Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
TARİHTEN SAYFALAR - Muslihuddîn Mustafâ bin Mehmed'in Akâ'id ve Kelâm İlimlerine Dâir Yeni Bir Risâlesi (2) - Ömer Öngüt
Muslihuddîn Mustafâ bin Mehmed'in Akâ'id ve Kelâm İlimlerine Dâir Yeni Bir Risâlesi (2)
TARİHTEN SAYFALAR
Hakan Yılmaz
1 Mayıs 2013

 

Muslihuddîn Mustafâ bin Mehmed'in
Akâ'id ve Kelâm İlimlerine Dâir
Yeni Bir Risâlesi (2)

 

Muslihuddîn Fakîh'in bâtıl mezhepler arasında saydığı "Evliyâ'iyye" ve "Sûfiyye" fırkalarının sapma noktalarını açıklarken, asrın uç ulemâsının pozitif bilimlerle ilgisine ve günümüzde hâlâ tartışılan bâzı önemli Şer'î meselelere ışık tutan çok önemli bilgi ve ipuçları da verdiği dikkati çeker. O, âkıbetinden emin bir tavırla gerçek tasavvuf ehlinin istikâmetinden ayrılıp, korku ve ümit arasında bulunmayı terk eden "Evliyâ'iyye" fırkasından söz ettiği yerde aynen şöyle der:

"Kıyâmet günü ol gündür kim, Hakk'uñ emriyle yetmiş biñ zebânî tamuya çeke çeke getüreler; her zebânî bu dünyâyı alma gibi oynadur."(18)

Muslihuddîn Fakîh burada dünyâyı elmaya benzeterek, dünyânın yuvarlak olduğu gerçeğinin kuruluş devri Osmanlı ulemâsınca bilindiğini açıkça ibrâz etmiştir. Bu kayıt bu dönem Osmanlı uç toplumunu bilim ve medeniyetten uzak, câhil bir kitle gibi tasvir edenlerin asılsız iddiâlarını ortadan kaldıran kesin bir delildir. Üstelik müellifin eserini sâde bir dille, umum halk faydalansın diye yazmış olması; onlara herhangi bir şerhe ihtiyaç duymaksızın sunduğu "dünyânın yuvarlak olduğu" bilgisinin hâl-i hazırda yalnız ulemânın katında değil, halkın hâfızasında da sıradan bir bilgi hâlinde yerleşik bulunduğunu gösterir.

Öte yandan müellifin, "haşrın cismânî olmadığını, rûhânî olduğunu" iddiâ ederek dalâlet batağına düşen "Sûfiyye" mezhebi ile ilgili şu sözleri, günümüzde tıp ilmiyle ilgili olarak Organ nakli ekseninde tartışılan "âzâların şâhidliği" meselesinin hakîkatini de, bir XIV. yüzyıl Osmanlı fakihinin bakış açısından bizlere tâkip edebilme imkânı vermektedir:

"Ve bir tâ'ife dahı Sôfî'dür; anlar haşr-ı ecsâda kâyil degüllerdür, haşr-ı ervâha kâyillerdür. Va'llâhi bi'llâhi Hakk Te'âlâ Hazreti bu 'âlemleri yoğiken vâr eylemege Kâdir oldı, gine Kâdir'dür kî, seni bu cism-ile kaldura."(19)

"Risâle'-i Usûl-i Dîn"in ışık tuttuğu diğer bir önemli konu ise; 1354'te Orhan Gâzî Türkmenleri'ne esir düşen Gregory Palamas'la tartışan dânişmendlerin ve ulemânın hıristiyanlığa reddiye niteliğindeki sözlerinin, günümüzde çarpıtılarak iki taraf arasındaki tartışmaların iki dînin birbirine yakınlaşması ve her iki tarafın da uzlaşarak, ortak değerler etrâfında buluşması (!) amacıyla yapıldığı yönündeki iddiâlardır.

Devrin en büyük âlim ve danişmendlerinden biri olan Muslihuddîn Mustafâ el-Ankaravî'nin, eserin "Elfâz-ı küfür" bâbında yer alan şu sözleri; "hoşgörü" ve "diyalog" misyonunun temelini teşkil eden bu anlayış ve yaklaşımın o târihlerde Osmanlı ulemâsı ve dânişmendleri arasında kesinlikle yer almadığını, almasının imkân dâhilinde bile olmadığını açıkça ortaya koyar:

"Mes'ele: Bir kişi eyitse: 'Nasrânî hayırludur yahûdîlerden!', ya: 'yahûdî hayırludur nasrânîlerden!' dise kâfir olur."(20)

"Mes'ele: Bir kişi eyitse: 'Yahûdî, ya nasrânî dîni dahı nehy (yasak) degüldür.' dise kâfir olur."(21)

Dolayısıyla Orhan Gâzî ulemâsı ile Palamas arasında neden ve hangi amaçla düzenlendiği âşikâr olan bu tartışmaları, rûhuna tamâmen aykırı bir yorumla bir "hoşgörü" ve "diyalog" örneği gibi yansıtmaya kalkışanların bu tür iddiâları tarihî gerçeklikle hiçbir sûrette bağdaşmamaktadır.

