Resulullah Aleyhisselâm'ı ve Sünnet-i seniyye'sini, hükümsüz hâle getirmeye çalışan Vehhâbîler;
Allah-u Teâlâ'nın nuru, âlemlerin gurur ve süruru Muhammed Aleyhisselâm'ın Sünnet-i seniyye'sini açıkça inkâr ettikleri gibi, bizzat Allah-u Teâlâ tarafından seçilip övüldüğü halde, o Yüce Peygamberimiz'e yakışmayan şeyleri isnad etmişlerdir.
Onun yolundan sapan; kim olursa olsun, dinden sapmıştır, İslâm dâiresinden çıkmıştır.
Ölçü budur.
O öyle bir doğru yoldadır ki, Allah-u Teâlâ'nın nurundan bir nurdur.
Kendi nurundan nurunu yarattı, o nurdan mükevvenâtı donattı, Mirac-ı şerif'te Cebrâil Aleyhisselâm dahi bir adım atamadı,
o ise huzur-u İlâhî'de bulundu, onu nurundan yarattığı için o yanmadı.
Amma bu nurdan ayrılan, kim olursa olsun İslâm'dan ayrılmıştır.
Ey Vehhâbîler!
İşte siz de Allah-u Teâlâ'yı ve Resulullah Aleyhisselâm'ı bırakıp da İbn-i Teymiye'lere, İbn-i Abdulvehhab'lara mı uyuyorsunuz?
Gittiğiniz bu yol Allah-u Teâlâ'nın ve Resulullah'ın yolu değildir.
2001 yılının Ekim ayında Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri'nin Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerin nur ışığı ile Vehhâbîler'in içyüzünü ortaya koyan "İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini" isimli eseri neşredilmişti.
Vehhâbîler'in nerelerden küfre kaydıklarını, Allah-u Teâlâ'nın nurunu söndürmek için nasıl faaliyetlerde bulunduklarını öğrenmek isteyen müslüman kardeşlerimize bu kitabın mutlaka okunması gerektiğini hatırlatmakta fayda görüyoruz.
Ehemmiyetine binaen dergimize abone olan okuyucularımıza da bu kıymetli eseri hediye olarak veriyoruz.
Kendi beyanları ile: "Bizim beyanlarımız asla Ehl-i sünnet vel-cemaat olan Araplar'a değildir. Onlara saygı ve sevgimiz sonsuzdur... Zira ben de Arab'ım, Resulullah Aleyhisselâm'ın aslındanım ve onun yolundayım. Sözümüz Araplar'a değil, İslâm dininden çıkmış, dinini kurmuş Vehhâbîler'edir." buyurmuşlardır.
•
Bu vesile ile "Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri'nin "Kalblerin Anahtarı" külliyatından olan "İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini" isimli kitabından derlenen mevzuyu arz ediyoruz:"
Mâlum olduğu üzere birçok din-i İslâm'dan çıkmış, yoldan sapmış fırkalar ve âlim geçinen câhiller, hususiyetle Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in nurunu karartmak isteyen Vehhâbîler türemiştir.
"Bâtılı hakkın yerine koymak için mücadele etmişlerdi." (Mümin: 5)
Âyet-i kerime'sinde buyurulduğu üzere Vehhâbî dinini yaymak için, Allah-u Teâlâ'nın dinini küfür püfüyle söndürmek için sinsi sinsi çalışmaktadırlar.
Resulullah Aleyhisselâm'ın Sünnet-i seniyye'sini açıkça inkâr ettikleri gibi; bizzat Allah-u Teâlâ tarafından seçilip övüldüğü halde, Zât-ı âlileri'ne yakışmayan şeyleri isnat etmektedirler.
Hiç şüphesiz ki İslâm dinine göre iman; Kelime-i Şehâdet'tir. Allah-u Teâlâ'nın varlığına, birliğine, Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'ın O'nun kulu ve peygamberi olduğuna ve onun Allah-u Teâlâ tarafından bize getirip tebliğ ettiği esas ve hükümlerin doğru ve gerçek olduğuna tereddüt etmeden kesin olarak inanmak demektir.
"Lâ ilâhe illâllah" demekle iman etmiş olmaz, "Muhammedün Resulullah" deyince iman etmiş olur.
Diyeceksiniz ki: "Biz de Kelime-i şehâdet getiriyoruz, bayrağımızda 'Lâ ilâhe illâllah Muhammedün Resulullah' yazıyor. Ezanda da bunu söylüyoruz." Amma siz isimde kaldınız. Bu bir perdedir, icraatınız ayrıdır. Siz kendi dininizi yürütmeye ve yaymaya çalışıyorsunuz, İslâm dinini değil. Yoldan çıktınız, hem saptınız, hem de beşeriyeti saptırıyorsunuz. Resulullah Aleyhisselâm'a selât-ü selâm getirmeyi, Sünnet-i seniyye'sini tatbik etmeyi şirk kabul ediyorsunuz. Allah-u Teâlâ ona itaat edilmesini emir buyurduğu halde, siz bu emr-i ilâhîyi reddediyorsunuz. İşte bu yüzden, doğru yolda olmadığınızı izah ve ispat edeceğiz.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Allah katında din İslâm'dır." buyuruyor. (Âl-i imrân: 19)
Vehhâbîler ise İslâm dini'ni bırakmışlar, Vehhâbîlik dinini seçmişler, Resulullah Aleyhisselâm'ı da emirlerini de hükümsüz saymışlar, bundan ötürü de imandan kaymışlardır.
Onlar bu Âyet-i kerime'yi inkâr ediyorlar, Vehhâbîlik dinini esas tutuyorlar ve yaymaya çalışıyorlar. Bu bir gerçektir. İspatı işte bu Âyet-i kerime'dir.
Diğer Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Bu, dimdik ayakta duran bir dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler." (Rûm: 30)
Bunlar dimdik ayakta duran dini hükümsüz hâle getirmek, kendi dinlerini ayakta tutmak istiyorlar. Alenen Hazret-i Allah'a ve dinine karşı geliyorlar.
Bir diğer Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, onunki katiyyen kabul edilmeyecek ve o ahirette kaybedenlerden olacaktır." (Âl-i imrân: 85)
Allah-u Teâlâ böyle ferman buyuruyor. Yani Allah katında Vehhâbîlik dininin kabul olmadığını açıklıyorum ve ispat ediyorum. Bunların kurdukları dini de, başka din kurucuların kurdukları dinleri de kabul etmediğini Allah-u Teâlâ ilân ederken, bunlar kime kabul ettirmeye çalışıyorlar?
Zira Hazret-i Kur'an Cebrâil Aleyhisselâm vasıtası ile Resulullah Aleyhisselâm'a indirildi. Şeriat sahibi yalnız odur. Onun şeriatı olduğuna göre, Allah-u Teâlâ'nın hükmünü ancak o tebliğ edebilir. Başka birisinin değiştirmesi, o dini sanki çalmış ve kendisine mâletmiş gibidir. Bir başkasının bunu kendisine mâletmesi küfürdür.
İlâhî hükümleri hükümsüz sayarak Resulullah Aleyhisselâm'ı aradan çıkarıp, sanki onlara nâzil oluyormuş gibi göstermek, Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a karşı gelmektir. Bu büyük bir şirk değil midir? Bunu yapan müşrik değil midir?
Her ne kadar Allah-u Teâlâ'ya itaat ettik diyorlarsa da;
"Onların çoğu Allah'a iman etmişler, fakat müşrik olarak yaşarlar." (Yusuf: 106)
Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğu üzere böyle yaşadıklarından kendilerinin de haberi yok, onlara tapanların da haberi yok.
Bu Âyet-i kerime'de Allah-u Teâlâ onları müşrik olarak bize tanıtıyor. Kendilerini müslüman olarak göstermeye çalışıyorlar.
Âyet-i kerime'sinde ise:
"Onların kalpleri iman etmedi." buyuruyor. (Mâide: 41)
Kurulmuş bir dini hazır almak kolaylarına gitti. Bu ise bir şirktir, bunu yapan müşriktir.
Dili ile inandıklarını söyleyip de kalbi ile tasdik etmeyenler hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Bedevîler: 'İman ettik!' dediler. De ki: 'Siz iman etmediniz, bâri 'Müslüman olduk!' deyin. İman henüz kalplerinize yerleşmedi." (Hucurât: 14)
Mümin olmak için, imanın kalbe nüfuz etmesi ve o kimsenin takvâya bürünmesi lâzımdır. İslâm'ı kabul etti amma kök yok. Eğer iman kökleşirse kökün esası vardır. O kök vücuda dal-budak salar. Artık o vücudun her zerresi imanla dolu olur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki:
"Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmıştır." (Mücâdele: 22)
"Allah size imanı sevdirdi ve onu kalbinizde süsledi. Küfrü, fâsıklığı ve isyanı ise çirkin gösterdi.
İşte doğru yolda olanlar bunlardır." (Hucurât: 7)
Allah-u Teâlâ hakiki iman sahiplerinin kalbine imanı yazmış ve sevdirmiştir. Ey Vehhâbîler! Eğer size de imanı sevdirseydi, kalbinize yazsaydı, herhalde siz de hidayet yolunu bulurdunuz, böyle inkârda kalmazdınız.
Yalnız Vehhâbîler'e hitap etmiyorum, bütün din kuruculara hitap ediyorum. Hepsi aynı durumdadır. Bunların hepsi nefislerini ilâh edinmişlerdir, ilâhlık dâvâsı gütmüşlerdir. Bunlar kendi dinlerini ayakta tutmaya çalışan zümrelerdir.
Gerek Osmanlılar gerek diğer İslâm devletleri gittikleri her yerde Hazret-i Kur'an'ın hükmünü ve Resulullah Aleyhisselâm'ın Sünnet-i seniyye'sini yaydılar. Bunlar ise Resulullah Aleyhisselâm'ı aradan çıkarıp, sanki peygamber kendileri imiş gibi, İslâm dinini kendilerine mâlettiler ve ortaya çıktılar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Gerçekten Allah'tan size bir NUR ve apaçık bir Kitap gelmiştir." (Mâide: 15)
Dikkat ederseniz Allah-u Teâlâ onu nur olarak vasıflandırıyor.
O "Asluhu nur cismuhu âdem"dir. Âyet-i kerime'lere bakın, bu hakikati görün. Amma bu Âyet-i kerime'lere inanmayanlara ben de derim ki:
"Asluhu kâfir cismuhu necis"tir.
Ona uyanlar nura nâil olmuşlardır. Ona tâzim etmeyenler, itibar etmeyenler, onu sevmeyenler ise bu nurdan mahrum kalmışlardır. Zulmeti tercih ettikleri için her zâlimden daha zâlim olmuşlardır, kendi nefislerini ateşe atmışlardır.
Osmanlı Devleti'nin zayıflamasını fırsat bilerek bundan istifade edip, 1740'larda türeyen Vehhâbîler, zamanla Mekke-i mükerreme ve Medine-i münevvere başta olmak üzere birçok şehirleri işgal etmişler, Ashâb-ı kiram'ın ve sâlih zâtların türbelerini yıkıp yakmışlardır. Kendi dinlerine göre hareket etmişler ve sonra din-i İslâm'ı kendilerine mâl etmişlerdir. Böylece Vehhâbîlik dinini ilân ettiler. Sünnet-i seniye'yi öldürdüler. Resulullah Aleyhisselâm'ı hükümsüz hâle getirmeye çalıştılar. Krallık saltanatını kurdular ve bunun idamesine çalışıyorlar.
Mekke-i mükerreme'nin yakınlarındaki Osmanlılar zamanında yapılan Ecyad kalesini de yıktılar.
Allah-u Teâlâ'nın nuru, âlemlerin gurur ve sürûru Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Sünnet-i seniyye'sini açıkça inkâr ettikleri gibi; bizzat Allah-u Teâlâ tarafından seçilip övüldüğü halde, Zât-ı âlileri'ne yakışmayan şeyleri isnad etmişlerdir.
Sahâbe-i kiram Hazerâtı'nın evlerini yıkmışlar, mübarek kabr-i şerif'lerinin üzerinden buldozerlerle geçmişler, Medine-i Münevvere'deki Cennet'ül-Bâki ve Mekke-i Mükerreme'deki Cennet'ül-Muâlla kabristanlığındaki bütün Ashâb-ı kiram'ın, Ehl-i Beyt'in kabirlerini dümdüz etmişlerdir. Ehl-i sünnet âlimlerinden çoğunu sebepsiz yere asmışlar, İslâm'ın ilk dönemlerinden kalma mescidleri tahrip etmişler, ne kadar kubbe varsa hepsini yerle bir etmişler, her türbenin kubbesini de o türbenin türbedârına yıktırmışlar, halka zulümler yapmışlar, kendi dinlerini açıkça ilân etmişlerdir.
Bunun yanında Vehhâbîler'in yüzyıllar boyunca Mukaddes beldelerde adaletle hükmetmiş, sayısız eserler bırakmış olan ecdadımızın yaptığı eserlere göstermiş olduğu ilgisizlik ve saygısızlık had safhadadır.
Ve fakat Allah-u Teâlâ dilediği kadar kişiye ruhsat verir, sonra ruhsat alınır ve hesaba çeker.
Bu Vehhâbîler dinimizin düşmanlarıdır, Allah-u Teâlâ'nın dinini kendilerine mâletmeye çalışırlar. Buna din hırsızlığı denir.
Hiç şüphesiz Allah-u Teâlâ'nın dini olan İslâm dinini kendine mâl etmek isteyen din hırsızları olduğu gibi, İslâm dini'nin müdâfileri de mevcuttur.
"Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk'a iletirler ve hak ile hüküm verirler." (A'râf: 181)
Sünnet-i seniyye'yi öldüren, Resulullah Aleyhisselâm'ı hükümsüz hâle getirmeye çalışan Vehhâbîler; Hazret-i Allah'ın son peygamberi, nuru olan Habib-i Ekrem'i küçük görmekle zaten Hazret-i Allah'a alenen hasım kesildiler.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini en üstün şerefle müşerref eyleyen Allah-u Teâlâ, Kur'an-ı kerim üzerine yemin ederek onun doğru yolda olduğunu ve dosdoğru bir yolu gösterdiğini; bu nurlu yolda gönül huzuruyla, emin adımlarla yürümesini beyan buyuruyor:
"Yâsin. Kur'an hakkı için ey Resul'üm! Muhakkak ki sen gönderilmiş peygamberlerdensin ve doğru bir yol üzerinde, üstün ve çok merhametli Allah'ın indirdiği Kur'an yolu üzerindesin." (Yâsin: 1-5)
Siz bu ilâhî emre mi itaat edeceksiniz, Allah-u Teâlâ'ya ve O'nun Peygamber'ine mi uyacaksınız? Yoksa inkâr edip, itiraz edip Hazret-i Allah'ın gadabına mı uğrayacaksınız? Kendiniz karar verin!
Onun yolundan sapan; kim olursa olsun, dinden sapmıştır, İslâm dâiresinden çıkmıştır. Ölçü budur. İmanı olana bu Âyet-i kerime'ler kâfidir.
O öyle bir doğru yoldadır ki, Allah-u Teâlâ'nın nurundan bir nurdur. Kendi nurundan nurunu yarattı, o nurdan mükevvenâtı donattı, Mirac-ı şerif'te Cebrâil Aleyhisselâm dahi bir adım atamadı, o ise huzur-u ilâhîde bulundu, onu nurundan yarattığı için o yanmadı. Amma bu nurdan ayrılan, kim olursa olsun İslâm'dan ayrılmıştır.
