Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
TARİHTEN SAYFALAR - Muslihuddîn Mustafâ bin Mehmed'in Akâ'id ve Kelâm İlimlerine Dâir Yeni Bir Risâlesi (3) - Ömer Öngüt
Muslihuddîn Mustafâ bin Mehmed'in Akâ'id ve Kelâm İlimlerine Dâir Yeni Bir Risâlesi (3)
TARİHTEN SAYFALAR
Hakan Yılmaz
1 Haziran 2013

 

Muslihuddîn Mustafâ bin Mehmed'in
Akâ'id ve Kelâm İlimlerine Dâir
Yeni Bir Risâlesi (3)

 

Muslihuddîn'in yine aynı bâbdaki Nevruz'la ilgili şu sözü ise, Şer'î hükümlerle örfî geleneğin karşı karşıya geldiği noktada, devrin uç Türkmenleri'ne rehberlik eden bir fakihin nasıl bir bakış açısı sergilediğini yansıtması bakımından dikkate değerdir:

"Mes'ele: Bir kişiye Nevrûz günlerinde armağan gönderseler, ol: 'Kutlu olsun!" dise, ya: 'Kâfir küfrinde!' dise kâfir olur."(27)

Burada onun, İrânî geleneğe dayanan Nevruz hakkında içtihâdî bir hüküm verdiği görülmektedir. Nevruz'un Orta Asya Türk millî geleneğinde, Göktürkler'in Ergenekon'dan çıkışı ve baharın gelişi ana teması çerçevesinde işlenmesi; Osmanlı Devleti'ni ve çevresindeki beylikleri kuranların târihî rivâyetlerin işâret ettiği üzre Oğuzlar'dan olduklarının çok açık ve kesin bir kanıtıdır. Ki, onların arasında yaşayan Muslihuddîn Fakîh, Şer'î ahkâmla Örfî geleneğin kıyâsını gerektiren bu noktada, onlara bu kavmî unsurun dinle çelişip-çelişmediğini içtihâdî bir yöntemle izâh etmek zorunda kalmıştır.

Ayrıca Orhan Gâzî'nin imamı İshak Fakih'in şifâhî anlatılarına dayanan Yahşi Fakih "Menâkıb"ında dikkati çeken, bir Germiyanlı'nın Eskişehir pazarında "Bâc" için Osman Gâzî ile tartışması kıssasının incelikleri de, İshak Fakih'in çağdaşı olan müellifimizin, Örfî hukukun Şer'î hukûka hiçbir zaman muhâlif olamayacağı kâidesini belirginleştiren şu sözleri doğrultusunda açığa çıkmaktadır:

"Mes'ele: Bir işe: 'Şer'î degüldür!' diseler, ol eyitse: 'Ben onı bunı bilmezem; olagelmişdür, kânûndur, iderem!' dise kâfir olur."(28)

Osman Gâzî'nin pazara "Bâc" konulmasını telkin eden Germiyanlı'ya: "Bu Tañrı buyruğı ve Peygamber kavli midür, yoksa bunı her ilüñ pâdişâhı kendü-mi ihdâs ider?" diye sorması;(29) onun: "Töredür Hân'um, ezelden kalmışdur!" cevâbını vermesi üzerine gazaba gelip: "Bre kişi! Var git, ayruk bu sözi baña söyleme kim saña ziyânum deger!" diyerek onu tehdit etmesi,(30) kuşkusuz zamânındaki Muslihuddîn Fakih gibi âlimlerin bu gibi fetvâlarına vâkıf olmasından ve bilinçaltında yatan bu hükümler doğrultusunda hareket etmesinden kaynaklanıyordu.

Bu kayıt, onun çağdaşı olan İshak Fakih'in anlatısına dayanan bu rivâyetin doğruluğuna kesin bir kanıt teşkil ettiği gibi, bu hükmün devrin tüm fakihlerinin ortak anlayışını yansıttığının da apaçık bir delilidir.