Onun şu sözleri ise; Palamas'ın Rumlar'ın en büyük din adamlarından biri olduğunu söyleyen Taronites'e Orhan Gâzî'nin: "onunla tartışacak seviyedeki âlimleri" olarak tanıttığı "dânişmend"lerin (Palamas'ın lisânında: "Tassiman") bu asırdaki itibarlı konumuna ve Sultân'ın başpiskoposun karşısına neden özellikle onları çıkardığına açıklık getirmektedir:

"Mes'ele: Bir kişi sebebsüz bir 'âlime gazab eylese, ya: ''Âlim'cük' dise, ya: 'nâdân' dise, ya: 'Dânişmendler tama'kâr olur' dise, ya: 'Dâne-pirinc yeyici' dise,(22) ya: 'kuzgun' dise, ya hattâ yaşmağına: 'yaşmacuk' diyu hôrlasa kâfir olur. Zîrâ dânişmendlerüñ ulusı Muhammed Resûlu'llâh'dur."(23)

Dolayısıyla Osmanlılar'ın XIV. yüzyılda nasıl bir dinî anlayışa sâhip olduklarını öğrenebilmek için, asrın en meşhur fakihlerinden biri olan Muslihuddîn Mustafâ el-Ankaravî'nin bu kayıtlarına bakmak yeterlidir. Devrin uç Türkmenleri'nin dinî inanışlarının mahiyetine de ışık tutan bu satırlar, o asırdan günümüze intikâl etmiş tarihî birer belge niteliğindedir.

 

2. Siyâsî Statü ve Kavmî Gelenek:

Muslihuddîn Mustafâ el-Ankaravî "Risâle'-i Usûl-i Dîn"in "Elfâz-ı küfür" başlığını taşıyan "Bâbü's-Sâdis" (Altıncı Bâb)'ına âit son "Mes'ele"de, İmâm-ı Mâturîdi'nin bir sözünden hareketle, halkın üzerine "beg" olan ümerâ için adâletin ve re'âyânın hakkına riâyetin kaçınılmaz olduğunu vurgulayan şu ifâdelere yer vermiştir:

"Ebû Mansûr Mâturîdî Mes'ele'sinde; 'Bir kişi şimdiki zamân pâdişâhlarına 'âdil dise kâfir olur.' Pes nice olsun-kim; bir Hakk söz söyleseñ kendüye hôş gelmese gazab eyler, ya başuña kasd eyler, dimez ki nâ-hak yire kan iderem, âhiretde benden sorılur. Ya nice disün-kim saltanat gözin örtmişdür, göñül aynası pas dutmışdur; dünyâ öñinde, âhiret ardında kalmışdur? Cümle mesâlihini kedhuzâlarına ısmarlayub, kendü hevâsına tâbi' olmışdur. Dimez ki benden sorılur. Ol asıl begler kıyâmetde ayaklar altında pâyimâl olsa gerek. Hôr-ı hakâret-ile, gerekse aluñ gözi yaşıyle biñ hayır itsün, ya 'ibâdet eylesün, kabûl degüldür. Beglerüñ 'âdeti hayf diñlemekdür, eli altındağın hoşnûd eylemekdür. Bu olmayıcak 'ibâdeti dahı, hayrı dahı kabul olmaz. Beglerüñ sorusı evvel ri'âyâdandur. Hakk Te'âlâ -celle ve 'alâ- 'Âdil'dür, zâlimi sevmez: 'Elâ la'netu'llâhi 'alâ'z-zâlimîn': 'İyi bilin ki Allâh'ın lâneti zâlimlerin üzerinedir.'(24) diyüpdür. 'Fe'nzur keyfe kâne 'âkıbetü'z-zâlimîn': 'Bir bak zâlimlerin sonunun nasıl olduğuna!'(25) dahı didi. Ol asıl 'âkıbeti [81b] dahı hayır olmaz. Âhiretde hôd 'azâb-ı elîm bir kâfire, bir dahı zâlimedür.

