Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde Allah yolunda hayatlarını fedâ eden muhterem şehitlerin yüksek mertebelerini, onların ne kadar ruhanî bir neşe içinde ebedî bir hayat ile yaşamakta olduklarını beyan buyurmaktadır:
"Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanmayın." (Âl-i imrân: 169)
Çünkü onlar Allah yolunda hayatlarını cömertçe fedâ ettiler. Onların diğer ölenler gibi olmadıkları apaçık ortadadır.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise:
"Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin." (Bakara: 154)
Buyurularak onlara "Ölü" demek yasaklanmıştır. Şu kadar var ki, bu diriliğin keyfiyetini Allah'tan başka kimse bilemez.
"Onlar diridirler, fakat siz farkında değilsiniz." (Bakara: 154)
Onlar fâni hayatı terk ederek ebedî bir hayata ermişlerdir. Kendilerine tahsis edilen yüksek makamlarda rızıklanmaktadırlar.
"Bilâkis, onlar diridirler, Rabb'leri katında rızıklanmaktadırlar." (Âl-i imrân: 169)
Yerler, içerler, hurilerle evlenirler, dünyadaki hayatın kat kat fevkinde bir hayat yaşarlar.
Mikdam -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Allah katında şehit için altı haslet vardır:
Dökülen ilk kanı ile beraber günahları bağışlanır.
Cennetteki mevkisi kendisine gösterilir.
Kabir azabından korunur.
En büyük korkudan emîn olur.
İman elbisesi kendisine giydirilir.
Hûr'ül-ıyn ile evlendirilir.
Ve akrabalarından yetmiş (müslüman) insan hakkında şefaât etmesi kabul olunur." (İbn-i Mâce: 2799)
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Uhud savaşında kardeşlerimiz şehit olunca Allah onların ruhlarını yeşil kuşların içine yerleştirdi. Onlar cennet nehirlerinden içerler, meyvelerinden yerler ve Arş'ın gölgesi altında asılı bulunan altın kandillere konarlar.
Onlar yiyecek ve içeceklerinin tadını, eğlenip dinlendikleri yerin güzelliğini görünce de: 'Kardeşlerimizin cihaddan uzak durmamaları ve savaştan yüz çevirmemeleri için, bizim cennette rızıklandırıldığımızı onlara kim bildirecek?' dediler.
Allah-u Teâlâ: 'Sizin arzunuzu onlara ben duyururum.' buyurdu. Bunun üzerine bu âyetler indi." (Müslim - Ebu Dâvud)
Allah-u Teâlâ yine haber veriyor ki, onlar hayatın diğer bir hususiyetine de nâil olmuşlardır.
"Allah'ın kendilerine verdiği ihsanlardan dolayı sevinç içindedirler." (Âl-i imrân: 170)
Onlara bağışlanan böyle bir kurbiyetten, böyle bir hayatta olmaktan, Rabb'lerinin kendilerini şehitlik gibi bir mertebeye muvaffak kılmasından dolayı sevinirler.
Allah-u Teâlâ'nın rızâsının bulunduğu bir nimet ve rızıktan daha çok hangi şey onları sevindirebilirdi?
"Arkalarından henüz kendilerine katılmayan kimselere de hiçbir korku olmayacağını ve üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler." (Âl-i imrân: 170)
Onlar diri oldukları gibi, dirilerle de beraberdirler. Kardeşlerinden alâkalarını kesmemişler, onlarla olan bağlarını koparmamışlardır.
Cihadda henüz öldürülmemiş olan mücâhid kardeşlerinin, şehit oldukları takdirde, ölümden sonra mazhar olacakları nimetler sebebiyle, hem kendileri adına hem de arkada bıraktıkları kardeşleri adına sevinirler. Çünkü ahirette kardeşlerinin herhangi bir korkuları olmayacaktır ve dünyadan ayrılmalarına da üzülmeyeceklerdir.
"Onlar Allah'tan olan nimet ve keremin; Allah'ın müminlerin ecrini zâyi etmeyeceği müjdesinin sevinci içindedirler." (Âl-i imrân: 171)
Allah-u Teâlâ sevinçle ilgili olan nimet ve lütfu hatırlatmak için onların sevinçlerini ikinci defa anmıştır.
Câbir bin Abdullah -radiyallahu anhümâ- der ki:
"Bir defasında üzgün bir halde bulunurken Resulullah Aleyhisselâm'la karşılaştık.
Bana:
'Seni niye böyle üzgün görüyorum?' diye sordu.
'Babam Uhud'da şehit düştü. Geriye bakıma muhtaç bir ıyâl ve bir de borç bıraktı.' dedim.
Bunun üzerine:
'Allah'ın babana hazırladığı nimeti sana müjde edeyim mi?' buyurdu.
'Evet!' deyince devam etti:
'Allah hiç kimse ile yüz yüze konuşmuş değildir, daima perde gerisinden konuşur. Ancak babanı ihya etti ve perdesiz konuştu. 'Ey kulum! Ne dilersen benden iste vereyim!' dedi. Baban: 'Ey Rabb'im!' Beni dirilt, senin yolunda ikinci sefer bir daha öldürüleyim!' isteğinde bulundu. Allah-u Teâlâ: 'Fakat ben daha önce ölenlerin artık geri dönmeyeceklerine dair hüküm koymuştum.' buyurdu.
