ben de o peygamberin maiyyetinde bir yol edineydim. Vah başıma gelene! Keşke falancayı dost edinmeseydim. Andolsun ki beni zikirden, bana Kur'an gelmişken o saptırdı. Şeytan insanı yapayalnız ve yardımcısız bırakıyor.' der." (Furkan: 27-28-29)
Allah-u Teâlâ beden binamızı yarattı, namütenâhî nimetlerle donattı, ziynetlendirdi. Bütün dünyaya muadil kıldı. Yalnız bedendeki zahirî nimetleri saymaya kalkışsak sayamayız. Bir de manevî nimetler var ki sonsuzdur. Âyân-ı sabiteyi de bizde yerleştirmiştir ve tekrar bizi diriltecek. Amma biz hâlâ gaflet içindeyiz, bütün bunlardan habersiziz. Niçin gönderildiğimizi bir türlü bilemedik.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Onlar diyecekler ki, eğer biz dinler yahut akıl eder olsaydık şu çılgın cehennem ehli ile beraber olmazdık." (Mülk: 10)
Nedamet çok, hiç de faydası yok. Zira hepsi geride kaldı.
Âyet-i kerime de şöyle buyuruluyor:
"O gün ki, ne mal fayda verir ne de oğullar... Meğer ki Allah'a tamamen sâlim ve temiz bir kalp ile gelenler ola." (Şuarâ: 88-89)
Ahirette geçer para kalb-i selimdir.
Allah-u Teâlâ yaratılış sebebimizi açık olarak bildirdi ve buyurdu ki:
"Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zâriyat: 56)
Allah-u Teâlâ'yı bilmeyen, O'na gerçek mânâda ibadet edemez. Açık söylüyorum, her şeyden evvel Allah-u Teâlâ'yı bilmek gerekir. Allah-u Teâlâ'yı bilmek için de kişinin nefsini bilmesi lâzımdır.
•
Bu arada helâl lokma, az konuşma, ihlâslı insanlarla ünsiyet, avamla değil.
Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretleri'nin bir beyanı var:
"Dışarıya çıkmıştım bir avamla on dakika görüştüm, o acıyı çıkarmak için on gün uğraştım."
İhlâslı olmayanlar bu kadar zarar verir. İnsanlarla az görüşmek, zaruriden hariç görüşmemek. Az yemek, az içmek, çok ibadet etmek.
Daima Hakk ile olmak halk ile olmamak.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"İçinizde... Görmüyor musunuz?" (Zâriyat: 21)
O'nun içinde olduğunu tasavvur et. O'nu bulmak için çalış. Yoksa Hakk'a varılmaz.
İyi arkadaşla, iyi niyetin faydaları vardır. Kötü arkadaşla kötü niyetin zararları vardır.
Arkadaşın güzel ise yolun da güzel olur.
İyi arkadaş bulursa iyiliğinde devam eder, ibadet ve taatını artırır. Fakat kötüsü ile olursa onu oradan çabuk saptırabilir. Çünkü mânen kuvvet bulmuş değildir.
"Refik sümmet'tarik = arkadaş, sonra yol" denilmiştir.
Arkadaşın ne kadar mühim olduğuna dair bir temsil arzedeceğiz.
Düzce'de bir icra memuru vardı. Tekavüt oldu, dükkanımızın karşısına bir büro açtı. Namazını kılar, çok kibar, nezih, temiz bir insandı. Fakat arasıra tavla oynardı. Bunu kendisine bir türlü yakıştıramadım. Bir gün Kenz'ül-İrfan kitabını aldım. Tavla hakkındaki Hadis-i şerif'in bulunduğu sayfayı açarak önüne koydum. "Allah sizden râzı olsun, hayatta bu kadar kibar irşad görmedim" dedi.
Ve utandığından şöyle anlattı:
"Ben gençliğimde çok sofu idim. Camilerde ezan-ı Muhammedî okurdum, Çerkezce Mevlid-i şerif okurdum. Bu arada memuriyete girdim. Arkadaşlar her gece kendilerine göre âlem yaparlardı, beni de davet ederlerdi. Gitmezdim. Bir gün şeytan beni dürtmüş olsa gerek ki, ne yapıyorlar bir göreyim diye gittim. Baktım ki masaları kurmuşlar, çok kötü bir hayatları var. Kaçmak istedim, beni bırakmadılar. Yere yatırarak bir yudum boğazımdam geçirdiler. Artık ben de başladım içmeye ve seneler senesi içtim.
Ben daha yeni bu pislikten kurtuldum. Allah-u Teâlâ'ya şükürler olsun beni kurtardı."
Arkadaşın insana yaptığı budur. Amma iyisini de bulursa saadet-i ebediyeye nâil olur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Ancak selim akıl sahipleridir ki iyice düşünürler." buyuruyor. (Râd: 19)
Eğer bir Mürşid-i kâmil bulursa, nasibi varsa nasibini güna gün alır. Nefsiyle mücadele nispetinde, biiznillah-i Teâlâ bir gün olur zafere ulaşır.
