Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
Başyazı - Yaratan, Yaşatan, Öldüren; Hazret-i Allah'tır! - Ömer Öngüt
Yaratan, Yaşatan, Öldüren; Hazret-i Allah'tır!
Başyazı
İsmail Yavuz
1 Kasım 2014

 

"Göklerin ve Yerin Mülkü (Hükümranlığı) Allah'ındır.
Ne Dilerse Yaratır. O Kime Dilerse Kız Evlâtlar Bağışlar, Kime Dilerse Ona Erkek Evlâtlar Lütfeder.
Yahut O Çocukları Erkekler, Dişiler Olmak Üzere Çift Çift Verir.
Kimi Dilerse Onu Kısır Bırakır.
O Her Şeyi Bütünüyle Bilendir, Her Şeye Gücü Yeter."
(Şûrâ: 49-50)

"Kul Hayrıyla Şerriyle Kadere İnanmadıkça,
Kendine Hayır ve Şerden İsabet Edecek Şeyi Atlatamayacağını,
Hayır ve Şerden Kaçacak Olan Şeyi de Yakalayamayacağını Bilmedikçe İman Etmiş Olmaz."
(Hadis-i Şerif)

Yaratan, Yaşatan, Öldüren Hazret-i Allah'tır.
Bugünün Hastalığı; Çocuğu Olmayan "Olsun!" Diye Her Türlü Hileye Başvuruyor,
Kimi de "Ölsün!" Diye Her Türlü Cinayeti İşliyor.
Bunlar Gadâb-ı İlâhi'ye Sebep Olan İşlerdir.

 

"Bugünün hastalığı; çocuğu olmayan çocuk olsun diye her türlü hileye başvuruyor, kimi de çocuk ölsün diye her türlü cinayeti işliyor.

Bunlar gadâb-ı İlâhi'ye sebep olan işlerdir.
Hazret-i Allah'a teslim olan, O'nun takdirine, taksimine râzı olur.
Âyet-i kerime'de şeytanın; "Yaptıracağım!" dediği haber veriliyor:

"Onlara emredeceğim, Allah'ın yaratışını değiştirecekler." (Nisâ: 119)

Şeytan böyle demişti, dediği gibi de istediğini yaptırıyor. Bunları yaptırırken de onlara bir tat ve ümit veriyor, peşine koşturuyor, rızâ-i Bâri'den uzaklaştırıyor.

Yahu gitme, başvurma, ilâçlarla zehirlenme, bu kadar masrafa da girme.

Bunlar hep şeytanın; "Yaptıracağım!" demesinin tesiri. Bugünün hastalığının teşhisi bu. İçyüzünde şeytan var...

İşte Âyet-i kerime'ler, işte yaptıkları işler!..

Rahim bir kabre benzer, dıştan iç âlemi bilinmez,
Allah-u Teâlâ onu dayadı döşedi, çocuk için müdahale edilmez."

(Ömer Öngüt -kuddse sırruh-)

 

Bir iman zaafiyetinin neticesi olarak, çocuğu olmayan nice kimseler, olsun diye her türlü hileye başvurdukları gibi; birçok kimseler de olacak olan çocuğu olmasın diye İslâmî olmayan usüllere başvurmaktadırlar.

Günümüzün bu mühim hastalığını, Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin "Kalblerin Anahtarı" külliyatındaki eserlerinden derlediğimiz ibretli temsillerle, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerin nur ışığı altında ele alacağız. Allah-u Teâlâ'nın sevgili peygamberleri İbrahim Aleyhisselâm ile Zekeriyâ Aleyhisselâm'ın Rabb'lerine naz ve niyazlarını, Allah-u Teâlâ'nın onlara lütuf ve keremi ile icabet etmesini ibret nazarlarınıza arzedeceğiz.

Bu gibi yersiz hareketler takdir-i İlâhi'yi bozmaya çalışmak mânâsına gelir.

Hazret-i Allah'a teslim olan, onun taksimât-ı ilâhisine râzı olur, telâşa lüzum görmez, doktorlara başvurmaz. İlâhi takdiri bozmaya çalışmaz.

Yaratan, yaşatan ve yöneten Hazret-i Allah; Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:

"Allah sizi topraktan, sonra nutfeden yarattı. Sonra sizi çift çift yaptı. O'nun bilgisi olmadan hiçbir dişi hamile kalamaz ve doğuramaz." (Fâtır: 11)

Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm'ı topraktan yarattığı gibi, insanları da nutfe haline gelene kadar topraktan yaratmış, bundan sonra ise nutfeden vâretmiştir.

Hazret-i Allah öyle bir Allah'tır ki yaratan, yaşatan, öldüren O'dur. Dilediğine kız çocuğu lütfeder, dilediğine erkek çocuğu lütfeder, dilediğine de hiç vermez. Hep O'nun taksimât-ı İlâhi'yesidir. Dilediğine dilediğini verir. O'nsuz hiçbir şey olmaz. Telâşa lüzum yoktur.

"Göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) Allah'ındır. Ne dilerse yaratır. O kime dilerse kız evlâtlar bağışlar, kime dilerse ona erkek evlâtlar lütfeder.

Yahut o çocukları erkekler dişiler olmak üzere çift çift verir. Kimi dilerse onu kısır bırakır. O her şeyi bütünüyle bilendir, her şeye gücü yeter." (Şûrâ: 49-50)

Binaenaleyh; yaratan, yaşatan, öldüren Hazret-i Allah'tır. Çocuk olsun veya ölsün diye yapılan işler şeytandandır.

"Biz bir şeyin olmasını dilediğimiz zaman, sözümüz ona ancak: "Ol!" dememizden ibarettir. O da derhal oluverir." (Nahl: 40)

Allah-u Teâlâ'nın iradesinin sonsuz olduğunu gösteren bu ilâhî beyan, bir şeyi yokluk âleminden varlık âlemine çıkarmayı ve bunun süratini gösteren bir temsildir. Yoksa burada kendisine emir verilen bir şey yoktur. Her şey O dilediği an meydana geliverir.

O; bir şey için sadece bir tek emir verir, bu emrin tekrarına ihtiyaç yoktur. "Ol!" dediği şey kaçınılmaz olarak varolur.

Yeryüzündeki bütün dişi yaratıkların neye hamile kaldıklarını kuşatacak derecede ilme sahip olan Allah-u Teâlâ, İsâ Aleyhisselâm'ın babasız yaratılmasını murad edince, Hazret-i Meryem Vâlidemiz'in sualini ve kendi kudretini Âyet-i kerime'sinde şöyle beyan buyurmaktadır:

"Dedi ki: "Ey Rabb'im! Bana bir insan eli değmediği halde benim nasıl çocuğum olabilir?" Allah: "Öyle de olsa, Allah dilediğini yaratır. Bir işe hükmedince ona 'Ol!' der, o da oluverir." dedi." (Âl-i imrân: 47)

Yaratmak istediği şeyi diler ve istediği gibi yaratır. Bir şeyin olmasını istediğinde, o şey gecikmeksizin ve sebebe ihtiyaç duymaksızın meydana gelir. İşte ilâhî takdirde İsa Aleyhisselâm da böyle bir kelime idi.

"Bir şeyi dilediği zaman, O'nun emri sadece: 'Ol!' demekten ibarettir. O da hemen oluverir." (Yâsin: 82)

"Ol!" der, oluverir. Dilemesi yeter, murat ettiği derhâl olur. Hiçbir şey O'nun ilminin dışında kalamaz. Her şeyi ezelî ve âlî ilmi ile bilir. Hikmeti ile takdir edip yönetir.

"O'nun bilgisi olmadan hiçbir meyve kabuğundan çıkmaz. Hiçbir dişi hamile kalamaz ve doğuramaz." (Fussilet: 47)

Bunca Âyet-i kerime'leri önünüze sürüyoruz ki Yaratan'ın, Yaşatan'ın Hazret-i Allah olduğu bilinsin. O ne murad ederse o olur. Bu bakımdan dinimizin yasakladığı haram yollara ve sağlık bakımından yanlış işlere tevessül edilmesin.

"Yaratmak da emretmek de O'na mahsustur." (A'râf: 54)

Ceninin nüvesi mesabesinde olan nutfe, ana rahmine geldiğinde mukadderatı ile beraber geliyor.

"Kıyamet saatini bilmek ancak Allah'a mahsustur. Yağmuru O yağdırır. Rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Hiç kimse nerede öleceğini bilmez. Şüphesiz ki Allah her şeyi bilendir, her şeyden haberdardır." (Lokman: 34)

Halbuki O dilediğine dilediğini verir. Tüp bebek gibi yöntemler ahkâma uygun olmayıp bunlara başvurulmamalı, takdir-i İlâhi'ye râzı olunmalıdır. Bugünün hastalığı bu. Çocuğu olmayan olsun diye her türlü hileye başvuruyor. Hazret-i Allah'a teslim olan bu hilelere başvurmaz.

Binaenaleyh takdirine râzı olur, taksimine râzı olur.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:

"Cenâb-ı Hakk'ın verdiği rızka kanaat eden mümin cennete girer." (Münâvî)

"Cenâb-ı Hakk'ın takdirine râzı olan kimse gönül zenginliğine sahip olur." (Münâvî)

Hazret-i Allah'a teslim olanlar böyle yapar. Nefis arzusuna tutunanlar Hakk'tan gayri şeyler ararlar. Nasıl ki insan şeytanın vesvesesiyle Allah-u Teâlâ'nın verdiğini bozmaya çalışıyorsa bu da takdir-i İlâhi'yi bozarım zannıyla hükm-ü İlâhi'yi değiştirmeye çalışmaktır. Ve bu hususta birçok hilelere başvurmakla rızâdan da çıkıyor.

Bütün bunlar hep şeytanın oyunları ve icraatlarıdır.

Nitekim Âyet-i kerime'de buyurulduğu üzere şeytan cennetten kovulduğunda insanları nasıl yoldan çıkaracağını itiraf ederek şöyle dedi:

"Öyle ise beni azdırdığın için andolsun ki, ben de onları saptırmak için, senin doğru yolun üzerinde tuzak kuracağım." (A'raf: 16)

Onları şaşırtıp eğri büğrü yollara sevketmenin çarelerini arayacağım.

"Onları mutlaka saptıracağım. Onları boş kuruntularla oyalayacağım.

Onlara emredeceğim, benim emrimle hayvanların kulaklarını yaracaklar. Onlara emredeceğim, Allah'ın yaratışını değiştirecekler.

Kim Allah'ı bırakır da şeytanı dost edinirse, şüphesiz ki o apaçık bir ziyana uğramıştır."(Nisâ: 119)

Şeytan böyle demişti, dediği gibi de istediğini yaptırıyor. Bunları yaptırırken de onlara bir tat ve ümit veriyor, peşine koşturuyor, rızâ-i Bâri'den uzaklaştırıyor.

Yahu gitme, başvurma, ilâçlarla zehirlenme, bu kadar masrafa da girme. Bunlar hep şeytanın; "Yaptıracağım!" demesinin tesiri. Bugünün hastalığının teşhisi bu, içyüzünde şeytan var...

İşte Âyet-i kerime'ler, işte yaptıkları işler!

"Rahim bir kabre benzer, dıştan iç âlemi bilinmez,
Allah-u Teâlâ onu dayadı döşedi, çocuk için müdahale edilmez."

Bu nokta çok mühimdir, bugünün çok mühim bir hastalığıdır.

Hatta o kadar ki, çocuk olsun diye yabancı yerden alanlar bile var.

Tüp bebek usûlüne başvuruluyor. Bu ise doğrudan doğruya bir hayâsızlıktır, ilâhî ahkâma uygun değildir ve aynı zamanda zinâdır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Allah her dişinin rahminde taşıdığını, rahimlerin neyi eksik neyi ziyade edeceğini bilir." (Ra'd: 8)

Burada Allah-u Teâlâ ilminin mükemmelliğini ve hiçbir şeyin O'na gizli kalamayacağını, bütün canlıların dişileri arasında hamile kalanların erkek mi dişi mi, hilkati tam mı eksik mi, güzel mi çirkin mi, uzun mu kısa mı ve daha buna benzer bütün hususları ezelî ilmi ile kuşattığını haber vermektedir.

Normalden farklı olan erken doğumlar veya sakat doğanlar bile kendiliğinden olmuş şeyler değildir, sırlar âleminde Allah-u Teâlâ'nın ilmi ve iradesi sayesinde meydana gelen hadiselerdir.

"O'nun katında her şey ölçü iledir." (Ra'd: 8)

Başından sonuna kadar belli sınırlar içinde bir takdir iledir. Her şeyin haddi ve hududu vardır. Bu miktar ve sınırı aşmaz ve ondan daha aşağı da düşmez. O'nun ilmi ile çerçevelenmiş olmayan hiçbir şey yoktur.

"Kıyamet onlara vâdedilen asıl saattir. O saat cidden çok feci ve çok acıdır.

Şüphesiz ki suçlular bir sapıklık ve çılgın ateşler içindedirler." (Kamer: 46-47)

Allah-u Teâlâ'nın kelâmına iman eden böyle işlerle uğraşmaz. İman etmeyenin ise İslâm'la ilgisi kalmaz.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:

"Hayânın azlığı küfür alâmetidir." (Münâvî)

Zira kul hayâ etmedikçe Allah'tan korkmaz.

"Hayâ ile iman daima bir arada bulunur, birbirinden ayrılmazlar. (Yani biri gidince öteki de kalmaz.)" (Câmi'üs-sağîr)

Kalp Allah-u Teâlâ'ya imanla hayat bulup canlanırsa, onda hayâ da artar. Çünkü hayâ imandan bir şubedir.

Bir çocuk dünyaya gelinceye kadar nice merhalelerden geçiyor.

Allah-u Teâlâ onu önce topraktan yaratıyor, sonra onu nutfe hâline getiriyor. Bir süreye kadar "Sağlam bir karargâh" adını verdiği rahime yerleştiriyor. Sonra o nutfeyi kan pıhtısına, sonra bir çiğnemlik ete çeviriyor, o etten kemikler yapıp, o kemiklere et giydiriyor, ruhundan ruh üfürüyor ve nihayet fevkalâde bir bebek olarak dünyaya geliyor.

Âyet-i kerime'de:

"Şekil verenlerin en güzeli olan Allah'ın şânı ne yücedir." buyuruluyor. (Müminun: 14)

Bunu yapan Hazret-i Allah mıdır siz misiniz?

Bu ilâhî hükümdür. Doğru sözlü iseler Allah-u Teâlâ'nın bu işlerini onlar yapsınlar ve bu sureti onlar versinler!

"Ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz.

Rahimlerde sizi dilediği gibi şekillendiren O'dur. O'ndan başka ilâh yoktur. O Azîz'dir, hükmünde hikmet sahibidir." (Âl-i imrân: 5-6)

Ceninin teşekkül ettiği yeri o kadar nizamlı ve intizamlı düzenlemiş ki, cenini dıştan gelecek tesirlere karşı koruması için; gözle görülmeyen, ışık, ısı ve su geçirmeyen üç katlı bir zarla sarmıştır.

