Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
TASAVVUF'UN ASLI HAKİKAT VE MARİFETULLAH İNCİLERİ - Fenâfillâh'ın Sırrı - Ömer Öngüt
Fenâfillâh'ın Sırrı
TASAVVUF'UN ASLI HAKİKAT VE MARİFETULLAH İNCİLERİ
Dizi Yazı - Tasavvuf
1 Ekim 2014

 

TASAVVUF'UN ASLI
HAKİKAT VE MARİFETULLAH İNCİLERİ

Tasavvufî Bahisler (2)

Mahviyet

 

Fenâfillâh'ın Sırrı:

Hazret-i Allah'ın yarattığı hılkiyetin bir damla kerih sudur. Bu bir damla pisliğin yuvarlandığını gördüğün zaman, hılkiyetini görmüş olursun. Amma o göz senin değildir. Allah-u Teâlâ'nın lütuf nurudur.

O bir damlanın içinde Âyân-ı sâbite denilen bir zerre var. Bütün hılkiyatını, mukadderâtını bu zerrenin içinde dürmüştür. Her zerrede olduğu gibi, bu zerrede de ulûhiyet sırları mevcuttur.

Allah-u Teâlâ lütfu ile tecelli edip, o bir zerre de mahvolunca;

"O'nun zâtından başka her şey helâk olucudur." (Kasas: 88)

Âyet-i kerime'sinin tecellisine mazhar olur o kimse. İşte Fenâfillâh'ın sırrı budur.

İnsan hep "Ben, ben, ben!..." der, varlık toplar; ehl-i hakikat da varlık dağıtmaya başlar, dağıta dağıta, en son o bir zerreyi de dağıtır, o bir zerre de ondan giderse, işte bu arzettiğimiz Âyet-i kerime tecelli eder.

Bu hale gelmek için, bu noktaya ermek için her velinin Allah-u Teâlâ'ya karşı bir niyazı ve münacâtı vardır.

Nitekim İbrahim Hakkı -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

"Kul olan neylesin mal ile câhı
Yetmez mi bulduk da senin gibi şâhı
Hakkı'ya nasip eyle fenâfillahı
Ölmeden evvel ölenlerden eyle."

Bunlar Allah-u Teâlâ'nın has kulları olduğu için bu haller husule geliyor.

Ve şu Hadis-i kudsî'ye dikkat edin:

"İhlâs sırlarımdan bir sırdır. Onu kullarımdan sevdiklerimin kalbine koyarım. Melek yazmak için, şeytan ifsad etmek için ona muttali olamaz."

Bunlar Allah-u Teâlâ'nın esrar odasıdır, Allah-u Teâlâ esrarını bunlara vermiştir.

Melek bile O'nun verdiği ilme muttali olamıyor, nerede kaldı ki benibeşer!

Bunun da sırrı, çünkü Allah-u Teâlâ dilediği kulunu zâtına seçer ve çeker.

 

Bekâbillâh'ın Sırrı:

Fenâfillâh'ın öz mânâsı; Hakk'ı bilmek.

Bekâbillâh ise; Hakk'ı bulmak, Hakk ile olmaktır.

"Ben zannediyorum ben benim, meğer O imiş." Bunu görünce kendisini görmez. Meğer her şey Hakk ile kaim imiş. Bunu görür ve bilir. Bu bir velinin en son çıkarıldığı bir makamdır.

Bu makamın Âyet-i kerime'sine gelince, Allah-u Teâlâ buyurur ki:

"Yeryüzünde bulunan her şey fenâ bulacak, ancak azamet ve ikram sahibi olan Rabb'inin vechi bâki kalacak." (Rahman: 26-27)

Burası "Sıddıkiyet makamı"dır.

 

Mahviyet:

Mahviyet mevzuları sık sık geçiyor. Nefsin acizliğinden, insanın değersiz bir mahlûk olduğundan bahsediliyor.

Bu sizin tuhafınıza gitmesin. İşleyen bir motor toz tutmadığı gibi, bunları daima mevzu etmekle, gönül ister ki nefsin üzerine toz konmasın. Toz konsa tozu bile benimsemeye çalışır. Acizliğimizi unutmama, varlıktan benlikten uzaklaşma hâli üzerimizde devamlı kalsın istiyoruz. Toz kadar bir nesne dahi varlık verir. Bir toz konar, onu kaldırmazsan bir toz daha, bir toz daha konar, derken kalp örtülür ve hakikatın kapanmasına sebep olur.

