Türkiye'de çözüm süreci adı altında devam eden ortamda PKK'nın geldiği konum; Barzani'nin himayesinde 15 Eylül'de yapılması planlanan "Kürt Ulusal Kongresi" haberleri; Suriye'deki PKK uzantısı PYD'lilerin bütün Türkiye sınırını kontrol etme maksatlı silahlı teşebbüsü; Amerika-İsrail orjinli "Büyük Kürdistan projesi"nde yeni bir aşamaya gelindiğini gösteriyor.
Bu ay içinde toplanacağı söylenen "Kürt Ulusal Kongresi"nin ön hazırlık toplantısı geçtiğimiz Temmuz ayında Kuzey Irak'taki Selahaddin kentinde Mesut Barzani'nin başkanlığında yapıldı. Barzani: "Allah'a şükür artık yeni bir dönemdeyiz ve artık kimse silah zoru Kürtler ile karşı karşıya gelemiyor. Bu gerçek bölge devletleri ve güçleri tarafından da anlaşıldı." diye konuştu.
Barzani ve PKK gibi aktörler kendilerine biçilen rolü fazlasıyla benimsediler. "Amacımıza ulaşmak üzereyiz" zehabına kapılmış durumdalar. Özellikle Türkiye'yi üstü kapalı veya açık, değişik vesilelerle tehdit ediyorlar. Veyahut "Barış" ve "Demokrasi"den girip, "Hak"tan, "Hukuk"tan bahsedip "Gerekirse savaş yapmak"la biten cümleler sarfediyorlar. Demek istiyorlar ki "Biz devletimizi kuralım, sen ses çıkarma, bak biz savaş istemiyoruz, demokrasi istiyoruz. Sen ses çıkartmazsan savaş olmaz, demokrasi olur. Ama itiraz edersen savaşırız."
Bu fikir alt yapısına dayanan sahte "Barış" nutukları hem PKK tarafından, hem BDP'li siyasetçiler tarafından hem de Barzani devleti tarafından sık sık dile getiriliyor.
Meselâ BDP'nin hırçın ve pervasız konuşmaları ile dikkat çeken siyasetçilerinden birisi olan Hasip Kaplan bir TV programında "Kürt halkının hakları" ndan, "Barışçıl çözüm" den dem vurarak "Türkiye'de her kesim hep beraber kazanacağız. Çözüm süreci, çözüm projemizin bir parçasıdır." diye konuşuyor, ama diğer taraftan "Türkiye'nin 3 tarafı deniz; Karadeniz, Ege, Akdeniz. 3 tarafı da Kürdistan'dır. Bu Ortadoğu'nun bir gerçeğidir." diyor.
Kavga ve savaş dilini seven Hasip Kaplan gibiler "Barış", "Demokrasi" gibi kavramları kendi işlerine geldiği müddetçe kullanmayı da seviyorlar. Daha doğrusu siyasî amaçlarını bireysel-kültürel haklarla karıştırıp çaktırmadan dayatmaya çalışıyorlar: "Kürt halkının hakları olunca bir refleks düşmanlık oluşuyor.", "1000 yıl birlikte yaşadık, binlerce yıl daha ama eşit ve özgür bir şekilde yaşama imkanı vardır. Kimse düşman, korku gözüyle bakmasın. Bir bayrak görünce de uykuları kaçmasın." gibi sözlerle demagoji ile geliştirdikleri bir uslubu kullanıp duruyorlar. Sömürgeci ülkelerin, İsrail'in desteklediği bir siyasal projeye karşı çıkanlara "Tepki vermeyin!" diyorlar. Verilen tepkileri de "Kürt Düşmanlığı" ve "Milliyetçilik" olarak yaftalamaya çalışıyorlar.
Bir defa yukarıda da belirttiğimiz gibi bugüne kadar (cumhuriyet döneminde) verilen-verilmeyen bireysel-kültürel haklarla siyasal projeleri birbirinden ayırmamız lâzımdır. Bireysel-kültürel haklar vardır, bu haklar kaynağını tâbi olduğumuz İslâm dini'nden alır. Ancak iş "Devlet kurmaya" gelince böyle tabii bir hak yoktur.
