Osmanlı hânedânına saldırmak için, kendilerince saptırmaya elverişli buldukları bâzı meseleleri dillerine dolamayı mârifet zannedenler hiçbir zaman eksik olmamışlar; dînimize ve vatanımıza yaptıkları büyük hizmetler nedeniyle dâimâ hayırla yâdedilmesi gereken bu seçkin insanları aşağılamayı kendileri için büyük bir vazîfe saymışlardır.
İftirâyı huy ve meslek edinenlerin bu hususta öteden beri dillerinden düşürmedikleri en önemli meselelerden birisi, hattâ belki de en önemlisi; Osmanlı sarayında Harem-i hümâyûn dâiresinde ikâmet eden câriyelerin dinî ve içtimâî statüsüdür ki, bu mevzu bilinçli olarak yerli ve yabancı kimi yazarlar tarafından çoğu zaman çarpıtılmak amacıyla sık sık gündeme getirilmiştir.
Pâdişah'a ve ailesine has olan Harem-i hümâyûn dairesine bir kez dahi girmedikleri ve giremeyecekleri âşikâr olduğu hâlde, pek çok gayrimüslim elçiler, sanatçı ve seyyahlar, zihinlerinde tasarladıkları "cinselliği sömürülen çıplak câriye" tipini uydurarak, yazdıkları kitaplarda İslâm'a ve onun hükümlerine sığmayan birbirinden çirkin iftirâlar türetmişlerdir. Bu asılsız iftirâları da çoğu zaman, tarihî birer roman ya da çizdikleri tablolar vâsıtasıyla Müslüman Türk milletinin bilinçaltına ısrarla yerleştirmeyi, böylece ne şekilde ve hangi yolla olursa olsun Câriyelik müessesesi hakkında yanlış ve çarpık bir anlayışın dimağlarda yer etmesini hedeflemişlerdir.
İftirâdan öteye geçmeyen bu anlayış, günümüzde yalnız fikrî sahada değil, televizyon ekranlarında diziler vâsıtasıyla daha da kökleştirilmek ve zihinlere işlenmek istenmektedir. Kimileri halkın bilinçaltına etki eden medyayı bu hususta bir araç olarak kullanırken, kimileri de güyâ araştırmacı maskesi altında, medyada yansıtılan asılsız iftirâları bilim câmiâsının da doğruladığı bir gerçekmiş gibi gösterme gayretine girişmiştir. Hattâ Prof. Dr. Nurşen Mazıcı iftirâ konusunda iyiden iyiye haddini aşarak, Osmanlı pâdişahlarının câriye edinmelerini "zînâ", cariyeden doğma Osmanlı pâdişahlarını ise "veled-i zînâ" olmakla suçlayacak kadar ileri gitmiştir.(1)
Câriyelik kurumunu ve Osmanlı pâdişahlarının saraylarında bir Harem dâiresi inşâ ettirmelerini İslâm dışı bir fiilmiş gibi göstermek isteyenler, aslında Kur'ân-ı Kerîm'in pek çok Âyet-i kerîme'sinde ve sayısız Hadîs-i şerîf'lerde zikredilip hükümleri ayrıntılı olarak vaz' edilen gulâm ve câriyelikle ilgili İlâhî hükümleri de alenen tahrife yeltenmişlerdir.
Zîrâ Allah-u Teâlâ câriyelerin de nikâhlı eşler gibi olduğunu, onların da zînâ hükmünün dışında tutulduğunu Kur'ân-ı Kerîm'inde açıkça haber vermektedir:
"O (mü'min)ler ki, mahrem yerlerini herkesten korurlar; ancak eşleri ve câriyeleri bundan müstesnâdır. Doğrusu bunlar kınanamazlar." (Mü'minûn: 5-6)
Çünkü bunlar İlâhî emir ve hükümler dâiresinde onları mahrem edindiklerinden, O'nun dîninin geniş alanı içinde bulunmaktadırlar. Haklarında verilmiş böyle bir salâhiyet varken bu gibi kimseler aslâ kınanamazlar.