Onun dosdoğru bir yol üzerinde bulunduğunu bizzat Allah-u Teâlâ beyan buyuruyor. Sizin ilâh edindiğiniz kimseler hakkında böyle bir Âyet-i kerime var mıdır? Yok! Şu halde siz doğru yoldan ayrıldınız, ilâhlarınıza uydunuz, ilâhî hükümleri arkaya attınız, hâlâ da müslüman olduğunuzu zannediyorsunuz! Amma doğru yoldan çıkalı çok oldu. Zira siz Resulullah Aleyhisselâm'ı hükümsüz saydınız, Sünnet-i seniyye'ye uymayı şirk saydınız, amma şirk içinde yaşadığınızı da bilmiyorsunuz. İşte size haber veriyorum. Âyet-i kerime'lere bakın. Durumunuzu görün.
Bu size en büyük iyiliğimdir. Zira ölmeden evvel sizi imana dâvet ediyorum, Allah-u Teâlâ'nın emir ve nehiylerini size hatırlatıyorum. Siz ilâhî hükümleri saymadıkça, esas olarak tutmadıkça aslâ müslüman sayılmazsınız, müslüman olarak yaşayamazsınız.
Ey Vehhâbîler! İşte siz de Allah-u Teâlâ'yı ve Resulullah Aleyhisselâm'ı bırakıp da İbn-i Teymiye'lere, İbn-i Abdulvehhab'lara mı uyuyorsunuz?
Onların Allah-u Teâlâ'nın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın yolunda olmadığını ölünce mi göreceksiniz?
Biz sizi Hazret-i Allah'a ve Resul'üne dâvet ediyoruz. "Tuttuğunuz yol, yol değil!" diyoruz...
İslâm'mış gibi görünüp din-i İslâm'a ve müslümanlara en büyük darbeyi vuran Vehhâbîler, ehl-i sünnet olan birçok memleketi ifsat etmişlerdir.
Balkanlar da, Kafkaslar da, Türk memleketlerinde, Arap âleminde ve daha birçok İslâm beldelerinde hıristiyan misyonerleri gibi çalışarak hem din-i İslâm'ı kaldırmaya hem müslümanları kandırmaya çalışıyorlar. Güya camilere, derneklere, vakıflara yardım ederek bol bol kitap dağıtarak, gönderdikleri adamlarla insan avlayarak sinsi sinsi İslâm dinini Vehhâbîleştirme gayretindeler. Bosna da, Sancak'ta müslümanlar "Sizin Boşnakça İlmihâl'iniz olmasaydı, buralar hep Vehhâbî olmuştu!" diyorlar. Bu derece çalışıyorlar, her yerde gençleri parayla, bursla kandırıyorlar, itikadı bozuyorlar.
Vehhâbîler, Osmanlı Devleti'nin yıkılış döneminde, o zamanın hegemonu İngiltere'nin desteği ile başgösteren karışıklıklar neticesinde ortaya çıkmış, Suudi Arabistan'ın üzerinde yüzdüğü petrol denizi vesilesi ile muazzam bir gelire sahip olmuşlardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Kendilerine servet ve oğullar vermekle zannediyorlar mı ki, onların iyiliklerine koşuyoruz? Hayır, onlar işin farkında değiller." (Mü'minûn: 55-56)
İşte sahip oldukları büyük finansal kaynaklarını, kendi Vehhâbîlik dinlerini yaymak için kullanan Vehhâbîler, dünyanın dört bir yanına yayılmış, zehirlerini saçmaktadırlar. Bosna'da, Çeçenistan'da, ülkemizde ve daha pek çok yerde yandaşları bulunmaktadır.
Vehhâbîlik dinini yaymak için, sinsi sinsi çalışmaktadırlar.
Suudî Arabistan Türkiye'de bazı camilere ve mekteplere yardımlar yapmıştır.
Nitekim onları savunanlardan birisi:
"Bugün gerek Amerika'da, gerekse başka yerlerde inşâ edilen câmilere Yunan kâfiri bir tek kuruş vermezken, bu iş için milyarlar harcayan Vehhâbîler onlarla nasıl bir tutulur? Vehhâbîler müslümandır, çünkü ehl-i kıbledirler. Böyledirler diye onların zihniyetinden uzak durmamak gerekmez." demektedir.
Onların iyi gibi görünen bu işlerinde gizli maksatları vardır. Vehhâbîler güya dine hizmet eder gibi görünüyorlar, fakat hiç şüphe yok ki Vehhâbîlik tohumlarını ekmek için zemin hazırlıyorlar.
Câhil ve zâlim olan insan da onlara kapılıyor. Baklavanın içine zehir konduğunu anlayamıyor, zehiri ile beraber baklavayı yutuyor, balık otu yutmuş balığa benziyor. Yaşayan ölü, canlı cenaze. Çünkü artık dinini değiştirmiş, ruhu ölmüş, olmuş bir canlı cenaze. Bundan da haberi yok. Bunca Âyet-i kerime'leri görmüyor, görmek de istemiyor. Onların maksatlı yaptıklarına göz dikiyor, müslüman olduklarını zannediyor, müşrik olarak yaşadıklarını da bilmiyor.
Burada da türeyen Vehhâbîler'e ciddiyetle beyanımız olduğu gibi; itirazları varsa Âyet-i kerime ile cevap bekliyorum, amma Vehhâbî dini ile değil.
Gayemiz bir taraftan sahte Vehhâbî dinine darbe vurmak, diğer taraftan da türemelerini ve etraflarında zehirlemek istedikleri halkı ikaz ve irşad etmektir.
Resulullah Aleyhisselâm'a itaat etmek, getirmiş olduğu esasların hepsini kabul etmeyi, Sünnet-i seniyye'sine sımsıkı sarılmayı, ahlâkı ile ahlâklanıp edebiyle edeplenmeyi gerektirir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Resulullah size ne verdiyse onu alın, neyi yasak ettiyse ondan sakının." (Haşr: 7)
Bu bir emr-i ilâhî değil midir? Bu emr-i şerif'e uyan ancak Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a iman etmiş olur. Fakat bundan sapan da muhakkak ki put batağına batmış olur.
Bu emr-i ilâhî'yi bizzat Allah-u Teâlâ buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor. Bu emr-i ilâhî'yi inkâr eden Allah-u Teâlâ'yı inkâr etmiştir. O'nu ve O'nun emrini inkâr eden de zaten dinden çıkmıştır.
Ona yapılan her türlü itiraz, bu Âyet-i kerime mucibince inkâr ve küfürdür.
Siz bu emr-i ilâhî'ye uyup Resulullah Aleyhisselâm'ın yolunda mısınız, yoksa İbn-i Teymiye'nin, İbn-i Abdülvehhâb'ın yolunda mısınız?
Allah-u Teâlâ Hazret-i Kur'an'ı Muhammed Aleyhisselâm'a indirdi, yolun doğrusunu göstermek Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a âittir.
Bunun içindir ki sizin bütün içyüzünüzü dışarıya vermek mecburiyetindeyim. Ki gerçek mânâda ihlâslı bir mümin o batağa düşmesin.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde sâdık müminlerin dinlerine ne kadar bağlı olduklarını, Resulullah Aleyhisselâm'ın emrine ne kadar itaatkâr bulunduklarını haber vererek şöyle buyurmaktadır:
"Müminler ancak o kimselerdir ki, Allah'a ve Resul'üne iman etmişlerdir." (Nûr: 62)
Allah-u Teâlâ böyle buyururken, Vehhâbîler'in Resulullah Aleyhisselâm'ı hiçe saymaları, onların müslüman olmadıklarını göstermektedir. Bu Âyet-i kerime ile biz bunu görmüş oluyoruz. Bu kadar delillere rağmen hâlâ şüpheye düşüyorsunuz! Bu ise sizin imanınızın suretâ oluşundandır.
•
Resulullah Aleyhisselâm'a itaat etmek, rahmeti beraberinde getiren hususlardandır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Peygamber'e itaat edin ki rahmete erdirilesiniz." (Nûr: 56)
Allah-u Teâlâ ona her defasında itaat edilmesini bizzat emir buyuruyor. Ancak ve ancak bu suretle rahmete eriştireceğine vaad-i sübhanisi var. Buna aykırı hareket edenler bu rahmet-i ilâhî'den mahrumdurlar.
Onu nasıl küçültmeye çalışıyorsunuz, bu ilâhî emirleri nasıl arkaya atıyorsunuz, çiğnemek istiyorsunuz? Oysa Allah-u Teâlâ rahmetiyle, şefkatiyle size hakikati duyuruyor, iman etmeniz için yol gösteriyor. İmanın da ancak Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a iman etmekle kâim olacağını ve ancak bu şekilde rahmete erileceğini ilân ediyor. Bu olmayınca aslâ!
Dikkat edin! Hep Âyet-i kerime ile konuşuyorum ve Âyet-i kerime ile cevap bekliyorum.
Kulaklarınıza kurşun mu döküldü, gözlerinize perde mi çekildi ki; hiçbir hakikati işitmiyorsunuz, hiçbir hakikati görmüyorsunuz?
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in her emr-i şerif'i, insanlara maddî ve mânevî hayat veren bir dâvet hükmündedir. Bu dâvet Allah-u Teâlâ'nın dâvetinden başka bir şey değildir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Ey iman edenler! Allah ve Peygamber'i sizi, size hayat verip canlandıracak şeylere çağırdığı zaman icabet edin." (Enfâl: 24)
Size bu Âyet-i kerime'leri hatırlatıyoruz. Bu hayat; hayat-ı ebediyedir, ruhun dirilmesi ve gıdalanması demektir. Biz sizin bu hayata nâil olmanızı istiyoruz. Siz ise bu icabetin şirk olduğunu söylüyorsunuz.
Eğer siz bu ilâhî emirleri de çiğnerseniz; hayat şöyle dursun, size vefat var. Bu öyle bir vefat ki, ebedî hayatın vefatıdır. Her ne kadar kendinizi yaşıyor zannediyorsanız da canlı cenaze olduğunuzu bilin. Zira ruhunuz ölmüş, vaktinizi bekliyorsunuz ve müşrik olarak yaşıyorsunuz.
•
Allah-u Teâlâ bütün beşeriyete hitap ederek Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Ey insanlar! Rabb'inizden size hak bir Peygamber gelmiştir." (Nisâ: 170)
O size İslâm'ı getirmiştir. Âlemlerin Rabb'i olan Allah-u Teâlâ'ya teslim olmak isteyen için takip edilecek tek yol, getirdiği dindir.
"O hâlde kendi hayrınıza olarak hemen ona iman edin." (Nisâ: 170)
Eğer Allah-u Teâlâ'ya iman ettiğinizi iddiâ ediyorsanız, bu Âyet-i kerime'ye dikkat etseniz sizin için kâfidir.
Amma bunu da inkâr ederseniz, bu ilâhî emre muhalefet ederseniz, artık hak yolda olmadığınızı, küfre kaydığınızı apaçık bilin.
"Eğer kâfir olursanız, göklerde ve yerde ne varsa şüphesiz ki hepsi Allah'ındır. Allah bilendir, hikmet sahibidir." (Nisâ: 170)
Bu Âyet-i kerime'de, Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine iman etmeyenin kâfir olduğunu açık olarak beyan buyuruyor. Hüküm budur. İslâm budur.
•
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde Zât-ı akdes'i ile Resulullah Aleyhisselâm'ı bir tutmuş, ona yapılan muhalefeti kendisine yapılan muhalefet gibi saymıştır.
Buyurur ki:
"Allah'a ve Peygamber'e muhalefet edenler, işte onlar en aşağılık kimseler arasındadırlar." (Mücâdele: 20)
Binaenaleyh Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e saygısızlıkta ve hürmetsizlikte bulunan kimseyi aşağıların aşağısına indireceğini, rezil ve rüsvay edeceğini haber veriyor.
Eğer Âyet-i kerime'ye imanınız varsa size Âyet-i kerime ile belirtiyorum. Size delil olarak hep Âyet-i kerime gösteriyorum.
Bunu da mı inkâr ediyorsunuz? Eğer Allah-u Teâlâ'ya imanınız varsa bu böyledir. Bunu inkâr ettiğiniz zaman apâşikâr küfre düştüğünüzü biz görüyoruz, siz de görüyor musunuz?
Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kim Allah'a ve Resul'üne iman etmezse, bilsin ki biz kâfirler için çılgın bir ateş hazırlamışızdır." (Fetih: 13)
Âyet-i kerime'de görülüyor ki Resulullah Aleyhisselâm'a iman etmeyenler kâfir olarak vasıflandırılıyor.
Sizin nasıl bir iftiracı olduğunuzu size göstermek ve size duyurmak için bu Âyet-i kerime'leri önünüze seriyoruz. Dikkat ederseniz bu önünüze serilenler hep Allah kelâmıdır. Bunları size zorla yedirmeye çalışıyoruz.
•
Hicretin dokuzuncu yılında İslâmiyet artık maddi ve mânevî kuvvet bulmuş, müslümanların eline birçok maddi imkânlar geçmiş, durumları oldukça düzelmişti.
Her türlü imkâna kavuşmuş olmasına rağmen, Resulullah Aleyhisselâm hiç iltifat etmiyor, sade ve mütevâzi yaşayışına devam ediyordu.
Meşrebe diye anılan çardakta bir ay kadar yalnız başına kalmıştı, sabah ve akşam yemeğini yalnız başına yedi.
Bu durumu öğrenen Ashâb-ı kiram telâşa kapıldılar. İçlerinden bazıları Mescid'de mahzun mahzun oturuyor, küçük çakıl taşlarıyla oynayarak içlerindeki sıkıntıyı açığa vuruyorlardı, bazıları da ağlıyordu.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- izin alarak Resulullah Aleyhisselâm'ın huzuruna girdi. Beline bir ihram bağlayıp hurma lifinden yapılmış bir hasır üzerine uzanmış olduğunu gördü, selâm verdi. Vücudundaki hasır izlerini görünce dayanamadı, ağlamaya başladı.
Resulullah Aleyhisselâm: "Niye ağlıyorsun yâ Ömer!" diye sorduğunda: "Yâ Resulellah! Ne diye ağlamayayım ki? Kisrâlar, Kayserler dünyanın zevk ve sefâsını sürerken, siz Allah katında en seçkin kul olduğunuz halde böyle bir hayat sürüyorsunuz!" dedi.
Resulullah Aleyhisselâm buyurdu ki:
"Yâ Ömer! Dünya onların, ahiretin de bizim olmasına râzı değil misin?"
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-: "Râzıyım!" diye cevap verdi. (Ahmed bin Hanbel)
Bir Resulullah Aleyhisselâm'ın yaşayışına bakın, bir de onların yaşayışına bakın!
Öyle lüks içinde yaşıyorlar ki, kralları ecnebî devletlere sefâ için gidiyor, maiyyeti ile beraber... Küçük bir devletin bütçesi kadar bir parayı yazlık için harcıyorlar. Bu parayı da ecnebî devletlere yediriyorlar. İsrafın haddi hesabı yok!
Sarayların sayısı ve masrafı belli bile değil.
Artık Arabistan'da kurdukları köşklere sığamadılar, orası dar geldi, ecnebi devletlerine parayı nasıl akıtıyorlar? Bunca israf bunca masraf İslâm'a uyar mı?
Oysa Allah-u Teâlâ ahirette kullarına zerreden sual sormayacak mı?
Nitekim Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki:
"Kim zerre kadar bir iyilik yapmışsa onun mükâfatını görür. Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onun cezâsını görür." (Zilzâl: 7-8)
İlâhî adalet tecelli edecek, herkes bu ilâhî adaletin icabı olarak ya mükâfat veya mücâzat görecek.
Bunların bu hareketi İslâm'a uyuyor mu?
İslâm bu mudur, İslâm'da bu var mıdır? Bu taşkınlık İslâm'a yakışır mı? Resulullah Aleyhisselâm böyle mi yaşadı? Resulullah Aleyhisselâm'ın yaşayışına bakın, bir de bunların durumuna bir bakın! Size kıyas veriyoruz. Bunların neresine kandınız, neresine inandınız? Onları tasdik ettiğiniz zaman siz de küfre girmiş oluyorsunuz!
İmanınız varsa işte ölçü, işte tartı!