Neye, niçin müsaade edilmesini istemediğimizi, bu ayrımın gerekçelerini ve Kürt Devleti projesinin sakıncalarını ayrıntıları ile anlatmaya çalışacağız. Bu tespitlerimizin ne milliyetçilikle, ne de herhangi bir millete düşmanlıkla hiçbir ilgisi yoktur. Bilakis problemin özünü ortaya koyup, yanlış telakkilerin düşmanlık boyutuna ulaşmasını engellemeye çalışıyoruz. Bu tespitlerimiz buna göre tetkik edilmelidir.
Çünkü Kürt devleti emperyalist bir projedir. Osmanlı'nın yıkılışından beri masada olan bir projedir. Günümüzde İsrail'in özellikle sahip çıktığı bir projedir.
Bu sebeple bütün Ortadoğu milletlerini rahatsız edecek bir tarzda kurulacak taşeron bir Kürt devletinin durumu aynı İsrail gibi olacaktır. Hiçbir dostu olmayan, hayatta kalmak için Amerika'nın desteğine muhtaç bir devlet... İsrail'in elindeki ve arkasındaki her türlü imkâna rağmen Ortadoğu'da bir geleceği yok, kendi raporlarında bile böyle yazıyor. İkinci bir İsrail'i bu coğrafya kaldıramaz.
Diğer bir husus; dikkat edilirse Türkiye'ye küresel emperyalist güçler tarafından bir küçültme dayatılırken, Kürdistan projelerinde daima Türkiye aleyhine bir büyütme dayatılıyor. Kürt halkının yaşamadığı bölgeler de bu devlet projesine dahil ediliyor. Mümkünse hem güneyde Akdeniz'e hem de Kuzey'de Karadeniz'e kadar uzanan bir toprak hesabı yapılıyor.
Bütün Ortadoğu'yu birbirine düşürmeye, bölüp-parçalamaya çalışan güçler Kürt Devleti söz konusu olunca olabildiğince büyük bir coğrafyaya yayılmış bir projeye her türlü desteği veriyorlar.
Halbuki bırakın bütün Kürtleri, Kuzey Irak'taki Barzani ve Talabani aşiretleri bile bundan 10-15 yıl önceye kadar bir araya gelemiyordu, birbirleri ile savaşıp duruyorlardı. Aşiret kültürüne sahip birbirinin lehçelerini bile anlamayan bir halk bugün Türkiye, Suriye ve İran'ı da kapsayacak şekilde "Kürt Ulusal Kongresi" yapıyor.
İslâm dünyasını parçalamaktan hususi bir zevk alan emperyalist sırtlan sürüleri iş Kürt Devleti'ne gelince adeta "İyilik meleği" pozlarına bürünüyor.
Ey Kürt Kardeşim! Buradan da mı uyanmıyorsun?
Bu desteği niye Türkiye'ye vermiyorlar? Orta Asya'da Türk devletleri var. Hemen yanıbaşımızda Azerbaycan var. Suriye'de, Irak'ta, İran'da Türkmenler, Azeriler var. Osmanlı'dan önce bile Suriye'yi, Mısır'ı, Cezayir'i hatta Pakistan'ı senelerce Türk hanedanları idare etti. Osmanlı devrinde Endonezya'ya kadar siyasî ve askerî gücümüz uzandı.
Böyle bir ülkeye bu emperyalist sırtlan sürülerinin küçülme ve parçalanma dayatması gayet tabii bir durum, asliyetlerinin icabı. Başka ne beklenebilir ki?...
Müslüman Kürt kardeşlerimize yakışan bu sırtlanların oyununa gelmemektir. "1000 yıl birlikte yaşadık" sözünü bir edebiyat değil, hakikat olarak benimsemektir.
Yüzlerce yıl haçlılarla savaşan atalarımız Türkiye'ye öyle bir miras bıraktılar ki, Türkiye ne yaparsa yapsın bu mirastan kaçamıyor. Küffarın, haçlıların önündeki en büyük engel olmaya devam ediyor.
Soğuk Savaş bittikten sonra NATO tatbikatlarında düşman "Kırmızı Kuvvetler"in rengi "Yeşil"e döndü. Bu milletin ferdi olup da laiklik falan diye fikri bulundarılmış olanlar dahi bu düşmanlığa karşı çıktı.
11 Eylül hadisesi olduğu zaman Bush merkezli "İslâm terörü" tezviratına Türkiye'nin sol iktidar ortağı partinin dışişleri bakanı İsmail Cem o günlerde çıkıp "Biz bu tabiri bu ayrımı kabul etmiyoruz." dedi. O iktidar bile haçlının karşısında bir siper oldu.