Abdülkadir Geylâni -kuddise sırruh- Muhyiddin İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri gibi birçok şeriat ve tarikat büyüklerinin eserinde:
"Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır." sözü sık sık ifade ve beyan buyurulmuş ve bunun manasının doğruluğu pek çok Âyet-i kerime ile ispat olunmuştur.
"Ey Ademoğulları! Ben size şeytana ibadet etmeyin diye emretmedim mi?" (Yâsin: 60)
Bu emr-i şeriften bir insanın yalnız başına kalınca şeytana mukavemet edemeyeceği anlaşılmış oluyor.
"İslâm'ım!" demek başka, İslâm'ı yaşamak başka. İslâm'ı yaşamak esastır. Kimi insanlar bölücülük yapıyor, kimisi küfür âdetlerinin peşindedir. Nefsine tapıyor, böylece yoldan sapmış oluyor.
Tarikât-ı âliyenin lüzumu Âyet-i kerime'lerle ispat edilmiştir.
Allah-u Teâlâ:
"Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik." buyuruyor. (Mâide: 48)
Allah-u Teâlâ bakınız ne kadar güzel buyuruyor. Nasıl yollar tarif etmiş. Niçin? Kurtulmamız için.
Diğer bir Âyet-i kerime'sinde ise:
"Sâdıklarla beraber olunuz." buyuruyor. (Tevbe: 119)
Bu emr-i şerife uyarak bir Mürşid-i kâmil aramak vâciptir.
İntisap edenler şeytanın emrine mukavemet ederler. Çünkü o tarikât-ı âliyedeki mevcud olan zevât-ı kiramın mânevi yardımlarıyla kuvvet kazanırlar. O kuvvet sayesinde şeytanın tahakkümünden kurtulurlar.
"Kim bir topluluğun arasına girerse onlardan olur." (Ebu Dâvud)
Hadis-i şerif'i mucibince, bir insan muhabbetle bir topluluğa iltihak ederse onlardan sayılacağı gibi, mahşerde de onlarla haşrolunur.
Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'inde:
"Kişi sevdiği ile haşrolunur." buyurmuşlardır. (K. Hafâ)
Hiç şüphe yok ki, Allah-u Teâlâ'nın şeriatına yani ahkâm-ı ilâhisine bütünüyle riayet etmek, iman alâmeti demek olan namazın edâsına hakkıyla dikkat etmek, zekât, oruç, hacc gibi ibadetleri yapmak gerekir.
Şeriatsız ve namazsız tarikatların şeyhleri, şeyh suretinde şeytandır. Şeytanın yapamayacağını o maske altında yapar.
Şu kadar var ki fenâfillah'a çıkmış bir mürşid-i kâmil bulup, emirlerine itaat ve riayet eder, muhabbetle bağlılık gösterebilirse terakki eder. Aksi halde edemez. Hakk Celle ve Alâ Hazretleri bütün tevhid ehlini kıyamete kadar manevî doktorlardan ümitsiz bırakmasın.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"İnsanları Allah'a çağıran, kendisi de sâlih amel işleyen ve 'Doğrusu ben Müslümanlardanım' diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?" (Fussilet: 33)
"İçinizden insanları hayra çağıran, iyiliği emredip, kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun. İşte onlar gerçek kurtuluşa erenlerdir." (Âl-i imrân: 104)
Bu, âlem-i billah olan bu alemin doktorları kalp hastalıklarının izâlesi için biiznillâh-i teâlâ ölmüş olan ruhları diriltip sıfat-ı hayvâniyeden arındırıp insan sıfatında olması ve ölmesi için, ahlâk-ı zemimelerden kurtarmak için çalışırlar.
Eğer insan kurtulmazsa hayvan suretinde kalır ve öldüğü zaman da öylece haşrolunur.
Hadis-i şerif'te:
"Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle haşrolunursunuz." buyuruluyor.
Maddi hastalıklara düçar olanların bir doktora giderek, ilacını alıp, perhizine riayet etmesi şart olduğu gibi; manevî hastalıkları tedavi etmek, ahlâk-ı zemimeleri gidermek için de mânâ âleminin tabibine müracaat etmek şarttır.
Bir hasta ilacını kullanıp perhize riayet etmezse şifâ bulamayacağı gibi; bir insan da şeriat hilafında hareket ederse, kalbine Hazret-i Allah'ın sevgisinden daha yüksek sevgiler koyarsa, gaflet ve kasvette olan insanlarla hemhâl olursa feyzinin kesilmesine sebep olur, yol alamaz.
"Onlar her günahkâr yalancıya inerler.