Ve fakat Allah-u Teâlâ zerreden hesap soracak ve onları öyle yerin dibine batıracak!
•
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin en mükemmel bir imtisal numunesi olduğunu Âyet-i kerime'sinde beyan buyuruyor ve beşeriyete duyuruyor:
"Andolsun ki Resulullah sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı arzu edenler ve Allah'ı çok zikreden kimseler için güzel bir numunedir." (Ahzâb: 21)
Onu yaratan böyle buyuruyor. Siz onu numune alacağınız yerde ilâhlarınızı numune aldınız. İlâhî hükmü bıraktığınızdan ötürü İslâm'dan çıkmış olmuyor musunuz? Siz dininizi ayakta tutmak için onu hükümsüz hâle getirmeye çalışıyorsunuz. Oysa bu meyanda ilâhî hükümleri hükümsüz hâle getiriyorsunuz. Bu ise gerçekten şirk değil midir? Bunu yapan müşrik değil midir? İman ettiğinizi zannediyorsunuz, fakat küfür içinde yaşadığınızı bilmiyorsunuz. Bunun sebebi ise, Allah-u Teâlâ'nın hükümlerini hükümsüz hâle getirmeye çalışmanızdır.
•
Kur'an-ı kerim Muhammed Aleyhisselâm'ın getirdiği kesin bir sözdür. Bu söz âlemlerin Rabb'inden indirildiği hâlde, Muhammed Aleyhisselâm'a izafe edilmiştir.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Görebildikleriniz ve göremedikleriniz üzerine yemin ederim ki, Kur'an elbette şerefli bir peygamberin sözüdür." (Hâkka: 38-39-40)
Allah-u Teâlâ onun ne kadar şerefli ve Azîz olduğunu yemin ederek bize duyuruyor. Onun meth-ü senâsını bizzat Allah-u Teâlâ yapıyor. Bu yemin "Dikkat edin!" mânâsına geliyor. Onu yaratan ona bu şerefi bahşetmiştir. Bundan daha büyük meziyet olabilir mi? Siz bunu mu küçümsüyorsunuz? Gerçekten onu seven şereflidir, amma onu sevmeyen şerefsizdir. Onu seven ona iman etmiştir, onu sevmeyen ona küfretmiştir. İman ile küfür bir olur mu, seven ile sevmeyen bir olur mu?
Allah-u Teâlâ onun hakkında Âyet-i kerime'sinde bütün âlemlerin en şereflisi olduğunu beyan buyuruyor:
"Resul'üm! Biz senin şânını yükselttik." (İnşirâh: 4)
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Bu peygambere inanan, saygı gösterip aziz tutan, ona yardım eden, onunla gönderilen nura uyanlar yok mu? İşte onlar kurtuluşa ve saâdete erenlerdir." (A'râf: 157)
Dikkat ederseniz hep İslâm dini ile Vehhâbî dininin kıyasını yapıyoruz. Çünkü arada kati bir berzah kurmak istiyoruz. Bu berzahı aşabilmeniz için iman etmeniz lâzımdır. Allah-u Teâlâ'nın onu aziz kıldığı gibi, sizin de onu aziz kabul etmeniz, Sünnet-i seniyye'sini kabul etmeniz ve işlemeniz gerekir. Sünnet-i seniyye'sini reddederseniz, Allah-u Teâlâ'nın ona verdiği izzeti reddetmiş oluyorsunuz ve burada şerefsizliğe düşüyorsunuz.
Allah-u Teâlâ ona uyanları ona verdiği şeref ile şereflendireceğini, ona verdiği nur ile nurlandıracağını, bu Âyet-i kerime'ye inanmayanların küfürde kalacağını açık olarak görüyoruz.
İman edip sâlih amel işlemeyi mi seversiniz, yoksa küfürde bocalamayı mı ey Vehhâbîler? İşte Âyet-i kerime, işte hareketiniz!
•
Allah-u Teâlâ sevgili Peygamber'i Muhammed Aleyhisselâm'a tâzimde bulunulmasını, tebcil olunmasını, saygı ve hürmet gösterilmesini, değer verilmesini ve yüceltilmesini Âyet-i kerime'sinde bizzat emir buyurmaktadır:
"Ey insanlar! Allah'a ve Peygamber'ine inanasınız, ona yardım edesiniz, onu büyük tanıyıp saygı gösteresiniz." (Fetih: 9)
Kim ki bu ilâhî emr-i şerif'i yerine getirirse Allah-u Teâlâ'ya ve Resul'üne itaat edip iman etmiş olur. Fakat bu ilâhî emri yerine getirmeyen bir kimse çok iyi bilsin ki dinden çıkmıştır. Bu böyledir. Aksi halde buna karşı bir Âyet-i kerime de siz getiriverin. Ki bunu getiremeyeceğinizi çok iyi biliyorum, Çünkü Hazret-i Kur'an Muhammed Aleyhisselâm'a indirildi, sizin sapıtıcı ilâhlarınıza değil.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde:
"O Peygamber müminlere öz nefislerinden evlâdır, canlarından da ileridir." (Ahzâb: 6)
Buyururken, onu daha önde tutmanız gerekirken siz İbn-i Teymiye'yi, İbn-i Abdülvehhab'ı öne sürdünüz, ve İbn-i Abdülvehhâb'ın yandaşlarını, onun izinden gidenleri seçtiniz. Siz hiç şüphe yok ki seçtiklerinizle berabersiniz, amma Allah ve Resul'ü ile beraber olamazsınız.
Siz ahirette onlarla haşrolacaksınız, huzur-u ilâhî'ye onlarla çıkacaksınız.
Çünkü siz Allah ve Resul'ünün yolunda değilsiniz. Siz onları seçtiniz ve onların yolundasınız. Deccal'den daha beter olan sapıtıcı imamlara uyduğunuzun farkında mısınız?
Cehennem ateşinden sizi kim kurtarabilir? İlâhî emirlere bir bakın, bir de tuttuğunuz yola bakın!
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Vedâ Haccı hutbesinde ümmetine bıraktığını açıkladığı ve sımsıkı sarıldıkları takdirde, hiçbir zaman yollarını şaşırmayacaklarını haber verdiği iki şeyden ikincisi sünnettir.
"Hepiniz topluca sımsıkı Allah'ın ipine sarılın." (Âl-i imrân: 103)
Âyet-i kerime'sindeki Allah'ın ipinden murad Kitap ve Sünnet'tir.
Kur'an-ı kerim'de pek çok Âyet-i kerime, Sünnet-i seniyye'ye uymanın, Resulullah Aleyhisselâm'a itaat etmenin farz olduğunu göstermektedir.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Resulullah size neyi verdiyse onu alın, neyi yasak ettiyse ondan sakının." (Haşr: 7)
Bu bir emr-i ilâhî'dir.
Onun ilâhî hükümleri uygulama ve açıklamasında hata aslâ bahis mevzuu olamaz. Çünkü o, bizâtihi Allah-u Teâlâ'nın tasarrufu altındadır.
Sünnet-i seniyye Resulullah Aleyhisselâm'ın Rabb'inden aldığı risaleti tebliğden ibarettir.
Buhârî'nin rivayetine göre Cebrâil Aleyhisselâm, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e Kur'an-ı kerim'i indirdiği ve öğrettiği gibi, sünneti de indirmiş ve öğretmiştir.
Kur'an-ı kerim vahiy olduğu gibi, Hadis-i şerif'ler de vahiydir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"O kendiliğinden konuşmamaktadır. Onun konuşması, ancak kendisine bildirilen vahiyden başka bir şey değildir." (Necm: 3-4)
Ey Vehhâbî! Sen bu Âyet-i kerime'yi de inkâr ediyorsun?
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in her sözü ilâhî bir vahye isnad eder.
Şu kadar var ki, Kur'an-ı kerim vahyin en yüksek mertebesidir. Lâfzı ve mânâsı ile birlikte vahyolunmuştur. Hadis-i şerif ise Vahy-i metlüv, yani okunan vahiy değildir. Lâfzı olmayıp sadece mânâdan ibarettir. Allah-u Teâlâ'nın dilediği şeyi bildirmektedir.
Resulullah Aleyhisselâm İslâm'ın ilk yıllarında Kur'an-ı kerim âyetleri ile karıştırılmaması için Hadis-i şerif'lerin yazılmasını yasaklamıştı. Buna rağmen ilk yıllarda güvendiği kimselerin yazmalarına izin verdiği gibi, karıştırılma ihtimali ortadan kalktıktan sonra bu yasağı kaldırmış ve yazılması için izin vermişti.
Abdullah bin Amr -radiyallahu anh- buyururlar ki:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'den her ne işitirsem yazardım. Kureyşliler beni bundan menetmek istediler. Dediler ki;
'Sen her şeyi yazıyorsun. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ise beşerdir. Rızâ halinde de gazap halinde de söz söyler.'
Bu tenbih üzerine yazmaktan bir müddet vazgeçtim. Nihayet bu durumu Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e arzettim. Mübarek parmağını ağzına götürerek:
"Yaz! Nefsim kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, buradan hak sözden başkası çıkmaz!" buyurdu." (Ebu Dâvud: 3646)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Ben bir maskeyim. O nasıl tecelli ederse, ne buyurur ne duyurursa!" demek istiyor.
•
Resulullah Aleyhisselâm'ın her emrine itaat etmek farz olup, aykırı hareket etmek ise haramdır. Bu ise ilâhî bir hükümdür.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Biz hiçbir peygamberi, Allah'ın izni ile kendisine itaat edilmesinden başka bir hikmetle göndermedik." (Nisâ: 64)
Şu ilâhî hitaba bir bakın! Bir de Vehhâbîler'in Resulullah Aleyhisselâm'a karşı takındıkları tutuma bir bakın! Bu ilâhî hükümlere ters düşüp inkâr ettiklerinden dolayı küfre girmiş olmuyorlar mı? Onu hükümsüz saydıklarından dolayı İslâm dininden çıkmış olmuyorlar mı? Zira Allah-u Teâlâ ona itaat edilmesini emrediyor, onlar ise ona itaat etmeyi şirk sayıyorlar. Bu hareketleri ile asıl şirk koşanlar onlardır.
Şeytan kibirlenmesinden dolayı Allah-u Teâlâ'ya karşı geldi, lânete uğradı. Siz de kibrinizle şeytanın arkadaşı, yoldaşı oluyorsunuz ve onunla birlikte tepetakla cehenneme gidiyorsunuz. Bütün bu hakikatleri size inkâr ettiren, cehâletiniz ve kibrinizdir.
•
Allah-u Teâlâ kullarına ona uymayı ve yolundan ayrılmamayı emir buyurmaktadır:
"O Peygamber'e uyun ki, doğru yolu bulasınız." (A'râf: 158)
Bu Âyet-i kerime, Resulullah Aleyhisselâm'a uyanların doğru yolda olduğunu beyan ederken, ona uymayıp hafife alanların da doğru yolda olmadığını ilân ediyor.
Ey Vehhâbîler! Siz bu emr-i şerif'i inkâr ediyorsunuz, ilâhî hükümleri hükümsüz sayıyorsunuz, ilâhlarınıza uyuyorsunuz. Bu küfür değil midir? Bu da sizin aynanız olsun, kendinizi görün, beşeriyet de sizi görsün. Çünkü bir bu Âyet-i kerime'ye bakar, bir de sizin icraatınıza bakar. Dikkat eden gerçek mümin sapmaktan kurtulduğu gibi, imanını da kurtarmış olur.
•
Allah-u Teâlâ'ya ve Resul'üne tam bir teslimiyetle itaat etmek, imanın kemâli ve gereğidir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Eğer siz gerçekten müminlerseniz, Allah'a ve Peygamber'ine itaat ediniz." (Enfâl: 1)
Hitâb-ı ilâhî'ye bir bakın! Ona itaat etmeyenin gerçek mümin olmadığını anladınız mı? Amma bu Âyet-i kerime size hitap ediyor, beni söylüyor demeyin. Eğer bu Âyet-i kerime'ye inanmışsanız bu böyledir.
•
Allah-u Teâlâ ona itaati kendisine yapılacak itaatle birlikte emretti. Ona yapılan itaati kendisine yapılan itaat, ona muvafakatı kendisine muvafakat gibi saydı. İsmini ismiyle birlikte zikretti:
"Peygamber'e itaat eden, muhakkak ki Allah'a itaat etmiş olur." (Nisâ: 80)
Bu Âyet-i kerime mucibince ey Vehhâbîler, siz Peygamber'e itaat etmediğinize göre Allah-u Teâlâ'ya itaat etmiş olmuyorsunuz. Nasıl İslâm'dan çıktığınızı, nasıl küfre kaydığınızı bu Âyet-i kerime'den de mi anlamadınız? Kendinize bir dönün, vicdanınıza bir sorun, kararınızı kendiniz verin.
Siz ki Allah-u Teâlâ'nın nurunu söndürmeye çalışıyorsunuz, ben sizi niçin söndürmeyeyim? Saf ve temiz müslümanları kurtarmak için içyüzünüzü niçin dışarıya vermeyeyim?
Allah-u Teâlâ, kulu ve resulü Muhammed Aleyhisselâm'ın fazilet ve meziyetini, şeref ve haysiyetini, yüceler yücesindeki mevkisini çok açık bir şekilde beşeriyete ilân etmiştir.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber (Muhammed)e çok salât ve senâ ederler.
Ey iman edenler! Siz de ona salât-ü selâm getirin ve tam bir teslimiyetle gönülden teslim olun." (Ahzâb: 56)
Bu Âyet-i kerime'de apaçık bir emir var. Allah-u Teâlâ'nın bizzat kendisi ve melekleri Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine salât-ü selâm getiriyor. Bu ise Resulullah Aleyhisselâm'a en büyük iltifât-ı ilâhî'dir, açık bir fermân-ı ilâhî'dir. İnanan mümindir, inanmayan kâfirdir.
Binaenaleyh Resulullah Aleyhisselâm'ı hafif ve basit tutanlar var ya! "Adam sende, Abdullah'ın menisinden ibaret!" diyenler var ya! Bunlar İslâm değildir. Kim? Kim olursa olsun.
Zira bu Âyet-i kerime'yi inkâr etmişlerdir, ona salât-ü selâm getirmeyi şirk kabul etmişlerdir. Resmen Âyet-i kerime'yi inkâr ediyorlar. Üstelik Allah-u Teâlâ: "Tam bir teslimiyetle teslim olun!" buyuruyor. Onlar teslim olmadıkları gibi, ona karşı yapılan tâzimi şirk kabul ediyorlar.
Kim ki bu Âyet-i kerime'yi kabul etmezse, Resulullah Aleyhisselâm'a gönülden bağlı olmazsa ve salât-ü selâm getirmezse, bu ilâhî hükmü reddettiği için küfre düşer. O artık müslüman değildir.
Ey Vehhâbîler! Siz bu ilâhî emre inanıp, iman edip salât-u selâm getiriyor musunuz? Yoksa küfürde mi kaldınız? Ben sormuyorum, kendi kendinize sorun.
Gerçek olan Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'tir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyurur ki:
"Bir kimse indinde ismim zikrolunur da bana salât-ü selâm getirmezse bana cefâ etmiş olur." (Câmiü's-sağir)
"Bana salâvat getirmeyi unutan kimse cenetin yolunu şaşırır." (İbn-i Mâce)
Beni diyor demeyin. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'leri size delil olarak gösteriyorum.
Peygamber'ine Allah-u Teâlâ'nın salâtı; onu en yüce makamda anması, onu rahmeti ile rızâsı ile tebcil, tebrik ve tâzim etmesidir.
Meleklerin salâtı ise; istiğfarda bulunmalarıdır. İnsanlarınki de öyledir.
Ne yüce mertebedir ki, onu yaratan ona salât-ü selâm getiriyor, sevgili Peygamber'ini anıyor, tebrik ediyor. Ulvî makamındaki melekler de onun için mağfiret diliyorlar, senâ ediyorlar.