Âyet-i kerime'sinde:

"Sizi analarınızın karnında üç ayrı karanlık içinde yaratılıştan yaratılışa geçirerek yaratır." buyuruyor. (Zümer: 6)

İnsanın topraktan başlayarak insan suretine dönüşmesine kadar, yaratılışının her safhasında Hazret-i Allah'ın kudretine delâlet eden ibret verici incelikler vardır.

Hazret-i Allah'ı inkâr ettirmek için, bu işlerde ise vesileler var, güya bu işleri biz yapıyoruz gibi.

Bu bir nevi şirktir.

Bu işe cevaz verenler şâyet doğru sözlü iseler ancak Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'e göre fetvâ versinler! Aksi halde yalancı olduklarını bilsinler.

Ne ilâhî takdire boyun büküyorlar,

Ne de taksimât-ı İlâhî'ye rızâ gösteriyorlar.

En büyük dalâlette olduklarında bu işlerde alâmetler var,

Bu azgınlığın karşısında ancak cehennem var!

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:

"Cennete baktım, ehl-i cennetin çoğunun fakirler olduğunu gördüm. Cehenneme de baktım, oradakilerin çoğunun kadınlar olduğunu gördüm." (Buhâri. Tecrîd-i sarîh: 1340)

 

Çocuk Aldırmak Büyük Günahtır:

Çocuk olması için bu kadar ısrarlı olmak bu derece hata ise, çocuk aldırmak da büyük günahtır ve Hazret-i Allah'ın takdirine tamamen karşı gelmektir. "Sen verdin, ben istemiyorum." mânâsına gelir. O verdi sen istemedin, O seni ister mi? Sen artık Hazret-i Allah'ın kulu değilsin, nefsinin ve şeytanın kulusun.

Oysa Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri'nin şeytana ibadet etmeyin diye birçok Âyet-i kerimeleri var:

"Ey Ademoğulları! Ben size 'Şeytana ibadet etmeyin, o sizin apaçık bir düşmanınızdır, bana kulluk edin, bu dosdoğru bir yoldur!' diye emretmedim mi?" (Yâsin: 60-61)

"O size apaçık bir düşmandır" buyurmasına rağmen, onunla dostluk ittihaz etmenizden ötürü bu cehennemi kazandınız.

Bir Âyet-i kerime'sinde de şöyle buyurur:

"Şeytan şüphesiz ki sizin amansız bir düşmanınızdır, siz de onu düşman tutun. O kendi taraftarlarını çılgın alevli cehennem halkından olmaya çağırır." (Fatır: 6)

Binaenaleyh Allah-u Teâlâ'nın bu ilâhi emrine uyarak şeytana uymamak ve muhalefet etmek gerekiyor.

Diğer bir Âyet-i kerime'de:

"Şeytanın adımlarına uymayın." buyuruluyor. (Bakara: 208)

Çünkü şeytan Allah-u Teâlâ'nın müminlere ihsan ettiği iman sermayesini çalmak ve sapıklığa düşürmek için olanca gücü ile çalışır, adeta ordusu ile hücum eder.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Geçim endişesi ile fakirlik korkusu ile çocuklarınızı öldürüp canına kıymayın." (İsrâ: 31)

Bu Âyet-i kerime'de belirtildiği gibi kürtaj bir cinayettir. Cahiliye devrinde kız çocuklarını diri diri toprağa gömerlerdi. Aynı cahiliyet devam ediyor. Bugün ise daha rahimde iken öldürüyorlar. Bu apaçık bir katliamdır, Allah-u Teâlâ'nın hükmüne rızâ göstermemektir.

"Biz onların da sizin de rızkınızı veririz." (İsrâ: 31)

Rızıkla ilgili düzenleme Allah-u Teâlâ'nın elinde olduğuna göre; çoluk çocuk sahibi olmanın, çocukların kız veya erkek olmasının fakirlikle hiçbir ilgisi yoktur demektir. Kullarına bir babanın evlâdına olan merhametinden daha çok merhametlidir, çocukların rızkını kendi teminatı altına almıştır.

"Onları öldürmek gerçekten büyük günahtır." (İsrâ: 31)

Bu cinayetin vebali pek büyüktür. Çünkü beşeriyetin devam etmesi evlât silsilesinin devamına bağlıdır.

"Cehaletleri yüzünden beyinsizce çocuklarını öldürenler ve Allah'a iftira ederek, onun kendilerine verdiği rızkı haram kılanlar, muhakkak ki hüsrana uğramışlardır." (En'âm: 140)

O'nun helâl saydığı rızıkları haram saymak, cehalet yüzünden beyinsizce çocukları öldürmek sapıklık üstüne sapıklık olup, bu yüzden de büyük bir gadaba uğrayacakları şüphesizdir.

Bu mevzu hazırlanırken bir kardeşimiz şöyle anlattı. "Bir yakınımızın iki çocuğu vardı. Üçüncüsünü kürtaj ile aldırdı. Kısa bir zaman geçmeden birisi hastanede öldü, diğeri de suda boğularak öldü."

Bu hanım ilâhî hükme karıştığı için bu cezaya uğradı. Bu bir dünya cezası, âhiretteki cezası ise herhalde çok şiddetlidir. Çünkü bir katliâma vesile oldu ve evlât katili oldu.

Biri de;

"Üç kız çocuğum var, dördüncüye bakamam!" diye çocuğunu aldırdı. Bir de baktılar ki erkekmiş, çok pişman oldular. Hazret-i Allah, seneye bir daha verdi, "Bu çocuğu doğuralım!" dediler. Çocuk doğdu ama hem sağır, hem de dilsiz dünyaya geldi.

Kadın; "Bu çocuk, kürtaj yaptırdığım çocuk yüzünden bana ceza!" dedi.

Hazret-i Allah âdil-i mutlaktır.

 

İlâhi Takdir, İlâhi Taksim:

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Allah onların geçmişlerini de geleceklerini de bilir. Kulların ilmi ise bunu kavrayamaz." (Tâ-hâ: 110)

Hesaba gelmeyen her türlü nimetleri hiçbir karşılık beklemeden gayb hazinesinden bağışlayan Allah-u Teâlâ'nın bütün buyrukları ve işleri hikmetlidir. Hikmetinin güzellikleri varlıklar üzerinde apaçık görülür.

Yegâne hacet kapısı O'nun kapısıdır. Bütün ihtiyaçlar O'na arzolunur. Bütün istek ve ihtiyaçları O verir. Dilekleri yalnız ve yalnız O yerine getirir. Dilediği haceti yerine getirir, dilediği haceti geciktirir, dilediğini cevapsız bırakır.

Şûrâ Sûre-i şerif'inin 49. ve 50. Âyet-i kerime'lerinde bu husus açıkça görülür. İzâhıyla arz edelim:

"Göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) Allah'ındır. Ne dilerse yaratır." (Şûrâ: 49)

Mülk O'nundur. İnsanlara verilenler ise emanet olarak verilmiştir. İlk sahibi de son sahibi de O'dur. Dilediğini dilediği şekilde yaratır. Dilerse çok yaratır, dilerse nâdir ve benzersiz yaratır. O'nun hükmünü geri çevirecek ve bozacak hiç kimse yoktur.

Dilediğini yaratmasının alâmeti şudur:

"O kime dilerse kız evlâtlar bağışlar, kime dilerse ona erkek evlâtlar lütfeder." (Şûrâ: 49)

Kullarından dilediğine sadece kızlar verir oğul vermez, dilediğine de kız vermez sadece oğullar verir.

"Yahut o çocukları erkekler-dişiler olmak üzere çift verir." (Şûrâ: 50)

O kuluna dilediği kadar hem oğullar hem de kızlar bahşeder. Kendi çabalarıyla hiç kimse diledikleri gibi kız veya erkek çocuk meydana getiremez.

"Kimi dilerse onu kısır bırakır." (Şûrâ: 50)

Kadın çocuk doğuramaz, erkeğin de çocuğu olmaz. Nesilsiz ve çocuksuz kalırlar. Hikmetinin iktizâsı ne ise ona göre tecelli eder.

"O Âlim'dir, Kâdir'dir." (Şûrâ: 50)

Ezelî ilmi, olan ve olacak olan her şeyi kuşatmıştır, kudreti her şeyin üstündedir.

İnsanlardan bazısına yalnız kız, bazısına yalnız oğlan, bazısına oğlan ve kız karışık vermesi, bazısını da hepsinden mahrum etmesi hep fâil-i mutlak olan Cenâb-ı Hakk'ın takdiri ve dilemesine göredir. Bu hususta insanlar arasında dilediği şekilde farklılık meydana getiren hâkim-i mutlak O'dur.

Allah-u Teâlâ insanları dört kısım olarak yaratmıştır: Âdem Aleyhisselâm erkek ve dişiden olmaksızın topraktan yaratıldı. Hazret-i Havvâ ise dişisiz olarak erkekten yaratıldı. İsa Aleyhisselâm dışındaki diğer insanlar ise bir erkek ve bir dişiden yaratıldı. İsa Aleyhisselâm ise erkeksiz olarak sadece dişiden yaratıldı. Allah-u Teâlâ bütün bu yaratılış şekillerini beşeriyete arzetmekle azametini izhar etmektedir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde beşeriyetin bir asıldan en güzel bir şekilde yaratıldığını ve temenni edilen bir nimetin husulünden dolayı Allah-u Teâlâ'ya arz-ı şükranda bulunmak icabedeceğini, bu nimetten dolayı açık veya gizli olarak şirk koşulmasının aslâ caiz olamayacağını beyan buyurmaktadır:

"Sizi bir tek candan yaratan ve ondan da gönlünün ısınıp huzura kavuşacağı eşini vâreden Allah'tır." (A'raf: 189)

Bu ilâhî hükme göre karı-kocalığı geçerli kılan şey aralarındaki uyum ve sükundur. Bir tek candan erkek ve dişi çeşidinin yaratılmış olmasının hikmeti de budur. Bundan dolayı erkek ve dişi birbirine nikâhlandı.

Bunun üzerine:

"Ne vakit ki o, eşini örtüp bürüyünce hafif bir yük yüklendi. Onu bir müddet taşıdı. Hamileliği ağırlaşınca, karı-koca Rabb'leri olan Allah'a: 'Eğer bize sâlih bir çocuk verirsen muhakkak ki şükredenlerden olacağız.' diye duâ ettiler." (A'raf: 189)

Onlar doğacak çocuğun kusursuzluğundan emin olmadıkları için, çocuğun sağlam ve kusursuz, selim bir fıtrata sahip olması, sağ salim doğması noktasında Allah-u Teâlâ'dan yardım isterler.

Şu kadar var ki işin ilerisi böyle değildir.

"Fakat Allah onlara sâlih bir evlât verince, kendilerine verdiği bu nimet hakkında Allah'a ortak koştular. Oysa Allah, onların şirk koşmalarından çok yücedir!" (A'raf: 190)

Allah-u Teâlâ'nın yaratıcı kudretini unutarak, bunu basit bir hadise imiş gibi görmeye başladılar.

"Kendileri yaratıldığı halde, hiçbir şeyi yaratamayan şeyleri mi şirk koşuyorlar?" (A'raf: 191)

Günümüzde de nice insanlar çeşit çeşit şirklere batmışlar, Allah-u Teâlâ'ya iman ettikleri halde O'nun emir ve hükümlerini arkalarına atmaktadırlar.

Vaktiyle Araplar kız çocuğundan dolayı utanırlar, birinin böyle bir çocuğu dünyaya gelince alabildiğine üzülür, başkalarıyla görüşmekten sıkılırlardı.

Allah-u Teâlâ onların bu iğrenç durumunu Âyet-i kerime'sinde teşhir ederek kıyamete kadar gelecek aynı tıynetteki insanlara misal göstermektedir:

"İçlerinden birisi, Rahman'a isnad ettiği kız evlâtla müjdelenince yüzü kapkara kesilir, öfkesini içine atar." (Zuhruf: 17)

İşte bu durum, Allah'a şirk koşanların özelliklerindendir.

Allah-u Teâlâ bir diğer Âyet-i kerime'sinde kendi öz nefislerinden, kendi cinslerinden eşler yaratmış olmakla, onlara ihsan etmiş olduğu nimetleri hatırlatmaktadır:

"Allah sizin için kendinizden eşler yarattı. Eşlerinizden de sizin için oğullar torunlar vâretti. Hoş nimetlerle, güzel rızıklarla sizi besledi." (Nahl: 72)

İnsanları erkek ve dişi olarak yaratması O'nun rahmetindendir. Sonra Allah-u Teâlâ bu eşlerden çocuklar ve torunlar lütfetmiştir. Çocuklar insan için birer nimet olduğu gibi, torunlar da birer nimettir.

Hoş nimetler güzel rızıklar bahşetmesi de insan üzerindeki nimetlerin eksiksizliğini göstermektedir.

"Böyleyken onlar hâlâ bâtıla mı inanıyorlar?" (Nahl: 72)

"Allah'ın nimetini inkâr mı ediyorlar?" (Nahl: 72)

Asırlar boyunca müşriklerin yapageldikleri icraat işte budur!

 

"Kim Hazret-i Allah'ın Takdir ve Taksiminden Râzı Olursa, Hazret-i Allah da Ondan Râzı Olur."

Allah-u Teâlâ'nın her türlü hükmüne râzı olmak, hoşnutluk göstermek amellerin en faziletlisi, ahlâkın en güzelidir.

Câbir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Kul hayrıyla şerriyle kadere inanmadıkça, kendine hayır ve şerden isabet edecek şeyi atlatamayacağını, hayır ve şerden kaçacak olan şeyi de yakalayamayacağını bilmedikçe iman etmiş olmaz." (Tirmizi: 2145)

Dünyaya imtihan için gelmiş bulunuyoruz. Muhakkak ki imtihanlara tâbi tutulacağız, birçok ibtilâlara musibetlere maruz kalacağız. Allah-u Teâlâ ne yapacağımızı ilm-i ezelîsinde biliyordu. Bizi bilsin için de, imtihan sahasına gönderdi. İcraatımızı yapacağız ve gideceğiz.

İnsanoğlunun ömrü imtihanlarla ibtilâlarla doludur.

Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

"Mükâfatın çokluğu ibtilânın büyüklüğüyle beraberdir. Allah bir topluluğu sevdiği zaman şüphesiz ki onları ibtilâlarla imtihan eder.

Kim ki rızâ gösterirse Allah'ın rızâsı o kimseyedir. Kim de öfkelenirse, Allah'ın gazabı o kimseyedir." (İbn-i Mâce: 4031)

Kişi dinine bağlılıkta samimi olduğu nispette imtihanlarla ibtilâlarla karşılaşır. En şiddetli ibtilâlar peygamberlere gelir, sonra iman derecesine göre diğer müminlere gelir.

Allah-u Teâlâ her müslümana bir ibtilâ taksim etmiştir.

Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Andolsun ki mallarınıza ve canlarınıza ibtilâlar verilerek imtihan olunacaksınız." (Âl-i imrân: 186)

Kâinat ve insan hakkında Levh-i mahfuz'da ne ki yazmışsa o tecelli eder. Bir kâğıt üzerindeki yazıyı silmeye muktedir midir? Değildir. Kâinat da kâğıttır, insan da bir kâğıttır, üzerindeki yazıyı silemezler.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:

"Kim Allah'ın takdir ve taksiminden râzı olursa, Allah da ondan razı olur." buyuruyorlar. (Câmi'üs-sağir)

Allah-u Teâlâ kâinatı yaratmadan önce mahlukat hakkındaki takdirini Âyet-i kerime'lerinde haber vermektedir:

"Yeryüzünde ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan evvel, bir Kitap'ta yazılmış olmasın." (Hadid: 22)

Her türlü muvaffakiyetler Allah-u Teâlâ'nın lütfu olduğu gibi, bütün musibetler de ezelî ilminde yazılmış bir takdiridir.

"Şüphesiz ki bu Allah'a göre kolaydır." (Hadid: 22)

Yarattığı mahlukatın takdirini önceden ve ayrı ayrı tayin etmek O'na güç değildir.

Onun içindir ki böyle bir inanca sahip olmalı ve o yolda hareket etmelidir. İbtilâlara karşı kadere bağlanmanın; kalbe sağlamlık vermesi yanında, gerek acı ve gerekse tatlı hadiseler karşısında insanı sarsmayan bir faydası vardır.

Bu husus şöyle beyan buyurulmuştur:

"Bu, elinizden çıkana üzülmemeniz ve Allah'ın size verdikleri ile sevinip şımarmamanız içindir." (Hadid: 23)

Üzüntüden maksat ümitsizliğe düşüren üzüntüdür, sevinçten maksat da şımarıklığa ve taşkınlığa iten sevinçtir. Burada her ikisi de yerilmektedir.

Hepsinin de takdir edilmiş olduğuna imanı olan kimseler, insan olarak üzüntü duysalar da; ne üzüntünün ızdırabına ne de sevincin gurur ve heyecanına kendilerini kaptırmazlar. Hepsinin Hakk'tan indiğini ve nice nice gizli hikmetler bulunduğunu bilerek her iki halde de gönlünü Allah-u Teâlâ'nın mağfiret ve hoşnutluğuna bağlarlar.

Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh- buyurur ki:

"Yaktığını yakan ve bıraktığını bırakan bir ateşe dokunmam, olmayan bir iş için 'Keşke olsaydı!' dememden bana daha sevimli gelir."

Her nimet ve musibetin kader neticesini bilen bir kimse, kaybettiğine fazla üzülmez, elde ettiğine fazla sevinmez. Allah-u Teâlâ bunların pek yakında yok olmasını takdir edebilir. Elden çıkan düşünmekle geri gelmez, elde edilen de sevinmekle devam etmez.

"Allah kendisini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez." (Hadid: 23)

Çünkü dünyadaki payına sevinerek böbürlenen bir kimse bununla başkalarına karşı övünür, insanlara karşı büyüklük taslar.

Kendini beğenip nefsine güvenen kimse Rabb'ine ihtiyaç hissetmez. Allah-u Teâlâ da onu kendi haline bırakır. Daha o zaman imtihanı kaybetmiş olur.

Dünya saâdetini ve ahiret selâmetini arzu eden kimse, ortak ve yardımcıdan müstağni olan Allah-u Teâlâ Hazretleri'ne yönelip, sebeplerini halketmesini de o Zât-ı Ecell-ü Âlâ'dan istemelidir.

Hayır ancak Allah-u Teâlâ'nın kudret elindedir. Hayrı da şerri de ancak O bilir. Biz iyilikleri O'ndan isteyeceğiz. Her şey O'nun takdirine dayanır, her şeyi dilediği gibi yapar.

Sinemaya giden bir insan, film seyrederken bazen heyecanlanır. Nihayet ışıklar yanınca bir hayal olduğunu anlar. Dünya da böyledir. İnsanın başından, herkesi hayretler içinde bırakan birçok hadiseler geçer. Nasıl takdir etmişse hep o işler olur, başkası olmaz. Olmadığına göre telâşa da lüzum yok, endişeye de lüzum yok.

Kul bütün iyiliklerini Hakk'tan bilecek, kötülüklerini ise kendi nefsinden. Kula düşen budur.

İmanın en sağlam kalesi Allah-u Teâlâ'ya ümit bağlayıp hadiseler karşısında dayanma gücünü ortaya koymaktır.

Bir mühim husus da şudur ki; Enbiyâ-i izam ve Evliyâ-i kiram Hazerâtı'nın şefaatlerini temenni etmek, onların hürmetine bir musibet ve kederden kurtulmayı Allah-u Teâlâ'dan niyaz etmek de O'na olan merbudiyete, O'nun takdirine teslimiyete mâni değildir.

 

İki İbretlik Misâl:

Bu hususta şimdi size iki temsil arzedeceğiz.

Vakti zamanında adamın biri pazara gidiyor, bir câriye alıp evine getiriyor. Bu kadından bir kız çocuğu dünyaya geliyor. Adam bu çocuğa o kadar bir muhabbet bağlıyor ki, hiç kucağından düşürmüyor.

Çocuk iki yaşına geldiğinde, tam sevilecek çağında iken ölüyor. Adam bu hadiseye o kadar üzülüyor ki, onu hiç unutamıyor. Aklında, fikrinde o.

Daha sonra bu yaptığının hata olduğunu anlıyor. "Allah-u Teâlâ verdi, Allah-u Teâlâ aldı." diyerek kendi kendisini teselli ediyor.

Çocuğunu Hakk'a havale etmesiyle o gece bir rüya görüyor.

Rüyasında ölmüş, kabirden çıkıyor. Bir de bakıyor ki karşısında bir ejderha! Korkusundan kaçmaya başlıyor. O da onu takip ediyor. Adam bütün dikkatleriyle kurtuluş çareleri arıyor. Bu arada bir kimse ile karşılaşıyor. Ona: "Aman beni kurtar!" diyor. Fakat: "Ben seni kurtaramam, sen biraz daha ileri git." cevabını alıyor. Can havliyle yine koşmaya başlıyor. Ejderha da peşinde.

Karşısına bir kimse daha çıkıyor, "Aman beni kurtar!" diyorsa da; "Ben seni kurtaramam, sen biraz daha ileri git." karşılığını alıyor.

Yine koşmaya başlıyor ve üçüncü bir kimse ile karşılaşıyor. Ona da kendisini kurtarmasını rica ediyor. O kimse diyor ki: "Ben seni kurtaramam amma, sen şu karşıdaki köşke doğru koş!" diyor.

Bu sefer o tarafa doğru koşmaya başlıyor. Bakıyor ki çok güzel bir köşk, önünde de oranın idarecisi bulunuyor. Yanındakilere: "Bu adamın burada hiçbir şefaatçısı var mı?" diye soruyor. "İki yaşında bir kız çocuğu var." diyorlar. Hemen babasının karşısına çıkarılmasını emrediyor. Baba ile çocuk yolun ortasında buluşuyorlar. Ejderha da kayboluyor.

Adam o eski muhabbetle çocuğuna sarılıyor, bir müddet bırakmıyor. Çocuk diyor ki: "Babacığım! Sen benim için ah vah ederken benim ellerimi, kollarımı bağlamışlardı. Akşam beni Hakk'a havale edince çözdüler. Allah senden râzı olsun." Bu arada bazı Âyet-i kerime'ler okuyunca adam hayret ediyor.

–Kızım sen neler öğrenmişsin!

–Baba ben daha neler neler biliyorum.

–Peki kızım, o ejderha neyin nesidir?

–O senin kötü amelindir.

–Yolda üç kişiyle karşılaştım, beni kurtaramadılar. Onlar kimdi?

–Namazındı, orucundu, zekâtındı. Fakat zayıf yaptığın için seni kurtaramadılar."

Adam heyecanla uyanıyor, yaptıklarına nedamet ediyor, yeniden bir hayata geçiyor.

Veren de O, alan da O, durma üzerinde. Hakk'a teslimiyet göster. Yoksa gidene de rahat vermezsin, kendine de rahat vermezsin.

Görünüşte bir hikâye, fakat çok incelikler var. Avamla hakikat ehlini ayırıyor.

Çocuğa değil de Hakk'a gönül bağlasaydı, çocuğun bir emanet olduğunu bilecekti, alındığı zaman da üzülmeyecekti.

Vaktaki Hakk'a teslim oldu, Yaratıcı'ya havale etti. Allah-u Teâlâ da ona hakikati gösterdi. Aynı zamanda ömrü boyunca yaptığı kötü amelini, azgınlığını, zayıf yaptığı iyi amellerinin kendisini kurtaramadığını, ancak çocuğunun şefaatı sayesinde kurtulduğunu görmüş oldu.

En mühim noktalardan birisi de berzah âlemini tanıtmış olmasıdır.

Şöyle ki;

O anda onun ruhu berzah âlemindeydi, dünyaya çıkması mümkün değildi. Uyandığında kendisini dünyada buldu.

Ahirete gidene, bildirildiği kadar her şey bildirilir, fakat izin olmadığı için dünyaya çıkması mümkün değildir. Tasarruf memurları müstesnâ. Dünyada olanın da âlem-i berzaha inmesi mümkün değildir.

Gerçek mânâda Allah-u Teâlâ'ya gönül verenler hakkındaki temsile gelince;

Bir zât-ı muhteremin çocuğu olmazmış, olmasını da çok istermiş, Allah-u Teâlâ nihayet ona bir çocuk ihsan etmiş. O da o çocuğa gayr-ı ihtiyari çok muhabbet bağlamış.

Bir gün sabah namazından sonra gördüğü bir rüyasında, Cennet-i âlâ'da gayet güzel köşkler arasında dolaşıyormuş. "Şu köşk kimin?" diye sormuş. "Filan kişinindi amma çocuğa muhabbetinden dolayı elinden alındı." demişler.

Birkaç köşkü daha sormuş, meğer o köşklerin hepsi kendisine âitmiş. Onların da elinden alındığını duyunca çok üzülmüş. "İstemem ben o çocuğu, istemem ben o çocuğu!.." derken, hanımı: "Efendi efendi!" diyor, "Kalk çocuğumuz damdan düştü ve öldü!"

O Allah-u Teâlâ'nın sevgili kulu idi. Onu denemek için o çocuğu vermişti. O çocukla beraber kendisine birçok ikramlarda bulunmuştu. Sevdiği kulunun kalbini başka bir yere çevirmesini istemez. Muhabbetini çocuğa çevirdiği için, ikram ettiklerini aldı. Fakat üzüldüğünü görünce, evvelâ kalbinden onu çıkardı, sonra çocuğu aldı.

 

İbtilâ Peygamberlerin Sünneti ve Mirasıdır:

Başa gelen musibetin süresi uzamış olsa bile, bir kul Allah-u Teâlâ'dan ümidini kesmemeli, bazı nimetlerden mahrum olduğu zaman teessüre kapılmamalı, O'ndan olduğunu bilmeli, duâ ve niyazda bulunmalıdır. Onun bu ilticası, sabrına mâni değildir, ecrine noksanlık gelmez. Allah-u Teâlâ'ya her hususta muhtaç olduğunu itiraf etmiş olur.

Bu şekilde bir ibtilâya maruz kalan kimse, vesveseye düşmesine rağmen sabrettiği takdirde, Allah-u Teâlâ ona da bir çıkış yolu gösterir.

Âyet-i kerime'sinde:

"Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder, sıkıntıdan kurtarır." buyurmaktadır. (Talâk: 2)

Dünya ve ahirette her türlü üzüntüden çıkacak bir yol bahşeder, düştüğü darlıktan kurtulacağı bir çare gösterir.

Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:

"Eğer Allah sana bir zarar bir sıkıntı verirse, onu senden kaldıracak O'dur." (Yunus: 107)

O'ndan başka hiç kimse o zararı gidermeye kadir değildir. O'nun yazısını reddedecek, hükmünü aksatacak, lütfunu engelleyecek bir güç yoktur.

"Eğer sana bir hayır ve iyilik dilerse, lütfuna kimse mâni olamaz." (Yunus: 107)

Hayır ve iyilik bizzat istenilen şeydir, zarar ve sıkıntı ise bir takım dış sebeplerle kulun sebep olduğu bir şeydir.

Hikmeti gereğince O'nun lütuf ve nimeti dilediği kullarına ulaşır.

"O bunu kullarından dilediğine eriştirir. O bağışlayandır, merhametlidir." (Yunus: 107)

İbtilâ ve sıkıntılarla günahları örter, ihsanları ile âfiyete, esenliğe eriştirir.

İmanı olmayanlar veya imanı zayıf olanlar musibet ve felâketlere tahammül edemezler. Bu tahammülsüzlükler, bu sabırsızlıklar imtihanın tamamiyle kaybedilmesi demektir.

İslâm ahlâkının şâhikalarından birisi de sabırdır. Kur'an-ı kerim'de takriben yetmiş yerde sabırdan bahsedilmiş, sabırla süslenenler meth-ü senâ edilmiştir. Allah-u Teâlâ kendisine ümit ve samimiyetle yönelen, arz-ı hâl eden kullarını sever ve merhamet eder.

Sabır şuna denir ki, halini kimseye bildirmez, sadece Hakk'a sığınır. Başına gelen bir belâyı şayet başkalarına duyurmaya çalışıyorsa, Sahib'ini şikâyet ediyor demektir.

Kula boyun bükmek ve teslimiyet düşer. Takdir edilen ibtilânın bitmesini gözetlemek düşer. Bir akarsuya bakın ki, taşlara vura vura gidiyor, hiç eğlenmiyor, yoluna devam ediyor. Çünkü o bir defa başını eğdi. Çer-çöp olan şeyler ise tıkanıp kalıyor. Biz de su gibi olalım ki yolumuza devam edelim.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:

"Müminin işine şaşılır. Doğrusu onun her işi hayırlıdır. Bu husus, müminden başkası için böyle değildir. Ona iyilik ve genişlik isabet ederse şükreder ve bu kendisi için hayır olur. Bir sıkıntı ve darlığa uğrarsa sabreder, bu da kendisi için hayır olur." (Buhâri)

Çocukları ölen anne-babalara Resulullah -salllallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz birçok müjdeler vermiştir.

Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"İnsanlar içinde bir müslüman yoktur ki, üç çocuğu erginleşmeden ahirete göçsün de Allah rahmeti dolayısıyle onu cennete sokmasın." (Buhâri. Tecrîd-i sarîh: 624)

Bu müjde sana kâfi değil mi? O yerini buldu, çıkar onu artık kalbinden.

Anneler küçük çocuklarına karşı daha fazla şefkat ve muhabbet gösterdikleri için, ölen küçük yavrularına daha çok acır ve buna katlanmaları nispetinde daha çok sevap kazanırlar.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre bir kadın Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e bir çocuğunu getirerek: "Yâ Nebiyallah! Bunun için Allah'a duâ et! Üç tanesini toprağa gömdüm." dedi. "Üç çocuk mu gömdün?" diye sorduğunda "Evet!" dedi.