Bunlar şeytanlara kulak verirler ve onların çoğu yalancıdırlar." (Şuarâ: 222-223)
Allah-u Teâlâ dünyayı içindekileri ile beraber insanoğluna musahhar kılmış, istifadesine arzetmiştir. Bütün bunlar dünya hayatını geçirmek ve faydalanmak üzere verilmiş birer vasıta olması itibariyle birer nimet iseler de, asıl aranılacak gaye bunlar değildir, bunların faydası geçicidir. Birçok insanlar ise bütün bunlara düşkündürler.
Hakk ve hakikati bırakıp dünya lezzetlerine dalanlar, dünyaya aşırı muhabbet bağlayanlar büyük bir belâya ve huzursuzluğa uğramışlardır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Oysa Allah âhireti kazanmanızı ister." (Enfâl: 67)
Dünya hayatının müddeti kısa ve lezzeti de geçici olduğu için, bir aldanma ve oyalanmadan başka bir şey değildir.
Akıllı kimsenin dünyaya aldanmaması, dünya sevgisine aşırı derecede kapılmaması gerekir. Serap gibi parıldar, bulut gibi geçer gider.
Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Senin için ahiret, dünyadan daha hayırlıdır." (Duhâ: 4)
Dünyayı ahirete tercih etmek; kâfirin küfründeki, münafığın nifakındaki, âsinin mâsiyetindeki gizli hastalığı gösteren bir işarettir. Onların bütün gayretleri dünya lezzetlerini elde etmek içindir.
Bu dünya hayatı, çocukların oyun oynayarak kendilerini yordukları gibi insanların kendilerini yordukları bir oyuna benzemektedir. Ömrün akşamı olunca, çocukların oyunlarını bırakıp evlerine döndükleri gibi, her şey yüzüstü bırakılıp âhiret âlemine göç edilmekte, elde edilen her şey başkalarına bırakılmaktadır.
Dünya sayesinde ahiret kazanılır. Bu gaye için kullanıldığı zaman insana bir gemi olur, suyun üstünde yüzdürür. Gayesi haricinde kullanılırsa cehennemin dibine indirir.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Haberiniz olsun ki dünya melundur, içindekiler de melundur. Ancak Allah-u Teâlâ'yı zikretmek ve onun rızasına uygun şeylerle, bilen ve öğreten müstesnâdır." (Tirmizî)
Diğer insanlar da ekim yapıyor amma, onlar dünyanın melun kısmına dalmışlar, hayatlarını hiçe müncer etmişler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Nasıl yaparsan sana da öyle yapılır." buyururlar. (Buhârî)
İyiyse iyi kötüyse kötü.
Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur." (Necm: 39)
Gece gündüz çalışmak gerekiyor. Zira burası bir tarladır. Bir ebedî hayatın ekimine geldik. Yâ saadet-i ebediye veya felaket-i ebediye ile karşı karşıyayız.
Buradan da anlaşılıyor ki dünya hayatı çok mühimdir, çok sakınmamız gerekiyor.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Dünya malını ehline terk ediniz. Zira ondan kifayet fevkinde (ihtiyacından fazlasını) alan kimse, şuursuzca kendini helâk etmiş olur." (C. Sağir)
"Her ümmetin helâkine mucip bir fitne vardır. Benim ümmetimin helâk sebebi ise dünya malıdır." (Hâkim)
"Dünyadan ve ziynet-i metâından (cazibeli mallardan) muhabbetinizi kesiniz." (Münavî)
"Dünya müminin cehennemi ve kâfirin cennetidir." (Tirmizi)
Mümin dünyada ne kadar nimet içinde yaşarsa yaşasın, Allah-u Teâlâ'nın Cennet-i âlâ'da ona bahşedeceği nimetler yanında zindanda gibidir. Fakat bir kâfir ne kadar eziyet görürse görsün, cehennem azabının yanında dünya ona cennet gibidir.
Muhabbet Yaratan'a bağlanacak.
Bir insan Hazret-i Allah'a çok samimi olacak, Hazret-i Allah'tan çok korkacak ve Hazret-i Allah'ı çok sevecek. Ama bunlar da icraat ile belli olacak.
"Ey Peygamber! Allah sana da sana tâbi olan müminlere de yeter." (Enfâl: 64)
Boynun bükük olsun, gözün yaşlı olsun, gönlün Hakk'ta olsun.
Ama çoluk çocuğa bağladığın zaman, o bağ çözülüyor. Bu üç kelimede çok mühim iş var.
Abdulkadir Geylâni -kuddise sırruh- Hazretleri bir çocuk doğduğu zaman, onun ismini koyar; "Ben bunu öldü biliyorum!" der.
Muhabbetini kalbinden atar. "Ama yaşamış ama ölmüş, benim için fark yok!" der.
Yani muhabbetini kalbinden çıkartıyor, ölü olarak biliyor. Muhabbet yalnız Hakk'a bağlanır, halka değil...