Bu nimet ve şereften üstün bir ikbal ve ikram düşünülemez.
Sonra da süfli âlemdeki insanlara Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine salât-ü selâm getirmelerini emrediyor.
Müminler bu sayede kendilerini zulmetten nura kavuşturan, ulvî ufukların kapılarını açan peygamberlerine; salât ve selâmlarını, hürmet ve tâzimlerini, övgü ve senâlarını, minnettarlıklarını arzetmiş oluyorlar.
Bu vesile ile de Allah katında itibar kazanmış, birçok ecir ve mükafatlara nâil olmuş oluyorlar.
Sâdık müminler asırlar boyu o Nur'un aşkında ve şevkinde yaşamışlar, ona karşı besledikleri muhabbet bağından bir an olsun ayrılmamışlar, salât-ü selâm ile tebcil etmekten geri durmamışlardır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Ramazan ayına erdiği halde kendisini af ettirmeye muvaffak olamadan bu ayı çıkaran kimsenin burnu sürünsün! Anne-babasına veya bunlardan birine yetişip de onlar sayesinde cennete girmeyen kimsenin de burnu sürünsün. Ben yanında anıldığım halde bana salâvât getirmeyen kimsenin de burnu sürünsün!" (Tirmizî: 3539)
•
Binaenaleyh Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in ism-i şerif'leri anılınca: "Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammed" diye salâvât-ı şerife getirmek her müminin üzerine vâcibdir, bundan fazlasını söylemek sünnettir.
Bir kimseyi çok anan, onu çok seviyor demektir. Kişi her zaman sevdiği ile beraber olur.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'te:
"Kıyamet günü insanların bana en yakın olanı, üzerime çok salât gönderendir." buyuruluyor. (Tirmizî: 484)
•
Ebu Talha -radiyallahu anh- buyurur ki:
Bir gün Resulullah Aleyhisselâm yüzü sevinçli olduğu halde geldi. "Yüzünüzde bir sevinç görüyoruz!" dedik.
Buyurdular ki:
"Bana melek geldi ve şu müjdeyi verdi: Yâ Muhammed! Rabb'in diyor ki: 'Sana salâvât okuyan herkese benim on rahmette bulunmam, selâm okuyan herkese de benim on selâm okumam sana yetmez mi?'" (Nesaî)
•
Salât-ü selâm her zaman getirilebilir. Kerahat vakitlerinde bile okunmasında mahzur yoktur. Bilhassa Cuma gecesinde ve gündüzünde salâvât-ı şerife okumakla fazla meşgul olmalıdır.
Evs bin Evs -radiyallahu anh-den rivâyete göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Günlerinizin en faziletlisi Cuma günüdür. O günde benim üzerime çok salâvât getirin. Zira sizin salât ve selâmlarınız bana arz olunur."buyurdu.
Ashab-ı kiram -radiyallahu anhüm-:
"Yâ Resulellah! Getirdiğimiz salâvât size nasıl arz olunur, halbuki siz çürümüş bulunacaksınız." dediklerinde, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle cevap verdiler:
"Allah-u Teâlâ peygamberlerinin cesetlerini yeryüzüne haram kılmıştır." (Ebu Dâvud)
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'te ise şöyle buyurulmaktadır:
"Yeryüzünde Allah'ın gezici melekleri vardır. Ümmetimin selâmını bana tebliğ ederler." (Nesâî)
•
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'ndan bir zât:
"Yâ Resulellah! Allah-u Teâlâ bize senin üzerine salât-ü selâm göndermemizi emir buyurdu. Size nasıl salât-ü selâm getirelim?" diye sordu.
Bunun üzerine bir müddet sükut etti. Orada bulunanlar bu sükutun uzamasından dolayı: "Keşke sormasa idi." diye temenni ettiler. Daha sonra Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Salli-Bârik duâlarının okunmasını söylediler. (Müslim: 406)
"Ey Allah'ım! Rahmetini Muhammed Aleyhisselâm'ın ve onun akraba ve taalukâtının, itaatkâr ümmetinin üzerine indir. Nasıl ki İbrahim Aleyhisselâm ve onun âile fertlerine nâzil buyurmuşsun.
Şüphesiz ki bütün hamdler ve yücelikler sana mahsustur."
"Ey Allah'ım! Muhammed Aleyhisselâm'ın onun akraba ve taalukâtının, itaatkâr ümmetinin bereketlerini daima artır. Nasıl ki İbrahim Aleyhisselâm ve onun âile fertlerinin bereketlerini artırdığın gibi.
Şüphesiz ki bütün hamdler ve yücelikler sana mahsustur."
•
Ebu Hümeyd es-Saîdî -radiyallahu anh-den rivayete göre, Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm-: "Yâ Resulellah sana nasıl salâvât getirelim?" diye sordular.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise buyurdular ki:
"Ey Allah'ım! Muhammed'e, zevcelerine ve zürriyetine rahmet kıl, İbrahim'e rahmet kıldığın gibi.
Muhammed'in, zevcelerini ve zürriyetini mübarek kıl, İbrahim'i mübarek kıldığın gibi.
Şüphesiz ki bütün hamdler ve yücelikler sana mahsustur." (Buhârî-Müslim)
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdât -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hicret'ten bir buçuk sene evvel Receb-i şerif ayının 27. gecesinde Kâbe-i Muazzama'nın Hatîm kısmında yatarken Cebrâil Aleyhisselâm geldi ve göğsünü yardı. Kalbini Zemzem-i şerif suyu ile yıkadıktan sonra içine iman ve hikmet doldurdu.
Bulundukları yere Burak adında bir binek getirildi. Üzerine binerek Cebrâil Aleyhisselâm'ın refakatinde yola çıktılar. İlk anda Kudüs-ü şerif'e vardılar. Mescid-i Aksâ'da bütün Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı'nın ervâhına imam olup namaz kıldırdı.
Mirâc-ı şerif hadisesi Kur'an-ı kerim'de şöyle anlatılmaktadır:
"Kulunu (Muhammed'i) gecenin bir anında Mescid-i Haram'dan alıp civarını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir." (İsrâ: 1)
Mescid-i Aksâ ile Mescid-i Haram'ın arasındaki mesafe uzak olduğu için Kudüs'teki mescide "Mescid-i Aksâ" denilmiştir.
O Mescid-i Aksâ ki, Allah-u Teâlâ çevresini din ve dünya bereketleriyle bereketlendirmiştir. Çünkü Musa Aleyhisselâm'dan İsa Aleyhisselâm'a kadar vahyin iniş yeri ve peygamberlerin ibadetgâhı olmuş, hem de nehirler ve ağaçlarla, meyvelerle donanmış idi. Bu defa da Miraç şerefi ile bereketli kılındı.
"Ona âyetlerimizden nicelerini gösterelim diye böyle yaptık." (İsrâ: 1)
Bu bir esrâr-ı ilâhî'dir. Allah-u Teâlâ yalnız ve yalnız onu seçti, onu çekti ve ona gösterdi. Ona gösterdiğini kimseye göstermediği gibi, mukarreb meleklerden olan Cebrail Aleyhisselâm'a dahi vâkıf ettirmedi. Bu şeref ile ondan başka hiç kimseyi müşerref etmedi.
Ey Vehhâbîler! Sizin aynanız ters döndüğü için idrakten âcizsiniz. Aynanızın ters dönmesi, Allah-u Teâlâ'nın kalbinizi çevirmesinden ötürüdür. Bunca hakikatler karşısında hidayete eremeyişiniz; kalbinizin mühürlendiğini, vicdanınızın sükut ettiğini gösteriyor.
Oysa onu yaratan, onu yaşatan; onu sevmiş, seçmiş, kendisine çekmiş, âlemlerde hiç kimseye vermediğini ona lütfetmiş. Amma senin nefsin bir türlü bunu hazmedemedi!
•
Resulullah Aleyhisselâm bu gece göklerin ve yerin melekûtundan haberdar oldu ve Allah-u Teâlâ'nın kudret ve azametini gösteren âyet ve alâmetleri, harikulâde halleri gördü.
O kendisi Allah-u Teâlâ'nın âyetlerinden en büyük bir âyettir. Bu şekilde miraç, Muhammed Aleyhisselâm'a âyet göstermekten daha çok, onun kendisini bir âyet olarak kâinata göstermek olmuştur.
"Şüphesiz ki Allah işiten ve görendir." (İsrâ: 1)
Her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah-u Teâlâ, kulunun gizli ve açık bütün hallerini hakiki mânâda görür, yaptıklarından haberdar olur. Bunun içindir ki bu makamı ona tahsis etmiş ve ona bu şekilde ikram ve ihsanda bulunmuştur.
Âyet-i kerime'de geçen "İnnehû" zamiri Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz için kullanılırsa, mânâsı: "Gerçekten sözümüzü işiten ve zâtımızı gören yalnız o kuldur." demek olur.
İsrâ gece yolculuğu, Miraç ise yükseğe çıkmak ve yükselme vasıtası demektir. Bu yolculuk, gecenin bir anında cereyan ettiği ve Resulullah Aleyhisselâm bu gece semâlara yükseldiği için bu büyük mucizeye "İsrâ ve Miraç" adı verilmiştir. Siz bunu mu inkâr ediyorsunuz?
•
Daha sonra gökyüzüne bir Miraç uzatıldı. Cebrâil Aleyhisselâm ile ona binerek yedi kat göklerden geçtiler, bir çok ilâhî tecellîlerle karşılaştılar. Semâ tabakalarında bulunan Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı ile görüştüler. Cebrâil Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ'nın biricik Hâbib-i Ekrem'ini alıp öyle yükseklere çıkardı ki, Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz mukadderatı yazan kalemlerin cızırtısını duyuyordu.
Daha sonra karşılarına "Sidre-i müntehâ" sahası açıldı. Sidre, gökleri ve cennetleri gölgesi altına alacak kadar büyük bir ağaçtır. Müntehâdenilmesine sebep ise, oradan öteye ne peygamber ne de melek hiç kimseye yol verilmemiştir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu makamda Cebrâil Aleyhisselâm'ı aslî suretinde gördü. Daha önce kendisine peygamberlik geldiği sırada ufku kaplayan altıyüz kanadını açmış olduğu halde bir defa daha görmüştü.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Andolsun ki, onu başka bir defa daha, Sidre-i müntehâ'nın yanında gördü. Me'vâ cenneti de onun yanındadır." (Necm: 13-15)
Me'vâ cennetinde şehitlerin, takvâ sahiplerinin ruhları barınır.
İlk görüşünde çok korkmuş, titreye titreye hâne-i saâdet'ine gelmişti. Fakat ikinci görüşünde hiç korkmamıştı. Ya Cebrâil Aleyhisselâm Muhammed Aleyhisselâm'ın aslını görseydi ne olurdu?
Birinci görüşünde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in cismaniyeti hakimdi. Ürken onun cismaniyeti idi. Fakat sonra ruhaniyeti tekâmül etti. Ruhaniyet nûrânî, melekî, felekî olduğu için Cebrâil Aleyhisselâm'ı olduğu gibi görüyordu ve hiçbir zaman ürkmedi. Çünkü Allah-u Teâlâ onun yaratılışını; değil Cebrâil Aleyhisselâm'ın, her şeyin fevkinde halketmişti.
Ya Cebrâil Aleyhisselâm onun aslını görseydi ne olurdu? Yanardı. Çünkü o Allah-u Teâlâ'nın nurudur. Allah-u Teâlâ'ya yaklaştığı halde yanmadı. Çünkü zaten O'nun nûru idi. Nur Nur'a kavuştuğu için hiç müteessir olmadı. Amma Cebrâil Aleyhisselâm bir adım daha atsaydı, makamında yanardı.
Sidre-i müntehâ'dan cennete götürüldü, inciden yapılmış köşkleri temâşâ etti. O gece cehennemi, Kürsî'yi, Arşurahman'ı da gördü. Kendisine bir çok acaîp ve garip şeyler temâşa ettirildi.
Enes -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre bir soru üzerine:
"Cenneti ve cehennemi gördüm." buyurmuşlardır. (Müslim: 426)
Buradan öteye "Kaabe kavseyn" makamına yolculuk "Refref" ile oldu. Oradan ayrılacağı sırada Cebrâil Aleyhisselâm'a kendisi ile beraber gelmesini rica etmişti. O da:
"Burası Sidre-i müntehâ'dır, şayet ben buradan bir parmak ucu kadar ileri geçersem yanarım." buyurdu ve orada durakladı, daha ileri gidemedi.
•
Muhammed Aleyhisselâm Kurb-i ilâhî fezâsında öyle ilerledi, Rabb'ine öyle yaklaştı ki, aradan bütün perdeler kalktı ve huzur-u ilâhî'ye kabul buyuruldu. Zamandan mekândan münezzeh olan Cenâb-ı Hakk'ın sohbeti ve cemâl-i bâkemâli ile müşerref oldu. Cemâl rüyetine erdi.
Allah öyle bir Allah'tır ki, bütün şekillerden münezzeh ve müstağnidir. O'nu baş gözü ile Miraç gecesinde yalnız ve yalnız Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-i gördü. Onu kendi Nur'undan yaratığı için o Nur, Nur'u görmeye takat getirebildi.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Kuluna iki yay kadar, yahut daha da yakın oldu." (Necm: 9)
Allah-u Teâlâ onu ne kadar yaklaştırdığını bize haber veriyor. Zira O haber vermese bu durumu hiç kimse bilemezdi. Onu yaklaştırdığı kadar hiç kimseyi yaklaştırmadı, onu seçtiği kadar hiç kimseyi seçmedi, ona vahyettiğini hiç kimseye vahyetmedi.
"O anda kuluna vahyedeceğini vahyetti." (Necm: 10)
•
Ey Vehhâbî! Sen her ne kadar onu tanımak istemesen de; melekler de müminler de onu tasdik ediyor, seviyor, şânının çok yüksek olduğunu biliyor ve kabul ediyor. Niçin? O Nur'un nuru ile nurlandıkları için. Amma siz o Nur'dan mahrum kalmışsınız, hidayeti nasıl bulacaksınız? Bu hakikatleri görmemekle, ne kadar kör olduğunuzu, dalâlette olduğunuzu kabul ediyor musunuz? Yoksa küfr-ü inadîde mi kalıyorsunuz? Oysa hiç iman nedir bilmeyen bir kâfire dahi bu hakikatler sunulsa kalbi titrer.
"Gözünün gördüğünü kalbi yalanlamadı." (Necm: 11)
Onun ise içi de dışı da nur olduğu için cismâniyetle huzur-u ilâhî'ye kadar vardı da yanmadı. Aslı nur olduğu için, o nur onun cismini de kaplamıştı, dışını da ihâta etmişti. Cismâniyetle çıktığı halde ne cismâniyetine, ne de ruhâniyetine bir halel gelmedi ve yanmadı. O Allah-u Teâlâ'nın nurudur, âlemlerin gurur ve sürurudur.
"O dem ki, Sidre'yi bürüyen bürüyordu." (Necm: 16)
Oradaki esrârı, oradaki güzelliği yalnız Yaratan bilir. Fakat mazharını Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine göstermeyi murad etti.
"Muhammed'in gözü kaymadı ve aldanmadı." (Necm: 17)
Allah-u Teâlâ'nın sonsuz nimet ve ziynetlerini gördü. Fakat o hiçbir zaman Allah'tan ayrılmadı, gönlünü yaratılmışa değil yalnız Yaratan'a vermişti ve bütün o güzellikler, onu bir an Rabb'isinden alıkoymadı. Çünkü o Hazret-i Allah'a yönelikti. İçinde de O, dışında da O idi.
"Andolsun ki, Rabb'inin âyetlerinden en büyüğünü gördü." (Necm: 18)
Rabb'inin Rububiyet âyetlerinden, mülkünün ve saltanatının acaipliklerinden, kelâmın ifade sınırına sığmayıp ancak müşahede ile ulaşılabilecek en büyük âyetlerini gördü.
Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri bütün kâinattaki güzelliklerinin hepsini ona gösterdi.
Allah-u Teâlâ hiç kimseye bildirmediğini, göstermediğini, okutmadığını ona hem bildirdi, hem gösterdi, hem de okuttu. Onu her şeyden malumat sahibi yaptı. Ona öyle bir şeref bahşetti ki, her yaratık o şerefin yüceliği karşısında âciz kalır.
Ey Vehhâbî! Bu beyana bir cevap mı hazırlayabildin? Söyleyecek bir sözün mü var?
Ey Vehhâbî! Şimdi seslenme zamanı gelmedi mi? Ben size hep Âyet-i kerime'lerle hakikatleri göz önüne seriyorum, onun Sirâc-ı münir olduğunu ispat ediyorum. Sizin ilâhlarınızın Allah-u Teâlâ'nın yanında değerli olduğunu ne ile ispat edersiniz?
Nurun nerede olduğunu anladınız mı?
Âyet-i kerime'de buyurulduğu üzere hiç şüphe yok ki Allah-u Teâlâ herkesi önderleriyle beraber mahşere çağıracak.
"İnsan sınıflarından her birini biz o gün imamlarıyla beraber çağıracağız." (İsrâ: 71)
Rehber edindiği, peşine düşüp gittiği lideri nereye götürürlerse onlar da oraya gidecek. Dünyada olduğu gibi ahirette de bir ve beraberdirler. İyiler iyilerle beraber cennette, kötüler kötülerle birlikte cehennemde olacaklardır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Firavun kıyamet gününde milletine öncülük eder, onları cehenneme götürür. Gittikleri yer ne kötü yerdir!" (Hûd: 98)
Ey Vehhâbîler!
Siz de İbn-i Teymiye'lerin, İbn-i Abdülvehhâb'ların arkasında çıkacaksınız.
Amma Allah-u Teâlâ'ya gönülden bağlanmış, iman etmiş, Kitabullah'a riâyet etmiş, Resulullah Aleyhisselâm'ın Sünnet-i seniyye'sine tâbi olmuş olanlar aslâ İbn-i Teymiye'ler, İbn-i Abdülvehhâb ve onların peşlerinden gidenlerle beraber olmazlar.
Şefaat dileme ve kabul etme yetkisi ancak Allah-u Teâlâ'ya mahsustur. Melekler de, peygamberler de, veliler de ancak O'nun izni ile şefaat ederler.
"Onlar, Allah'ın râzı olduğu kimseden başkasına şefaat edemezler ve O'nun korkusundan titrerler." (Enbiyâ: 28)
Onların herşeyi Hakk'a bağlıdır. Ancak O'nun hidayet vermesiyle irşad eder, ikaz eder, hakikatleri ortaya serer. Allah-u Teâlâ dilerse buna memur ettiklerini ahirette de şefaatçı kılar. Hiç şüphe yok ki bu da O'nun izniyle, emriyle ve iradesiyle olur.
Nitekim Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"O'nun katında, kendisinin izin verdiği kimselerden başkasının şefaatı fayda vermez." (Sebe: 23)
Şefaat ancak ehil olanlara fayda sağlar. Ehil olmayanlara o gün hiçbir şefaatçının şefaatı fayda vermez.
•
Şefaat bir kimsenin suçunu affettirmek, kendisinden cezayı gidermek için hakkında yapılan bir iltimas ve istirhamdan ibarettir.
Günahı sevabından çok olduğu için cehenneme girmeyi hak eden günahkâr müminlere; Allah-u Teâlâ'nın izni ile peygamberler, sıddıklar, âlimler, şehitler şefaat edeceklerdir.
O kime şefaat yetkisi verirse, ancak o şefaat edebilir. Bu yetki O'na âittir.
"O'nun izni olmadan, katında kim şefaat edebilir?" (Bakara: 255)
Buna kim cesaret edebilir? Şefaat izni verilenler de hep O'nun rızâsı ve izni doğrultusunda âile efrâdına, yakınlarına ve dostlarına şefaat ederler. O'nun izin vermediği hiç kimse şefaat edemez.
Abdullah bin Ebi'l-Ced'a -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle söylemiştir:
"Ben Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-i şöyle buyururken işittim:
"Andolsun ki ümmetimden bir kimsenin şefaatiyle Temimoğulları'ndan daha çok kimse cennete girecektir."
Ashâb-ı kiram:
"Senden başka bir kimsenin mi yâ Resulellah?" dediler.
"Benden başka bir kimse!" buyurdu." (Tirmizî - İbn-i Mâce: 4316)
Bir Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyuruyorlar:
"Şefaatim, ümmetimin büyük günah işleyenleri içindir.
Bir adamın ateşe atılması için emir verilir. Giderken (dünyada) susadığı zaman su vermiş olduğu adama rastlar, onu tanır ve ona:
'Benim için şefaat etmeyecek misin?' der.
Adam: 'Sen kimsin?' diye sorunca:
'Ben sana falan gün su içirmedim mi?' der. Öbürü bunu tanır ve (Allah katında) onun lehinde şefaatte bulunur. Adam da böylece geri çevrilir ve cennete gider." (Tirmizî: 2437)
Bütün bunlar Allah-u Teâlâ'nın engin merhametinin birer tecellisinden ibarettir.
Abdullah bin Amr -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Müezzini işittiğiniz vakit siz de onun dediğini deyin. Sonra bana salâvât getirin. Çünkü her kim bana bir defa salâvat getirirse Allah ona o salâvât sebebiyle on defa salât eyler.
Sonra Allah'tan benim için vesileyi isteyin. Zira vesile cennette bir makamdır ki; Allah kullarından yalnız bir tanesine lâyıktır. Umarım ki o bir kişi de ben olayım. Her kim benim için vesileyi isterse şefaatım ona vâcip olur." (Müslim: 384)
Hadis-i şerif'te "Vesile"nin ne şekilde ve hangi kelimelerle isteneceği bildirilmemiş, diğer bir Hadis-i şerif'te beyan edilmiştir.
Câbir bin Abdullah -radiyallahu anhümâ-dan rivayete göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Her kim ezanı işittiği zaman:
'Ey Allah'ım! Bu tam dâvetin ve kılınacak namazın Rabb'i! Muhammed'e vesile ve fazilet ver, onu kendisine vâdettiğin Makam-ı Mahmud'a ulaştır.'
Derse, kıyamet günü şefaatıma erişir." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 365)
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz en büyük şefaat makamı olan Makâm-ı Mahmûd'a erdirilerek de diğer peygamberlere üstün kılınmıştır.
Âyet-i kerime'sinde:
"Ümid edebilirsin ki, Rabb'in seni bir Makâm-ı Mahmûd'a gönderecektir." buyuruluyor. (İsrâ: 79)
O öyle bir makamdır ki, Hâlik-ı Azimüşân yalnız ve yalnız Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine bahşetmiştir. Hiç kimsenin şefaat edemeyeceği bir zamanda yalnız ona şefaat izni verilecek ve şefaatı kabul olunacak peygamber yalnız Muhammed Aleyhisselâm'dır.
Bu makam Resulullah Aleyhisselâm'ın insanlara şefaât etmek üzere çıkarılacağı, herkesin hamd ile yüceltileceği "Livâ-i hamd" altında muazzam şefaât makamı demektir. O makamda günahkârlara ve biçarelere şefaat edince mahşer halkı tarafından Resulullah Aleyhisselâm pek çok senâ olunacağı için o makama "Mahmûd" denilmiştir.
Ey Vehhâbîler! Sizin onu inkâr etmenizde, size ne gibi bir fayda vardır? Apaçık görülüyor ki burada Allah kelâmı var. Onu yaratan onu methediyor, en üstün dereceyi ona bahşettiğini beyan ediyor. Kendiniz saptığınız gibi, başkalarını da sapıtmaktan ne gibi bir fayda elde ediyorsunuz? Bunca hakikatler izah ediliyor, siz hâlâ münkir olarak mı yaşayacaksınız?
Allah-u Teâlâ;
"Sana Rabb'in, sen râzı oluncaya kadar verecek." buyuruyor. (Duhâ: 5)
Allah-u Teâlâ o gün, içinde bulundukları şiddetli ve dehşetli halin ağırlığından ona tâbi olanları rahata kavuşturacaktır.
Bu şefaat makamını yalnız ve yalnız ona tahsis etmiştir. Siz ona iman etmedikçe, onu saymadıkça sevmedikçe, hiç o sizi sever mi? Size şefaat eder mi?
Sizin ilâhınız hakkında bir Âyet-i kerime var mı ki onlara tapınıp duruyorsunuz? Bunca hakikatleri görmezden geliyorsunuz. Bu inkârınız sizi nereye götürüyor?
Ona bütün bu lütufları Rabb'isi verdi, sizin ilâhınız size neyi verdi? İlâhınızın size verdiği şey Hakk yolundan sapmanızdır. Dikkat ederseniz Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ravza-i Pâk'inde bir nur olarak yatarken, sizin ilâhınız şimdi bir avuç gübre kalmıştır ve ruhu da cehenneme gitmiştir.
•
Mahşerde ilâhî mahkemenin bir an evvel başlaması için en büyük şefaatte bulunacak olan Muhammed Aleyhisselâm'ın bu şefaat-ı uzmâ'sı mahşerdeki bütün insanlara ve cinlere şâmildir.
Bir şefaatı daha vardır ki, bu şefaat sebebiyle bir kısım bahtiyar müminler sualsiz hesapsız cennete girerler.
Bir kısım kimseler günahlarının çokluğu nedeniyle cehenneme girmeye müstehak oldukları halde, şefaat sayesinde azaptan kurtulup cennete girerler.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Kıyamet günü geldiğinde (Umumi surette) şefaat ederim ve ben 'Ey Rabb'im! Kalbinde hardal tanesi kadar imanı olanları cennete koy!' diye niyaz ederim. Bunlar cennete girerler. Sonra ben 'Ey Rabb'im! Hardal tanesinden az imanı olanları da koy!' diye yalvarırım."
Enes bin Malik -radiyallahu anh- der ki:
"Az bir imanı..." buyurduğu sırada ben Resulullah Aleyhisselâm'ın parmaklarına bakar gibi idim. O parmaklarını birbirine bitiştirerek işaret ediyordu." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2186)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz olduğu gibi, Allah-u Teâlâ'nın dilediği zatlar da bu hususta şefaat edeceklerdir.
Ebu Saîd -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Ümmetim içinde, insanlardan büyük cemaatlere şefaat edecek kişiler vardır. Onlardan kimi bir kabileye, kimi bir zümreye, kimi de bir kişiye şefaat edecek ve neticede bunlar cennete gireceklerdir." (Tirmizî: 2556)
Bazıları da günahları nispetinde ceza görmesi ve yanması gerekirken, şefaatın erişmesiyle cezasının hepsini çekmeden çıkartılıp cennete girerler, cehennemden kurtulurlar.
Câbir bin Abdullah -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Şüphesiz ki Allah bir topluluğu şefaat sayesinde cehennemden çıkaracaktır." (Müslim: 191)
Şefaat sayesinde bazı müminlerin de cennetteki dereceleri artar.
Şefaat sayesinde kıyametin sıkıntısı ve şiddeti ümmet-i Muhammed'e dokunmayacaktır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruluyor:
"Her peygamberin bir duâsı vardır. Allah'a onunla duâ eder. Ben duâmı kıyamet gününde ümmetime şefaat etmek için saklıyorum." (Müslim: 198)
Ebu Musa el-Eş'arî -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyurmuşlardır:
"Şefaat ile, ümmetimin yarısının cennete girmesi arasında muhayyer (serbest) bırakıldım. Ben ise, şefaat etmeyi tercih ettim.
Çünkü şefaat daha umumî ve daha çok yeterlidir. Siz bu şefaatımı takvâ sahibi müminler için mi sanırsınız? Hayır! O şefaatım günahkâr, hatalı ve pis işlere karışan (müslüman)lar içindir." (İbn-i Mâce: 4311)
Onun âlemlere rahmet oluşu sebebiyledir ki; ümmeti cehennemde ebedî kalıp azap görmekten kurtulacaktır, hesapları bütün ümmetlerden önce görülecek, işledikleri kabahatlere ve diğer hallere diğer peygamberler ve ümmetleri vâkıf olamayacaklardır. Alacakları mükâfatlar kat kat olacak, cennette nimetlerin en büyüğü olarak Cemâlullah'ı müşâhede edeceklerdir.
"Yetiş imdada ey Şâh-ı risâlet Rûz-i mahşerde
Ki derd-i bîdevâ'y-ı mâsiyet senden şifâ ister." (Muhammed Es'ad Erbîli -kuddise sırruh-)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Benim şu mescidimde kılınan bir namaz, başka mescidlerde kılınan bin namazdan üstündür." (Müslim: 1394)
Âyet-i kerime ile Allah-u Teâlâ böyle emrediyor, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz böyle buyuruyor.
Bu münkir Vehhâbîler ise;
"Mescid-i nebevî'de namaz kılmak bize göre şirktir." diyorlar. Medine-i münevvere'de bulundukları halde ısrarla Mescid-i nebevî'ye gitmiyorlar ve gitmemenin gerektiğine dâir şiddetle kararlılık gösteriyorlar.
Medine-i münevvere'ye yakın bir yerleşim yerinde işçi olarak çalışan bir kardeş diyor ki:
"Dört yıl aralarında kaldım, beraber çalıştığımız kimseleri Mescid-i nebevî'de namaz kılarken hiç görmedim. Orada namaz kılmanın şirk olduğunu söyleyenler bile var. Diğer sünnetlere ve sünnet namazlara hiç iltifat etmiyorlar. Sünnet namazları özellikle kılmıyorlar. 'Yemekten sonra yenen tatlı gibidir, yemekten sonra tatlı yense de olur yenmese de olur, mühim olan farzları yapmaktır.' diyorlar."
Artık bunların İslâm'dan çıktığını hâlâ görmüyor musunuz?
Allah-u Teâlâ'nın emrine, hükmüne bir bakın, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in beyanına bir bakın, bir de Vehhâbiler'in icraatına bir bakın. Hiç İslâm'la ilgileri var mı? Hazret-i Allah ile, Resulullah Aleyhisselâm ile hiçbir ilgileri var mı?
"Biz Allah'a inanıyoruz!" diyorlar, O'na inanan böyle yapar mı?
Hadis-i şerif'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Bir kimse hacceder, ondan sonra kabrimi ziyaret ederse, hayatımda beni ziyaret etmiş gibi olur." (Câmiüs-sağir)
"Kabrimi ziyaret eden kimseye şefaatim vâcib olur." (Keşfül-hafâ)
"Bir kimse haccettikten sonra beni ziyaret etmezse, bana cefa etmiş olur." (Câmiüs-sağir)
Vehhâbîlik dininin en belirgin özelliklerinden birisi de Tasavvuf'u inkârdır. Resulullah Aleyhisselâm'ı kabul etmeyen, onun vekili olan veliyi veya velileri mi kabul edecek?
Halbuki Allah-u Teâlâ sevdiği ve seçtiği Evliyâullah Hazerâtı'nı Âyet-i kerime'sinde beşeriyete şu şekilde tanıtmaktadır:
"İyi bilin ki, Allah'ın veli kulları için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır." (Yunus: 62)
Vehhâbîler velileri inkâr etmekle bu Âyet-i kerime'yi ve buna benzer Âyet-i kerime'leri de inkâr etmişlerdir, bu bir küfür değil midir?
Hıristiyanların müslümanlığa yönelmelerinin daha çok tasavvuf yoluyla olduğunu gören İngilizler, İslâmiyet'e darbe vurmak için Vehhâbîler'i bu yolla maşa olarak kullandılar.