Buyurdu ki:

"Sen muhakkak ki cehennemden kuvvetli bir mâni ile korundun!" (Müslim: 2636)

Başka bir rivayette bir kadın: "Yâ Resulellah! Ya iki çocuğu ölmüşse!" diye sormuştu.

"İki de olsa!" buyurdular. (Müslim: 2633)

Bir çocuk gönderene de cennet verileceğini teyid eden muhtelif rivayetler vardır.

 

Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm ve Hazret-i Sare Vâlidemiz:

Hazret-i Allah'a gönülden bağlanmış olan İbrahim Aleyhisselâm ile Zekeriyâ Aleyhisselâm'ı bu hususta numune olarak arzedeceğiz.

Hazret-i Sâre Validemiz'in çocuğu olmuyordu, yaşı ise hayli ilerlemişti. İbrahim Aleyhisselâm da yaşlanmıştı. Fakat salih bir çocuk ihsan buyurması için Allah-u Teâlâ'ya yalvarıp duruyordu:

"Rabb'im! Bana sâlihlerden olacak bir evlât ver!" (Saffat: 100)

Hazret-i Sâre, onun bu istek ve arzusunu bildiği için Hacer adındaki câriyesi ile evlenmesine müsaade etti. Belki bu evlilikten hayatlarını aydınlatacak bir çocuk doğabilirdi. Çünkü Hacer henüz gençti.

İbrahim Aleyhisselâm asil bir âile kızı olan Hazret-i Hacer ile evlendi ve bu evliliklerinden:

"Biz de ona yumuşak huylu bir oğul müjdeledik." (Saffat: 101)

Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğu üzere İsmail Aleyhisselâm dünyaya geldi, yaptığı bu samimi duâ kabul buyurulmuştu.

Yaşlı olmasına rağmen Allah-u Teâlâ'nın bu çocuğu vermesinden dolayı İbrahim Aleyhisselâm pek memnun oldu, şükranlarını arzetti.

Bu durum karşısında Hazret-i Sâre de Allah-u Teâlâ'dan kendisine bir çocuk lutfetmesini niyaz ediyordu.

İbrahim Aleyhisselâm'ın yeğeni olan Lut Aleyhisselâm da Sedum halkına peygamber olarak vazifelendirilmişti. Kendisine ayrıca kitap verilmemişti. İbrahim Aleyhisselâm'a indirilen "Sahifeler"deki hükümlerle amel edip, onları kavmine tebliğ ediyordu.

Lut Aleyhisselâm'ın azgın kavmi isyanlarını gittikçe arttırmışlar, Lut Aleyhisselâm'ın öğüt ve irşatları kendilerine hiç fayda sağlamamıştı. Allah-u Teâlâ Sedum halkını helâk etmeyi irade buyurduğu zaman; Cebrâil Aleyhisselâm'ı, Mikâil ve İsrâfil Aleyhisselâm'la birlikte vazifelendirmişti.

Bu melekler genç ve güzel birer erkek suretinde gelerek İbrahim Aleyhisselâm'a misafir oldular. Hem İshak adında bir oğlu olacağını müjdeleyecekler, hem de Lut Aleyhisselâm'ın kavmini helâk edeceklerini haber vereceklerdi.

Misafiri çok seven, ikramdan hoşlanan ve çok cömert bir zat olan İbrahim Aleyhisselâm, bu nurânî simâları görünce son derece sevindi.

Melekler kendilerini gizledikleri için, onları yabancı misafir olarak değerlendirdi. Onları en güzel bir yere oturttu ve ağırlamak istedi. Hemen âilesinin yanına giderek, semiz bir dana kebabı getirtti ve önlerine koyarak buyur etti. Fakat misafirler sofraya ellerini uzatmadılar. Bunu görünce İbrahim Aleyhisselâm'ın içine bir korku düştü.

Onun bu endişesini anlayan melekler meselenin hakikatini ona açtılar, müjdelerle huzura ermesini sağlayarak onu rahatlattılar:

"Korkma! dediler, biz sana bilgin bir oğlun olacağını müjdelemeye geldik." (Hicr: 53)

İbrahim Aleyhisselâm hayretle sordu:

"Bana ihtiyarlık çökmesine rağmen, beni müjdeliyor musunuz? Neye dayanarak müjdeliyorsunuz?" (Hicr: 54)

Melekler şöyle dediler:

"Sana hakkı müjdeledik, sakın ümit kesenlerden olma!" (Hicr: 55)

İbrahim Aleyhisselâm şu beyanı ile Hazret-i Allah'a olan teveccüh ve teslimiyetini bir daha ortaya koymuştur:

"Rabb'inin rahmetinden sapıklardan başka kim ümit keser?" (Hicr: 56)

Hazret-i Sâre de yaşlı idi ve o zamana kadar hiç doğum yapmamıştı. Bu hiç beklenmedik sevinçli haberi duyar duymaz titremeye başlamış, âdeta kendisinden geçmişti.

Onun bu hali Âyet-i kerime'lerde beyan buyurulmaktadır:

"O esnada karısı ayakta idi ve güldü. Biz de ona İshak'ı, İshak'ın ardından da (torunu) Yakub'u müjdeledik." (Hûd: 71)

"Karısı hayretle seslenerek geldi. Elini yüzüne çarparak 'Ben kısır bir kocakarıyım!' dedi." (Zâriyat: 29)

"Vah halime! Ben bir kocakarı, bu kocam da bir ihtiyar iken çocuk mu doğuracağım? Bu gerçekten şaşılacak bir şey!' dedi." (Hûd: 72)

Hazret-i Sâre Validemiz'in bu hayret ve taaccübü âdetullaha göre idi, yoksa Allah-u Teâlâ'nın kudretinden şüphe ettiği için değildi. Zira o mübarek peygamber hanımı her şeyin Allah-u Teâlâ'nın yed-i kudretinde olduğunu çok iyi biliyordu.

Belli bir yaştan sonra kadınlar âdetten kesilirler ve bir daha hamile kalamazlar. Şu kadar var ki, bunun Allah-u Teâlâ'nın iradesi karşısında hiçbir hükmü yoktur. İlâhi irade, beşerin sınırlı alışkanlıkları ile kayıtlı değildir. Dilediğini yoktan var eder, dilerse varı yok eder.

Melekler şu karşılığı verdiler:

"Allah'ın işine mi şaşıyorsun? Ey ev halkı! Allah'ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizdedir. Şüphesiz ki O övülmeye lâyıktır, iyiliği boldur." (Hûd: 73)

"Bu böyledir. Rabb'in söylemiştir. O hükmünde hikmet sahibidir, bilendir." (Zâriyat: 30)

Bu sözleri kendiliklerinden söylemediklerini, Allah-u Teâlâ'nın kelâmını haber verdiklerini söylediler.

Hikmetiyle dilediğini yapar ve nasıl yapacağını çok iyi bilir.

 

Hazret-i Zekeriyâ Aleyhisselâm ve Oğlu Yahya Aleyhisselâm:

Zekeriyâ Aleyhisselâm da uzun senelerdir evli olduğu halde hiç çocukları olmamıştı. Artık çocuk sahibi olma yaşları geçmiş, bu yaştan sonra çocuk sahibi olacaklarına dair pek ümitleri kalmamıştı.

Hazret-i Meryem'in akılları hayrete düşüren bu halini görünce, Zekeriyâ Aleyhisselâm'a Allah-u Teâlâ'dan böyle temiz bir çocuk isteme arzusu geldi. Hazret-i Meryem'e bu lütufları bahşeden Allah-u Teâlâ dilerse bu ileri yaşında bile ilâhi lütuf hazinesinden kendisine de elbette bir evlât bağışlayabilirdi.

Bunun üzerine sâlih bir evlat sahibi olmayı dergâh-ı uluhiyetten istirham etmeye başladı.

Yakîn derecesinde bir imana sahip olduğu için; azamet-i İlâhî önünde hiçbir engelin duramayacağını, o zamana kadar yapmış olduğu duâlarının reddolunmadığını, hiçbir dileğin geri çevrilmediğini, Rabb'ine yalvarmakla hiçbir şeyden mahrum kalmadığını itiraf ediyordu.

Naz ile niyaz etti ve buyurdu ki:

"Ey Rabb'im! Gerçekten kemiklerim zayıfladı, baş ihtiyarlık aleviyle tutuştu, saçlarım ağardı.

Ey Rabb'im! Sana yalvarmak sayesinde şimdiye kadar bedbaht olup bir şeyden mahrum kalmadım.

Doğrusu ben, benden sonra yerime geçecek olan yakınlarımın iyi hareket etmeyeceklerinden korkuyorum. Karım da kısırdır. (Ne olur) Tarafından bana, yerime geçecek bir oğul bağışla. O, bana ve Yakup oğullarına mirasçı olsun. Ey Rabb'im! Onu beğendiğin bir insan yap, rızânı kazanmasını sağla!" (Meryem: 4-5-6)

Allah-u Teâlâ Zekeriyâ Aleyhisselâm'ın halis duâsını kabul buyurduğunu melekler vasıtası ile müjdeledi.

Bu müjdenin veriliş şekli Âyet-i kerime'de şöyle açıklanmaktadır:

"Zekeriyâ mihrapta durmuş namaz kılarken melekler ona seslendiler:

'Haberin olsun, Allah sana Yahya adlı bir çocuk müjdeliyor.

O, Allah'tan gelen bir kelime'yi (İsâ'yı) tasdik edici, efendi, nefsine hâkim ve salihlerden bir peygamber olacak." (Âl-i imrân: 39)

Yahya Aleyhisselâm'ın zühd ve takvâ'da, ibadet ve taatta, ilim ve hilimde zamanın büyüğü olacağından Allah-u Teâlâ onun "Seyyid" olduğunu; şehevât-ı nefsaniyeden hiçbir şey arzu etmediği için de "Hasur" olduğunu beyan buyurmuştur.

Allah-u Teâlâ onun adını bizzat kendisi vermiş, o zamana kadar bu isim hiç duyulmamıştı.

Âyet-i kerime'sinde:

"Ey Zekeriyâ! Biz sana bir oğul müjdeliyoruz, adı Yahyâ'dır. Bu adı daha önce kimseye vermemiştik." buyuruyor. (Meryem: 7)

Halbuki hanımı hem yaşlı hem de kısır bulunuyordu. Zâhiren doğum yapmaya müsait değildi.

Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:

"Biz de onun duâsını kabul ederek, kendisine Yahyâ'yı bağışladık. Eşini de doğum yapacak hâle getirdik." (Enbiyâ: 90)

Çünkü her ikisi de Allah-u Teâlâ'ya büyük bir ümitle gönülden bağlı idiler.

Seçkin bir peygamber olan Zekeriyâ Aleyhisselâm, arzusuna icabet olunup bir çocukla müjdelendiği zaman son derece sevinmişti.

Mazhar olduğu tebşirin inkişafı istirhamı ile dedi ki:

"Ey Rabb'im! Benim nasıl oğlum olabilir? Karım kısırdır. Ben ise ihtiyarlığın son sınırına vardım." (Meryem: 8)

"Bana ihtiyarlık gelip çattı!" (Âl-i imrân: 40)

Zekeriyâ Aleyhisselâm'ın kudret-i İlâhi'den emin olduğu halde böyle söylemesi; şükrünü ve itimadını izhar etmekle birlikte, müjdenin nasıl gerçekleşeceğini sormak içindir.

Allah-u Teâlâ'nın nezd-i Bâri'sinde her şey aynı kolaylıktadır. Bir şey yaratmayı dilediği zaman "Ol!" buyurur, o da derhal oluverir.

Zekeriyâ Aleyhisselâm'ın sualine cevaben Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:

"Öyle de olsa, Allah dilediğini yapar." (Âl-i imrân: 40)

"O bana kolaydır. Daha önce seni de yaratmıştım. Halbuki sen hiçbir şey değildin." (Meryem: 9)

Yahya Aleyhisselâm'ın gelişini önceden bilmeyi arzu eden Zekeriyâ Aleyhisselâm, bu dileğini Allah-u Teâlâ'ya arzetti:

"Ey Rabb'im! Öyleyse bana bir işaret ver!" buyurdu. (Âl-i imrân: 41 - Meryem: 10)

Gönlünün bu hususta mutmain olmasını istiyordu. Nitekim İbrahim Aleyhisselâm: "Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster!" dediği zaman Allah-u Teâlâ: "İnanmıyor musun?" buyurmuştu.

İbrahim Aleyhisselâm ise:

"Hayır! İnandım, fakat kalbim kuvvet bulsun, mutmain olsun." cevabını vermişti. (Bakara: 260)

İstemiş olduğu işaret Zekeriyâ Aleyhisselâm'a verildi.

Âyet-i kerime'de belirtildiği üzere Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:

"Senin işaretin, sapasağlam olduğun halde birbiri ardısıra üç gece insanlarla konuşmamandır." (Meryem: 10)

Sonra bu halde iken zikrullahla meşgul olmasını, şükrünü ve tesbihini çoğaltmasını emrederek şöyle buyurdu:

"Rabb'ini çok zikret, akşam sabah O'nu tesbih et!" (Âl-i imrân: 41)

Zekeriyâ Aleyhisselâm tevhid ve tesbihe muktedir olduğu halde, insanlarla açıkça konuşmaya muktedir olamadığını görünce, artık âilesinin hamile kaldığını anlamıştı.

Bu üç gün zarfında, işaretle olanın dışında hiç kimse ile görüşüp konuşmadan; devamlı zikrullahla, tesbih, tehlil ve ibadetle meşgul oldu. Her şeyden alâkasını keserek, huzur-u kalp ile Allah-u Teâlâ'ya yöneldi; nâil olduğu bu büyük nimetin şükrünü edâ etmeye çalıştı.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Bunun üzerine Zekeriyâ mâbedden kavminin karşısına çıkarak 'Sabah akşam Allah'ı tesbih edin!' diye işaret etti." (Meryem: 11)

Bunun da sebebi, beraberinde bulunan müminlerin aynı duyguları yaşayıp peygamberlerinin nail olduğu bu nimete şükretmeleridir.

Kendisinin ve eşinin yaşlarının ilerlemesine rağmen çocuk hususunda Allah-u Teâlâ'dan hiçbir zaman ümidini kesmeyen Zekeriyâ Aleyhisselâm Zât-ı Bâri'ye sığınmanın neticesini şahsında bilfiil göstermiş ve gelecek nesillere bir numune olmuştur.

Diğer taraftan herhangi bir nimete kavuşan, Allah-u Teâlâ'nın lütuf iyiliklerine nâil olan bir kimsenin; bir şükran ifadesi olarak zikrullahla, tekbir, tehlil ve tesbihle meşgul olması, ibadet ve taatını artırması lâzımdır.

 

YEDİ MERHALE ve YARATILIŞ UNSURLARI

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âdem Aleyhisselâm'ı merhalelerden geçirerek yarattığı gibi, onun nesli olan insanları da yedi safhadan geçirdikten sonra, ululuk şanı ile gittikçe mükemmelleştirerek insan durumuna getirmiştir.

Her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah-u Zül-celal Vel-kemâl Hazretleri Âdem Aleyhisselâm'ı kudreti ile yarattı.

