Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
TASAVVUF'UN ASLI HAKİKAT VE MARİFETULLAH İNCİLERİ - Kur'an-ı Kerim'den İşaretler İlâhî Beyanlar (3) - Ömer Öngüt
Kur'an-ı Kerim'den İşaretler İlâhî Beyanlar (3)
TASAVVUF'UN ASLI HAKİKAT VE MARİFETULLAH İNCİLERİ
Dizi Yazı - Tasavvuf
1 Mart 2014

 

TASAVVUF'UN ASLI
HAKİKAT VE MARİFETULLAH İNCİLERİ

MARİFETULLAH EHLİ ve MARİFETULLAH İLMİ (7)

Kur'an-ı Kerim'den İşaretler İlâhî Beyanlar (3)

 

Âyet-i Kerime (7):

Bir insanın gerçekten bütün kalbi ihlâsla, kalb-i selim ile Allah-u Teâlâ'ya yöneldiği zaman, O dilerse birçok esrârını ona duyurur.

Nitekim Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"İnsana bilmediği şeyleri O tâlim eyledi." (Alâk: 5)

Bu ilâhî beyandan anlaşılıyor ki, bu hakikatler ve bu esrâr ancak Allah-u Teâlâ'nın öğretmesi ve göstermesi ile bilinir, O'nun duyurması ile kaimdir. Hem bildirir, hem gösterir.

Allah-u Teâlâ onları Âyet-i kerime'sinde şöyle vasıflandırmıştır:

"Allah o kimselerle beraberdir ki, onlar takvâ sahibidirler ve onlar öyle kimselerdir ki muhsinler vasfını almışlardır." (Nahl: 128)

Allah-u Teâlâ kiminle beraber olursa, o kimse en büyük saâdete ermiştir.

Bu gibi kimselerin gerçek velisi Allah-u Teâlâ'dır, bu hususi bir beraberliğin ifadesidir. Sevdiği ve seçtiği bu kullarına dilediği şekilde tecelli eder ve onları vazifedar kılar. Her birisini ayrı ayrı vazifelerle göndermiştir.

Onlar o kimselerdir ki, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz onları şöyle tarif buyuruyor:

"Allah bu ümmetten bir âlimi alırsa, bu İslâm'da açılan bir gedik olur ve kıyamete kadar onun boşluğu kapanmaz." (Deylemî)

Niçin o boşluk kapanmıyor? Allah-u Teâlâ her gönderdiği kuluna ayrı ayrı vazifeler veriyor. Vazifeler verdiği gibi tecelliyatları da ayrı ayrıdır. Birine verdiğini diğerine vermediği için ve aldığını da verdiği ile aldığı için yeri boş kalıyor.

Buradan da anlaşılıyor ki Allah-u Teâlâ yüz senede bir gönderdiği her kulunu ayrı bir tecelliyatla gönderir. Bir daha o tecelliyatla o ilimle göndermediği için Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kıyamete kadar onun yerinin boş kalacağını beyan buyuruyor.

 

Âyet-i Kerime (8):

"İlmullah" Allah-u Teâlâ'nın duyurması ve bildirmesi ile bilinen bir ilimdir. O bildirmedikçe bir insanın bilmesi mümkün değildir.

Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde:

"O'nun dilediğinden başka, insanlar O'nun ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar." buyurmaktadır. (Bakara: 255)

Çünkü irfan; okumakla, işitmekle husule gelmez. Kendisine âlim süsü verenler, bu ilimden habersizdirler.

Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Yakîn bir bilgi ile inanan bir topluluk için, Allah'tan daha güzel hüküm veren kim vardır?" (Mâide: 50)

Bu ilâhî beyandan anlaşılıyor ki; ancak Allah-u Teâlâ'nın duyurduğu, bildirdiği kimseler bu esrâr-ı ilâhî'yi bilirler. Diğerleri kendi kuru zanlarıyla konuşurlar.

Allah-u Teâlâ bir Hadis-i kudsî'de bu ilmi nasıl verdiğini ifşâ ederek şöyle buyuruyor:

"Sonra ben yüzümle onlara yönelirim. Yüzümle yöneldiğim bir kimseye neyi vermek istediğimi, herhangi bir kimsenin bileceğini mi sanırsınız?"

Allah-u Teâlâ devamla şöyle buyurdu:

"Onlara ilk vereceğim şey nuru kalplerine akıtmaktır. İşte o zaman ben onlardan haber verdiğim gibi, onlar da benden haber verirler." (Hâkim)

Bu lütuf Allah-u Teâlâ'nın sevdiği ve seçtiği kullara mahsustur, başkasına şamil değildir. Verilene böyle veriliyor.

Hadis-i kudsî'den de anlaşılıyor ki, Allah-u Teâlâ ancak dilediği kulunun kalbine bu nuru ve bu ilmi koyuyor. Ve bunlar Allah-u Teâlâ'nın sırlarının esrar odalarıdır. Yalnız ve yalnız bunlar hakikatlere vâkıftırlar. Hakk'ın bütün duyurduklarını bilirler, bazısını ifşa etseler de hepsini ifşa etmezler. Yani bunlar Allah-u Teâlâ'nın sırdaşıdır. Bu hal Allah-u Teâlâ'nın has kullarına mahsustur. Başkasına şamil değil. Onu sevmiş, onu çekmiş, esrarını da ona duyurmuş. Bu kimse Allah'ın dostu olmuş, sırdaşı olmuş.