Oysa Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'dan sonra kime tâbi olunacağını şöyle emir buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Allah'tan korkunuz ve sâdıklarla beraber olunuz!" (Tevbe: 119)
İşte size emr-i ilâhî ile sapıklığı böyle açık açık izah ediyoruz, uzun uzun anlatıp ispat ediyoruz. Allah-u Teâlâ kime nasip ederse bunları görür, hidayete erer, müslüman olur. O'nun nur vermediği kimse küfr-ü inadında kalır. O da kendi aleyhine.
Tasavvufun başlangıcı Resulullah Aleyhisselâm'ın ve Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'nın yaşayışlarında görülmektedir. Bazılarının zannettiği gibi Resulullah Aleyhisselâm'dan sonra başlamış olmayıp, doğrudan doğruya onun zuhuru ile zâhir olmuştur.
Kaynağı Kur'an-ı kerim ve Hadis-i şerif'lerdir.
Tasavvuf, İslâmî ilimlerin özü ve kaynağıdır. Esrar odasının ilâhî sırlarına mazhar olabilmek ve hakikati anlamak için kurulmuş ilâhî bir ilim-irfan mektebidir. Bu tahsil sayesinde bütün ilimlerin özüne inilir.
Allah-u Teâlâ zâhirî ilimlerin öğrenilmesi için yeryüzünden âlimleri eksik etmediği gibi, bâtınî ilimleri öğretmek için de tarikat ehlini eksik etmemiştir. Her zaman için mürşid-i kâmil bulundurmaktan âciz değildir.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk'a iletirler ve hak ile hüküm verirler." (A'râf: 181)
Bu tertemiz vazife mânevî bir miras olarak nebilerden âlimlere intikâl etmiştir. Buradaki âlimlerden murad, kibâr-ı evliyâullah'tır.
Tarikat, kelime mânâsı itibarı ile "Yol" demektir. Tasavvuf dilinde ise; "Allah-u Teâlâ'yı bilmek, bulmak ve O'na yaklaşmak için takip edilecek ibadet yolu" mânâsına gelir.
Lüzumu Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerle ispat edilmiştir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik." buyuruyor. (Mâide: 48)
Fahrüddin-i Râzi -rahmetullahi aleyh- Hazretleri ve diğer bazı müfessirler bu Âyet-i kerime'ye:
"Ey kullarım! Sizin her birinize iki şeyi vâcip ettim. Evvelâ şeriat, sonra da tarikat." mânâsını vermişlerdir. Çünkü "Minhac"ın kelime mânâsı "Münevver bir yol" demektir.
"Minhac" kelimesinden kastedilen münevver yol "Şeriatın güzelliklerinin bütünü" olduğuna göre, şeriat yolun başı, tarikat da devamıdır.
Ve münevver yol Asr-ı saâdet'ten bu güne, Pirân-ı izam -kaddesallahu esrârehüm- Hazerâtı'nın el ve gönüllerinde zamanımıza kadar teselsülen gelmiştir. Bu silsile-i celîle-i âliye tevatür ile sabit olmuştur. Her devirde büyük bir İslâm cemaati tarafından doğruluğu tasdik edilmiştir.
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri:
"Tevatür ile dinde sabit olanı inkâr etmek küfürdür." buyururlar.
Tarikat-ı aliye'ye dahil olan bir sâlik:
"Nefsini temizleyen kurtulmuştur." (Şems: 9)
Âyet-i kerime'sinde buyurulduğu üzere kalbini mâsivânın bataklık ve bulanıklıklarından temizleyerek mârifet evi ve muhabbet yurdu hâline getirir.
Tarikat, şeriat-ı mutahharanın hâdimidir, yardımcısıdır. Abdest, temizlik, taharet, namaza hazırlık olduğu gibi; tarikat da kalbi temizleyip huzura hazırlar.
Bir insan zâhirini süslemek için Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz'in şeriatına; bâtınını ziynetlendirmek, iç dünyasını nurlandırmak için de tarikatına ittiba eylemelidir. Şeriatla dış nizam, tarikatla da iç nizam tesis edilir.
Tarikat-ı aliye'ye dehalet etmekten maksat, şeriatte inanılması gereken şeylere karşı yakîn hâsıl olmasıdır. Hakiki iman da budur.
Mesela Allah'ın varlığını önce işiterek inanan insan; bularak, anlayarak inanmaya başlar, imanı kemâle erer.
Diğer taraftan ibadetleri yapabilmek için nefs-i emmâreden ileri gelen güçlükler ortadan kalkar, ibadetler kolaylıkla ve seve seve yapılır.
İlim ve hakikat âleminde imanın kemâlleşmesine büyük bir âmil, zühd ve takvâ ile başlayıp olgun dimağlarda bir felsefe olan tasavvufun; bir takım müfsid telakkiler altında zan, nam ve menfaatler sebebiyle sâfiyeti ve aslı kaybettirilmeye çalışılmıştır.
Bu münevver yolun hakikat erleri din uğruna malları ile, canları ile, aç-susuz olarak sırf Allah için uğraşmışlar, hem ibadet, hem de mücadele-mücahede etmişler, bu surette İslâm birliğini bozacak en ufak bir fitnenin dahi meydan bulmamasına gayret sarfetmişlerdir.
Çünkü onlar Allah-u Teâlâ'nın biricik Habib-i Ekrem'i Muhammed Aleyhisselâm'ın ahlâkı ile ahlâklanmışlar, tabiatı ile tabiatlanmışlardır. Tam bir teslimiyet, kuvvetli bir iman ile bağlanmışlar, onun izini ve prensiplerini takip etmektedirler.
Bugünkü bu bunalım içinde hayat bulan yine onlardır. Huzur ve saâdet onlarda vardır.
Ey Vehhâbîler! Önünüze bunca Kelâmullah serildiği halde; hafife almanız, kendi zannınıza çevirmeniz, hükümsüz saymanız sizi doğrudan doğruya küfre götürür. İsterseniz küfrü tercih edin, isterseniz iman edin, Allah-u Teâlâ'nın emir ve hükümlerine tâbi olun.
Allah-u Teâlâ'nın bu kadar güzel beyanları olduğu halde insanları Allah yolundan alıkoymanız, onları sapıtmanız, Allah-u Teâlâ'nın dininden ayırıp Vehhâbîlik dinine sokmanız; hem Allah-u Teâlâ'yı gadaplandırmış olmaktadır, hem de hakikatten ayrılıp dalâlete sapmanıza sebep olmaktadır.
İnsanın cesedi yani cismâniyeti ayrı şeydir, ruh ayrı şeydir, Kudsî ruh ayrı şeydir, ruhâniyet ayrı şeydir, lâtifeler de ayrı şeydir. Bunların her birinin hârikulâde büyük vazifeleri vardır. Mükerrem olarak yaratıldığı içindir ki, insana bu lütuflar bir ikram ve ihsan olarak bahşedilmiştir.
Cismâniyet; nefis ve ruhun birleştiği bir binadır. Bu binanın içinde ulvî ve süflî kuvvetler vardır, ayrı ayrı mücadeleleri bulunmaktadır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Andolsun ki biz sizi yarattık. Sonra size şekil verdik." buyuruyor. (A'raf: 11)
Yaratılışın başlangıcında şekilsiz bir yaratık olduğunuz halde sizi "Ahsen-i takvim" olan insan şekline koyduk.
Bu öyle bir cismâniyet ki, kâinatta yarattığı her şeyi o cismin içine sığdırmıştır.
Daha sonra ruh verilerek yaratılış kemâle ermiştir.
Diğer bir Âyet-i kerime'sinde:
"Ona kendi ruhumdan üfledim." buyuruyor. (Hicr: 29 - Sâd: 72)
Böylece ulvî ruh, şekillendirilmiş balçığa inince her tarafına sirayet etti, cesette hayat ve hareket başladı. O basit gibi görünen cesede o üstün ve yüce insanlık şerefini veren unsur, bu ilâhî ruhtur.
Nitekim bir Âyet-i kerime'sinde de buyurur ki:
"De ki: Ruh Rabb'imin emrindendir." (İsrâ: 85)
İlâhî ruhtan üflenen nefha bu cesedi meydana getirmiş ve insanı en mükemmel bir şekle ve en güzel bir hâle getirmiştir.
Kudsî ruh'a gelince; Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir." (Mücâdele: 22)
Allah-u Teâlâ'nın Kudsî ruhla desteklediği kimseler ayrıdır. Onlar kendi ilminden ilim ihsan ettiği kullardır. Kimin kalbine imanı yazarsa, o nur sayesinde hakikati ona bildirmiş oluyor.
Herkeste bir ruh var, onlarda iki ruh var. Onlar doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ'nın desteğiyle hareket ederler. Kalplerine ilmi yazmış, kendi lütfundan bir ruh ile desteklemiştir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ashâb-ı kiram'dan Hassan bin Sâbit -radiyallahu anh- hakkında:
"Allah'ım! Onu Kudsî ruh'la destekle!" diye duâ buyurmuştur. (Buhârî)
Kudsî ruh'la desteklenenler âlem-i misâle kadar gider, peygamber meclisine dahil olur.
Bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyurulmaktadır:
"Onu sizin görmediğiniz askerlerle destekledi." (Tevbe: 40)
Bu ilâhî beyan ispat için size yeter.
Allah-u Teâlâ onu hıfz-u himayesine almış, çepeçevre kuşatmıştır. Cebrâil Aleyhisselâm ve diğer melekleri insanların görmediğini fakat mevcut olduğunu, Resul'ünü onlarla desteklediğini beyan ediyor. Nasıl bir askerle muhafaza ettiğini yalnız O bilir.
Resulullah Aleyhisselâm böyle olduğu gibi, onun vekili de işte böyle destekleniyor. Ona verilenden ona da verildiği içindir ki bir Mürşid-i kâmil'e ihtiyaç görülmüştür.
•
Onlar için ölüm yoktur. Onlar Allah-u Teâlâ'nın müstesnâ kulları olduğu için, onlar için berzah yoktur.
O ölmüş amma, burada ölen nefistir. Çürkü her canlı ölüme mahkûmdur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Her insan ölümü tadacaktır." buyuruyor. (Âl-i imrân: 185 - Enbiyâ: 35 - Ankebût: 57)
Onlar ayrı kimselerdir. Allah-u Teâlâ onlara bir ruh verdiği gibi, bir de hiç kimsede bulunmayan Kudsî ruh vermiştir, ruhâniyet vermiştir, lâtifeler halketmiştir. Onlar diğer insanlardan ayrıdır. O rûhâniyet dünyada da onunladır, kabirde de onunladır, mahşerde de onunladır, cennet-i âlâ'da onunladır. Çünkü Allah-u Teâlâ onu onun için yaratmıştır. Onlar beşeriyetin görmediği mânevî yardımcılardır, destekçilerdir.
Onlar her ne kadar Berzah hayatına geçmişlerse de, onlar cennettedirler.
Bunu size ispat edelim:
Antakya halkı İsa Aleyhisselâm'ın dâvetçilerini reddetmişler, hatta öldürmek için söz birliği etmişlerdi. Bunun üzerine şehrin öte başından Habib-i Neccar adında inanmış bir kimse alelâcele imanını açığa vurdu. Hak ve hakikati ortaya çıkarmak için çaba sarfetti. Halkı bu gelen elçilere uymaya teşvik etti, onlara öğütlerde bulundu.
Fakat iman etmeye yanaşmayan halk, üzerine hücum etti ve onu taşa tuttular, ayaklarının altına alıp çiğnediler. O ise: "Allah'ım! Kavmimi hidayete erdir." diye duâ ede ede can verdi.
Bunun üzerine taraf-ı ilâhî'den kendisine:
"'Cennete gir!' denildi." (Yâsin: 26)
Allah-u Teâlâ şehâdetinin hemen ardından onu cennetle müjdeledi. Melekler onu karşılamak için dizildiler ve: "Firdevs cenneti seni beklemektedir." diye haber verdiler. Bu gibi kimselerin ruhu daha o anda cennete girer.
O ise oradaki fevkalâde mükâfatı görünce, kavminin de bu hali bilmesini temenni etti ve şöyle söyledi:
"Keşke kavmim, Rabb'imin beni bağışladığını ve beni ikram edilenlerden kıldığını bilseydi!" (Yâsin: 26-27)
O, gerçekten kavminin hidayet bulmasını şiddetle arzu etmekteydi. Onun bu sözü kıyamete kadar gelecek insanlara da şâmildir. Allah-u Teâlâ onun lisanı ile bütün beşeriyete bu gerçeği duyurmaktadır.
Allah-u Teâlâ peygamberlerinin ve has kullarının cesedlerini toprağa haram kıldığı gibi, onun vekili olan velilere de, dilediğine haram kılar. Onun vücudunu da çürütmüyor. Değil vücudun çürümesi, kefeni dahi solmuyor.
Ten elbisesi içindekine yapıştığı nispette Allah-u Teâlâ'nın nuru tene akseder. O ten nur olur, artık onu ne toprak çürütür, ne de ateş yakar.
Bunların cesedi orada durur. Ruhâniyeti çıkar, gezer, konuşur, birçok işler yapar. Demek ki onlar ölü değil, dünyada da vazife görüyor. Bir tek şu fark var ki, onların gölgeleri olmaz. Ruhaniyettir çünkü. Ricâl-i gayb'ten olduğu buradan bilinir. Amma onu kim görecek?
Meselâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İşlerinizde sıkıştığınız zaman kabir ehlinden yardım isteyiniz." (Keşfül-hafâ)
Bu da ancak Allah-u Teâlâ'nın rûhâniyetle, kudsî ruhla desteklediği, tasarruf sahibi kullarda olur, başkasında tecelli etmez. Zira onlar Resulullah Aleyhisselâm'ın vekili oldukları için Resulullah Aleyhisselâm'ın nazarı ve tasarrufu onların üzerindedir. Yani ona gelen bu hâlât Resulullah Aleyhisselâm'dan gelmektedir.
Onun vekili dahi istimdat edildiği zaman, hayatta da olsa, ahirete intikal ettikten sonra da olsa izn-i ilâhî ile kendisinden istimdat edenlerin imdâdına yetişiyor. Kabirden gelen onun rûhâniyetidir, ceset değil. O da ancak Allah-u Teâlâ'nın emriyle izniyle yürür. Ceset toplulukta ise de rûhâniyet Allah-u Teâlâ'nın emrindedir.
Nurun özü hakkında ise Allah-u Teâlâ: "Her zaman aranızdadır." buyuruyor. İcabettiği yerde, vazife anında aranızdadır.
Hayatta olan Mürşid-i kâmil'e, sırasıyle mürşidi ve ahirete intikal etmiş diğer mürşidler daima destek verirler. İcabederse Resulullah Aleyhisselâm da destek verir.
Onlar için ölüm yoktur. Onlar Allah-u Teâlâ'nın müstesnâ kulları olduğu için, onlar için berzah yoktur. O ölmüş amma, ruhu ve rûhâniyeti ölmemiştir. Allah-u Teâlâ'nın izniyle istimdat edenleri muradlarına erdirir. Çünkü ölmediler. "İstimdat et, yardım edecek, cevap verecek sana." buyuruyor. Niçin? Ölmediği için. Elbise öldü amma, rûhâniyet ölmedi.
Cesetleri yerdedir, rûhâniyetleri emrolundukları yerdedir. Ceset toprakta, ruh cennette, rûhâniyet iş başındadır. O gittikten sonra rûhâniyet Allah-u Teâlâ'nın izniyle iş başına geçer. Allah-u Teâlâ onun rûhâniyetinden lâtifeler halkeder. O lâtifeler onun mânevî askerleridir. O askerleri Allah-u Teâlâ dilediği yerde yürütür, çalıştırır. Hayatta da olsa, ahirete intikal ettikten sonra da olsa, izn-i ilâhî ile kendisinden istimdat edenlerin imdadına yetişir. Daha önce kişi iş başında iken, o gittikten sonra rûhâniyet iş başına geçer. Onu Allah-u Teâlâ idare eder. O anda elli kişi müracaat etse ve dünyanın bir ucunda olsa, hepsine birden yetişir. Yetişen, onun emrinin altında bulunan lâtifelerdir. Rûhâniyet de lâtifeler de aynı o kişiye benzer. O, amma o değil. O toprakta yatıyor.