Âyet-i kerime'sinde:

"Allah onu topraktan yarattı. Sonra ona 'Ol!' dedi ve oluverdi." buyuruyor. (Âl-i imran: 59)

Bir şeyi yaratmak istediği zaman; onu düşünüp tasarlamaya, zamana, mekâna ve numuneye muhtaç değildir. Kâinatı ve içindeki her şeyi misalsiz yaratmıştır. Her şeyin ilk numunesini yaratan O'dur.

Âdem Aleyhisselâm'ın üzerine kudretinin sırlarını, eşsiz hikmetini akıttı. Hikmetinin muktezâsına uygun olarak yedi merhaleden geçirdikten sonra insan haline getirdi.

Nitekim Âyet-i kerime'de:

"O sizi merhalelerden geçirerek yaratmıştır." buyuruluyor. (Nuh: 14)

Âdem Aleyhisselâm'ın yaratıldığı toprak, muhtelif Âyet-i kerime'lerde değişik terimlerle ifade edilmektedir:

1– Âdem Aleyhisselâm'ın vücud buluşunun ana maddesi topraktır.

Âyet-i kerime'de:

"Allah Âdem'i topraktan yarattı." buyuruluyor. (Âl-i imran: 59)

Burada başlayış unsurunun toprak olduğu belirtilmiştir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde; Allah-u Teâlâ'nın Âdem Aleyhisselâm'ı yeryüzünün her tarafından alınan toprakların birleşiminden yarattığını, bu toprağın muhtelif olmasından dolayı da Âdem Aleyhisselâm'ın neslinin değişik karakterler taşıdığını beyan buyurmuştur. (Ebu Dâvud-Tirmizi)

2– Toprağın su ile hamur edilip çamur haline getirilmesi.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"O, yarattığı her şeyi en güzel yapan ve insanı yaratmaya da çamurdan başlayandır." (Secde: 7)

Bütün canlıların menşei toprak ve sudur.

Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"İnsanı sudan yaratarak, onların arasında soy ve hısımlık meydana getiren O'dur. Rabb'in her şeye kadirdir." (Furkan: 54)

3– Çamurun süzülerek özleştirilmesi.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Andolsun ki biz insanı süzme çamurdan yarattık." (Müminun: 12)

4– Çamurun istenilen şekli almaya elverişli ve hazır duruma gelmesi.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Biz insanı özlü ve yapışkan bir çamurdan yarattık." (Saffat: 11)

5– Çamurun şekillendirilerek kurutulması ve havanın tesiri ile renginin değişmiş olması.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Andolsun ki biz insanı pişmemiş çamurdan, işlenebilen kara balçıktan yarattık." (Hicr: 26)

6– Çamurun iyice ıslah edilmesi ve âdeta saksı gibi merhalelerden geçirilerek pişmesi.

"Allah insanı ateşte pişmiş gibi kuru bir balçıktan yarattı." (Rahman: 14)

7– Ruh verilerek yaratılışın kemâle ermesi.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Ona kendi ruhumdan üfledim." (Sâd: 72)

Âdem Aleyhisselâm'ın yaratılış safhasından insan haline gelmesine kadar uzun bir zaman geçmiştir.

Nitekim bir Âyet-i kerime'de:

"İnsan anılmaya değer bir şey olana kadar, üzerinden uzun bir zaman geçmemiş midir?" (İnsan: 1)

Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde Âdem Aleyhisselâm'ın çamur halinden başlayarak her yaratılış merhalesinde kırk yıl kaldığı beyan buyurulmaktadır.

Allah-u Teâlâ insanı bir anda yaratmak kudretine haiz iken, insan şeklini alıncaya kadar aradan uzun zamanlar geçmesinde, yaratılışın her safhasında, hiç şüphesiz ki O'nun kudretinin yüceliğini gösteren birçok hikmetler ve ibret verici incelikler vardır.

Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Sizin yaratılışınızda ve yeryüzünde yaydığı canlılarda, kesin olarak inanan kimseler için ibretler vardır." (Câsiye: 4)

Allah-u Teâlâ bu âlemi büyük bir ceset olarak vücuda getirdi ve o cesede ruh olarak Âdem Aleyhisselâm'ı koydu. Bu âlemden maksat Âdem Aleyhisselâm'dır. Âdem Aleyhisselâm'dan maksat ise insan-ı kâmildir.

Bu âlem görünüşte "Âlem-i kebir" yani büyük âlemdir. Fakat aslında "Âlem-i sağir" yani küçük âlem olup, "Âlem-i kebir" Âdem Aleyhisselâm'dır. Çünkü âlemde mufassal olarak ne ki varsa, hülâsa olarak Âdem Aleyhisselâm'ın vücudunda dürülmüştür ve mevcuttur. Arzın, melekûtun, ceberut ve lâhutun özü ve mânâsı insandır. Bunun için "Âlem-i kebir" denmiştir.

Nitekim Müminun Sûre-i şerif'inde insanın bu yedi devresi ve bir durumdan diğerine geçirilmek suretiyle yaratıldığı unsurlar beyan buyurulmaktadır:

 

1. Toprak ve Su:

"Andolsun ki biz insanı süzme çamurdan yarattık." (Müminun: 12)

Bütün canlıların menşei toprak ve sudur. Âyet-i kerime'de geçen "Sülâle" hülâsa demektir. Âdem Aleyhisselâm'ın yaratıldığı hülâsa, her türlü topraktan süzülmüştür.

İnsanın topraktan ve sudan yaratıldığına dair diğer Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:

"O'nun varlığının delillerinden biri de sizi topraktan yaratmış olmasıdır. Sonra hemen birer insan olarak yeryüzüne yayılırsınız." (Rum: 20)

Ölü topraktan canlı insanı yaratmak, şüphesiz ki eşsiz yaratıcı kudretine delildir. Sonra insanlar geçimlerini sağlamak, görevlerini yapmak için yeryüzüne dağılmışlardır.

"Allah sizi topraktan sonra nutfeden yarattı. Sonra sizi çift çift yaptı." (Fatır: 11)

Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm'ı topraktan yarattığı gibi, insanları da nutfe, yani sperma haline gelene kadar topraktan yaratmış, bundan sonra ise nutfeden vâretmiştir.

"İnsanı sudan yaratarak, onların arasında soy ve hısımlık meydana getiren O'dur. Rabb'in her şeye kadirdir." (Furkan: 54)

İşte cenin bu sudan şekillenmektedir. Erkek olursa bu bir "Nesep" yani soydur, dişi olursa da buna "Sıhr" yani hısımlık denir. Çünkü dişi, sıhrî akrabalığın sebebidir.

Bu türlü ayırıcı hususiyetler her yumurtacıkta görüldüğüne göre, sonunda bir hücre erkek, bir hücre de dişi olmaktadır.

Şüphesiz ki bu, her şeye kadir olan Allah-u Teâlâ'nın kudretinin bir eseridir.

İnsan bedeninin bileşimi tahlil edildiğinde; toprakta mevcut olan oksijen, hidrojen, kükürt, demir, bakır, azot, fosfat, karbonat, potasyum, sodyum, kalsiyum, mağnezyum, fosfor... gibi elementlerden ve maddelerden müteşekkil bir yapıya sahip olduğu görülür.

Nitekim insan, o nefha kendisini terkedince tekrar aynı unsurlara dönmekte ve toprak olmaktadır.

Topraktan yaratılan Âdem Aleyhisselâm'ın zürriyeti de toprağın hülâsası olan nutfeden yaratılmaya devam etmiştir.

 

2. Nutfe:

"Sonra onu sağlam bir karargah olan rahimde nutfe haline getirdik." (Müminun: 13)

Ana rahminin derinliklerinde, köprücük kemikleri arasında her türlü sarsıntı ve tehlikeden korunmuş olarak karar kılar.

İlk insan Âdem Aleyhisselâm'ın yaratıldığı toprak, su ile hamur edilip yapışkan bir sıvı haline dönüştüğü gibi; Âdem Aleyhisselâm'dan üreyen insanların da menşei toprak ve sudur. Çünkü toprak ve suyun yetiştirdiği bitkilerin insanlar tarafından yenilmesiyle; baba sulbünde sperma, ana rahminde yumurta ve bunların birleşmesiyle de cenin meydana geliyor.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Biz insanı erkek ve dişi suları ile karışık bir nutfeden yarattık." (İnsan: 2)

İnsan kendi kendine var olmuş ve kemale ermiş bir varlık olmadığı gibi, bir anda yaratılıvermiş basit bir yaratık da değildir.

Zamanın başlangıcından bu yana devir devir, merhale merhale yaratılagelmiş, adı sanı geçmeyen şeylerden süzülüp birbirlerine katıla katıla birleştirilmiş ve terbiye edile edile bir takım vasıflar ilâve olunarak yetiştirilmiş karışımlardan meydana getirilmiş bir nutfeden yaratılmıştır.

Böyle yaratmasının hikmetini de şu şekilde açıklıyor:

"Onu imtihan edelim diye öyle yarattık." (İnsan: 2)

Bu dünyada insanın değeri budur, bir imtihan gayesi ile burada bulunmaktadır. Yani insanı öyle yaratıp işi bitti diye başıboş bırakıvermek için değil, bir takım emanet ve yükümlülüklerle sorumlu tutup kendisine vazifeler yükleterek imtihana çekmek için yaratmıştır.

Dünya insan için bir imtihan sahnesidir, ömür denilen şey de bu imtihanın süresidir. Bu imtihan ömrün sonuna kadar, son nefes çıkıncaya kadar sürer. Neticesi ise burada değil ahirettedir. Bütün imtihanlardan aldığı neticeler değerlendirilecek, başarılı veya başarısız olduğu ilan edilecektir.

Verilen emirleri, yapılan uyarıları dinleyip önünü ardını görerek hidayet yoluna gitmesi için Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'nin devamında:

"Onu işitici ve görücü kıldık." buyuruyor. (İnsan: 2)

Kur'an-ı kerim'deki ve kâinattaki âyet ve delilleri işitecek, görecek, kalp gözüyle bilip ona göre şuurlu bir şekilde vazifesini yapacak bir yaratık haline gelmiştir.

Hazret-i Allah'ın indinde her insanın hakikati yani özü vardır. Dünyaya gelmeden evvel şekil almamışlardı. Daha doğrusu çekirdek halinde idiler. Onun zuhur etmesini dilediği zaman "Akl-ı kül"de tasarruf ederek ilk şeklini çizer. Onu orada dilediği kadar tutar. Akl-ı kül'e Akl-ı evvel ve Cevher-i evvel de denir. Akl-ı evvel, Allah-u Teâlâ'dan ilk zuhur eden şeydir. Buna ilâhî ilmin ilk zuhuru adı da verilir.

Oradan "Nefs-i kül"e gelir. Kâinatın ruhu demektir.

Sonra "Arşırahman"dan, "Kürsi"den süzülüp yedi kat göklerden geçer. "Felek-i kamer"adı verilen ay feleğine gelir.

Bütün bunlar Allah-u Teâlâ'nın ezeli kudretinin tezahürüdür. Gökyüzünde yüklü bulutları görüyoruz. Allah-u Teâlâ denizi kaldırmış havada tutuyor. O bulutları rüzgârla istediği tarafa yayıyor, dağıtıyor. O deniz tekrar yeryüzüne dönüyor. Her yağmur tanesi emirle iniyor.

O yağmur tanelerinin içinde neler gizlediğini yalnız O bilir.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri:

"Ey gök suyunun çocukları! İsmail sülâlesindensiniz. Hacer sizin ananızdır." buyurmuşlardır. (Buhari)

Âlem-i ervah'tan merhale merhale "Felek-i kamer"e geldikten sonra, oradan da madde âleminin temel unsurları olan ve "Anasır-ı erbaa" adı verilen "Ateş"e, "Hava"ya, "Su"ya ve "Toprak"a düşer.

Felek-i kamerin, yani dünya semasının altında ateş küresi, onun altında hava küresi, onun altında su küresi, onun altında da toprak küresi vardır. Toprak tabakası hepsinin altındadır ve en ağırıdır.

Tabakalarında duran bu dört unsur, yavaş yavaş birbirlerine çevrilirler.

Şöyle ki;

Ateş zamanla ve yavaş yavaş şeklini terkedip hava şekline girer. Hava da zamanla havalık şeklini bırakıp su şekline dönüşür. Sonra da yavaş yavaş toprak şeklini benimseyip toprak olur. Bu yolla bu dört unsur, şekilden şekile dönüşür ve en sonunda kendi şekline girer. Anâsır-ı erbaa'nın bu değişimine, bir halden diğer hale girişine İstihale denir.

Ateşin havaya çevrilmesinin misali, yanan mumun alevinin yukarı çıkarak havaya karışmasıdır. Havanın suya çevrilmesine delil, bahar ve güz mevsimlerinde bitkiler üzerinde görülen, şebnem veya çiğ adı verilen yaşlıktır. O rutubet seher vakti soğuyarak su olan havadır. Suyun toprağa çevrilmesinin delili, ilk yağmur damlalarının toprağa düştüklerinde toprakla karışıp görünmez olmalarıdır. Toprağın ateş olmasına delil ise, bitki ve ağaçlar anâsırın kısımlarından mürekkep olup, toprak unsuru bunlarda daha fazladır. Böyle olunca odun ateş ile yandığında cüzleri ateşe dönüşmüş olur. Ağaç yanınca, toprağın hissesinden az bir kül kalır.

Allah-u Teâlâ'nın emir ve hükmü ile, yedi kat göklerden süzülerek gelen insan, inerken yağmur taneleri ile iner, toprağa düşünce de bitki olur.

Âyet-i kerime'de:

"Allah sizi yerden bitki bitirir gibi bitirmiştir." buyuruluyor. (Nuh: 17)

Başlangıçta babaları Âdem Aleyhisselâm'ı da topraktan yaratmak suretiyle yerden bitirmişti.

Allah-u Teâlâ insanları hikmeti icabı olarak bir defada değil de, nesil nesil birbirlerinden üretmiştir. Kadın ve erkeği yaratıp, onların kalplerine sevgi ve muhabbeti yerleştirdi. Öyle ki, cinsi cazibe sebebiyle sabredemez oldular. Yaratılışlarında mevcut olan şehvet duygusu, onları birleşmeye zorladı. Bu suretle, babanın sulbünde toplanan meni, ana rahmine kendi özelliği içinde ilkah olundu

İnsandaki ruh-i hayvânî, gıda olarak o bitkiyi yer. Bir müddet erkeğin sulbünde üreme nüvesi halinde kalır.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Babaya ve ondan meydana gelen çocuğa yemin ederim ki!" (Beled: 3)

Daha sonra nutfe olarak ana rahmine geçer.

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:

"İnsan neden yaratıldığına bir baksın!" (Târık: 5)

Allah-u Teâlâ insana bizzat kendi varlığını tefekkür etmeye davet ediyor. Nasıl meydana geldiğinizi bir düşünün! Hiç yok iken sizi bu hale getiren kimdir? Onu yaratan neden yaratmıştır?

