Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Miraç yolculuğu Cebrâil Aleyhisselâm'ın refakatinde üç vasıta ile oldu, üç vâsıta ile tecelli etti.
Burak, Miraç ve Refref.
Sidre-i müntehâ'ya kadar beraber yükseldiler. Buradan öteye "Kaabe kavseyn" makamına yolculuk Refref ile oldu. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz oradan ayrılacağı sırada Cebrâil Aleyhisselâm'a kendisi ile gelmesini ricâ etmişti. O da:
"Burası Sidre-i müntehâ'dır, şayet ben buradan bir parmak ucu kadar ileri geçersem yanarım." buyurdu ve orada durakladı.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Rabb'ine o kadar yaklaştı ki, aradaki bütün perdeler kalktı ve huzur-u ilâhî'ye kabul buyuruldu. Allah-u Teâlâ'nın cemâl-i bâkemâli ile müşerref oldu.
Onun ümmet-i muhteremesine de bu yol bahşedilmiştir. Vekiline ise bu lütuf tam olarak ihsan olunmuştur.
Şöyle ki:
Allah-u Teâlâ bir kimseyi nasipdar etmeyi murad ettiği zaman, daha cenin halinde iken nasibini takdir buyurur.
Daha sonra onu, kalbi Arşurrahman olan bir Mürşid-i kâmil'e nasibi ile beraber teslim eder. Onun taht-ı terbiyesini görürken, Allah-u Teâlâ'nın ona indirdiği nasibini güna gün almaya başlar. Çocuğun annesinden süt emerek büyüdüğü gibi, o da mürşidinden feyz emerek tekâmül eder.
Aslında feyz Hakk'tan geliyor. Hep O. Fakat O öyle murad etmiş, başka türlü almak mümkün değil.
Tarikat-ı aliye'de de üç merhale vardır:
Fenâfişşeyh, Fenâfirrasul ve Fenâfillâh. Bu vasıtaların terakkileri ise; Râbıta, Murakaba ve Cezbe ile kaimdir.
Fenâfişşeyh'te çok büyük merhaleler vardır. Fenâfişşeyh'te terbiye gören bir sâlik, râbıta sayesinde nefis derecelerinden "Emmâre", "Levvâme" ve "Mülhime"ye kadar çıkar. Nefis tezkiye olurken, ruh da terakki etmeye başlar. Fenâfişşeyh'teki bu son makamdan sonra letâfâtı bitirir, bu merhaleyi ihraz eder. Eğer kurmaylığa geçerse, veli kısmına alınır.
Bir subayın kurmay olabilmesi için nasıl ki hususi bir eğitime ihtiyacı varsa, nefs-i mülhimeden sonraki terakkiyat için de mutlaka Fenâfillah'a çıkmış bir kâmil mürşide ve onun mânevî terbiyesine ihtiyaç vardır.
Râbıta-i mevt nefsi tezkiye için, Râbıta-ı şerif ise ruhu tekâmül ettirmek içindir.
Allah-u Teâlâ murad etmişse, yol vermeyi dilemişse, Mürşid-i kâmil onu Fenâfirrasul'e geçirir. O artık sevgi ve saygı sebebiyle, şeyhine Râbıta ile, bu sefer bizzat terbiyeyi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'de görür ve murakabalar başlar. "Ehadiyet", "Maiyyet", "Akrabiyyet", "Muhabbet" ve "Vâhidiyyet murakabalarından bir bir geçirir. Bir taraftan da "Mutmainne", "Râziye", "Mardiyye" ve "Sâfiye" derecelerini de kateder. "Sâfiye"ye çıktığı zaman murakabalar da bitmiş olur.
Bir taraftan murakabalarla ruhu, bir taraftan da nefis dereceleri ile nefsi beraber çıkarmak suretiyle, bu iki kanatla teyyare meydanından yükselir. Bu iki kanatla uça uça Sidre-i müntehâ'ya kadar çıkabilir. Melekler meclisine girer. Son makam budur.
Sonra Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini yürüttüğü gibi, eğer yürütmeyi murad etmişse, vekilini de böyle yürütür. Sidre-i müntehâ son makam olduğu için, oradan öteye onu cezbe ile çeker.
Bu ise:
"Rahman olan Allah'ın cezbelerinden bir cezbe, insanların ve cinlerin ameline denktir." (K. Hafâ)
Hadis-i şerif'inin tecelliyatı olmuş oluyor. O cezbe ile çekiyor, çektikten sonra dilediğini makamında lütfu ile dolduruyor.
Kişinin kendi çalışması ile bin senede ulaşamadığı mesafeye, Allah-u Teâlâ dilerse bir anda ulaştırır. Bir kulun başka türlü oraya çıkabileceği akla bile gelmesin.
"Onlar Sıdk makamında, kuvvet ve kudret sahibi hükümdarın huzurundadırlar." (Kamer: 55)
Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğu üzere, o muktedir olan Padişah, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin vekili olması hasebiyle O'nun makamına çıkarmak için, vekilini de kudreti ile çeker ve kendi huzuruna alır. Huzurunda karşı karşıyadır. Bütün perdeler kalkar.