Akl-ı meaşda olanların kimi para hırsındadır, kimi lezzetler peşindedir. Kimisi çocuğunu düşünür, kimisi şehvet yolundadır.
Ve fakat gün gelir ömür sona erer. Tul-i emel bitmiştir. Herkes sorguya çekilmiştir. Kimisi saadet-i ebediyeye varmıştır, kimisi de kendisini helâk etmiştir. Zira o, niçin yollandığını bilmedi, dünyaya o kadar tapmıştı ki, onun için gönderildiğini sanmıştı.
Halbuki Hakk Celle ve Alâ Hazretleri buyurur ki:
"O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır." (Mülk: 2)
Allah-u Teâlâ bizi bu dünya sahnesine denemek için gönderdi. Halbuki ilm-i ezelîsinde kimin ne yapacağını biliyordu. Daha cenin halindeyken kişinin takdirini dürmüştü. Fakat kulun kendisi de görsün diye sahneye gönderdi. Eğer bizi göndermeseydi, iddia ve itirazlarda bulunacaktık.
Ama bu sahnede öyle bir durum var ki, kişinin her an fotoğrafı çekiliyor, her sözü her kelimesi zabtediliyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurur:
"Şunu iyi bilin ki, üzerinizde muhafızlık eden değerli katip melekler vardır. Onlar, yapmakta olduklarınızı bilir ve yazarlar." (İnfitar: 10-12)
Ve insan ölürken son anda bu filmi seyredecek, gideceği yeri görecek. Ya saadet-i ebediye veya felâket-i ebediye...
Eğer saadet ehli ise, adeta uçarcasına gitmek ister. Ruhu çıktıktan sonra yedi kat semaya çıkar ve Hazret-i Allah ile karşılaşır. Şekavet ehli ise gitmek istemez. Hazret-i Allah da onunla karşılaşmak istemez, gök kapıları onlara açılmaz. Dünya semâsından döndürülür.
Çok ince bir mevzu.
O ki masivayı kalbine doldurmuştu, nazârgah-ı ilâhiyi çöp tenekesine çevirmişti ve aklını da kalbini de ifsad etmişti.
Halbuki Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Ümmetimden yetmiş sene yaşayan pek azdır." buyururlar. (C. Sağir)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Dünyada garip, yahut yolcu gibi ol, nefsini ehl-i kuburdan (kabirde imiş gibi) say!" buyuruyorlar. (Tirmizî)
Bu Hadis-i şerif çok incedir.
"Dünyada garip, yahut yolcu gibi ol!"
Yani o hale bürün. Garip azmaz, taşmaz. Hakaret etmez. Garip insanın hiçbir şeyi olmaz. Malı olmaz, mülkü olmaz, varlığı olmaz.
Yolcu olduğunu bil, âlem-i dünyadan âlem-i berzah'a yolcusun. Yolcu bir insan artık; "Şu işi yapsaydım!" yahut "Şunu yapayım!" demez. Ya ne der? "Dünyaya tutunmaya gelmez, yolcuyum!" der. Çantasını alır, ebedî hayatın yolcusu olduğunu bilir. Yaptığı şeyleri kalbiyle yapmaz da eliyle yapar, diliyle yapar, kalben yapmaz. Yani onun muhabbetini kalbine koymaz. Mühim olan kalbin işgaliyetten kurtulması. Nefsin, şeytanın, şeytanlaşmış insanların iğvasından kalbi kurtarmak. Kalb-i selim hale gelirse Allah ona yeter.
"Nefsini ehl-i kuburdan (kabirde imiş gibi) say!"
Niçin? Ehl-i kubur haliyle yaşayan insan dünyadan zevk almaz. Dünyadaki zevki Hazret-i Allah ile ve Allah dostları ile beraber olduğu zamandır. Dikkat ederseniz Allah-u Teâlâ sevgili peygamberlerine dünyaya ait muhabbet bağlatmamıştır.
Muhabbet çok güzel bir bağdır. Hangi muhabbet? Gaye, menfaat, maksat olmayan bir muhabbet.
"Fakat siz dünya hayatını ahirete tercih ediyorsunuz. Halbuki ahiret daha hayırlı ve daha süreklidir." (A'lâ: 16-17)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Dünyaya muhabbet büyük günahların en büyüğüdür." (Deylemî)
Neden? Seni dünya mı yarattı, dünya mı donattı, dünya mı seni besliyor? Allah-u Teâlâ yoktan var etti, nimetlere gark etti, merzuk etti, hayat verdi, sıhhat verdi. Şimdi bu yaratıcıyı bir insan unutup da değersiz şeye taparsa değersiz olur. Değer verirse değer bulur. Herkes kendisine bu aynada iyi baksın. Yapacağı işi ona göre yapsın.
Bu ihsan ve ikramlar karşısında nankörlük eden kimse açıkca kendisini helâk etmiş olur.