"Atılıp dökülen bir sudan yaratıldı." (Târık: 6)

Burada "Atılıp dökülen su" ile, erkekten hızla çıkan ve rahme dökülen "Meni" kastedilmiştir.

"O su erkeğin sulbü ile kadının göğüs kemikleri arasından çıkar." (Târık: 7)

Meni, bir çeşit sıvı ile nutfe yani sperma hayvancıklarının karışımından meydana gelir. Erkeğin sulbünden çıkar. Yumurtacık ise kadının göğüs kemikleri arasından çıkar. Nitekim doğum yapan kadının göğsünde süt meydana gelmesi, göğüsle ana rahmi arasındaki bağlantıyı açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

"O, akıtılan meniden bir nutfe değil miydi?" (Kıyame: 37)

İnsan sulplerden rahimlere akıtılan değersiz suyun güçsüz ve kerih bir damlası idi.

Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Erkeğin suyu (menisi) koyu beyazdır, kadınınki ise sıvı ve sarıdır. Bunlardan hangisi üstün veya önce gelirse benzerlik ondan olur." (Müslim: 311)

Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Sizi bir tek candan yaratan O'dur. Sizin için (babalarınızın sulbünde) bir karar yeri ve(analarınızın rahminde) bir de emanet yeri vardır." (En'am: 98)

Çünkü nutfe babanın sulbünde hasıl olmasına rağmen, annenin rahminde ancak babanın fiiliyle hasıl olmaktadır. Tıpkı bir emanet gibi yerleştirilir.

İnsanların her biri Âdem Aleyhisselâm'dan meydana geldiği halde, her birinin karar yerleri ve emanet yerleri vardır. Baba sulbünden ana rahmine, rahimden dünyaya, dünyadan kabre; bazen yerleşme, bazen de emanet olarak bırakılmaktadırlar. Kimisi henüz çıkış yeri olan sulbden ayrılmamış orada duruyor, kimisi de rahime tevdi edilmiş doğmak üzere bulunuyor.

Bütün bunlar:

"O her an yeni bir iştedir." (Rahman: 29)

Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğu üzere, her an yeni bir yaratma halinde olan Allah-u Teâlâ'nın tecelliyatlarıdır. Her an tekerrür ediyor da onu kimseler göremiyor?

"Gerçekten biz anlayan bir topluluk için âyetlerimizi uzun uzadıya açıkladık." (En'am: 98)

Şu halde kendini bilmeyenler için ne kadar açıklama yapılsa boştur. Onlar bu delillerle her zaman karşılaşmakta, fakat gözleri perdelenmiş körler olarak geçip gitmektedirler.

Allah-u Teâlâ inkârcıları susturmak ve beşeriyete gerçeği duyurmak için Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:

"Ey inkâr edenler! Sizi biz yarattık. Hâlâ tasdik etmeyecek misiniz?" (Vâkıa: 57)

İlk başta benzersiz olarak yaratmaya kâdir olan, öldükten sonra yeniden yaratmaya da gücü yeter.

"Gördünüz mü rahimlere akıttığınız meniyi?" (Vâkıa: 58)

Ona ibret nazarı ile baktınız mı? Bana haber veriniz!

"Onu siz mi düzgün bir insan suretine getiriyorsunuz, yoksa biz mi onu yaratıyoruz?" (Vâkıa: 59)

Elbette bunun aksini iddiâ edemezsiniz.

İnsanın yaratılışı gözler önünde her an tekrarlanan bir mucizedir. Atılan ve dökülen bir nutfe, kısa bir zaman sonra işiten ve gören bir insan oluveriyor. Eti ve kemiği ile, sinirleri ve damarları ile, huyları ve karakterleri ile bu insan nerede gizli idi? Doğacak çocuğun kız mı erkek mi olacağına Allah'tan başkası mı karar veriyor?

Bir Âyet-i kerime'de:

"Hayır! Doğrusu biz onları kendilerinin de bildikleri şeyden yarattık." buyuruluyor. (Meâric: 39)

Bu yaratma tecellisinde karı-kocanın rolü, sadece birleşmekten ibarettir. Bundan sonra erkeğin de kadının da işi biter. İlâhî irade safha safha ortaya çıkmaya başlar.

Erkek cinsiyet hücresine nutfe yani sperma, kadının cinsiyet hücresine de yumurta denir.

Sperma, meninin içindeki tohumun ismidir. Erkeğin yumurtalıklarında yaratılır.

Birleşme sırasında normal olarak 200-300 milyon kadar sperma çıkar ve rahme iner. Aşılamak için yaklaşık 8 saat kadar yumurta hücresi arar. Milyonlarca spermadan 15-18 santimetre arası mesafeyi ancak 2000 veya 2500 kadarı kateder. İçlerinden de sadece bir tanesi ve en güçlü olanı rahim yolundaki yumurtayı bulur ve yumurtanın yaptığı hafif bir çıkıntıyı delerek içeri girer. İki hücre böylece birleşerek bir tek hücre meydana gelir.

Yumurta, spermaya kıyasla daha büyüktür ve çekicilik kabiliyeti vardır. Sperma ise son derece hareketlidir, dakikada 2-3 milimetre mesafe alabilir.

Bu kadar küçük canlıların bu kadar büyük işler başarması, hiç şüphesiz ki azamet-i İlâhî'yi gösteren şaşırtıcı bir tablodur.

Yumurta aşılandıktan sonra onu dış çevresinden koruyucu bir duvar kuşatır, diğerlerinin girmesini önler. Öyle ki, bundan sonra gelebilecek bütün spermalar kafaları ile bu duvara çarptıkları halde, bu duvarı delmek imkânı bulamazlar. Böylelikle geri kalan spermalar ölürler.

Aşılanan bu hücre hemen 15 dakika sonra, canlıyı meydana getirmek için ikiye, dörde, sekize... bölünmeye ve üremeye başlar. Her hücre ardı ardına devamlı olarak bölünür ve çoğalır. Bu bölünme esnasında yumurta rahim kanalında yoluna devam eder. Daha sonra rahim yolu kaslarının kasılmasıyla 6 veya 7 gün içinde rahime ulaşır. Bu süre içinde hücre bölünmesi zirveye ulaşmış olur. Yaklaşık elli bölünme meydana gelir.

Yumurta rahime ulaştığında, tıkalı olan rahim cidarının önünde durur. Aradan fazla bir zaman geçmeden, rahim cidarının açılması için uğraşır. Bu iş gerçekleştiği zaman rahim cidarına gömülür, arkasından da açmış olduğu kapı kapanıverir.

Bütün bunlar Allah-u Teâlâ'nın "Kün!" emri ile, tedbiri ile ve takdiri ile olmaktadır.

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:

"Biz sizi hakir bir sudan yaratmadık mı?" (Mürselât: 20)

Şu halde ne diye büyüklük taslıyorsunuz?

"Sonra o suyu bir süreye kadar sağlam bir karargâh olan rahime yerleştirdik." (Mürselât: 21-22)

Ana rahmine "Sağlamlık" sıfatının verilmesi apaçık bir mucizedir. Hamilelik kesinleştikten sonra çocuğu o kadar sağlam yerleştirmiş, öyle sağlam tedbirler almış ki, en şiddetli sarsıntılar bile onu düşüremez. Çocuğun ne kadar sağlam bir koruma içinde olduğunu bilenler bu inceliği anlayabilirler.

"Biz buna güç yetirmişizdir. Biz ne mükemmel bir kudret sahibiyiz!" (Mürselât: 23)

Bir damla kerih sudan insanı yaratmaya gücü yetenin, onu ikinci defa yeniden diriltmeye de elbette gücü yeter.

"O gün yalanlayanların vay haline!" (Mürselât: 15-19-24-28-34-40-45-47-49)

Canlıların en küçük bölünmeyen parçasına "Hücre" adı verilmektedir, en küçük yapı taşıdır. Canlılar tek hücreli ve çok hücreli diye iki kısma ayrılırlar. Çeşitli şekilleri vardır. Kemik, kas ve sinir hücreleri gibi özel yerlerde çalışan hücrelerin özel şekilleri bulunmaktadır. İnsanın bir santimetrekaresinde 250 bin tane hücre bulunur.

Hücreler tek başlarına yaşayabildikleri gibi toplu halde de yaşarlar. Bu durumda daha büyük vazifeler yaparlar. Trilyonlarca hücrenin beraberce çalıştığı bir insanı düşünün. Bu hücrelerin herbiri kendisi için lüzumlu olan bütün işleri yaptığı gibi, diğer hücrelerle ortak olarak vazifesini de yapar. Böylece trilyonlarca hücre, hiç haberimiz olmadığı halde fevkalâde intizamlı bir ordu gibi çalışarak yaşamamıza hizmet ederler. Bunların hiçbirinin şuuru olmadığına göre, acaba bunları kim idare ediyor? İnsanı meydana getiren, hücrelerini idare eden, o insanlardan habersiz olur mu?

Bir misal verelim:

Kemik hücreleri dokunun canlı bölümüdür ve bütün hacmin % 1'ini ve 5'ini teşkil eder. Dört çeşit olan bu hücreler, temel vazifelerinde ikiye ayrılırlar:

Kemiğin iç ve dışında yer alan ve hücreler arası dokuyu yenileyen "Yapıcı hücreler."

Yüzeyde bulunan ve dokunun gereğinde parçalanmasıyla görevli "Yok edici hücreler."

Herhangi bir kaza sonunda normal bir kırıkta kemik iki ana parçaya ayrılır, fakat aynı zamanda kırılma noktasından bazı küçük parçacıklar koparak içten ete saplanmış durumda kalırlar. İşte burada büyük parçadaki "Yapıcı hücreler", kemikler uç uca getirildikten sonra tekrar bileşimi sağlamak için derhal çalışmaya başlarlar. "Kaynama" olarak bilinen bu hadise 1 ile 6 ay arasında tamamlanır. O küçük parçacıklar ise tehlikeli enfeksiyonlara yol açabilecekleri için üzerlerindeki "Yok edici hücreler" tarafından süratle eritilip yok edilirler. Kaynama noktasındaki pürüzler de, aynı şekilde yok edici hücreler tarafından düzeltilir ve kırılan kemik eski halini alır.

O ne güzel Yaratıcı, O ne güzel donatıcı!

Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Allah görünmeyeni de görüneni de bilendir. O, müşriklerin ortak koştukları şeylerden çok yüce ve münezzehtir." (Mü'minun: 92)

Hücrelerin büyüklüğü mikronla ölçülür. Bir mikron, bir milimetrenin binde biridir. Beş mikronluk hücreler bulunduğu gibi, devekuşunun birbuçuk kilo gelen yumurtası da tek hücrelidir.

Elektron mikroskobun keşfinden önce canlı bir hücrenin yapısı hakkında çok az şey biliniyordu. Bugün bile tamamiyle çözülmüş değildir. Normal mikroskop canlı bir hücreyi bin defa büyütürken, elektron mikroskop bir milyon defa büyütmektedir.

Canlı bir hücre; "Zar", "Stoplazma" ve "Çekirdek"ten ibarettir.

Hücre zarı canlıdır, hücreyi çepeçevre sarar, dağılmaktan korur, dış müdahaleleri de önler. Her şeyi almaz, aldıklarını da seçerek alır.

Zarın içinde stoplazma bulunur. Hücrenin esasını teşkil eden bu sıvı, kolloid bir maddedir. Kolloid, suda erimeyen çok küçük parçalara ayrılan sıvı demektir. Bu parçalar gelişigüzel serpiştirilmemiştir, her biri bir organdır. Beş mikron, yani bir milimetrenin binde beşi kadar küçük bir hücre ve bunun içinde yer alan iç organlar gözönüne getirilirse; büyük bir Yaratıcı'nın azameti, kudreti ve ilmi açıkça görülmüş olur.

Bu kadar küçük bir hücrenin içinde bulunan ve önemli kısımlarından sayılan çekirdek, hücrenin iç organlarından biridir, fakat başlıbaşına bir âlemdir. Bunun da içinde organlar bulunmaktadır. Çekirdek stoplazmanın ortalarında bulunur, zar ile stoplazmadan ayrılır. Çekirdeğin içindeki çekirdek özsuyu, stoplazmadan farklı yapıdadır. İçinde kromozom iplikleri vardır. Her çekirdekte farklı sayıda kromozomlar bulunur.

Hücrelerin üremesi yani çoğalması bölünme suretiyle olmaktadır. Bölünme sırasında çekirdekteki kromozom iplikleri tam ortadan ve uzunlamasına öyle bir bölünür ki, akıllara hayranlık verir. Bölünen kromozom iplikçiklerinin yarısı bir tarafa, diğer yarısı da öbür tarafa giderek bölünme başlar ve devam eder. Bölünme mitoz ve amitoz olarak iki kısma ayrılır, mitoz bölünmede dört safha vardır.

Hücrelerin içinde bulunan ve kromozom iplikçiklerinin üzerinde noktalar şeklindeki, ancak elektron mikroskopla görülebilen ve "Gen" adı verilen varlıklar; gelecek olan insanın karakter ve kabiliyetlerini, bütün hususiyetlerini üzerlerinde taşımaktadırlar.

Erkek veya dişi olacağı, güzelliği, çirkinliği, boyunun kısalığı veya uzunluğu, akli ve ruhi yapısı, sağlığı ve hastalığı, duygu ve emelleri, kabiliyet ve anormallikleri... hepsi bu bir zerrede gizli bulunuyor. Bunlar evlâdın anneye babaya veya dedeye dayıya benzemesi sağlarlar. Yeryüzüne gelmiş geçmiş iki insanı aslâ birbirine benzetmeyen hususiyetler güçsüz bir cisimcikte mevcut.

İnsan genini diğer genlerden ayıran farklılık ve özellik nereden geliyor? Her insan genini diğer insanların geninden ayıran özellik nasıl intikal ediyor? Bir zerre nerede, bir insan nerede? Kim der ki bu zayıf, güçsüz, küçücük zerrede koca bir kâinat gizli?

Bir düşünürsek; milimetrenin binde beşi kadar küçük hücrenin içinde çekirdek, çekirdeğin içinde kromozom iplikçikleri ve kromozom iplikçiklerinin üzerinde de noktalar şeklindeki genler, bu genler de canlının fihristini taşıyor. Bu kadar küçük şeye, bu kadar büyük vazifeyi yüklemek sadece ve sadece kâinatı Yaratan'a âittir.

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:

"Seni topraktan, sonra nutfeden yaratıp sonunda da seni bir insan şekline getiren Rabb'ini inkâr mı ediyorsun?" (Kehf: 37)

Düşünmeli ki bir nutfe ne kadar değersiz bir sıvı, ne kadar güçsüz ve zayıf bir şeydir. Bu değersiz şeyden çok değerli bir insan yaratmak ne büyük bir kudrettir! Böyle bir yapıyı tanzim eden büyük kudret karşısında insan iki büklüm olur.

Fakat insan aslını unutuyor da yaratıcısına karşı açık bir düşman oluyor, O'na karşı şirk koşmaya, mantık yürütmeye kalkışıyor.