 

3. Dil ve Edebiyat:

Muslihuddîn Fakîh'in kitap ve risâleleri, yaşadığı asrın dil ve kültür târihinin aydınlatılması açısından, filoloji ve edebiyat araştırmaları adına da önemli unsurlar içerir. O, tefsirlerini ve bilinen tüm eserlerini sâde ve yalın bir Türkçe ile te'lif ederek, bunu "tâ kim fâ'idesi 'âmma (umûma) olsun" diye böyle yaptığını sık sık dile getirmiştir.(31) Arapça ve Farsça'ya ustalıkla âşinâ olduğunu diğer eserlerinden de bildiğimiz müellif, hükmü kalıp ifâdelerle zihinlerde yer etmiş en meşhur meselelerde bile, mümkün mertebe dili yalın ve anlaşılır tutmaya özen göstererek, XIV. asrın sâde ve katıksız halk dilini kullanmaya büyük önem vermiştir.

Nitekim "Risâle'-i Usûl-i Dîn"de de onun bu te'lif metodunu devâm ettirdiği görülmektedir. Meselâ o, eserinde buna ilginç bir örnek teşkil edecek şekilde, büyük günahlar arasında yer alan "iffetli kadınlara zînâ iftirâsı atmak" hükmünü bilinen klasik ifâde şekliyle aktarmak yerine, devrin yerleşik halk diliyle: "Mestûre hâtûnlara -hâşâ-: 'rusbı' diyu sögmek" cümlesiyle sunmayı tercih etmiştir.(32)

Osmanlı Şu'arâ "Tezkire"lerinde ortak bir dille tekrarlanan 'Osmân Gâzî, Orhân Gâzî ve Murâd Hüdâvendigâr dönemlerinde şiirle iştigâl eden kimse olmadığı yönündeki anlayışın(33) tam aksine, 1330'da Osman Gâzî döneminden beri Osmanlı hânedânı ile "kadîm dostluğu" bulunduğunu dile getirmiş bir fakih olan Muslihu'd-dîn Mustafâ bin Mehmed'in tüm tefsirlerinde, eserlerinde ve üzerinde durduğumuz "Usûl-i Dîn" adlı risâlesinde Arapça, Farsça ve Türkçe şiirler yazdığı dikkati çekmektedir.

Yine "Risâle"de yer alan şu sözleri de daha o zamanlarda, Dîvân Edebiyâtı şâirlerinin dillerinden düşürmeyip edebî birer tasvir olarak kullandıkları "mescid-meyhâne", "îmân-küfür" figürlerini kullanacak düzeyde şiirler yazan bir "Şu'arâ" zümresi bulunduğunu kuşkusuz bir biçimde gözler önüne sermektedir:

"Mes'ele: Bir kişi lâ'ûbâlîlenüb: 'Mescid-meyhâne, îmân-küfür birdür.' dise kâfir olur. Şu'arâ içinde bu asl-ı herze-gûylar çokdur. Dînsüzligüñ adını zarâfet komışlar! 'eş-Şu'arâ'-i yettebi'uhümü'l-ğâvûn': 'Şâirler ancak azgınlıklara tâbî olurlar.''"(34)

Muslihuddîn Fakih, zamânındaki şâirlerin şiirlerinde bu gibi teşbihleri kullanıyor olmalarını yererek, Orhan Gâzî asrının şâirlerinin hangi düzeyde ve türde şiir yazdıklarını anlamamıza ışık tutacak önemli bir ipucu verirken; onların bu sözlerini "lâubâlîlik" ve "herze" olarak nitelendirmekten, "zarâfet" adını koydukları şiirlerinin ise "dinsizlik" olduğunu söylemekten çekinmemiştir.