Dolayısıyla dîn-i İslâm'ı yaymak, kötüleri ve kötülüklerini ortadan kaldırmak için cihânın dört bir yanında seferden sefere koşan Osmanlı pâdişahlarının da, bu İlâhî hükmün verdiği ruhsatla esîre hükmündeki câriyeleri istihdam ettikleri için kınanamayacakları ortadadır.
Kölelik ve câriyelik kurumları İslâm'la birlikte başlamış değildir. Bizanslılar'da, Sasaniler'de ve Hindistan'da da kölelik ve câriyelik, öteden beri mevcut ve yürürlükte olan bir müesseseydi. Şu kadar var ki İslâm, hâl-i hazırda mevcut olan kölelik ve cariyelikle ilgili prensipleri ve fiilleri ıslâh ederek, onu kılı kırk yarar bir adâletle her iki tarafın da hak ve hukukunu gözetip koruyacak bir seviyeye getirmiştir.
Kullarını zînâdan şiddetle sakındıran Allah-u Teâlâ, yukarıda görüldüğü üzere mahrem yerini haramdan koruyan mü'minleri Mü'minûn sûresi 5-6. Âyet-i kerîme'lerinde övgüyle zikretmiş; bu haramdan nikâhlı eşleriyle birlikte hizmetleri altında bulunan câriyelerini de istisnâ etmiştir. Bu Âyet-i kerîme'ler mü'minlerin savaşta esir aldıkları câriyelerden de, tıpkı nikâhlı eşleri gibi cinsî yönden faydalanabileceklerinin delilidir.
Dolayısıyla savaş sırasında esir edilmiş bir kadını câriye olarak alan kimseye, ondan "istihdam", yâni hizmet yönünden yararlanma hakkı verildiği gibi; "istifraş" yâni cinsî yönden faydalanıp, bu yolla kendini zînâdan koruma hakkı da verilmiştir.
Allah-u Teâlâ bu hükmü daha da pekiştirmek üzere diğer bir Âyet-i kerîme'sinde şöyle buyurmuştur:
"Ey peygamber!
Şüphesiz ki biz mehirlerini verdiğin eşlerini,
Allah'ın sana ganîmet olarak verdiklerinden elinin altında bulunan câriyeleri,
Seninle beraber hicret eden amcanın kızlarını, halalarının kızlarını, dayının kızlarını, teyzelerinin kızlarını sana helâl kıldık." (Ahzâb: 50)
Âyet-i kerîme'nin devâmında şöyle buyuruluyor:
"Biz hanımları ve ellerinin altında bulunan câriyeleri hakkında mü'minlere neyi farz kıldığımızı biliriz." (Ahzâb: 50)
İslâm hukukuna göre câriyeler, içinde bulundukları câriyelik durumuna göre; "Memlûk", "Müdebber", "Mükâteb" ve "Ümm-i veled" gibi sınıflara ayrılırlar.
Gayrımüslim savaş esirlerinden câriye edinme ve onlara karşı yapılması gereken hukûkî ve içtimâi muâmelelere dâir İlâhî hükümler, bizzat hayatta iken Resulullah Aleyhisselâm tarafından fiilen tatbik edilmiştir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz çevre devletlerin hükümdarlarına İslâm'a dâvet için birer mektup gönderdiğinde, Mısır mukavkısı Cüreyc'e de Hatîb bin Ebû Beltea -radiyallâhu anh-le birlikte risâletini tebliğ için, kendisini ve Mısır halkını İslâm'a dâvet eden bir mektup göndermişti.
O'nun -sallallâhu aleyhi ve sellem- Mısır meliki Cüreyc'e gönderdiği mektup şöyleydi:
"Bismi'llâhi'r-Rahmâni'r-Rahîm.