Çünkü nuru O akıttı. O akıttığı için O'nun nuru ile O'nu görüyor, O'nu biliyor. Allah-u Teâlâ kendi nurunu akıttığı için, kendi nurundan O'nu tanıyor. Hem Allah-u Teâlâ'yı biliyor, hem de bildirdiği her şeyi o nurla biliyor. Onlardan başkası da bunu bilemez. O nurunu akıtacak ki bilinsin. Başka türlü tanınmaz.

Onlar, nurunun nurudurlar. Allah-u Teâlâ sevdi de seçti, kendisine çekti, yüzüne yüzü ile tecelli etti, dilediğini lütfetti.

Diğer bir Hadis-i kudsî'de ise şöyle buyuruluyor:

"Kulun benimle meşgul olması, en fazla önem verdiği şey olursa, onun arzu ve lezzetini zikrimde kılarım. Arzu ve lezzetini zikrimde kılarsam da o bana âşık olur, ben de ona âşık olurum. O bana, ben ona âşık olunca da, onunla aramdaki perdeyi kaldırırım. Bu hâli onun umumî hâli kılarım. İnsanlar yanıldığı zaman o yanılmaz.

Böylelerinin sözleri peygamberlerin sözleri gibidir. Gerçek kahramanlar onlardır.

Onlar öyle kimselerdir ki yer ehline bir cezâ ve azap vermek istediğim zaman onları hatırlarım da azaptan vazgeçerim." (Ebu Nuaym, Hilye)

Onların peygamber gibi olması, vazife itibariyle, irşad itibariyledir. Bir taraftan en efdal ümmet, diğer taraftan da en seçkinleri olduğu için Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimize verilen vazifenin onlara verildiği belirtiliyor. Onlar o zaman o vazife ile vazifeli idi, bunlar da bu zaman bu vazife ile vazifelidirler.

Allah-u Teâlâ peygamberlere verdiğini hiç kimseye vermemiştir. Bir kimse her ne kadar peygamber durumuna gelemese de, bu noktanın iç mânâsı; "Enbiyâya verdim, onlara da verdim." demektir. Onlara duyurduğunu bunlara da duyurmuştur, onlara öğrettiğini bunlara da öğretmiştir. Niçin? Resulullah Aleyhisselâm'ın ümmetinin âlimleri olduğu için.

 

Âyet-i Kerime (9):

Allah-u Teâlâ kime hidayet verirse, hidayetiyle beraber imanını kemâlleştirirse, ona bir nur verir.

Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz, ona insanlar arasında yürüyebileceği bir nur verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkmayan kimse gibi olur mu hiç? (En'am: 122)

Allah-u Teâlâ'nın, hayatından hayat verdiği, nurundan nur verdiği kimseler, hakikat ile dalâleti birbirinden ayırabilir, yolunu tayin eder, yolunu şaşıranlara yol gösterir.

Gözü gören kimse ile görmeyen kimse nasıl aynı değilse; Allah-u Teâlâ'nın nur verdiği kimse ile vermediği kimse de bir değildir. Bunun gibi, Allah-u Teâlâ hal ehli ile söz ehlinin arasını ayırmıştır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz gece namazlarının sonunda yaptığı duâlarının bir bölümünde şöyle münacaatta bulunurlardı:

"Ey Allah'ım! Kalbime bir nur ver, kabrime bir nur ver, önüme bir nur arkama bir nur ver, üstüme bir nur altıma bir nur ver, kulağıma bir nur gözüme bir nur ver, saçıma bir nur ver, derime bir nur ver, etime bir nur kanıma bir nur ver, beynime bir nur ver, kemiklerime bir nur ver!

Ey Allah'ım! Nurumu büyült, bana bir nur ver, benim için bir nur yarat!" (Tirmizi)

 

Âyet-i Kerime (10):

Allah-u Teâlâ'nın kudsî ruhla desteklediği kimselerden başkası bu esrâr-ı ilâhî'ye vâkıf olamaz. Kendi ilminden ilim ihsan ettiği kullara âittir.

Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir." (Mücadele: 22)

Kimin kalbine imanı yazarsa, o iman sebebiyle, o nur sayesinde hakikatı ona bildirmiş oluyor.

Herkeste bir ruh var, onlarda iki ruh var. Onlar doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ'nın desteğiyle hareket ederler. Kalplerine ilmi yazmış, kendi lütfundan bir ruh ile desteklemiştir.

İşi gören Allah-u Teâlâ'nın desteklediği ruhtur, işi gören Resulullah Aleyhisselâm'ın nurudur. Bu da ancak vâris-i nebi olanda bulunur. Çünkü onda onun nuru, onun vekâleti vardır, Allah-u Teâlâ'nın desteklediği ikinci bir ruh vardır. O ruh ondan başka kimsede yoktur.

Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Biz onu kudsî ruhla destekledik." (Bakara: 87)

Bu gibi kulların ruhaniyetleri daima uyanıktır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ashâb-ı kiram'dan Hassan bin Sâbit -radiyallahu anh- hakkında:

"Allah'ım! Onu kudsî ruhla destekle!" diye duâ buyurmuştur. (Buhâri)

Kudsî ruhla desteklenenler âlem-i misâle kadar gider, peygamber meclisine dahil olur.

O yalnız ve yalnız Allah-u Teâlâ'yı ve Resulullah Aleyhisselâm'ı bilir, onlar namına hareket eder, onlar namına irşad eder.

Bu bilinmeyen bir ilimdir. Allah-u Teâlâ dilediği kulunu bu ruhâniyetle destekler, bu ruhâniyetten lâtifeler husule gelir. Allah-u Teâlâ bu lâtifeleri dilediği şekilde çalıştırır.


  Önceki Sonraki