Binaenaleyh biz daha kendi nefsini fethedemediği halde dünyayı fethetmeye çıktığını zanneden, müslüman kardeşini öldürmeyi, içinde yaşadığı devlet gemisini batırmayı-yıkmayı marifet zanneden selefî-vehhabi bölücülerinden değiliz. Küffara karşı bu devletin muhafazası ve büyümesi gerektiğini düşünenlerdeniz. Zira küffar haçlı niyetini değiştirmiş değil, önümüzde büyük tehlikeler var. Ortadoğu'da yaşananlar daha başlangıç, küffar askerî olarak buraları işgal etmeyi planlıyor.
Bu bilince sahip herhangi bir Türk'e sormuş olsanız, veyahut bir askerine sorsanız kafasının bir yerinde "Biz bir gün Amerika ile harbetmek zorunda kalacağız." düşüncesi vardır.
Amerikalılar romanını bile yazdırdılar: "Metal Fırtına"...
Ey Kürt kardeşim! Ben küffara karşı niyetler kurabiliyorum. Bir gün onlarla harbedip pekâla haklarından gelebileceğimizi düşünüyorum.
Senin niyetin nedir?
Böyle bir milletin ayağına bir çelme de sen mi takacaksın? Yoksa benimle beraber küffara karşı kalkan mı olacaksın?
Veyahut diyelim ki bir Kürt Devleti kuruldu. Bu devlet kimin çıkarına hizmet edecek, kimin güdümünde olacak? Özellikle Ortadoğu'da kendi güdümlerinde olmayan hiçbir iktidara tahammül edemeyen, "Böl-Parçala-Yönet" klasik sömürgeci taktiğini tekrar tekrar faaliyete geçiren bu sırtlanlar bir Kürt Devleti için niçin bu kadar büyük bir destek veriyorlar, hiç düşündün mü?
Küffarın bütün art niyeti ile İslâm Dünyası üzerinde silahsız ve silahlı emeller beslediği bir ortamda Türkiye'ye zarar vermeye çalışmak bir müslümanın en son yapması gereken harekettir. Kürt kardeşlerimizin hem maddi hem de manevi menfaati Türkiye'ye destek vermekten ve Türkiye'nin büyümesine yardımcı olmaktan geçer. Yoksa ateist-marksist-narsist Apo'ya ve onun şürekasına destek vermekten değil. Bu şebekeyi Kürt halkının temsilcisi olarak kabul etmek en başta Kürtler için bir zuldür. Bu yol çok tehlikeli bir yoldur. Türkiye eninde sonunda buna bir dur demek zorunda kalacaktır.
Bir devletin siyasal sınırına ve çıkarına uzanan herhangi bir tehdit tarih boyu savaşlara sebep olmuştur. Bu "Devlet" denilen siyasal kurumun doğasında vardır.
Beğensek de beğenmesek de dünya işleri böyle yürüyor. Bir devlet bir devletin aleyhine büyüdüğü zaman iş harp meydanına kalır. Kazananın hükmü yürür. (Bu durumun istisnaları da vardır. Özellikle Osmanlı küffarla, haçlılarla savaştığı için, emanet onlarda olduğu için; bazı beylikler ve devletler gönüllü bir şekilde Osmanlı'ya tâbi olmuşlardır.)
Tarihe şöyle bir baktığınızda siyasal birliklerin, büyük imparatorlukların; ancak kılıçla (ordu ile) kurulduğunu görürsünüz. Meselâ Osmanlı, savaşlarının çoğunu topraklarına ve siyasal çıkarlarına yönelen silahlı tehdit sebebiyle yapmıştır. Osmanlı kendi menfaatini, siyasal hedefini kılıcıyla koruyamamış, genişletememiş olsaydı Osmanlı olamazdı.