Allah'ın kulu ve Resûlü Muhammed'den Kıbt milletinin büyüğü Mukavkıs'a. Selâm hidâyet yoluna tâbî olanların üzerine olsun. Ben, seni İslâm dînine dâvet ediyorum. Müslüman ol ki selâmete eresin, Allah da sana ecrini iki kat versin. Yok, kabûl etmez yüz çevirirsen, Kıbt milletinin günâhı boynuna olsun!
'De ki: 'Ey Ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda eşit bir kelimeye geliniz. Allah'tan başkasına tapmayalım, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın.' Eğer onlar yine yüz çevirirlerse: 'Şâhid olun ki biz müslümanlarız!' deyin." (Âl-i İmrân: 64)"
Bizans imparatorundan korktuğu için iman etmekten çekinen ancak kendisine yapılan dâvete büyük ilgi gösteren Mukavkıs, gönderdiği cevap mektubunda Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-e hitâben şöyle diyordu:
"Bismi'llâhir'r-rahmâni'r-rahîm.
Abdullah oğlu Muhammed'e, Kıbt'ın büyüğü Mukavkıs'tan. Selâm sana. Mektubunu okudum, muhtevâsını ve dâvetinizi anladım. Zuhûru beklenen bir peygamber kaldığını biliyordum, fakat ben O'nun Şam'dan çıkacağını sanırdım. Elçinize ikrâm ettim. Size Kıbt milleti arasında mevkii yüksek iki câriye ile bir elbise ve binmeniz için de bir ester hediye gönderiyorum. Selâm sana ey muhterem Peygamber!"(2)
Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- onun gönderdiği hediyeleri kabul etti ve câriyelerden Mâriye'yi kendisi aldı, İbrahim adındaki oğlu bu câriyeden doğdu. Kardeşi Sîrîn'i ise şâiri Hassan bin Sâbit -radiyallâhu anh-e verdi.
Mâriye binti Şem'ûn'un, İslâm kaynaklarında aslen hıristiyan bir Rum (Romalı) olduğu belirtilir. Arapça "Mâriye" şeklinde telaffuz edilen adının bu bakımdan "Maria" olması kuvvetle muhtemeldir. Mısır'ın Sa'îd bölgesindendi.
Mukavkıs, Resulullah Aleyhisselâm'a yukarıda zikredilen hediyelerle birlikte ayrıca başka iki câriyeyi, Mâriye'nin hadım olan ve hizmetine bakan amcasının oğlu Me'bûr'u 1000 miskal altın ve güzel kokularla birlikte Medine'ye gönderdi. Resulullah Aleyhisselâm Mâriye'yi bir müddet Ümmü Süleym -radiyallâhu anhâ-nın evinde misâfir ettikten sonra, Medîne'nin Avâlî mevkiindeki Kuf bölgesinde bulunan bir eve yerleştirdi. Gerek Mâriye gerekse onun hadım hizmetçisi amcasının oğlu Me'bûr, Medîne'de Resulullah Aleyhisselâm'ın tebliği üzerine İslâm'ı kabul etmişlerdi. Mâriye, 630 yılı Nisan ayında İbrâhîm'in doğumu üzerine "ümmü'l-veled" hükmüyle hürriyetine kavuşmuş, ölünceye kadar Resulullah Aleyhisselâm'ın hizmetinde bulunmaya devâm etmiştir. Nihâyet Resulullah Aleyhisselâm'ın vefatından 5 yıl sonra, 637'de Medîne'de vefât etti. Bizzat Hazret-i Ömer -radiyallâhu anh- tarafından kıldırılan cenâze namazını müteâkip Cennetü'l-Bâkî kabristanına defnedildi.