Nasıl ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ile bir yay kadar veya daha yakın olduysa, o da böyledir.
Bunun delilini mi istiyorsunuz?
Seyyid Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Feth'ur-Rabbânî" adlı eserinin 60. Meclis'inde buyururlar ki:
"O Hakk Teâlâ'nın huzuruna varıncaya kadar, hiç kimse onu durdurmaya güç yetiremez.
Rabb'inin huzuruna vardığı an, O da ona lütfeder, ikramlarda bulunur. Onu kendi hücresinde uyutur. Lütuf ve fazlından yedirir, ülfet bâdesinden içirir. Bunları bulduktan sonra, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın hatırına gelmeyen hârikulâdelikleri görür."
"O öyle bir kuldur ki, Hakk'a vâsıl olmuş, O'nu görmüş ve mâsiva denen Hakk'ın zâtından gayrı şeyleri bilmiştir."
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz zâhirde Mirac-ı şerif'e üç vasıta ile çıkmıştı ve fakat gönül yoluyla çok defa çıkmıştı.
Bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Benim Allah ile öyle vaktim olur ki, oraya ne yakın bir melek sızabilir, ne nebi ne de resul sokulabilir."
Hazret-i Allah'a varan bu mutlu yolcular Sıddîkiyet makamındadırlar. Bu onlara mahsus bir makamdır.
İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri 260. Mektub'unda buyurur ki:
"O zât bu yolda murad olarak seyretmiş, kuvvetle çekilerek bu kemâlâta kavuşturulmuştur."
Bu, Hakk'ın huzuruna alınanlar, dünyaya nadir gelenlerdendir.
Buna âmil olan da o kehribarın tozu oluşlarıdır. Bütün meziyet ve faziletin hepsi o kehribardadır, yani Resulullah Aleyhisselâm'dadır.
Çünkü Allah-u Teâlâ onları sevmiş, seçmiş, huzuruna kadar almıştır.
Nitekim bir Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah dilediği kulunu zâtına seçer." (Şûrâ: 13)
Allah-u Teâlâ onu bütün yarattıkları ile kendisi arasında muhayyer bıraksa, o Allah-u Teâlâ'yı tercih eder.
İkincisi; bir canı değil, bin canı olsa, canlarını O'na kavuşmak için, O'nun yolunda feda etmek ister.
Allah-u Teâlâ'nın içinde olduğunu görebiliyorsa, kendisinin bir perdeden bir maskeden ibaret olduğunu görebiliyorsa ve o şekilde Allah-u Teâlâ ile ünsiyet edip mülâkat yapabildiği zaman o mukarreb olur.
Bu ancak onlara mahsustur, başkalarına şâmil değildir ve bu sırrın hakikatini de onlardan başka bilen olmaz.
1. Sıddık-ı Ekber: Bu makam Hazret-i Ebu Bekir Sıddık -radiyallahu anh- Efendimiz'e âittir.
2. Allah-u Teâlâ'nın has kulları olan mukarreb sıddıklar.
3. Sözünde sâdık kalan sıddıklar.
Ulvi olan ruh, bu karanlık cesetle birleşince yedi perde ile aslî halinden perdelenmiştir. Bu perdelerden her birine nefsin dereceleri veya makamları denir.
Bunlar; "Emmâre", "Levvâme", "Mülhime", "Mutmainne", "Râziye", "Mardiyye" ve "Sâfiye"dir.
Bu yedi perde, yedi elbisedir. Kişi seyr-ü sülûk yolunda ilerledikçe bu elbiseleri bir bir kaldırılabilirse "Sâfiye makamı"na çıktığı zaman Hakk'a varmış olur.
Ve: "Yere göğe sığmadım, mümin kulumun kalbine sığdım." (K. Hafâ: 2256)
Kudsî Hadis-i şerif'inin tecelliyatına erer. İlmin sonu Hakk'a varmaktır, tecelliyatının sonu yoktur.
Meselâ denize düşen bir insanın, canını kurtarmak için üzerindeki elbiseyi attığı gibi; hakikat deryasına düşen bir insan da, imanını kurtarmak ve Hakk'a kavuşmak için beden elbisesini atmaya çalışır. "Sâfiye"ye çıktığı zaman kalp üzerindeki perdeler atılmış, bir tek ten elbisesi kalmış olur.
Ondan sonra ibadet ve taat sayesinde ten elbisesi ne kadar incelirse, içindekinin o kadar tecelliyâtına mazhar olmaya başlar.
Bu lütuf deryasına alınanlarda ten elbisesi, vücut içindekine öylesine yapışır ki;
"İçinizde!.. Görmüyor musunuz?" (Zâriyat: 21)
Âyet-i kerime'sinin tecelliyatına mazhar olur ve içindeki Hazret-i Allah'ı görür. Gerek kendisinin gerek kâinatın bir perdeden ibaret olduğunu da görür.
Ehl-i Hakk, Hakk ehlini tanır, halk tanımaz. Yani Hakk ehli anlar, halk ehli anlamaz.