Bunun üzerine Âl-i imran sûresinin 169. Âyet-i kerime'si nâzil oldu." (Tirmizî: 3013)
Âyet-i kerime'ler Ashâb-ı kiram hakkında nâzil olmakla beraber, sebebin hususi oluşu hükmün umumi oluşuna mâni olmadığı için; sözü edilen bütün bu lütuf ve ihsanlar, kıyamete kadar gelecek bütün şehitlere ve mücâhidlere de şâmildir.
Resulullah Aleyhisselâm'ın Ashâb'ı şüphesiz ki bu hususta en büyük ve en canlı numunedir.
Uhud savaşında müslümanların bozulmaları, yaralanmaları ve şehit olmalarında birçok Rabbânî hikmetler ve dersler vardır.
Şöyle ki;
Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a itaatsizlik etmek iyi sonuç vermez. Böyle bir durumun gerçekleşen bir zaferi nasıl mağlubiyete ve felâkete çevirebileceği müslümanlara açıkça gösterilmiştir.
Allah-u Teâlâ'nın, peygamberleri ve onların ümmetleri hakkındaki hikmeti bir kere onların lehine bir keresinde de aleyhine olarak cereyan etmesidir. Lâkin sonuç lehlerine olur. Çünkü inananlar hep galip gelecek olsalar, onlarla beraber diğerleri de savaşa katılır. Sâdıklar ötekilerden ayrılamazdı.
Allah-u Teâlâ müminleri Bedir'de galip getirip şöhretleri etrafa yayılınca, içten inanmadığı halde zahiren bazı kimseler aralarına katılmıştı. Uhud'da ise insanlar mümin, kâfir ve münâfık olarak açıkça kısımlara ayrıldı. Müslümanlar böylece kendi aralarında düşmanları olduğunu anladılar.
Allah-u Teâlâ onlara düşmanlarını her yerde mağlup etme imkânı verse, nefisleri şımarır böbürlenirlerdi. Kulları ancak sevinç ve tasa, sıkıntı ve rahatlık, darlık ve bolluk ıslah edebilir. Allah-u Teâlâ bütün bunları hikmetine uygun olarak düzenler.
Allah-u Teâlâ kullarından şehit olanları sevmektedir. Müminlerden şehitler edinmeyi dilemektedir. Onlar için çok büyük mükâfatlar hazırlamıştır. Münâfıklardan ise şehit edinmemiştir. Çünkü onları sevmemektedir. Şehit olan kullarına verdiği ihsan ve ikramlardan mahrum etmek için, onları geri çevirip evlerine döndürmüştür.
Sa'd bin Rebi' -radiyallahu anh- Uhud'da şehit olmuştu. İki kızı, bir hanımı, bir de kardeşi kalmıştı. Kardeşi malın hepsini aldı. Miras ile ilgili bir hüküm inmediği için müslümanlar câhiliye devrinde olduğu şekilde birbirlerinden miras alıyorlardı.
Sa'd bin Rebi' -radiyallahu anh-in hanımı Resulullah Aleyhisselâm'a gelerek:
"Yâ Resulellah! Şuncağızlar Sa'd bin Rebi'nin kızlarıdır. Babaları seninle birlikte Uhud'da çarpışırken şehit oldu. Amcaları da bunların mallarını aldı ve onlara mal namına hiçbir şey bırakmadı. Bunların malı olmadığı müddetçe de, kimse bunlarla evlenmez." dedi.
Resulullah Aleyhisselâm:
"Herhalde Allah bu hususta hükmünü verir." buyurdu.
Arkasından miras Âyet-i kerime'si nâzil oldu.
Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
"Çocuklarınızın mirastaki durumu hakkında Allah size şöyle emrediyor: Erkeğe iki kadın payı kadar pay vardır. Eğer çocukların hepsi kadın olup ikiden çok iseler, mirasın üçte ikisi onlarındır, şayet tek ise yarısı onundur.
Ölenin çocuğu varsa, ana-babasından her birine terekeden altıda bir, eğer çocuğu yok da ana-babası ona vâris oluyorsa, anasına üçte bir düşer. (Kalan da babasının hakkıdır.)
Eğer ölenin kardeşleri varsa, o vakit altıda biri anasınındır.
Bu hükümler, ölenin borcu ödenip, yaptığı vasiyetler yerine getirildikten sonradır.
Babalarınızdan ve oğullarınızdan menfaatçe hangisinin size daha yakın olduğunu siz bilemezsiniz. Bu sehimler Allah tarafından tesbit edilip size farz kılınmıştır. Şüphesiz ki, Allah hakkıyla bilici, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir." (Nisâ: 11)
Bunun üzerine Resulullah Aleyhisselâm kız çocuklarının amcalarına haber gönderdi ve şöyle buyurdu:
"Sa'd'ın iki kızına malın üçte birini, annelerine sekizde birini ver, geri kalan senindir." (Tirmizî)
Kadın kendini tutamadı, yüksek sesle: "Allah-u Ekber" diyerek tekbir getirdi. Mescidde bulunanlar bu tekbir sesini işittiler.
İslâm'da ilâhî hükümlere göre paylaşılan ilk miras bu oldu.