İleride Mısır'ın fethedileceğini Ashâb-ı kirâm -radiyallâhu anhüm- Hazerâtı'na müjdeleyen Resulullah Aleyhisselâm, Mâriye'ye olan sevgi ve muhabbeti nedeniyle, oraya girdikleri zaman akrabaları hükmünde oldukları için Mısır halkına iyi davranmalarını ve şefkatle muâmele etmelerini vasiyet etmişti.(3)
Asr-ı saâdette bizzat Resulullah Aleyhisselâm ve ashâbı tarafından fiilî olarak tatbik edilen câriye istihdâmı, daha önce Mısır, Hindistan, Bizans ve İran/Sasanî topraklarında da yürürlükteydi. Bu kurum, Allah ve Resûl'ünün hükümleriyle, her iki tarafın da hakkını inceden inceye gözetecek bir tarzda, en mükemmel seviyeye ulaşmıştır. Nitekim Resulullah Aleyhisselâm'ın vefatından sonra Emevîler, Abbâsîler ve Selçuklular döneminde de câriyelik müessesesi devâm etmiş; tıpkı Mısır Mukavkıs'ı Şem'ûn'un Resûl-i Ekrem -sallalahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e Mâriye'yi ve kardeşini hediye etmesi gibi, İslâm hükümdarları da zaman zaman birbirlerine savaşlarda ele geçirilen güzel, bilgili, görgülü câriyeleri hediye olarak göndermiştir.
İslâm'ın yukarıda zikrettiğimiz esasları ve hukuk kâideleri çerçevesinde şekillenmiş ve yerleşmiş bulunan câriyelik ve onların sarayda istihdâmı meselesinin, bir İslâm medeniyeti olan ve kendisinden önceki hânedanları örnek alan Osmanlılar'da mevcut olmaması düşünülemezdi. Nitekim Orhân Gâzî'nin tahta geçişinin henüz ilk yılında, 1324 yılı Mart ayında Tavâşî Şerefeddîn Mukbil'e verdiği Farsça "Mekece Vakfiyesi", onun Bursa'da bir sarayı olduğunu ve sarayının içinde bir Harem'i bulunduğunu göstermektedir.(4)
Bu vakfiyenin varlığı, Harem-i hümâyûn sisteminin, kuruluş devri hükümdarlarından beri mevcut olduğunu gösterir. Câriyelikle ilgili İlâhî hükümlerden ve bu gibi inceliklerden haberi olmayan pek çok kimse, Osmanlı pâdişâhlarının Harem-i hümâyûn dâiresinde câriye istihdam etmelerini İslâm'a aykırı bir durum zannetmişler, bu durumu fırsat bilip Osmanlı hânedânına saldırmaya çalışan yerli-yabancı pek çok maksatlı kimse de câriyelik ve Harem'le ilgili çirkin ve seviyesiz iftirâlar türetmişlerdir.
Orhan Gâzî'nin Bursa'daki sarayında olduğu gibi, II. Murâd'ın Edirne'deki sarayında da Harem dâiresi vardı. Fâtih Sultan Mehmed İstanbul'u fethettikten sonra Beyazıt Camii'nin bulunduğu yerde Eski Saray'ı (Saray-ı 'atîk) inşâ ettirdiğinde de, burada bir Harem-i hümâyûn dâiresi binâ ettirmişti. Bugün Topkapı Sarayı Müzesi'nde mevcut bulunan Harem-i hümâyûn binâsı on altıncı asrın sonlarında, Kanunî Sultân Süleymân ya da Sultan III. Murad tarafından inşâ ettirilmiştir. Harem'in içinde Câriyeler'e tahsis edilen mekânlar, sırayla; Câriyeler ve Kadınefendiler Taşlığı, Câriyeler Hamamı, Câriyeler Birinci Koğuşu, Câriyeler Alt Taşlığı, Câriyeler İkinci Koğuşu, Câriyeler Hastanesi, Cenâze Yıkama ve Meyyit Kapısı ve Ustalar Dairesi'nden ibârettir.