Binaenaleyh tarihte Türk'ün Kürtle savaşmasına sebep olacak böyle bir çıkar çatışması bugüne kadar olmadı ancak tarih sahnesinde Türk Türkle defalarca savaştı. Osmanlı Batı'da hıristiyan ülkelere karşı kılıcını gösterdiği gibi zaman zaman doğuda da müslüman devletlere, Türk devletlerine karşı da kılıcını gösterdi, göstermek zorunda kaldı. Yıldırım Timur'a yenildi, Fatih Karamanlılarla, Uzun Hasan'la harp etti. Büyük Türk İmparatorluğu'nun sultanı Yavuz Sultan Selim kutsal emanetlerin varisi oluncaya kadar 1514'de Çaldıran'da İran'ın Türk soylu hükümdarı ile, 1516'da Mercidabık'da, 1517'de Ridaniye'de Suriye, Filistin ve Mısır'ın hakimi, Türk kökenli Memluk Devleti ile savaşmak zorunda kaldı. Memluk Sultanı Tomanboy Kahire'yi teslim etmemekte ısrar ettiği için kanlı sokak savaşları yaşandı. ("Devir değişti, siyaset kılıçla yapılmıyor." diyenler olabilir. Bu sözde birazcık doğruluk payı var, ancak çok eksik. Meselâ kılıçsız siyasetin uzmanı İngilizler çıkarlarını korumak için -Falkland Savaşı'nda olduğu gibi- yeri geldiğinde binlerce kilometre ötede savaşa girmekten çekinmemişlerdir.)
Binaenaleyh PKK'nın veyahut Barzani'nin siyasal emellerine ve taleplerine itiraz etmeyi "Kürt düşmanlığı" gibi lanse etmek isteyenler yanlış yapıyor, daha doğrusu demagoji ile ortalığı bulandırıp, lafla devlet kurmaya çalışıyorlar.
Hiç kimse "Kürtler de devletini kursun, ne var bunda" demesin. Çünkü şu anda -Barzani olsun PKK olsun- küffar ile işbirliği halinde olan piyasadaki aktörlere baktığınızda hepsinin "Büyük Kürdistan" hayalinin peşinden son sürat gittiğini görürsünüz.
Yukarıda bahsettiğimiz "Kürt Ulusal Kongresi" için yapılan hazırlık toplantısında Barzani şunları söyledi:
"Başlıca amacımız Kürdistan'ın dört parçasındaki tüm siyasi kesimlerin ortak talep ve stratejik birliktelik ile barış ve birlikte yaşama mesajını bölge halklarına iletmektir. Bu kongrede Türk, Arap ve Fars halklarına Kürt halkının barış ve eşitlik temelinde birlikte yaşamak istediğini söyleyeceğiz"
Şimdi "Bu sözlerde ne var?" denilebilir. Çok şey var. Bir defa Barzani devletçiğini kurup Türkiye'nin himayesinde veya Türkiye'nin siyasal çıkarlarına dokunmayan bir pozisyonda kalacağını söylemiyor. Tam tersine "Kürdistan'ın dört parçasının stratejik birlikteliği"nden bahsederek açıkça Türkiye'nin siyasal çıkarlarına tehdit olduğunu ortaya koyuyor.
Aynı şekilde PKK ve uzantıları da "Barış", "Çözüm" kelimelerini ağzından düşürmüyor, ancak günaşırı Türkiye'yi tehdit etmekten, militanlarını "Yerel polis", "Profesyonel ordu" adı altında silahlı bir güç olarak dayatmaktan, kendi kaymakamını atamaktan, mahkemesini kurmaktan çekinmiyor. (PYD'nin Suriye sınırında giriştiği silahlı hareket de düpedüz fırsattan istifade Akdeniz'e kadar Türkiye sınırını Kürt olmayan bölgeleri de içine alacak şekilde ele geçirme girişimiydi. Bunu "Kürtler hakkını arıyor" diye lanse edenler yalan söylüyor. Çünkü adamlar resmen silahla toprak genişletme harekâtı yaptılar. Becerir beceremez ayrı mevzu, ancak niyeti ortaya çıkartan önemli bir durum. Nitekim buna razı olmayan Araplar da şiddetli bir cevap verdiler.)
Bizim bazı "Barışçı"larımız(!) da "Ne var bunda?" diye atlıyorlar. Zaten Hasan Cemal ve Çandar gibiler çoktan "Kürtler, günün birinde 'bağımsız devlet' de isterlerse ne olacak?" diye yazmaya başladılar.
Kimse karnından konuşmasın. Barzani de PKK da karnından konuşmasın. Dostluktan kardeşlikten bahsedip, "Ben kendi projemi, Amerika'nın Avrupa'nın, İsrail'in desteği ile kurarım, sen de ses çıkartamazsın. Ses çıkartma ki, savaş olmasın." demeye getirmesin.