Lütfettiği vücud binasında düşmanların yer alması ile, yani Hakk'tan gayrı şeylerin muhabbetini kalbine koyması ile Hakk ve hakikatten sapmış olur.
Çünkü Âyet-i kerime'de:
"Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır." buyuruluyor. (Ahzâb: 4)
Ki birisini muhabbet-i Mevlâ'ya, diğerini muhabbet-i mâsivâya hasretsin.
Nazargâh-ı ilâhi olan kalbi Hazret-i Allah kendisi için halketmiştir. Binaenaleyh o kalpte Hazret-i Allah'ın muhabbeti mevcutsa, daha doğrusu Hazret-i Allah mevcutsa, masivâ o kalbe giremez.
Para varsa kasada kesede, malı varsa dükkanda evinde olacak, fakat bunlar kalbe girmeyecek. Eğer kalbe girerse kalbi ifsad eder ve muhabbet-i Mevlâ o kalpte bulunmaz.
Su geminin içine girerse batar. Altında olursa gemiyi yüzdürür. Dünya muhabbeti kalbe girdi mi batırır. Dünya geçici bir sahnedir. İmtihanını vereceksin ve seni çekecek, hepsi bu kadar. Onun için O'nunla olmak hayattır, O'nsuz olmak vefattır.
En büyük sevgi Hazret-i Allah'a, Kitabullah'a, Resulullah'a ve sonra Vekil'inedir.
Hazret-i Allah, sevdiği seçtiği kulunu hıfz-u himayesinde, tasarruf-u ilâhiye'sinde bulundurur. Korur ve muhafaza eder. Diğerleri ise hıfz-u himayeden çıktığı için şeytan yuları takar, alır götürür.
Müslümanken, paraya, dünyaya, makam-mevki sevdasına, şöhret arzusuna kapılır. Bir de bakmışsın dünyevî ihtirasları için, "Ben olayım!" sevdası için imanını kenara bırakmıştır. Kaymıştır. Dökülmüştür.
İnsanın kaydığı yer burasıdır. Para, mal, mülk, kadın, şöhret bunlar helâk eder.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Ben dünyada bir ağaç altında gölgelenen ve sonrada bırakıp giden yolcu gibiyim." (Tirmizî)
Hülasâ-i kelâm; azma, taşma, yolcu olduğunu bil. Çantan elinde olsun. Davetin ne zaman geleceği belli değil, an meselesi. Kabir hayatını yaşa. Çünkü bugün üstte, yarın alttasın. Burası misafirhane, burası bir otel. Senin evin orada. Fakat kabir hayatını yaşayabilmek için insan kendi nefsini ona göre yetiştirecek, daima kabirde olduğunu düşünecek. Bugün üstte, yarın evimdeyim. Acaba oradaki durumum ne olacak diye muhasebesini yapacak.
Nefsini de öldür, azdırma. Yarın kabirdesin, oradaki halin ne olacak? Şimdiden hesabını, kitabını yap.
"Size verilen her şey dünya hayatının bir geçimliği ve ziynetidir. Allah katında olanlar ise daha hayırlı ve daha devamlıdır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?" (Kasas: 60)
Ey nefis! Buralı değilsin, yolcu olduğunu unutma!
Ömür en kıymetli sermayedir. Ömür bitince sermaye toplamak için ikinci bir hayat yok. Şu halde bu kıymetli sermayenin değil dakikasını zerresini bile zayi etmemek lâzım. O alıncaya kadar sen yolunda bulun. Dünya da O'nun, ahiret de O'nun...
Bugün üstte, yarın alttayız. Ama mühim olan ebediyât. İman-ı kâmille göçtükten sonra, ebedî saadete erdikten sonra hayat başlar.
Nasıl ki insan, sinemadayken ışıklar yandığı zaman heyecandan utanırsa, ya hayalâthaneden hakikate geçtiği zaman durumu ne olur? Acaba ne yaptım, ömrümü nerelerde geçirdim, nereye gideceğim diye düşündüğü zaman artık hesabını nasıl yapması lâzım.
Ben dünyayı bir gün olarak biliyorum. Niçin? Yarın yaşayacağını biliyor musun? Şu halde mühim olan bugün...
Ama bu inceden inceye bir hesap. Bu hesabın yapılması için Hazret-i Allah'ın emirlerine itaat, nehiylerinden ictinap etmek, daima Hazret-i Allah'a yönelik işlerle meşgul olmak lâzım. Bir taraftan da mütemadiyen el kârda, gönül yarda gerek.
El çalışacak dünya için, kalp çalışacak Allah için.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Ne mallarınız ne evlâtlarınız sizi zikrullahtan alıkoymasın.
Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır." (Münâfikûn: 9)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e; "Dünya neden ibarettir." diye sorulduğunda:
"Dünya, Mevlâ'nın zikrinden ve taatinden seni meşgul eden ve gaflete düşüren şeydir." buyurdular.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Ey Ebu Zerr! Gemiyi yenile, çünkü deniz derindir. Tekmil azığını al, çünkü sefer uzaktır.
Yükünü hafiflet, çünkü dağlar arasındaki yol sarp ve meşakkatlidir.
Amelini hâlis kıl, çünkü iyiyi kötüden ayırt eden Allah her şeyi, her yapılanı görür." (İbn-i Hâcer, Münebbihât)
Dünyadan sıyrılacaksın. Sıyrılmak demek; muhabbeti kalbinden çıkaracaksın. Kalbine muhabbetle zikrullahı yerleştireceksin, O'na yöneleceksin. İşte o zaman yükleri atmış olursun. Hani atan? Herkes yüküne sarılmış, rızâya sarılan nerede?
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Amelleri Tihame dağı kadar büyük olan nice topluluklar vardır ki kıyamet günü haşredilecekler ve cehenneme atılmaları emredilecek."
Ashâb-ı kiram: 'Namaz kıldıkları halde mi ya Resulellah?' diye sorunca şöyle devam etti;
"Evet bunlar namaz kılarlar, oruç tutarlar, geceleri çok az uyurlardı. Ama kendilerine azıcık bir dünyalık arz edildi mi dört elle sarılırlardı." (Irakî, Muğni lll. 204)
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Dünyayı ahirete tercih eden kimseyi Hakk Teâlâ üç şeye mübtelâ kılar. Birisi üzüntü, gam ve ıstıraptır ki ebediyyen kendisinden ayrılmaz. İkincisi kalp fakirliğidir ki, o kimsenin dünya ihtiyaçları tükenmez. Üçüncüsü, hırs ve tamahtır ki, kendisi hayat boyunca doymak bilmez."
Ahirete inanan bir kimse için; "Neresine güveniyorsunuz bu dünyanın!" diyorum. Ama ahirete inanmayan yapacağını yapacak ve gideceği yere gidecek. Cennet-i alâ da hak, cehennem de hak...
Diğer bir Hadis-i şerif'te ise;
"Dünyadan sakınınız. Çünkü dünya Harut ve Marut'tan daha fazla büyüleyicidir." buyuruluyor. (Tirmizî)
Zavallı insan bir hayalâthane dünya için ebediyatını kaybediyor.
Yine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Dünya için çalışmakta hırs göstermeyiniz. Herkes dünyada kendine ne takdir edilmişse ona kavuşur." buyuruyorlar. (İbn-i Mâce)
Tûli emeli bırakmak lâzım. Çünkü senin değil, dünyanın bile ömrü azaldı.
"Para, dirhem, ipek ve kadife kulu olan kimseler yüzüstü düşsünler, kahrolsunlar."(Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1218)
İnsanın kaydığı en çok iki yer vardır; kadın ve dünya muhabbeti...
Başka bir Hadis-i şerif'te yine şöyle buyuruluyor:
"Ey Ademoğlu! Sana kâfi gelecek nimetler varken, seni azdıracak şeyleri istiyorsun.
Ey Ademoğlu! Ne aza kanaat ediyorsun, ne de çoğa doyuyorsun." (Beyhâki - C. Sağir)
Mal, dost, ahbap kabre kadar gider, amel seninle gider.
Cenâb-ı Fahr-i Kaînat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
'Ben Havz'ın başına sizden önce varacağım. Onun genişliği Eyle ile Cuhfe arası gibidir. Sizin benden sonra şirk koşacağınızdan korkmuyorum. Fakat ben sizin dünya hakkında yarışa girişeceğinizden ve birbirinizle çarpışıp sizden öncekilerin helâk olduğu gibi helâk olacağınızdan korkuyorum.'" (Müslim: 2296)
"Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukurdur." (Tirmizî)
İnsanın kabirdeki bu yaşayışı dünyadan alâkasını kestiği andan itibaren başlar.
Bahçeye düşersen saadet, çukura düşersen felâket. Onun için insanın hazırlanması lâzım.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif'lerinde:
"Dünya ahiretin tarlasıdır." buyururlar. (Münâvî)
Ek ki biçebilesin.
"Herkese yaptığının karşılığı tam olarak verilir. Çünkü Allah onların ne yaptıklarını en iyi bilendir." (Zümer: 70)
Size dünyayı terk edin demiyorum. Yalnız dünya için çalışırken ebedi hayatın saadetini de ihmal etmeyin. Çünkü dünya malı dünyada kalacak. Önümüzde öyle büyük fırtınalar var ki hiçbir şey kalmayacak. Biz hazır olalım. İmanla göçmek için çareler arayalım. Onun için cihat yolunda bulunalım. O'nun yolunda olalım, O'nun yolunda ölelim.