Şu kadar var ki, pâdişahların Harem'de birçok câriye istihdam etmeleri, onların her biri üzerinde istifraş hakkını kullandıkları mânâsına da gelmez. Bunun delili, sarayda hizmet eden câriyelerin büyük çoğunluğunun sarayda bir maaş karşılığında, çeşitli kademelerde hizmet etmek amacıyla istihdam edildiklerini gösteren yevmiye cetvelleridir. Sarayda belirli bir ücret ödenerek vazifedar kılınan bu câriyeler, derecelerine göre acemi, câriye, kalfa ve usta gibi unvanlarla vasfedilirdi.(5) Harem'de belirli bir süreye kadar tutulup, sonra evlendirilen ya da azâd edilen, çoğu mükâteb hükmündeki câriyelerin saraydan ayrılmasına ise Harem literatüründe "çerağ edilme" denilmekteydi. Hurrem Sultan, Kösem Sultan, Nurbânû ve Safiye Sultan'lar câriye olarak saraya geldikleri hâlde saray kadınlarının ulaşabileceği en yüksek statülere erişmişlerdi.
Osmanlılar'ın, İslâm'ın kölelik ve câriyelikle ilgili hükümleri mûcibince kurdukları gulâm ve câriyelik müessesesini bir sömürü mekanizması gibi göstermeye çalışan ve bu yüzden Osmanlı pâdişahlarını çirkin iftirâlarla ithâma kalkışan kimseler, târihteki bu sultanlar ile Makbul İbrâhîm Paşa gibi, Osmanlı adâlet ve insiyatifinin timsâli olmuş en büyük tarihî örnekleri bilinçli bir şekilde göz ardı etmektedirler. Sıradan bir câriye, önce pâdişâhın başkadınlığına, daha sonra oğullarının tahta çıkmasıyla vâlide sultanlığa; "Parga'lı İbrâhîm" gibi sıradan bir köle de "vezîr-i a'zamlık" gibi en yüksek bir makama yükselebiliyor, Avrupa'daki gibi sınıf ayırımına tâbî tutulmadan, devletin en yüksek zirvesine kadar çıkabiliyorlardı.
Dolayısıyla Osmanlı pâdişahları, câriye ve köleler arasında sınıf farkı gözetmedikleri gibi; Avrupa'da yerleşik olan, bir kölenin hiçbir zaman soylu, soylunun da köle olamayacağı gibi çarpık ve aşağılayıcı bir anlayış da onların devlet felsefelerinde aslâ yer almamıştır. Çünkü onlar; insânî, siyâsî ve askerî yönden kâbiliyete değer veren bir yönetim anlayışını benimsemişlerdi.
Sözün özü; Osmanlı'ya düşmanlık niyetiyle bu gibi müesseseleri dillerine dolayanlar, ucu bizzat Asr-ı Sa'âdet'e, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e kadar uzanacak çirkin ve nefrete şâyân bir iftirâyı irtikâb etmişlerdir. Dolayısıyla îmân ve akıl sâhibi olduğunu iddiâ eden hiçbir kimsenin, Kur'ân-ı Kerîm'de ve Sünnet-i seniyye'de yer alan ve fiilî olarak tatbik edilen bu kurum hakkında ileri-geri konuşup da, bu hükümler çerçevesinde hareket eden Osmanlı pâdişahlarını ithâma kalkışması mümkün değildir.
(1) TV 8, Haber Aktif Programı, 29 Kasım 2012.
(2) Krş. "Zâdü'l-Me'âd", 3/129; "el-Vesâ'iku's-Siyâsiyye", s. 136; "Tecrîd Tercemesi": 12/424.
(3) Müslim, Fedâ'ilü's-Sahâbe, 226-227.
(4) İBB Yzm. Ktp. Muallim Cevdet, Fr. nr.: 10.
(5) Çağatay Uluçay, "Harem II", s. 10-11.