Hayatta iken insanda nefis, şeytan, ihtiyaçlar ve meşgaleler olduğu için, basireti bağlanabiliyor. Amma orada bunlar yok. Rûhâniyet kınından çıkmış kılıç gibidir, keskin bir şekilde icraat yapar.
Bu durum beşeriyetin ilmi dahilinde değildir, ancak ehline mahsustur.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır." (Fetih: 4)
Dilediği şekilde işlerini yönetir.
Ruh cennet-i âlâ'ya gitti amma, rûhâniyet yine iş görüyor. Onda iken de iş görüyordu, o ahirete gidince Allah-u Teâlâ'nın izniyle yine iş görüyor.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin. Onlar diridirler, fakat siz farkında değilsiniz." (Bakara: 154)
Onlar fâni hayatı terk ederek ebedi bir hayata ermişlerdir. Onların diğer ölüler gibi olmadıkları apaçık bir gerçektir. Hayat-ı hayâlîden hayat-ı hakikiye geçmişlerdir, hayat-ı hakiki de ölümden sonra başlar.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Bilâkis onlar diridirler, Rabb'leri katında rızıklanmaktadırlar." (Âl-i imrân: 169)
Yerler, içerler, dünyadaki hayatın kat kat fevkinde bir hayat yaşarlar. Onlar diri oldukları gibi, dirilerle de beraberdirler.
Bu gibi kimseler "Hâlet-i nezi"de taraf-ı ilâhîden şu hitapla taltif edilirler:
"Ey mutmain olan nefis! Sen O'ndan râzı, O senden râzı olarak dön Rabb'ine! Gir sâlih kullarımın içine! Gir cennetime!" (Fecr: 27-30)
Bu hitap ona hem vefat anında, hem de kıyamet gününde söylenir. Bu gibi kimselerin cennette yerini görmeyince, cennet çiçeklerinden bir dal gelip onun kokusunu koklamayınca ruhunun kabzolunmayacağına dair muhtelif Hadis-i şerif'ler vardır.
Vehhâbîlik dininin fikir olarak ortaya çıkması, Hicrî 661, Milâdî 1263 yılında Harran'da doğan İbn-i Teymiyye ile başlamıştır. Asıl adı Ahmed bin Abdülhalim olup, İbn-i Teymiyye lâkabıyla şöhret bulmuştur.
Tatarların zulmünden dolayı âilesiyle birlikte Şam'a geldi. Babası Abdülhalim kısa zamanda Şam'da parmakla gösterilmeye başlandı. Şöhreti her tarafa yayıldı. Şam'ın en büyük camiinde vaaz ve ders kürsüsü vardı.
İbn-i Teymiyye küçük yaşlarda Kur'an-ı kerim'i ezberledi, daha sonra Hadis tahsiline yöneldi. Kısa zamanda tahsilini tamamladı. Henüz yirmi yaşına varmadan geniş mâlumat ile şöhret bularak ders okutmaya ve fetvâ vermeye başladı. Babası ölünce de onun yerine geçti. Bütün gözler kendisine çevrilmişti. Bir çok hayranı ve taraftarı oldu.
Başlangıçta İslâm şeriatını ihyâ ve İslâm'a karışan hurafeleri temizlemek gayesiyle ortaya çıkmıştı. Şu kadar var ki bazı itikadî ve amelî meselelerde cumhûr-u ulemâya, büyük müçtehidlere muhalefet etti. Salâhiyeti umumiyetle kabul edilmiş bulunan nüfuzlu şahsiyetleri çürütmeye çalıştı. Cami minberinde: "Ömer bin Hattab bir çok hatalar yapmıştır." dediği gibi, Muhyiddin İbn-ül Arabî -kuddise sırruh- ve İmam-ı Gazâlî -kuddise sırruh- gibi büyük zâtlara şiddetli hücumlarda bulunmuştur.
İmam-ı Süyutî onun hakkında:
"İbn-i Teymiyye kibirli bir adamdı. Kendini beğenirdi. Herkesten üstün görünmek, karşısındakini küçümsemek ve büyüklerle alay etmek âdeti idi." demiştir.
Allah-u Teâlâ'nın dinini kendisinin düzelttiğini, Kur'an-ı kerim'in mânâsını sadece kendisinin anlamış olduğunu söyleyen İbn-i Teymiyye; ehl-i sünnet âlimlerinin Kur'an-ı kerim'i ve Hadis-i şerif'leri yanlış anladıklarını iddiâ edecek kadar ileri gitmişti.
Sâlih kullar ve evliyâullah vasıtasıyla Allah-u Teâlâ'ya yaklaşmanın İslâm'da yeri olmadığını iddiâ etmiş, eserlerinde şiddetle tenkit etmiştir. Yaşayan kullar vasıtasıyla da Allah-u Teâlâ'ya yakın olunamayacağı, onlardan yardım istenemeyeceği gibi, kim olursa olsun, ölenlerin de vasıta olunamayacaklarını ve kendilerinden yardım istenemeyeceğini söylemiştir.
İbn-i Teymiyye sâlih kulların ve peygamberlerin kabirlerini, Allah-u Teâlâ'ya yaklaştıracaklarını ümit ederek ziyaret etmenin câiz olmadığını iddiâ ettiği gibi; "Resulullah Aleyhisselâm'ın kabrini teberrüken ziyaret etmek caiz değildir." demiştir.
Allah-u Teâlâ'nın bir cihette bulunduğuna, Arş-ı âlâ'nın kadim olduğuna kaniydi. Derinleştirdikçe isabetsizliği meydana çıkan bazı içtihatları da vardı.
Sapık fikirleri haddi aşınca Mısır'da iki defa hapse atıldı. Görüşlerinde isabet edemediği, bir çok âlimlerin tenkitleriyle sübut bulmuş, dalâlete düştüğü vesikalarla ispat edilmiştir.
Yaşadığı devirde büyük bir fikir hareketi meydana getirmiş, etrafında büyük bir çevre edinmiş, etkisini kendisinden sonraki nesillerde de devam ettirmiştir.
Hakiki âlimler tarafından "Beynel-ulemâ muallâk adam" diye anılan İbn-i Teymiyye, 1328 yılında ölmüştür.
Muhammed bin Abdülvehhâb 1703 yılında Arabistan'ın Riyad şehrine yetmiş kilometre uzaklıkta bulunan Uyeyne köyünde doğdu. İlk tahsilini kadı olan babasından aldı, daha sonra Mekke ve Medine'de tahsiline devam etti. Bu tahsili esnasında İbn-i Teymiyye'nin akâid ve fıkha dâir eserlerini ciddiyetle incelemiş, onun çarpık görüşlerinin etkisi altında kalmış, katı bir taassupla büyük bir bağlılık göstermiştir. Daha sonra da kendisini müçtehid zannedip çıkmıştır.
Mekke ve Medine'yi merkez edinerek çalışmaya başladığında pek ciddiye alınmadığı için Basra'ya geçti. Babası Abdülvehhâb bin Süleyman iyi bir müslümandı, çevresinde âlim olarak tanınıyordu. Oğlunun bozuk fikirler yaydığını görünce karşı çıktı, peşinden gidilmemesini var kuvvetiyle halka duyurmaya çalıştı.
İbn-i Abdülvehhâb birçok yerler dolaştıktan sonra tekrar doğum yeri olan Uyeyne'ye geldi. Oranın emiri olan Osman bin Hamd ile yakınlık kurdu ve onu kendisine inandırarak görüşlerini kabul ettirdi, altıyüz kişilik gücünden faydalandı. Daha sonra Uyeyne'nin mühim bir ismi haline geldi. Etrafında kendisini dinleyen ve destek veren büyük bir kalabalık çevrelendi.
İbn-i Abdülvehhâb kendi sapık görüşlerini yaymak için "Kitabu'l-Tevhid" adında bir kitap yazmıştır.
Kendine uymayanları kılıçla yola getirmek gerektiği üzerinde duruyordu. Ona göre bu hususta her türlü baskı uygulanabilirdi.
İbn-i Abdülvehhâb sadece sapık fikirlerini yaymakla kalmıyor, bunları zorla kabul ettirmeye çalışıyordu. Bu durum halkı korku ve endişeye sevketti. Bunun üzerine o civarın kuvvetli kabilelerinden biri olan Hâlid oğullarının reisi Süleyman bin Üreyir'e başvurarak yardım istediler. O da Uyeyne emiri Osman'dan İbn-i Abdülvehhâb'ı oradan sürmesini istedi.
İbn-i Abdülvehhâb orada barınamayarak Riyad'a yakın bir yer olan Der'iyye'ye yerleşti. Oranın emiri ve en nüfuzlu adamı Muhammed bin Suûd ile anlaştı ve işbirliği yaptı. Böylece görüşlerine siyasi bir güç kazandırmış oldu. Bu işbirliğinden Vehhâbî isyanları doğdu. İsyancılar Osmanlılar'dan bağımsız olarak kendi inanç ve düşüncelerine göre şekillenen bir devlet kurmak istiyorlardı. İbn-i Abdülvehhâb sapık fikirlerini yaymak için sağlam bir maddî desteğe kavuşurken, Muhammed bin Suûd da kendi nüfuzunu genişleterek Arap yarımadasına sahip olmak için fırsat elde etmiş oldu.
Arabistan topraklarının Osmanlı idaresinde olduğu dönemde bu bölgede Vehhâbî dininin temeli 1744'te işte böyle atıldı. Hicaz bölgesini istilâ ederek, oraları abluka altına aldı.
İbn-i Abdülvehhâb Der'iyye'de sapık fikirlerini yaymaya başladı, orada dersler düzenledi. Komşu kabilelerin emirlerine mektuplar yazarak fikirlerini aktardı.
Bu sapık adam kendisine uyanlara "Muvahhidler" adını veriyor, kendisine uymayanları "Hak dine girmeyenler" olarak görüyordu. Vehhâbîlik dinini resmen bu şekilde yaydı ve bu noktada ilâhlık dâvâsında bulundu.
Halkın dalâlete düştüklerini, tarikata girme ve benzeri şeyler yüzünden tevhidin bozulduğunu, bu gibi kimselerin müşrik olduğunu ileri sürerek kan ve mallarının kendisine inananlara helâl olduğunu, onları kılıçla yola getirmenin gerektiğini ilân etti.
Bölge halkına ganimet vaad eden bu sapık fikirler Necd bölgesinin halkına cazip gelmişti. Bu bölge asırlardır bir çok sapıklıklara sahne olmuştu. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'den sonra peygamberlik iddiâsıyla ortaya çıkan Müseyleme'tül-Kezzab, Secah, Tüleyhâ, Esved'ül-Ansî gibi sahtekârlar bu bölgede ortalığı karıştırmışlar, taraftar bulmuşlardı. Bölge daima isyancı grupların merkezi olmaya devam etmişti. Halk yağmacılığa, talana, isyan etmeye, baş kaldırmaya her zaman için meyilli idiler. Çok yaygın bir cehâlet hüküm sürüyordu.
O bölgede pek çok kanlı baskınlar yapıldı. Vehhâbîliği kabul etmeyenler kılıçtan geçirildi, elde edilen malların beşte biri ganimet olarak hazine adı altında Muhammed bin Suûd ve avânesine ayrıldı, kalanı ise savaşa katılan süvari ve yaya çapulcular arasında ikili-birli bölüştürüldü. Bu durum doğrudan doğruya Hazret-i Allah'a ve Resulullah Aleyhisselâm'a karşı açılan bir başkaldırmadır. Vehhâbilik dinine girenleri himâye etti, İslâm dininde olanların mahvına çalıştı.
İşte bu Vehhâbî bozmalarının bu yaptıklarından bazılarını örnek olarak gösteriyorum, müslüman olan bunu yapar mı?
Dikkat edin, kâfirden almıyorlar, müslümanları öldürüp yağmalıyorlar. Ne acı, ne büyük zulüm, ne büyük cehalet.
Bununla bir kâfirin arasında ne fark görebilirsin? O da kâfir, o da kâfir! Vehhâbîlik dinini savunanların kâfir oldukları buradan da görülebilir.
İbn-i Abdülvehhâb'ın başlattığı bu hareket, Muhammed bin Suûd vasıtasıyla siyasi bir cephe kazandığı için hızla yayıldı. Muhammed bin Suûd pek çok toprak ele geçirdi. Onun 1766'da ölümünden sonra bu toprak kazanma işi ve Vehhâbî isyanlarının askerî ve siyâsî liderliği oğlu Abdülâziz bin Muhammed bin Suûd tarafından devam ettirildi. Bu adam da babasından daha büyük heyecanla İbn-i Abdülvehhâb'a bağlandı.
Abdülaziz bin Muhammed Vehhabîler'in ikinci reisidir. Başa geçtikten sonra, babasının siyasetini takip ederek Vehhâbîlik dinini yaymak için otuz yıl Orta Arabistan'daki muhtelif kabilelerle mücadele etti, çok büyük katliamlar yaptı, pek çok müslümanın canına kıydı. Sözle, kitapla ve mektuplarla başlayan hareket; kılıçla, silâhla sıcak savaşa dönüştü.
1802 yılında Kerbelâ'yı yağmaladılar, Hazret-i Hüseyin -radiyallahu anh-in türbesinin damını yıktılar, mücevherlerle süslü olan sandukasını alıp götürdüler ve bölge halkını vahşice katlettiler.
O tarihlerde Osmanlı Devleti'nin dış düşmanlarla savaş hâlinde olması ve zayıflamaya başlaması ve İngilizler'in de yardım ve teşvikleriyle bozguncu düşünceler halk arasında yayıldı. Kimileri bulundukları bölgelerde etkili oldular, İslâm'a ve müslümanlara büyük darbeler vurdular.
Vehhâbîler kendi inancında olmayanları küfürle itham ettikleri için Hâricîler'e benzemektedirler. Kendi fikirlerine olan zıt fikirleri İslâm'ın dışında olarak kabul ettiler, o fikirde olmayanları tekfir ettiler. Kanlarının mübah olduğunu, mallarının ganimet olarak alınabileceğini, kâfirlere yapılan muameleyi yapmanın onlar için de bahis mevzuu olduğunu söylediler.
Muhammed bin Abdülvehhâb'ın 1792 yılında ölmesine rağmen Vehhâbî hareketi durmadı, hatta daha da hız kazandı. Osmanlılar'ın devlet otoritesinin zayıflığından istifade eden Vehhâbîler, Basra Körfezi civarında hâkimiyet kurdular.
Abdülaziz bin Suûd bin Muhammed'in ölümüyle onun yerine geçen Suûd bin Abdülaziz, sınırlarını genişletmek için saldırılarını artırdı.
Vehhhâbîler 1803-1806 yılları arasında Tâif, Medine ve Mekke'yi ele geçirdiler.
İlk olarak Tâif'i kuşattılar ve ele geçirdiler, şehir yağmalandı. Burada pek çok müslümanı, kadın çocuk demeden acımasızca şehit ettiler. Tekke, zâviye, türbe nevinden her yeri yıktılar. Ele geçirdikleri Tefsir, Hadis ve diğer ilimlerle ilgili pek çok kitabı parçaladılar. Vehhâbî askerleri çok câhil oldukları için, Kur'an-ı kerim'leri diğer kitaplardan ayırt edemediler ve paramparça yaptılar. Bazı Âyet-i kerime'lerin nakşedilmiş bulunduğu tezhipli Kur'an-ı kerim cilt derilerinden çarıklar yapıp ayaklarına giydiler. Öyle ki koca Tâif şehrinde üç tane Kur'an-ı kerim'le bir takım Buhârî-i şerif kaldı.
Bunu bir müslüman yapabilir mi? Asla bir müslüman bu zulmü yapmaz.