Türkiye'de hiçbir iktidar bu oldu-bittiye sessiz kalamaz. Ancak Türk halkı büyük devlet hayalinden vazgeçer, tarihinden vazgeçer, o zaman siz de bir oldu-bittiyle istediğiniz koltuğa kurulursunuz.
Aksi halde büyük bir hata yaptığınızı bilin. Türklere değil, Kürtlere de büyük bir kötülük yaptığınızı bilin. Gidiyorsunuz ama duvara doğru gittiğinizi bilin. Amerika ve İsrail amcanız sizin için savaşmaz. Veyahut daha ötesi Türkiye siyasal çıkarları için onlarla savaşmayı bile göze alır.
Kimse Türkiye'den, doğusundaki, Suriye'deki, Irak'taki Türk ve Türkmen bölgelerini de kapsayacak şekilde kurulacak; Orta Asya ve Ortadoğu ile bağlantısını kesecek; Amerika, İsrail bilumum Türkiye düşmanlarının güdümünde Türkiye aleyhine siyaset yürütecek bir Kürt Devleti'ne evet demesini beklemesin. Bu ham hayaldir. Boş hayaldir. Bu hayalciler ateşe doğru gidiyor farkında değil.
Amerikan gâvuru binlerce kilometre öteden gelip "Benim burada çıkarım var" diye savaş yapıyor. Türkiye eli-kolu bağlı oturacak mı?
Şu sıralar "Kimse bizle savaşmayı göze alamıyor!" diye hava basıyorsunuz, ancak iş o noktaya geldiğinde ne olacak? Daha net bir ifade ile; iş kılıca kaldığında "Eyvah!" dediğinizde durumunuz ne olacak?
Diğer taraftan Türkiye'nin de devlet olarak bugüne kadar üzerine düşenleri hakkıyla yapmadığı da aşikâr bir durum. Yapılan hatalar Kürt Devleti hayali kuranlara cesaret veriyor. Bu durum -gerekli tedbirler zamanında alınmadığı için- ileride (belki yakın bir zamanda) bir çatışma ihtimalini arttırıyor.
"Mısır'da İsrail'in, Batı'nın parmağı var!" diye şikâyet ediyoruz ama seneler senesi Kuzey Irak'a Amerika istemediği için askerimizi göndermedik. 2008'de gönderdiğimiz askerimizi de Amerika ayaklanınca geri çektik. O da yetmedi, Amerikan füze radarını bağrımıza soktuk. Böyle olunca da bu hayalciler "Arkamızda Amerika var, bunlar bize bir şey yapamaz!" zehabına kapıldılar. Kılıcımızı, kararlılığımızı ortaya koymadığımız için ilerde çok daha büyük bedelle bunu ortaya koymak zorunda kalacağız maalesef.
Bazıları "İşler kontrolümüzde, her şey iyi olacak! Bakın akan kan durdu." diye özetlenebilecek bir rüyanın içerisinde yüzüyor.
Amerika istediğini aldı, alıyor; PKK istediğini alıyor; İsrail istediğini alıyor; Avrupa istediklerinin birazını alıyor. Bu ortamda her şey Türkiye'nin istediği gibi ilerliyor öyle mi?
PKK ve Kuzey Irak bağlamında Amerika'nın en büyük amacı Türk ordusunu Kuzey Irak'a sokmamaktı. "Washington Post gazetesi, ABD'nin Ankara ile anlık istihbarat paylaşımı için İncirlik'e konuşlandırdığı 4 adet İHA'nın görev yaptığı 'Göçebe Gölge Operasyonu'ndan ilginç detayları manşetine taşıdı.
.... Uludere gibi bir trajediye karşın eski bir ABD yetkilisi, ... "Bu operasyon Türklerin sınır ötesi harekatlarını engellemekte son derece etkili oldu" dedi.