Allah-u Teâlâ bu kölesine mahviyeti sevdirdiği için, bütün kardeşlere mahviyet basamağından yol vermeye çalışıyoruz. Başkalarında bu basamak olmadığından, bu işlerle alâkası da olmuyor. Allah-u Teâlâ'nın ihsan ettiği kullara âittir. Verilme iledir, öğrenmekle değildir.

İnsan kendisini boş bir kutudan farksız olarak görmedikçe hiçbir zaman hakikata ulaşamaz.

Mevlâ ne ki sermaye koyarsa kişide o vardır. O'nun koyduğu sermaye cevherdir, o cevherle çok şeyler satın alınır, sermaye kadar icraat yapılır. Biz koyarsak mangırdır, mangırla hiçbir şey satın alınmaz.

"Mahviyet, mahviyet..." demenin asıl sırrı şudur ki; Allah-u Teâlâ bir kulunu sevip, kendisine yaklaştırmışsa, o kul Allah-u Teâlâ'dan çok korkar. O kadar korkar ki, mahlûkatın en aşağı derecesine inmek ister. Orada mahvolmuştur. Mahviyetin ismi oradan geliyor.

O korkunun tarifine imkân yoktur. Hadd-i zâtında o da O'nun, oraya indiren de O. Bir insanın Allah-u Teâlâ'ya çok sığınması ve nefsinden de çok korkması lâzımdır. Nefsin kendini beğenmesi en büyük tehlikedir. Kişiyi uçurumun kenarına getiren kendi varlığıdır.

Şah-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerimiz:

"Ben değersiz bir mahlûkum." buyururlar.

Bu öyle ince bir sırdır ki, iniş hâllerine göre beyan etmişlerdir. Bunlar hep Hazret-i Allah'ın azametine karşı iniş hâllerinin icraatıdır.

Varlık peşinde koşan Var'a ulaşamaz. Bir insan hayatının o anına kadar topladığı varlıkları dağıtıp, kendisinin hiç olduğunu öğrenecek ki var edeni bulabilsin. Bize en çok sevdirilen mahviyettir. En çok kaçtığımız şey de varlıktır.

Herkes yukarıya çıkmaya çalışırken, bir gaye ve bir maksat peşinde koşarken, biz ise fenâ üzerinde iniş yapıyoruz. Pirân-ı izam Efendilerimiz'in bulunduğu ve yürüdüğü yol bu oluyor. Hep bu yoldan yürümüşler ve aynı hedefe varmışlar. Hepsi orada bulunurlar. O nokta varlık yeri, post makamı değildir, kulluk makamıdır. Orada hiçbir dâvâ yoktur, onlarda başka arzu yaşamaz. O hedef yalnız O'nu arzu edenlerin hedefidir.

Bâtınî yönden illâ terakki etmek lâzım ki, nefis kendini beğenmesin.

Allah-u Teâlâ'nın lütfettiği kimselere; varlık taslamak, üzerinde fazilet toplamak çok abes gelir. O'nun malı ile O'na karşı övünmek çok gülünçtür. Bu muazzam varlık sahibimizin. Her lütuf O'nun, her lütuf O'ndan. O verdi, daha sonra da alacak.

İnsan her şeyin O'nun ve O'ndan olduğunu bildikten sonra kendisinin basit ve değersiz bir mahlûk olduğunu görmeye başlar. Bunu böyle gördükten sonra Rabb'imize o nispette sığınmamız icabeder. Kendisine sığınanı Allah-u Teâlâ çok sever. Nefsine pâye verenleri de hiç sevmez.

Bu yol mahviyetle kaimdir. Varlık, benlik peşinde koşan Var'a ulaşamaz. Tutulmak ve kurtulmak için mahviyet şarttır.

Allah ehli tevazu ve mahviyete değer verir. Şeytan ehli kibir ve varlığa değer verir. Bu anahtar elinde oldukça herkesi ölçersin. Tutunma yeri tevazu ve mahviyettir, kayma yeri kibir ve kendini beğenmektir.

İhvan daima mütevazi olmalı, yoluna bakmalı, aleme bakmamalı. Sana ihsan ettiği nimetin şükrünü eda et ve yoluna bak.

İnsan mânevi yolda tahtı terbiye gördükçe varlığı yavaş yavaş alınır. Aşağıya iner iner ve hükümsüz kalır. Hüküm O'dur, O'nundur der.