Biz çocukları çok seviyoruz, ama çok seviyoruz. Size bir hikâye anlatayım:
Bir zât-ı muhterem sabah namazından sonra yatmış, rüyâ görüyor. Rüyâ'da Cennet-i âla'ya giriyor. Çok güzel köşkler görüyor. Köşklerin kimin olduğunu soruyor; "Filân kişinindi, ama elinden alındı." deniyor. Başka başka köşkler soruyor, hep aynı cevabı alıyor, "Filân kişinindi elinden alındı." "Niçin?" diyor. "O, muhabbetini çocuğa verdiği için." deniyor. O zaman çok üzülüyor. Çünkü iki yaşında bir çocuğu var. Muhabbetini ona vermiş. "İstemem bu çocuğu." diyor. O anda hanım uyandırıyor ve "Efendi, efendi çocuk damdan düştü ve öldü." diyor. O da "İstemem!" demişti.
Onun için sevilen bir şey engel oluyor. Çocuk insanı Hakk'ın sevgisinden mahrum ettiği gibi birçok kötü işlerini hoş görürsün de Cenâb-ı Hakk seni hoş görmez. Onun için sevilmeye lâyık olan Yaratıcı'dır, yaratılmışlar değil. Ve bu gidenler hayır olarak gidiyor.
Yine bir adamın bir kız çocuğu olmuş. Adam bu kız çocuğuna çok muhabbetli olmuş. Kız çocuğu iki yaşına gelince ölmüş. Adamın aklı fikri hep o kız çocuğundaymış. Gece gündüz hep o kızı düşünmüş. Adam bir gün demiş ki: "Bu benim yaptığım iş değil, hata. Bunu bana Hazret-i Allah vermişti ve O aldı. Benim buna sahip çıkmam, ah vah etmem yanlıştı."
Bunu böyle kabul etmiş ve yatmış. O akşam bir rüyâ görmüş: Büyük bir ejderha bir adamı kovalamış. O da kaçmış, kaçmış ve nurani bir zâta rastlamış. "Aman! Beni bu ejderhadan kurtar!" demiş. "Biz kurtaramayız, ama daha ileri git!" demiş bu nurani zât. İkincisine gelmiş, o da kurtaramamış. Derken üçüncüsü gelmiş, o da kurtaramamış. Bir medet ararken bir ev göstermişler. Adam köşke doğru giderken köşkün çocukların şefaat makamı olduğunu görmüş. Buranın reisi demiş ki:
"Bu adamın şefaatçisi var mı?"
"İki yaşında bir çocuğu var!" denmiş.
Çocuğu köşkten çıkarmışlar. Çocuk babasına koşarken ejderhaya dur emri vermişler. Köşk orada, ejderha burada kalmış, onlar da ortada buluşmuşlar. Çocuk demiş ki:
"Baba Allah senden râzı olsun. Sen benim için ah vah ederken kollarım hep bağlıydı. Dün akşam sen beni Allah'ıma emanet ettin ellerimi ve kollarımı çözdüler. Ve ben şimdi rahatım." Ona Âyet-i kerime okumuş ve nasihat etmiş.
"Aman kızım! Sen daha iki yaşındasın, neler öğrenmişsin! Bu ejderha da nedir?" demiş.
"O ejderha senin kötü amelindir."
"Peki! Ben yolda üç zât gördüm beni kurtaramadılar."
"Onlar da senin amelindir, ama zayıf tuttuğun için seni kurtaramadılar."
Adam uyanmış, aklı başına gelmiş, yaptığına da pişman olmuş ve yola düşmüş.
Hazret-i Allah'ı bilememiş ve O'ndan olduğunu anlayamamış. Halbuki Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki:
"Dirilten de öldüren de O'dur. Siz O'na döndürülüp götürüleceksiniz." (Yunus: 56)
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır." (Mülk: 2)
Her hareketimizin fotoğrafı çekiliyor, her sözümüz zaptediliyor, düşündüklerimiz kayda geçiyor. Nefes alırken ne düşünüyordun, verirken ne düşünüyordun?
Binaenaleyh sahne üzerindeyiz. Hareketlerimiz her yönden izleniyor. Umera ile oturursan kibrin artar. Ulemâ ile oturursan bilgin artar. Sâlih kimselerle oturursan ihlâsın artar. Dünya ehliyle oturursan dünyaya hırsın artar. Fâsıklarla oturursan fıskın artar. Kadınlarla oturursan şehvetin artar. Çocuklarla oturursan boşuna vakit geçirmiş olursun.
Ve fakat Hakk Celle ve Alâ Hazretleri sevdiği kulunu hıfz-u himayesine tasarruf-u ilâhi'sine alırsa o kurtulur.
Onun için fakir daima duâ esnasında şöyle niyaz ederiz:
Allah'ım hayırlı ömür, hayırlı umur, hayırlı ölüm nasip et!