.... Amerikalı analistler, kaydedilen videoyu Ankara'da bulunan ABD-Türk ortak istihbarat merkezine (füzyon hücre) göndermeden önce izleyip değerlendiriyor. Genelde, sistemin yapısında bulunan en az 15-20 dakikalık bir gecikme söz konusu. .." (Hürriyet, 22.07.2013)
Amerikalıların söylediği gibi Amerika istediğini elde etti, Türkiye'yi Kuzey Irak'a sokmadı. Türkiye ile karşı karşıya gelmeyi göze alamadığı bir ortamda Türkiye'yi kendi çizgisine çekmeyi başardı. Ağzımıza biraz bal sürdü, "PKK ile mücadelede sizi destekliyorum?" dedi, hiçbir zaman anlık istihbarat vermedi. Ancak bütün bunlara rağmen istediğini aldı. Üstüne bir de bizi füze radarını Malatya'ya koymaya ikna etti. Daha ne olsun. Bu politikayı yürüten Amerikalı diplomatlar herhalde iyi bir madalya almışlardır.
"Amerikalılarla çıkarlarımız uyuşuyor." ilizyonuna sarılan Türkiye'ye kalan ise şu oldu: "Amerika'ya rağmen bir şey yapamaz. Türk askeri sınırdan bir adım ileri atamaz. Amerika'nın taşeronu...."
Bize "Osmanlı" dediler, "Büyük Türkiye" dediler, gönlümüzü okşayan laflar ettiler. Biz de Amerika'nın lafıyla bir şeyler olur diye atladık oltaya. Neymiş efendim, "Amerika, Türk-Kürt buluşmasından yana" imiş. Yalan. Senelerdir bizi birbirimizden ayırmak için uğraşanlar bizi buluşturmaya çalışıyor öyle mi?
Türkiye, "Büyük Türkiye", "Küresel Güç Türkiye" olur. Ancak Amerika'nın ipiyle kuyuya inerek olmaz.
Bugün ortaya çıkan ve Türkiye'ye yönelik büyük bir tehdit haline gelen siyasal ortamın en büyük sebebi bu zafiyettir.
Türkiye'nin yakın tarihine yön veren siyaset-bürokrat takımı bunca senedir önümüzde duran bu yarayı kapatmak için gerekli hareketleri yapmaktan çekindi. Belki günü kurtarmak için, belki Amerika istemiyor korkusundan, belki de zayiatı göze alma cesareti gösteremediğnden. Ancak Türkiye mecburen bir ateşin içine girip de çok daha büyük bedeller ödemek zorunda kaldığında tarih sizi nasıl yargılayacak, hiç düşündünüz mü?
Şimdi "Barış istemiyor musun, çözüm önerin nedir?" diye sorulabilir. Türkiye'yi Türkiye olmaktan çıkartacak siyasi tavizler vermeden barış yapabilirseniz gerçekten "Helâl olsun" dememiz gerekir. Ancak PKK hiç oraya yanaşmıyor. Tabir caiz ise bir tünele girdik, geri de dönemiyoruz. Bireysel hakların tanınması ile siyasal taleplerin arasındaki farkı anlayamayanlar bizi bu tünele soktular. Taviz versek olmuyor, vermesek olmuyor. Sonu da pek hayra alamet görünmüyor. Basiret bu tünele girmeden lüzumlu hareketleri yapmaktı. Ancak maalesef bu yapılmadı.
İnsanlar gibi milletlerin de, devletlerin de bir ömrü var. Allah dostlarının işaretlerine bakıldığında Türkiye'nin ömrü daha bitmiş değil.
Bununla beraber bugünkünden daha büyük sıkıntılar gelebilir, dirlik-düzen bozulabilir, harp gelebilir, ambargo gelebilir, büyük savaşlar yaşanabilir. Ancak Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin yapmış oldukları bir benzetmede olduğu gibi bu devlet "Denizaltı gibi", battı zannedersiniz ancak daha sonra tekrar yukarıya çıkar.
Doymak bilmez bir şehvetle dünyayı sömürgeleştirmeye çalışan emperyalist Batı Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı bakiyesi Ortadoğu'yu paylaştı. Haçlılar Anadolu'yu da paylaşmak için kendi aralarında gizli-açık anlaşmalar yapıyorlardı. Hazret-i Allah o kadarına müsaade etmedi. Bugün de müsaade etmeyecek inşaallah.
Çıkarlarını Türkiye'nin aleyhinde konumlandıranlar buna göre hareket etsin. Gün gelir, son pişmanlık fayda vermez.
"Allah'ım! Vatanımızı muhafaza et, ordumuzu muzaffer et!" (Ömer Öngüt -kuddise sırruh-)