"İnsanı nutfeden yaratmıştır. Böyle iken o nasıl oluyor da apaçık bir hasım kesiliyor?" (Nahl: 4)

Halbuki insan Yaratan'a karşı çıkmak için değil; O'na inanmak ve kulluk yapmak için yaratılmıştır.

Kullarını yaratan, yaşatan, nimetlerle donatan, öldüren, sonra yine hayata kavuşturacak o Hâlik-ı Azîmüşân'dır.

"Öldüren de O'dur, dirilten de O'dur." (Necm: 44)

Ne yaratmaya, ne de öldürmeye ve diriltmeye O'ndan başka kimsenin gücü yetmez.

"Doğrusu O, (rahme) atıldığı zaman nutfeden erkek ve dişi iki çifti yarattı." (Necm: 45-46)

Tabiata dilediği çeşitliliği verip, dilediği zıtları O yaratıyor ve bunları O'ndan başkası aslâ yapamaz.

"Şüphesiz ki tekrar diriltmek de O'na âittir." (Necm: 47)

Bütün bu çift yaratmalar, bu dünyanın bir ahireti bulunduğuna delâlet edip durmaktadır.

 

3. Aleka (Kan pıhtısı):

"Sonra o nutfeyi aleka, yani kan pıhtısına çevirdik." (Müminun: 14)

Nutfe kendi vasıfları ile birlikte bir kan pıhtısı halinde bulunur. Bu ise, nutfenin tekâmül ettikten sonraki merhalesidir.

Diğer Âyet-i kerime'lerde ise şöyle buyuruluyor:

"O, insanı kan pıhtısından yarattı." (Alâk: 2)

Allah-u Teâlâ'nın pıhtılaşmış kanı zikrederek, insanın ilk haliyle son durumu arasındaki açık farkı göstermektedir.

"O Allah ki, sizi topraktan yarattı. Sonra nutfeden, sonra kan pıhtısından meydana getirdi." (Mümin: 67)

Burada çocuğun ana rahminde geçirdiği devrelere işaret edilmektedir. Aleka, spermanın yumurtacıkla buluşmasından sonra "Cenin"e âit ilk merhaledir.

Bölünüp çoğaldıkça gelişmeye yüz tutan bu yumurtaya "Oğulcuk" denir. Artık aleka durumuna dönüşmektedir. Bu devrede bir dut tanesine benzer. Anne vücudu ile ilk ilişkiyi kurar, etene yoluyla annesinden kan almaya, beslenmeye başlar. Bu kan kendi damarlarında dolaşmaya başladıktan sonra da "Cenin" diye anılır. Bütün bu olup bitenlerden annenin de, çocuğun da hiç haberi yoktur.

Ana rahmine düşmüş olan cenin, o daracık yerde, o dar imkânlar ve şartlar altında bütün ihtiyaçlarını nasıl gideriyor? Organları nasıl teşekkül ediyor?

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:

"İnsan daha önce hiçbir şey değilken, kendisini nasıl yarattığımızı düşünmüyor mu?" (Meryem: 67)

Öyle bir nizam kurmuş ki, anne dıştan gıdalarını alıyor, vücutta hazmolunuyor, bu gıdaların bir kısmı da ana rahmindeki yavruya ayrılıyor, o da beslenip gelişiyor. Kimleri nerelerde besliyor?

"Sonra kan pıhtısı olmuş, sonra Allah onu insan biçimine koyup şekil vermiştir." (Kıyamet: 38)

O bir damla çirkin sudan mükemmel bir insan vücuda getirdi.

"Ondan erkek ve dişi iki eş yaratmıştır." (Kıyamet: 39)

Allah-u Teâlâ kudreti ile bu insandan erkek ve dişi olarak iki sınıf insan yarattı. Çünkü insan nesli bu iki türden çoğalacaktır.

"Bunları yapan Allah'ın ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi? (Elbet yeter.)" (Kıyamet: 40)

Allah-u Teâlâ insanları tekrar dirilteceğini haber verdiğine göre, öldükten sonra dirilme muhakkak vuku bulacaktır. İnsanları hesaba çekeceğini de bildirmiştir, şu halde hesap verme de kesindir.

20. asırda gelişen modern tıp ilmi, ana karnındaki ceninin dıştan gelecek tesirlere karşı korunması için üç katlı bir zarla sarılı olduğunu, gözle görülmeyen bu zarların ışık, ısı ve su geçirmediğini tespit etmiştir.

Kur'an-ı kerim'de ise 14 asır önce cenini saran üç katlı zardan şöyle bahsedilmiştir:

"Sizi analarınızın karnında üç ayrı karanlık içinde yaratılıştan yaratılışa geçirerek yaratır." (Zümer: 6)

Allah-u Teâlâ, ceninin teşekkül ettiği yeri o kadar intizamlı düzenlemiş ki, yavrunun gelişmesi için lüzumlu olan hiçbir şeyi eksik bırakmamıştır.

Bütün bunlar insanın basiretini açıp, yoktan var edici Yaratıcı'nın kudret elini görmeye sevkedecek mahiyettedir.

 

4. Mudğa (Bir çiğnemlik et):

"Derken alekayı da mudğa yani bir çiğnemlik et yaptık." (Müminun: 14)

Önceleri görünürde şekilsiz olan cenin iki ayda iki santimetre olur, şekillenmiş et parçası halini alır.

Etrafını kuşatan kandan kendisi için gerekli olan suyu, madeni tuzları, vitaminleri, şekerleri, karbonhidratları ve yağları emer, gerekli gıdasını alır.

Bu arada hücreler bölünerek çoğalırlar, organlar gelişmeye başlar. Bir süre sonra milyonlarca hücre meydana gelir. Bu yeni hücre toplulukları da diğerlerinden ayrı hususiyetler taşırlar. Bir kısmı kemik hücreleri, bir kısmı kas, bir kısmı deri, bir kısmı sinir hücreleridir. Her hücre kendi çalışma sahasını bilir, hiçbirisi yerlerini şaşırmaz. Bir tek organın içerisinde birçok hücre çeşitleri rol oynar.

Bunca farklı hücreleri ihtiva eden ilk hücre bölünmesi ve çoğalması nasıl mümkün oluyor? Bir tek hücre bunca farklı hüviyete sahip hücreleri nasıl üstünde taşıyor? Nasıl oldu da tek hücreden meydana gelen diğer hücreler, kemik, kıkırdak, göz, kulak gibi yerlerde vazife aldılar? İnsanın gören gözü, işiten kulağı, koku alan burnu, konuşan dili oldular?

Nitekim Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:

"Rahimlerde sizi dilediği gibi şekillendiren O'dur." (Âl-i imran: 6)

O'nun verdiği bu şekiller düşünenlerin akıllarını hayretten hayrete götürmektedir. O hangi sureti dilerse o surete büründürür.

Her şeye ihtimamla bir şekil ve hususiyet veren, düzenleyip en güzel bir biçimde tertip eden, güzelliğinin kemalini gösteren O'dur.

Hep O, hep O'ndan...

"Rahimlerde olanı O bilir." (Lokman: 34)

İnsanlar onu bilmese de o olacaktır.

"Sizi daha topraktan yarattığı zaman ve henüz analarınızın karınlarında ceninler halinde iken sizi en iyi bilen O'dur." (Necm: 32)

Ceninin oradaki halini bilen Allah'a hiçbir şey gizli kalmaz. Kullarının her halini bilir ve hükmünü ona göre verir.

"Kendinizi beğenip temize çıkarmayın." (Necm: 32)

Kendinizi günahsız, kusursuz ve tertemiz kabul ederek öğünmeyin. Farkında olmadan birçok kusurunuz olabilir.

"Çünkü O, kötülükten sakınanı daha iyi bilir." (Necm: 32)

İyiler de kötüler de gün gelecek Hakk'ın huzurunda seçileceklerdir.

Allah-u Teâlâ ana rahmindeki ceninin gerek dünyevî gerekse uhrevî bütün mukadderâtını bilir. O'nun bilgisi dışında hiçbir şey yoktur.

Âyet-i kerime'sinde:

"Yaratan bilmez olur mu hiç" buyuruyor. (Mülk: 14)

Kullarının bütün sırlarına vakıftır. Hiçbir şey O'nun ilminden uzak kalmaz. Mahlukunda herhangi bir hadise meydana gelir de onu yaratan bilmez olur mu?

"O Lâtif'tir, Habîr'dir." (Mülk: 14)

En ince işleri yapar, bütün işlerin inceliklerini ve içyüzünü bilir, her şeyden haberdardır.

"O'nun bilgisi olmadan hiçbir dişi hamile kalamaz ve doğuramaz." (Fâtır: 11)

Yeryüzündeki bütün dişi yaratıkların neye hamile kaldıklarını kuşatan bir ilme sahip olan Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'nin devamında şöyle buyurmaktadır:

"Ömrü uzayanın ömrünün uzaması, ömrü kısalanın ömrünün kısalması kitapta yazılmıştır." (Fâtır: 11)

Ömrünün uzaması veya kısalması muhtelif sebeplerle olur. Meselâ Levh-i mahfuzda "Filân kimse şu hayırlı işi yaparsa ömrü altmış, eğer o işi yapmazsa kırkbeş sene olacağı" yazılıdır. Fakat bu sebeplere nispetle uzama veya kısalma olması, kullara göredir. Yoksa ilm-i İlâhi'ye göre değildir. Çünkü ilm-i İlâhi'de değişme olmaz.

"Şüphesiz ki bu da Allah'a göre çok kolaydır." (Fâtır: 11)

Çünkü Allah-u Teâlâ fâil-i mutlaktır, vasıtalara muhtaç değildir. Kullarının hayrına olarak her hususta birçok sebepler ve vasıtalar yaratmıştır.

Ceninin nüvesi mesabesinde olan nutfe, ana rahmine geldiğinde mukadderatı ile beraber geliyor.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadırlar:

"Sizin her birinizin yaratılışı ana rahminde NUTFE olarak kırk gün derlenir toplanır.

Sonra o kadar zamanda pıhtılaşmış kan ALEKA olur.

Sonra yine kırk günde et parçası MUDĞA olur.

Daha sonra Allah-u Teâlâ bir melek gönderir ve o ceninin neler yapacağını, rızkını, ecelini, şâki mi sâid mi olacağını yazması o meleğe emrolunur. Bundan sonra cenine ruh üfürülür. ( Buhâri. Tecrîd-i sârih: 1324 )

 

5. Kemikler:

"O mudğayı da kemikler haline çevirdik." (Müminun: 14)

Ceninde et hücrelerinden önce kemik hücreleri teşekkül eder. Önce kemikten daha şeffaf olan kıkırdak hasıl olur. Üçüncü ayda şakak ve burun kemikleri belirmeye başlar.

İnsan iskeletinde irili ufaklı 206 kemik bulunur. Bu kemikler birbirlerine mafsallarla bağlı olup, hareketlerini kaslar temin eder.

Biçimlerine göre uzun ve kısa, yassı ve düzensiz kemikler olmak üzere dörde ayrılır. Bulundukları yere göre; baş, gövde, üstyan, altyan kemikleri diye isim alırlar. 206 kemiğin 29'u başta, 51'i gövdede, 64'ü üstyanda 62'si altyanda bulunur.

İskelet parça parça kemiklerden teşekkül ettiği için, böylelikle her parça kolaylıkla ve rahatça hareket etme imkânı bulur.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Kemiklere bak! Onları nasıl biraraya getirip yerli yerine koyuyor ve sonra da onlara et giydiriyoruz." (Bakara: 259)

O kemikler nelerden ve nerelerden çıkıp gelerek düzenine giriyor, etler nasıl meydana geliyor, kemikleri kim sarıyor?

"İnsan, kemiklerini toplayamayacağımızı mı sanıyor?" (Kıyamet: 3)

Ne lâtif hikmettir ki, yumurtanın kabuğu tavuğun karnında iken yumuşak olup dışarıya çıkınca sertleştiği gibi; kemikler de rahimde iken yumuşak, çocuk doğduktan sonra katılaşacak bir halde yaratılmıştır.

 

6. Et:

"O kemiklere de et giydirdik." (Müminun: 14)

Yavrunun iskeleti bütünüyle belirdikten sonra et hücrelerinin teşekkülü başlar.

El, ayak, kafa, kol gibi dış organlarının yanı sıra, birbiri içine geçmiş vücud mekanizması ortaya çıkar. Hepsi de aynı hücreden meydana geldiği halde ilâhi kudret eliyle;

Kas sistemi,

Solunum sistemi,

Dolaşım sistemi,

Sindirim sistemi,

Salgı ve boşaltım sistemleri bir bir teşekkül eder.

Beyin,

Kalp,

Mide,

Akciğer,

Karaciğer,

Böbrek... gibi en hassas organlar husule gelir.

Deri bütün vücudu kaplar.

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:

"Ey insan! Engin kerem sahibi olan Rabb'ine karşı seni aldatan nedir?" (İnfitar: 6)

Rabb'inin ihsanına isyanla, sana olan merhametine taşkınlıkla nasıl karşılık verdin?

"O Allah ki, seni yoktan yarattı, düzenledi, ölçülü bir biçim verdi. Dilediği şekilde seni terkip etti." (İnfitar: 7-8)

Allah-u Teâlâ insanı her uzvu yerli yerince ve en mükemmel bir tarzda, en güzel bir şekilde yaratmıştır. Hangi uzuv nereye yarayacaksa ona uygun biçimde düzgün yapmış, herbirini birçok faydalar sağlayacak şekilde düzenlemiştir. Onun yaratıcı gücü bütün uzuvlarda mucizevî bir şekilde kendini gösterir.

İnsanın şekline, biçimine ve uzuvlarının uygunluğuna bakıp düşünen kimse, insanın şeklinin, diğer canlılara nispetle en güzel şekil olduğunu anlar.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Size suret verip, suretlerinizi de en güzel şekilde yapmıştır." (Teğabün: 3)

Bütün yaratıkların içinde sizi ayrı şekil ve suret ile tasvir edip insan biçimine koymuştur.

İnsanın bütün uzuvlarında harikulâde ince sanatlar vardır.

Kulağın bir kısmını teşkil eden orta kulak, dört yüz kadar gayet ince, düğümlenmiş vaziyette kıvrımdan meydana gelmiştir. İnce esen rüzgâra kadar ses titreşimlerini toplar ve merkeze nakleder.

Göz, ışığını almak üzere yüz otuz milyon sinir uçlarından meydana gelmiştir.

Dil, dokuz bin kadar tad alma hücreleri ve sinirleri vasıtasıyla aldıkları tesirleri beyne ulaştırır.

Fakat hiç şüphesiz ki insana Allah-u Teâlâ'nın en büyük lütfu ruh vermesidir. Beden o ruh sayesinde ayakta durur. Kâinatın güzelliklerini, Yaratıcı'nın kemalini idrak eder.

Bundan dolayıdır ki Allah-u Teâlâ ona "Ey insan!" diye hitapta bulunmuştur.