Hayırlı ömür, rızân mucibince yaşanan bir hayat ihsan et.
Hayırlı umur, senin lütuf desteğinle yürüttüğün kullardan yap.
Hayırlı ölüm, zâtına çektiğin, saadetine erdirdiğin kullardan yap.
"Bu benim kulum!" dediği zaman artık onu korur. Dünya muhabbetinden, kadın muhabbetinden, çocuk muhabbetinden ve rızâsı olmayan her şeyden korur.
İnsan; hayvanî sıfatlardan kurtulup insanî sıfatı takınması, Yaratan'ını bilmesi, bulması için gönderilmiştir. Kim ki bunları yaparsa Hakk'ın kulu olur. Kim ki bunları inkâr ederse şeytanın kulu olur ve şeytanla beraber cehennemde olur.
Cenâb-ı Hakk, Âyet-i kerime'sinde yaratılış sebebimizi şöyle beyan ediyor:
"Ben cinleri ve insanları ancak (beni bilsinler) bana ibadet etsinler diye yarattım."(Zâriyat: 56)
Fakir bu Âyet-i kerime'ye mânâ verirken, bilinmeyen Hazret-i Allah'a ibadet edilmez deriz. Bilmen lâzım. Fakat nasıl bileceğiz?
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Nefsini bilen Rabb'ini bilir." buyuruyorlar. (K. Hafâ)
Kendini bilirsen Yaratan'ını bilirsin, amma sen kendini bilmezsen Yaratan'ını hiç bilemezsin. O'nu bilen, O'nunla ibadet eder, O'nun has kulu olur.
Şu halde Allah-u Teâlâ'ya sevilmek mi hayırlı, şeytana yaranmak mı hayırlı? Bu durumu Cenâb-ı Hakk Hadis-i kudsî'de bizzat haber veriyor:
"Benim cinlerle ve insanlarla önemli bir hadisem var! Ben yaratıyorum, benden başkasına ibadet ediliyor! Ben rızıklandırıyorum, benden başkasına şükrediliyor." (Taberânî)
İnsan olabilmek için insanın çok tekâmül etmesi lâzım.
Bir misâl verelim:
İpekli bir çarşafı diken üzerine atsan çektiğin zaman parçalanır. Bir insan da dünyaya muhabbet ederse onun gönlü ruhu alınırken parçalanır.
Fakat bir insan Hakk'tan gayrısından ayrılırsa, kesilirse, dünyaya karşı muhabbeti olmazsa sâlih kullardan olur. Allah-u Teâlâ yaratıyor, yaşatıyor. Ama yaratılanlar Allah değil. Yaratılanlar kalpten çıkarılırsa, kalpte Yaratan olursa ve Yaratan kulunu kendisine çekerse o kul O'nun gelini olmuş olur. İşte Hazret-i Allah'ın has kulları bunlar olmuş oluyor. Yani Hazret-i Allah'ın gelinleri nedir? Ne dünyaya, ne çoluk-çocuğa, ne mala, hiçbir şeye gönül vermemiş. Cennet-i alâ'da da yaşama arzusu kalmamış. Beni Allah-u Teâlâ yarattı, ben O'na varacağım deyince Hazret-i Allah'ın gelini oluyor ve yaptığı işleri de Allah için yapar. O ahiret sermayesi için çalışır. Rabb'im çalıştırdığı kullarından etsin.
Hazret-i Allah'a aşık olan Hazret-i Allah'ın gelinidir, Allah'a kaçar. Artık Allah'a kaçan bir kimsenin Allah'tan gayrı muhabbete takıldığı bir yer olmaz. Hakk'tan geldik Hakk'a döneceğiz. Bize Allah gerek.
O'nunla ol, O'nunla yaşa. Dünyada iken O'nunla yaşa ki, O dilerse seni ikinci cennetine de alır. Ne kadar güzeldir o gönül cenneti. O'nunla mısın, gönül cennetindesin elhamdülillâh. Mal, mülk, evlât sevgisi... Hayır! O sana yeter. Çünkü en sevdiğin yarın düşman kesilebilir amma O hep dost...
Mühim olan ahiret. Siz niyet-i halisaya bakın.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Onların Allah yolunda harcadıkları az ve çok her şey, yürüdükleri her yol, mutlaka hesaplarına yazılır. Ki Allah onları, yaptıklarının en güzeli ile mükâfatlandırsın." (Tevbe: 121)
Binaenaleyh Allah yoluna atılan adımın adımı değil santimi hesap edilip Allah-u Teâlâ'nın ücretini verdiği beyan ediliyor. Bu neye benzer? Avukat parayı peşin alır, davaya girer. Zaten parayı peşin almış. Burada Allah yolunda adım attığı anda Cenâb-ı Hakk mükâfâtı veriyor. Ondan daha büyük mükâfât mı olur?