Vehhâbîler Tâif'ten sonra Mekke'yi ele geçirdiler. Resulullah Aleyhisselâm'ın, Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Ali, Hazret-i Fâtıma -radiyallahu anhüm- Hazerâtının doğdukları evleri, orada bulunan bütün kubbe ve türbeleri yerle bir ettiler. Ehl-i sünnet âlimlerinden çoğunu sebepsiz yere astılar. Ehl-i sünnet inancında sebât etmek isteyenleri tehdit ettiler.
Suûd bin Abdülaziz Cumâ hutbelerinden halifeye yapılan duâyı kaldırttı.
Tevbe sûre-i şerif'indeki:
"Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktirler. Onun içindir ki bu yıllarından sonra artık Mescid-i haram'a yaklaşmasınlar." (Tevbe: 28)
Âyet-i kerime'sini delil göstererek müslümanları müşrik saydığını ilân etti ve yedi sene Mekke-i mükerreme'ye sokmadı.
Vehhâbîler kalabalık yerlere tellâllar çıkartarak: "Suûd bin Abdülaziz'in dinine girin!" diyerek müslümanları İbn-i Abdülvehhâb'ın görüşlerini kabule zorladılar.
Görülüyor ki doğrudan doğruya İslâm dinine cephe aldı, Vehhâbîliği bir din olarak kabul etti.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Allah katında din İslâm'dır." (Âl-i imrân: 19)
Buyurduğu halde Hazret-i Allah'a ve Resulullah Aleyhisselâm'a karşı geldi, Kitabullah'ı inkâr etti ve kendi dinini ilân etti.
Ey Vehhâbî bozmaları! Buna bir itirazınız var mı? Bunu hangi Âyet-i kerime ve hangi Hadis-i şerif'le izah edebilirsiniz?
Bütün bu zulümler olurken, Vehhâbîler'e karşı savaşan Şerif Galip, Osmanlı Devleti'nin yardım göndermemesine, Hicaz bölgesinin Vehhâbîler'in eline geçmesine ve Haremeyn halkının eşkiyanın esaretine düşmesine çok üzülüyordu. Bir yandan da hâlâ yardım geleceği ümidini besliyor, hatta Suûd bin Abdülaziz'i tehdit etmekten geri durmuyordu.
Ancak bütün bu tehditler Suûd'un zulmünü azaltmadı, aksine gurur ve kibrini daha da artırdı.
Bundan sonra Vehhâbî ordusu Medine'ye yöneldi. Suûd bin Abdülaziz, Medine halkına bir mektup yazarak, asırlardır hak din üzere olan müslümanları kendi dinine dâvet etti. Medine halkı bu mektup üzerine hayli korktularsa da müsbet veya menfî bir cevap veremediler. Bunun üzerine Vehhâbîler Medine üzerine yürüdüler ve halkı muhasara ederek aç ve susuz bıraktılar. Kendi görüşlerini kabul ederlerse onları affedeceğini söylediler. Onlar da başka çare kalmadığından ve en azından oyalamak için onun bu ağır tekliflerini kabul ettiler.
Vehhâbîler ilk iş olarak Medine'de ne kadar kubbe varsa hepsini yerle bir ettiler. Her türbenin kubbesini de o türbenin türbedârına yıktırdılar. Ancak halkın galeyanı üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in mübarek mezarı üzerindeki Kubbe-i hadrâ'yı bıraktılar.
Abdülaziz bin Suûd Medine halkına hitaben yaptığı küfür dolu konuşmasının bir noktasında:
"Peygamber'in kabri başında önceleri olduğu gibi durarak, tâzim için salât-ü selâm getirmek çirkin bir davranıştır ve çirkin bid'atlardan olduğu için Vehhâbî diyanetince yasaktır." dedi.
Ben de diyorum ki bunu diyen müşriktir.
Zira Allah-u Teâlâ:
"Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber (Muhammed)e çok salât ve senâ ederler.
Ey iman edenler! Siz de ona salât-ü selâm getirin ve tam bir teslimiyetle gönülden teslim olun." (Ahzâb: 56)
Âyet-i kerime'si ile Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine Zât-ı akdes'inin ve meleklerin salât-ü selâm getirdiğini duyuruyor ve ümmet-i Muhammed'e emir buyuruyor. Bu kâfir ise böyle söylüyor, bu Âyet-i kerime'yi inkâr ediyor. Kendi dinini kuvvetlendirmek için Allah-u Teâlâ'nın emrini hiçe sayıyor, hakikatin yerine bid'atları yerleştirmek istiyor. Bundan ötürü şirk koşmuşlardır ve müşrik olmuşlardır.
Medine halkı bu zulümlere sabrediyor, Vehhâbîler'i oyalamaya çalışıyordu. "Hilâfet-i İslâmiye merkezinden elbette asker gönderirler." diye düşünüyorlardı. Tam üç sene sabırla beklediler, asker gelmeyince İstanbul'a bir heyet gönderdiler. Fakat görüştükleri kimseler, durumu padişaha etraflıca bildirmediler. O sıralarda da devletin başında bir hayli gâile vardı, bunun içindir ki bu mühim husus ile ilgilenemediler.
Vehhâbîler 1811 yılında kuzeyde Halep'den Hint okyanusuna, Basra Körfezi ve Irak sınırından doğuda Kızıldeniz'e kadar yayıldılar.
Bu tarihten itibaren Osmanlı Devleti Vehhâbîler'in bir tehlike olmaya başladığını farketti, bunlara bir "Hâricî" hareketi olarak bakıldı. Bastırmak için çabalar gösterildi, Mısır ve Bağdat valilerine emirler verildi.
Osmanlı padişahı İkinci Mahmud, Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'yı bu tehlikeyi bertaraf etmesi için görevlendirdi. Kavalalı, 1812-1813 yılında oğlu Tosun emrinde Vehhâbîler'in üzerine bir ordu gönderdi. Bu ordu Mekke-i mükerreme, Medine-i münevvere ve Tâif'i Vehhhâbîler'in elinden kurtardı.
Daha sonra Kavalalı bizzat kendisi, Abdullah bin Suûd'un üzerine yürüdü. Vehhâbîler her ne kadar direndilerse de, 1814'te Abdülaziz'in âni olarak ölümü üzerine bozguna uğradılar, kuvvetleri dağıldı.
1818'de Kavalalı'nın kumandanı İbrahim Paşa Der'iyye'ye giderek isyancıları bastırdı. Muhammed bin Abdülvahhab'ın oğlu Der'iyye kadısı Süleyman'ı da öldürdü. İbn-i Abdülvehhâb'ın diğer oğlu Ali de Hacc'da yakalanarak öldürüldü. Abdülaziz'in yerine geçen oğlu Abdullah'ı ve çocuklarını yakalayarak İstanbul'a gönderdi. Bunlar 17 Aralık 1819'da burada idam edildiler. Böylece Vehhâbîler'in ilk dönemi kapanmış oldu.
Ancak Vehhâbî hareketi durmadı. Savaştan kaçıp kurtulmayı başaran Suûd hânedânından Türkî bin Abdullah, Vehhâbî kuvvetlerini toplayarak Necd bölgesinde yeniden faaliyete geçti. Riyad'ı başşehir yaparak 1821'de ikinci Vehhâbî devletini kurdu.
Bu yönetim başlangıçta askeri hareketlerle, 1843'ten sonra da Osmanlı Devleti'ne tâbi olmayı kabul ederek 1891'e kadar ayakta kalmayı başardı.
1891'de dağılan bu yönetimi uzun bir mücadeleden sonra Suûd hânedânından II. Abdülaziz bin Suûd 1902 yılında yeniden toplayarak Riyad merkezli Vehhâbî yönetiminin kuruluşunu ilân etti.
II. Abdülaziz, Arabistan yarımadasında gücünü artırmak için İngilizler'le işbirliği yaptı. Sonraki yıllarda Arabistan'ın diğer bölgelerini de ele geçirerek topraklarını genişletti. Abdülaziz 26 Aralık 1915'te İngiltere ile özel bir anlaşma imzaladı. Bu anlaşmaya göre Necd, Hasa, Katif, Cubeyl ve kendisine bağlı olan bölgelerin mutlak hükümdarı olarak tanındı. İngilizler de muazzam paralarla bunlara destek sağladı. Anlaşmaya göre Abdülaziz'in ele geçirdiği toprakların kesin yönetimi ona âit olacak, ondan sonra da yönetim çocuklarına geçecekti. Ancak bu toprakların yöneticileri hiçbir şekilde İngiltere'nin aleyhinde olmayacaklardı.
Birinci Dünya Savaşı'nın Osmanlı Devleti'nin aleyhine sonuçlanması üzerine, İngilizlerin de araya girmesiyle Osmanlı Devleti 1918 yılı sonlarında Medine'den çekildi. Vehhâbîler bundan sonra, Hâşimîler'in elinde kalan Mekke, Medine, Cidde ve Tâif'i ele geçirdiler. Abdülaziz bin Suûd 1926 yılının Ocak ayında "Necd ve Hicaz kralı" olarak kabul edildi. 17 Mayıs 1927'de İngilizler'le yapılan Cidde anlaşmasından sonra tam olarak bağımsız hâle geldi.
18 Eylül 1932'de Abdülaziz bin Suûd, ünvanını "Suûdî Arabistan Kralı" olarak değiştirdi. 4 Kasım 1953'de ölümüne kadar da Arabistan kralı olarak yaşadı. Krallığı boyunca Vehhâbî zihniyetini canlandırmak için çalıştı.
Onun arkasından oğlu Suûd bin Abdülaziz kral oldu. Onun 2 Kasım 1964'te ölümünden sonra yerine kardeşi Faysal bin Abdülaziz geçti. Onun 13 Haziran 1982'de ölümünden sonra da yerine kardeşi Fahd bin Abdülaziz geçti. Fahd, kardeşleri ile arasındaki saltanat rekabetinde Amerika'dan destek gördü ve krallığa geçmesinden sonra bu memleketi tamamen Amerika'nın güdümüne soktu. O'da ölünce yerine kardeşi Abdullah geçti.
Hülasâ-i kelâm; Vehhâbîlik sadece Arap yarımadasında kalmamış, kısa zamanda harice de taşmıştır. Hacc için bu bölgeye gelenler Vehhâbîlik'ten etkilenmişler, memleketlerine dönünce bu sapkın fikirleri yaymaya çalışmışlardır.
Ulemâ-i kiram'dan Muhammed İbn-i Âbidîn -rahmetullahi aleyh- Hazretleri Vehhâbîler'in hakkında "Reddül-Muhtar" adlı eserinde buyurur ki:
"Zamanımızda Abdülvehhâb'a tâbi olanlar Necid'den çıkarak Harameyn'e musallat olmuş, Hanbeli mezhebinin yanısıra, edindikleri bazı itikatlarla ancak kendilerinin müslüman olduklarını, muhaliflerinin müşrik olduklarını iddia etmiş, ehl-i sünnet ile savaşı ve ehl-i sünnet âlimlerinin öldürülmesini mübah saymışlardır." (Cilt: 4, sh: 262)
Bunu bir müslüman yapar mı? Aslâ yapmaz!
Mâlikî ulemâsından Es-Sâvî -rahmetullahi aleyh- Hazretleri de Celâleyn Tefsiri'ne yaptığı Şerh'in ilgili bölümünde şöyle buyurur:
"İbn-i Abdülvehhâb ve mukallidleri: 'Lâ ilâhe illâllâh, Muhammedün Resulullah' diyen Ehl-i sünnet'i kendi rey ve te'villeriyle tekfir ettiklerinden dolayı Hâricî zihniyetindedirler."
Bunların içyüzlerini öğrenin, müslüman olup olmadıklarının kararını siz verin!
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Ümmetim benden sonra yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bir fırka müstesna, diğerleri hep ateştedir.
– Onlar kimlerdir Yâ Resulellah?
Benim ve Ashab'ımın yolunda olanlardır." (Ebu Dâvud)
Kurtuluş ise tek bir fırkadadır. Onlar da Hazret-i Allah'ın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın emrine tâbi olanlardır.
Bu müjde; ona inanmış, onun yolunu seçmiş olanlara, onun izinden ayrılmayanlara âittir. Öyle ki ona kendinden fazla inanmış, onun yolunu beğenmiş, hüve hüve o yoldan gidiyor.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyurulmaktadır:
"Andolsun ki İblis onların aleyhindeki zannını gerçekleştirdi.
Müminlerden bir fırka hariç olmak üzere hepsi ona uydular." (Sebe: 20)
Sayıları az da olsa sapıklığa karşı çıkan, şeytana ve nefsin arzularına muhalefet eden bir zümre her zaman için mevcuttur. İşte bu bir fırkanın mevcut olması sebebiyle bu dalâlet üzerine gidilebiliyor.
Görünüşte bunlar da müslüman. Fakat bunlar Resulullah Aleyhisselâm'ın yolunda değil. Yetmiş üç fırkanın yetmiş ikisi cehennemlik olduğuna göre, Hadis-i şerif aynen tezahür etmiş oluyor.
"Bunlar da müslüman!" demeyin. Hadis-i şerif'e bakın, karar verin.
Onlar zaten ümmet olmayı bile kabul etmiyorlar, Ümmet-i Muhammed fırkasından olmaya bile râzı değiller.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Daha önce hem kendileri sapmış, hem de birçoklarını saptırarak doğru yoldan ayrılmış bir topluluğun hevâ ve heveslerine uymayın." (Mâide: 77)
İşte iman ile küfrün, hak ile bâtılın ayırım noktası budur.
Onun içindir ki bu hususta sizi uyarıyorum. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerle gerçeği ispat ediyorum.
Bu kadar izah ve ispattan sonra Hakk'tan sapar onlara meylederseniz, ateşin size dokunacağını katiyetle bilin! Şayet imanınız varsa!
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Zulmedenlere meyletmeyin, sonra size de ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka dostlarınız yoktur. Sonra yardım da görmezsiniz." (Hûd: 113)
Kendilerinde zulüm bulunan kimselere meyletmek insanı ateşe götürürse, zulmü kökleşmiş olanlara eğilim duymanın, üstelik tamamen meyletmenin neticesini düşünmek gerekir.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Yoksa siz de onlar gibi olursunuz." (Nisâ: 140)
Onlardan hiçbir farkı kalmaz. Çünkü kişi sevdiği ile beraberdir.
Dünyada hemhâl oldukları gibi, cehennemde de beraber bulunacaklardır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah'ın nimetini nankörlükle karşılayanları ve (peşlerine taktıkları) toplulukları helâk olacakları yere, yaslanacakları cehenneme götürenleri görmedin mi?" (İbrahim: 28)
İnsanları saptırıp yoldan çıkaranların, dinden diyanetten mahrum bırakanların büyük bir azaba uğrayacaklarında şüphe yoktur.
Fakat Allah-u Teâlâ'nın kendilerine verdiği aklı kullanmayıp, dinin ilâhî beyanlarını dinlemeyip, bu gibi saptırıcıların gösterdikleri çıkmaz yollara sapan kimseler de onlar gibi azaba müstehak olmuşlardır.
Kendilerini mazur göstermeye asla salâhiyetleri olamaz.
Bütün bu çalışmalarımız, çabalarımız ehl-i hakikatın dalâlete düşmemesi, sizin tuzağınıza, sizin batağınıza batmaması içindir.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Seni yalanlarlarsa de ki:
Benim yaptığım bana, sizin yaptığınız sizedir. Siz benim yaptığımdan uzaksınız, ben de sizin yaptığınızdan uzağım." (Yunus: 41)
İşte bu Âyet-i kerime size cevap veriyor.
Bizim beyanlarımız aslâ Ehl-i sünnet vel-cemaat olan Araplar'a değildir. Onlara saygı ve sevgimiz sonsuzdur. Zira ben de Arab'ım, Resulullah Aleyhisselâm'ın aslındanım ve onun yolundayım.
Sözümüz Araplar'a değil; İslâm dininden çıkmış, dinini kurmuş vehhâbîleredir.