 

7. Ruh:

"Daha sonra onu bambaşka bir yaratılışla inşâ ettik." (Müminun: 14)

Bu merhalede yavruya ruh verilmektedir. Cansız iken canlı oldu. Uzuvlarından her biri son derece güzel ve hikmetli bir şekilde yerli yerine kondu. Ondaki bu güzellikleri kimse anlatamaz.

"Şekil verenlerin en güzeli olan Allah'ın şânı ne yücedir." (Müminun: 14)

Bu beyan, Allah-u Teâlâ'nın yaratıcılığındaki mutlak güzelliği ifade etmektedir. Yarattığı her bir şeyde güzellik ve eşsiz sağlamlık tecelli etmektedir.

Her şeyi nizam ve intizam içinde yoktan var eden O'dur. Her güzelliğin, her tekâmülün ilk numunesi O'nundur.

Açık bir göz, uyanık bir kalp bütün bu varlık âleminde güzeli ve güzelliği görür. Gördüklerinin güzelliğini şuurla kavrar.

Allâh-u Teâlâ bu şekil verdiği balçığa kendi ruhundan üfürmüş ve en güzel bir şekilde insan varlığını meydana getirmiştir.

Nitekim Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:

"O Allah ki, yarattığı her şeyi güzel yapan, yaratmaya da çamurdan başlayandır." (Secde: 7)

Her şey güzel yaratılmıştır. Çünkü her bir şey, hikmetin gereği ne ise o şekilde düzenlenmiştir. Gül güzel olduğu gibi dikeni de güzeldir.

Güzel yaratışının bir numunesi de insanı çamurdan yaratmaya başlamasıdır.

"Sonra O, bunun zürriyetini kerih bir sudan meydana gelen nutfeden yapmıştır." (Secde: 8)

Zayıf ve bayağı birer su katrelerinden, görüldüğü üzere o kadar mükemmel insanlar teşekkül etmiş oldu.

"Sonra onu düzeltip tamamladı." (Secde: 9)

Ana rahminde iken bütün uzuvlarını kemale erdirip, gerektiği biçimde şekiller verdi.

"İçine ruhundan üfürdü." (Secde: 9)

Allah-u Teâlâ insana kendi ruhundan üfürmekle hayat vermiş ve büyük bir şeref bahşetmiştir. Böylece insanda hayat fiilen başlamış oldu.

"De ki: Sizi yaratan, size kulaklar, gözler, gönüller veren O'dur." (Mülk: 23)

Allah-u Teâlâ kulağı, gözleri ve kalbi tertip üzere zikretmiştir ki; önce Hakk'ı işitsin, sonra işittiğini gözüyle görsün, gördüğü şeyleri kalbiyle tefekkür etsin.

Bunların her biri ne büyük birer ihsan-ı ilâhîdir!

"Ne az şükrediyorsunuz!" (Mülk: 23)

Size bağışladığı bu nimetlere şükrünüz ne kadar azdır!

Allah-u Teâlâ'nın yaratılışını tamamlamayı murad ettikleri, doğum zamanı kadar rahimlerde karar kılarlar.

"Dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde durdururuz." (Hacc: 5)

Rahimlerdeki bazı yavrular zamanından önce düştüğü halde, diğer bazıları ise ezelde takdir edilmiş bir hamilelik müddeti kadar orada durur. Allah-u Teâlâ dilediğine hayat vermektedir.

Nihayet günü gelince 280 gün sonra fevkalâde bir bebek olarak dünyaya gelir.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Sonra sizi bir bebek olarak çıkarırız." (Hacc: 5)

Sonra Allah-u Teâlâ ona yavaş yavaş güç verir, lütfunu ihsan eder, gece ve gündüz ana-babasının ona şefkatli olmasını sağlar.

Artık bu merhaleden itibaren daha önce cansız iken canlı, konuşmaz iken konuşan, duymaz iken duyan, görmez iken gören bir varlık olmuştur.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Biz insanı zorluklar içinde yarattık." (Beled: 4)

İnsanın aslı olan bir damla kerih suyu Cenâb-ı Hakk takdir toprağı ile karıştırdı, hüküm tohumunu attı, hayat suyu ile fırlattı, "Ol!..." dedi ve oldu. Diğerleri hep teferruattan ibarettir. Biz ise "Çocuk oldu!" deyip geçiyoruz. Herkes kabuğu görür, özü gören azdır.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Hiç şüphe yok ki, İsa'nın babasız dünyaya gelişi de Allah nezdinde Âdem'in durumu gibidir." (Âl-i imran: 59)

Garip karşılanabilecek bir hadise, daha da garipsenecek olana benzetilmiş, böylece şüphe sebebi ortadan kaldırılmıştır. Babasız ve annesiz yaratılmak, sadece babasız yaratılmaktan daha büyük bir hârikulâdeliktir.

"Allah onu (Âdem'i) topraktan yarattı, sonra ona 'Ol!..' dedi, o da canlanıp oluverdi."(Âl-i imran: 59)

O bir şey için sadece bir tek emir verir, bu emrin tekrarına ihtiyaç yoktur. "Ol!" dediği şey kaçınılmaz olarak varolur.

Âdem Aleyhisselâm'ın cesedini önce çamurdan şekillendirip sonra ruhunu verdiğine işaret için Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime'sinde önce yaratarak sonra da "Kün!" deyip "Ol!" emri üzerine tamamiyle bir insan olup vücut bulduğunu beyan buyurmaktadır.

Bütün insanlar dünyaya bu şekilde gelmişler, hâlâ da gelmektedirler.

İnsanın yaratılışındaki değişik merhalelerin olması, Allah-u Teâlâ'nın tek gerçek olması dolayısıyladır.

Allah-u Teâlâ öldükten sonra dirilip ikinci hayata kalkma hakkında şüphe edenlere, ilk yaratılışlarını müşahhas bir delil olarak önlerine koyuyor ve buyuruyor ki:

"Ey insanlar! Eğer öldükten sonra tekrar dirilmekten şüphede iseniz, gerçek şu ki; biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra pıhtılaşmış kandan, sonra yapısı belli belirsiz bir çiğnem etten yarattık. Ki size kudret ve hikmetimizi açıkca gösterelim." (Hacc: 5)

Ölüyü diriltmek, hayatı olmayan şeye hayat vermek demek olduğuna göre, cansız topraktan bir canlıyı yaratmak, bir ölüyü diriltmekten daha fazla bir gücün olmasını gerektirdiğinde hiç şüphe yoktur.

Bu merhaleli yaratılış ile güç ve kudretinin, azamet ve ululuğunun ne kadar mükemmel olduğunu, insanları önce topraktan sonra bir nutfeden yaratmaya kadir olanın tekrar onu yaratmaya kadir olduğunu açıkca göstermeyi murad etmiştir. Halbuki görünüşte toprak ile nutfe arasında herhangi bir münasebet yoktur. Nutfeden sonra onu bir aleka ve bir çiğnem et haline getirmiştir. Aleka ve çiğnem eti kemiğe dönüştürmüştür. İşte insanları bu şekilde tedrici olarak yaratmakla kudretinin ve hikmetinin sırlarını göstermiştir.

Bu yaratılış merhalelerini göz önünde bulunduran ve üzerinde ciddi bir şekilde düşünen kimse, o yaratıcı kudretin ölüleri tekrar diriltebileceği hususunda hiç şüphe etmez.

 

Kâinatın Hülâsası İnsan:

İnsanı ne güzel yarattı ve onu nâmütenâhi nimetlerle donattı. İnsan kâinâtın hülâsası; arzın ve melekûtun, ceberut ve lâhutun özü ve mânâsıdır. Zira mufassal olarak yaratılmış ne ki varsa, hülâsa olarak insanda mevcuttur.

Hazret-i Ali -kerremallahu veche- Efendimiz bunu şöyle ifâde ediyor:

"Devân sendedir bilmezsin

Derdin de sendendir görmezsin

Sen kendini küçücük bir cirim zannedersin

Halbuki bütün âlemler sende dürülmüştür (de bilmezsin)"

İnsanın yaratılışında sayılamayacak kadar çok ince sanatlar, garip hikmetler, çeşit çeşit ziynetler vardır.

Meselâ:

İnsanın bedeni yeryüzüne benzer. Damarlarda akan kan olduğu gibi, yeryüzünün vâdilerinde akarsular vardır. Bedende acı kulak pınarı, gözde burunda ve ağızda tadları değişik pınarlar olduğu gibi; yeryüzünde de tadları değişik su menbâları vardır. İnsandaki saç ve kıllara misal yeryüzündeki ağaç ve bitkilerdir.

İnsanın neşe ve sevinci gündüze, üzüntüsü geceye, ferahlığı açık havaya, sıkıntısı buluta, sesi gök gürlemesine, gülmesi şimşeğe, ağlaması yağmura, nefes alıp-vermesi rüzgâra benzer.

İnsanın ahlâkı da çeşitli hayvanların numune ve benzeridir. Hilekârlığı tilkiye, bahilliği fareye, herkese saldırması köpeğe, nankörlüğü kediye, inatçılığı keçiye, düşmanlığı yılana... benzer.

İnsanın düşünce ve hatıralarına misal, berzah âlemidir. Kalbi ve ruhuna misal melekût âlemidir.

Dış âlemde bulunan her şey insan âleminde bulunanların numunesidir.

 

HALDEN HALE GEÇİŞ

Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde insanların çeşitli hayat safhaları geçireceklerini beyan buyurmaktadır:

"Ki, şüphesiz siz tabakadan tabakaya (halden hale) geçeceksiniz." (İnşikak: 19)

Kur'an-ı kerim bu safhaların belli başlıları olan çocukluk, gençlik ve ihtiyarlık çağlarına temas etmektedir.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Sonra sizi bir bebek olarak dünyaya çıkarıyor. Sonra güçlü kuvvetli bir çağa erişiyorsunuz." (Mümin: 67)

Bünyeniz gelişir, güçlü kuvvetli olur. Aklınızın fikrinizin kuvvet bulacağı bir döneme girersiniz.

"Sonra da yaşlanıp ihtiyarlıyorsunuz." (Mümin: 67)

İnsan vücudundaki kıllar ağarınca artık o kimse yaşlanmıştır.

"Kiminiz daha önce vefat ettirilirsiniz." (Mümin: 67)

Ergenlik çağına geldikten sonra, en güçlü çağa erişmeden gençliğinin baharında ölür.

"Kiminiz ömrünün en kötü çağına, yaşlılık devresine ulaştırılır, bilirken bir şey bilmez olur." (Hacc: 5)

Birisini öğrenirken diğerini unutur, tanıdığını tanımaz olur, gücü yettiğini yapamaz hale gelir.

"Kiminiz de belli bir süreye ulaşırsınız." (Mümin: 67)

Her şahıs için tayin edilmiş olan vakte yani ölüme ulaşmanız için yaşatır.

"Belki artık düşünürsünüz?" (Mümin: 67)

Bir dönemden diğerine geçişinizde mevcut olan ibretleri kavrarsınız. İman eder, ibadet eder, teslim olursunuz.

Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde insanın nutfeden yaratılan güçsüz bir varlık iken safha safha nasıl güçlenip bambaşka bir varlık olarak ortaya çıktığını, yaratılışındaki merhalelerde bir halden başka bir hale geçip durduğunu beyan buyurmaktadır:

"Allah sizi oldukça güçsüz (bir madde)den yarattı." (Rum: 54)

Bir damla kerih sudan yaratılmıştır. Ana rahminde küçücük bir cenin iken güçsüz bir canlıdır. Dünyaya gelince güçsüzdür, çocukluk çağında güçsüzdür. Tâ ki delikanlı oluncaya kadar.

"Güçsüzlükten sonra kuvvetli kıldı." (Rum: 54)

Gerek vücut yapısı, gerekse akli ve ruhi yapısı itibarıyla Allah-u Teâlâ onu güçlü kılmıştır:

"Sonra o kuvvetin ardından da zayıflık ve ihtiyarlık verdi." (Rum: 54)

Yaşayan her insan ömrü oldukça bu merhaleden geçer. Bünyesi zayıflar. Şekli ve sureti değişir. Cinsi kudreti her geçen gün azalır ve bir gün kesilmeye yüz tutar. Zihin kabiliyeti yavaş yavaş gerilemeye başlar. Yaşlılığın yıpranmışlığını durdurmak mümkün değildir.

"Biz kime uzun ömür verirsek, onun yaratılışını başaşağı çeviririz." (Yâsin: 68)

Gençliğinin aksine olarak günden güne kuvvetten düşürüp zayıflığını artırır, ölüme doğru yürütürüz.

Bazı kişiler çok uzun bir ömürden sonra dünyaya gelişlerinin ilk safhasına döndürülürler. Buna iyice bunama dönemi denir. Bebekliğinde olduğu gibi bir şey bilmez duruma gelir.

"Hâlâ akıllarını kullanmıyorlar mı?" (Yâsin: 68)

Ne kadar yanlış düşünce! Ne büyük gaflet!

"Sizden kimi ömrünün en fena ve en sevilmeyen noktasına itilir ki (o devrede artık) bildiğini bilmez olur." (Nahl: 70)

Bu da çok yaşlanıp bunaklık döneminin başladığı zamandır. Bütün duygularını yitirir, kendisine bile bakamayacak hale gelir. Bu durumun ise belli bir yaşı yoktur. Bazen altmış yaşında bile bu duruma girilebilir.

"Şüphesiz ki Allah bilendir, her şeye gücü yeter." (Nahl: 70)

Dilediği kulunu daha genç yaşta iken alır, dilediği kulunu daha çok yaşatır. Hikmet neyi iktiza ediyorsa onu yapar.

Güçsüzlük, zayıflık, kuvvet, gençlik ve ihtiyarlık hallerinden;

"O dilediğini yaratır. O bilendir, kudret sahibidir." (Rum: 54)

Bütün bu olanların yegâne müsebbibi Allah-u Teâlâ'dır, O'nun ezeli iradesidir.

İnsanlar bu safhaları kendi gözleri ile müşahede edip durmaktadırlar. Bu gelişme ve dönemler tesadüflerin bir eseri olmuş olsaydı, çoktan başka tesadüflerle yön değiştirirdi. Böylece ne düzen, ne denge ne de istikrar kalırdı.

Bütün bu merhalelerin sonu ise ölümdür. İnsanlar böyle en güzel bir kıvam ile yaratılmış olduklarından dolayı kendilerini her murada ermiş zannetmemelidirler.

"Sonra siz bunun arkasından hiç şüphesiz ki öleceksiniz." (Müminun: 15)

Ölüm insanın kemal merhalelerinden bir merhaledir, dünya ile ahiret arasında bir köprüdür, son değildir.

"Allah sizi yarattı, sonra sizi vefat ettirecek." (Nahl: 70)

Takdir edilen süreniz sona erince sizi alacak.

"Siz O'na döndürüleceksiniz." (Zuhruf: 85)

Herkese yaptığının karşılığını verecektir.

"Sonra siz kıyamet günü muhakkak diriltileceksiniz." (Müminun: 16)

Kazananlar için, aynı merhalenin devamı olan "Öldükten sonra dirilme" safhasında mükemmel bir hayat başlar.


  Önceki Sonraki  

Diğer Yazıları
TÜM YAZILAR