Bu nasihat hemân begler içün degildür, elüñ altındağına sen dahı begsin. Hiç kimsen yoğısa kendü nefsüñe begsin. Zâlim oldur kî, kendü nefsine zulm eyleye, dâyim günâh üzerine olmağıla âhiretde 'azâb-ı elîme uğraya."(26)

Müellifin bu hitâbı hiç şüphesiz zamânın beylerini de içine almakta; onların riâyet etmeleri gereken beylik şartlarını da, kendilerine bir öğüt ve nasihat olmak üzere özetle ortaya koymaktaydı.

Muslihuddîn Mustafâ bin Mehmed'in bu satırları, bir kadı olan müellifin şahsında, 'Osmân Gâzî ve Orhan Gâzî dönemlerinde kurucu hükümdar ve oğlunun kullandıkları siyâsî unvanları da (titulature) doğru bir şekilde tespit etmemize yardımcı olmaktadır. Nitekim o bu parçada, kuruluş devrinden kalma vakfiye, mülk-nâme ve kitâbelerde rastladığımız unvanlara eşdeğer şekilde "beg", "pâdişâh" ve "saltanat"tâbirlerini birarada kullanarak, o devrin ulemâsının gözünde bunlardan birinin diğerinden üstün bir statüyü temsil etmeyip, hepsinin eşit unvanlar olarak algılandığına ilişkin bizlere önemli bir ipucu sunmaktadır.

(Devam edecek)

 

(18) Krş. Mustafâ bin Mehmed, "Risâle'-i Usûl-i Dîn", vr. 75a, st. 16-75b, st. 1.

(19) Krş. Mustafâ bin Mehmed, a.g.e., vr. 76a, st. 7-11.

(20) Krş. Mustafâ bin Mehmed, a.g.e., vr. 77b, st. 11-12.

(21) Krş. Mustafâ bin Mehmed, a.g.e., vr. 67b, st. 3-16, vr. 68a, st. 1-16.

(22) Müellif bu sözüyle "Risâle min Kelimât-ı Oğûz-nâme el-Meşhûr bi-Atalar Sözi" adlı eserde rastladığımız: "Şimdiki zamânuñ sôfîsi dâne-pirinç 'âşıkıdur." darb-ı meseline atıfta bulunmakla; hem kuruluş devrinde Osmanlılar'ın ve sâir beyliklerin Oğuz kültür ve edebî geleneğini tâkip ettiklerini göstermiş, hem de Örfî hukûkun hiçbir zaman Şer'î hukûkun önüne geçemeyeceğine dâir açık bir işâret vermiştir. Krş. a.g.e., Berlin Staatsbibliothek, Or.: 187/94, s. 18.

(23) Krş. Mustafâ bin Mehmed, a.g.e., vr. 78a, st. 7-12. Müellifin şu "Mes'ele"sinde de, dânişmendlerin bu devirde halka dinlerini öğretme işini üstlendiklerine ilişkin belirgin bir işâret vardır: "Bir kişi: 'Îmân nedür, baña ögret!' dise, ol eyitse: 'Ben bilmezin! Var, fülân dânişmenddür saña ögretsün!' dise kâfir olur." (vr. 78b, st. 1-2) Muslihuddîn Fakîh'ten yaklaşık bir asır sonra bir "Tevârîh-i Âl-i 'Osmân" kaleme alan Hamzavî'nin kayıtlarına bakılırsa, danişmendlerde daha XIV. yüzyılın sonlarında bozulma emâreleri görülmeye başlamıştı. Onun bildirdiğine göre; ileride I. Murad'a ganimetin beşte birini almasını telkin edecek olan Karaman'lı Kara Rüstem de bir "dânişmend"di. Krş. a.g.e., F. Giese nşr., s. 22. Yine o, Yıldırım Bâyezîd zamanına dek dânişmendlerin kadılıktan kaçındıklarını, Yıldırım dönemi anlayışını temsil eden "Şimdiki zamânda" ise, Rüstem ve Çandarlı Kara Halîl'in şahsında dânişmendlerin, araya aracılar sokarak kendilerini kadı yaptırdıklarını yakınarak dile getirmiştir. Krş. Giese nşr., s. 29-30.

(24) Kur'ân-ı Kerîm, Hûd (11): 18.

(25) Kur'ân-ı Kerîm, Kasas (28): 40.

(26) Krş. Mustafâ bin Mehmed, a.g.e., vr. 81a, st. 2-16, vr. 81b, st. 1-5.


  Önceki Sonraki  

Diğer Yazıları
TÜM YAZILAR