XIV. yüzyıl Batı Anadolu uç Türkmenleri arasındaki fakihlerin ortak anlayışını yansıtan bu sözler, o devirde nazmın en uç noktalarında gezinen şâirler mevcut olmakla birlikte, Şer'an câiz olmayan bu gibi sözleri nedeniyle aralarında 'Osmân Gâzî ve Orhân Gâzî'nin de bulunduğu devrin uç Türkmen beylerinin, ulemânın bu gibi uyarılarını dikkate alarak onlara itibâr etmediklerini göstermektedir.

Tezkire yazarlarının bu devirde şâir bulunmadığına ilişkin yanılgıları da, hiç şüphe yok ki bundan ileri gelmiştir.

 

(27) Krş. Mustafâ bin Mehmed, a.g.e., vr. 80a, st. 1-3.

(28) Krş. Mustafâ bin Mehmed, a.g.e., vr. 80a, st. 5-7.

(29) Mehmed Neşrî, "Kitâb-ı Cihân-nümâ", c. 1, s. 110. nşr.: F. R. Unat - M. Altay Köymen. TTK yayını, Ankara, 1949.

(30) Âşık Paşa-zâde, "Tevârîh-i Âl-i 'Osmân", s. 104. nşr.: N. Atsız, İstanbul, 1949.

(31) Krş. Mustafâ bin Mehmed, "Tefsîr-i Sûre'-i Yâ-sîn", Ankara Millî Ktp. Yzm. nr.: A-8921, vr. 1b-2a; a.mlf. (dipnot: 15'teki isimsiz Tasavvufî Risâle), Millî Ktp. Yzm. nr.: A-2082, vr. 99a, son satır.

(32) Krş. Mustafâ bin Mehmed, a.g.e., vr. 73b, st. 10-11.

(33) XVI. yüzyılda bu "Tezkire" yazarlarının kayıtlarını ortak intibâlarını yansıtacak şekilde biraraya toplayan ünlü Osmanlı târihçisi Gelibolu'lu Mustafa 'Âlî, "Künhü'l-Ahbâr"ında Yıldırım dönemi şâirlerinden "Mevlid" yazarı Süleymân Çelebi'nin biyografisini zikretmeden önce, bu devirde şiir sanatının inceliklerini bilen "şâ'ir" denilebilecek tek bir kimse bile yokken, ilk kez Yıldırım Bâyezîd ve Tîmûr zamânında İran'dan bâzı şâirlerin Anadolu'ya gelerek bu işi başlattığına ilişkin eski yanlış anlayışı tekrâr ederek şöyle der: "Hafî olmaya ki, 'Osmân Hân ve Orhân Hân ve Sultân Murâd Hân zamanlarında şu'arâdan kimse zuhûr itdügi ma'lûm degüldür. Mücerred sâde nazma kâdir ba'zı Varsâğî-gûylar zuhûrı bile igen şöhret bulmamışdur. Zîrâ ol zamânda sükkân-ı mülk-i Rûm ekseriyâ guzât-ı Etrâk ü Tatar idügi ma'lûm ve sâ'ir ahâlî'-i merz-bûm ise evlâd-ı kefereden zuhûr eylemiş bir bölük sâde-levh idükleri mefhûm olmağın, içlerinden şi'r-şinâsları bile ma'dûm idi. Nazma râğıbları hôd safahât-ı rûzgârdan bi'l-külliyye mektûm idi. Aña binâ'en şâ'ir nâmına bir ferd yoğ idi. Tâ Bâyezîd Hân zamânına gelince ve Timur Hân'la ba'zı şu'arâ-yı 'Acem ve Nevâ'î lisânınuñ zurefâsı mülk-i Rûm'a dâhil olınca sâhib-i mahlas kimse var idügi ma'lûm degüldi. Ammâ bunlar zamânında ba'zı kimesne peydâ oldı." Krş. a.mlf., "Künhü'l-Ahbâr", İ.Ü. Ktp. TY, nr.: 5959, vr.: 33a.

(34) Krş. Mustafâ bin Mehmed, a.g.e., vr. 78b, st. 10-13.


  Önceki Sonraki  

Diğer Yazıları
TÜM YAZILAR