Kafkasyalı Hacı Yunus Efendi vardı; Allah rahmet eylesin, komşumuzdu, mütevazi, halim selim bir Hocaefendi idi. 25-30 yaşlarındayım. Bir gün öğlen vakti evden çıkarken karşılaştık. "Ben de sizi bekliyordum." dedi. "Buyurun Hocaefendi!". "Kitap okurken gözüme bir Hadis-i şerif ilişti. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: 'Cebrâil Aleyhisselâm'ı gördüm. Kâbe-i Muazzama'nın örtüsüne yapışmış paçavra şeklinde idi.' buyuruyorlar. İlmim, hilmim, aklım, fikrim, dimağım durdu, bir türlü içinden çıkamadım. Bunun mânâsını bilse bilse siz bilirsiniz diye düşündüm. Onun için bekliyordum." dedi. Kimbilir ne kadar beklemiş. O anda 80-85 yaşlarında, böyle muhterem ve âlim bir zâtın, itimat edip bu hususu sormasıyla Allah-u Teâlâ şu bilgiyi ihsan buyurdu:

"Hocaefendi bu çok kolay dedik. Cebrâil Aleyhisselâm o anda münâcaatta idi. Azâmet-i ilâhî karşısında o derece ifnâ olmuştu ki, kendisini bir paçavra haline koymuştu ve o şekilde niyaz ediyordu. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de fotoğrafını çekiverdi."

Hocaefendi bu cevaba pek memnun kaldı. "Hah buldum! Allah râzı olsun!" dedi ve gitti. Halbuki Allah-u Teâlâ Cebrâil Aleyhisselâm'a öyle bir azamet vermişti ki, Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kendisine peygamberlik verildiği sırada ufku kaplayan altı yüz kanadını açmış olduğu halde aslî suretinde gördü. Bu ilk görüşünde çok korktu ve titreye titreye hane-i saâdetine geldi.

Allah-u Teâlâ ona bu azameti lütfettiği halde, o ise azâmet-i ilâhi karşısında kendisini bir paçavra yerine koyarak münâcaatını öylece yapıyordu. Cebrâil Aleyhisselâm'ı paçavra olarak Kabe'nin duvarına yapıştırdıysa, bu fakiri de yerin paçavrası yapmıştır, yere yapışmışızdır. O'na öyle iltica ederiz.

Fakat size bunun ruhunu anlatmak için bu mevzuyu açıyorum. Bunun ruhu açılmış değil. Nedir? Azâmet-i ilâhiye'nin karşısında Cebrâil Aleyhisselâm kendisini bir paçavra şekline koymuştu, paçavra şeklinde münacaatta bulunuyordu. Peki şimdi bir sual sorsa, sen bunu nereden bildin. Asıl bunun ruhu burası.

Ben o zaman bunun tahsilini, mahviyet tahsilini görüyordum, o hâl ile halleniyordum. Ben yerin paçavrasıyım. Cebrâil Aleyhisselâm Kabe-i Muazzama'nın paçavrası idi. Ben o zaman yerin paçavrasıyım. Onun için gayet rahat cevap verdik. Çünkü o gün, o hiçlik tahsilini görüyordum.

Azâmet-i ilâhiye karşısında ben zerre olarak secde ederim, adam olarak değil. Ama siz adam olarak secde ediyorsunuz değil mi? Ben zerre olarak secde ederim, beni bağışlamasını dilerim ve imanla göçmek için niyaz ederim. Benim O'nunla ilgim böyledir.

Bazen kendimi bir rozet gibi görürüm. Çünkü O'nun ihsanını, O'nun ikramını yani hep O'ndan olduğunu bildiğim ve gördüğüm için kendimi bir rozet gibi görüyorum. Ama siz bir iş yaptığınızı zannedersiniz de O'nun ve O'ndan olduğunu bilmezsiniz. Kaydığınız nokta burasıdır. Bazen kendimi bir balık pulu, bazen bir çomak gibi görürüm. Hülâsa O'nu gördükten sonra kendimi nasıl kaybedeceğimi, ne halden ne hale gireceğimi bilmem. Cebrâil Aleyhisselâm "Namus-u Ekber" olduğu halde azâmet-i ilâhiye'nin karşısında kendisini bir paçavra haline getirdi. Siz neredesiniz şimdi? Boşluğumuz çok, Allah'ım doldursun.


  Önceki Sonraki