Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Devlet malı belirli çevrelerin menfaati yapıldığı,
Emanet kelepir ve zekât angarya sayıldığı,
İlim dinden başka gaye için tahsil edildiği,
Kişi karısına itaat edip annesine âsi olduğu ve dostunu kendisine yaklaştırıp babasını uzaklaştırdığı,
Mescidlerde gürültüler başgösterdiği, fâsık kimsenin kabilenin başına geçtiği ve aşağılık adamın milletin lideri olduğu,
Şerrinden korkulduğu için kişiye ikramda bulunulduğu,
Şarkıcı kadınlar ve çalgı âletleri türediği, şaraplar içildiği ve
BU ÜMMETİN SONUNDA GELENLER EVVEL GELENLERİ LÂNETLEDİĞİ ZAMAN;
işte o zaman kızıl bir rüzgâr, zelzele, yere batma, şekil değiştirme, taşlanma ve ipi kopan bir kolyenin tanelerinin birbiri ardı sıra gitmesi gibi birbirini takip eden alâmetler beklesinler." (Tirmizî: 2308)
Dünya tarih sahnesinde yüzyıllar boyunca hüküm sürüp, müstesnâ yeri olan Osmanlı Cihan Devleti; dünya tarihinde eşi ve emsâli görülmemiş bir yapıya sâhipti. Avrupa, Asya ve Afrika'da İslâm dininin yayılması için büyük bir aşk ve şevkle mücâdele ve mücâhede etmiş, kuruluşundan yıkılışına kadar İslâmiyet'in bayraktarlığını yapmıştır. Bu devlet müslüman Türklerin kurduğu en büyük İslâm Devleti'dir. Zâten bu devletin bu kadar muazzam ve muhteşem oluşu, hizmet ettiği gâyenin ilâhî oluşundan kaynaklanmaktadır. Osmanlılar İslâm'ı âli kılma niyetlerini muhafaza ettikleri sürece Allah-u Teâlâ'nın lütuf ve desteğine mazhar olmuşlardır.
Asr-ı saâdet ve Hulefâ-i raşidin devirlerinden sonra hak ve adâlette çok dikkatli, İslâm ve ehl-i sünneti yaşamaya çok riâyetli idiler.
Osmanlılar kendilerine rehber olarak yalnız Kur'ân-ı kerim ve Sünnet-i seniyye'yi almışlardı.
İslâm dini münevver bir dindir. Adâlet dinidir, son dindir.
"Allah katında din İslâm'dır." (Âl-i imran: 19)
Ecdadımız bunu biliyor ve iman ediyorlardı. İ'lâ-yı Kelimetullâh için, İslâm'ı yaymak ve duyurmak için küfür beldelerine akınlar düzenlerlerdi.
"Şeref ve kudret tamamen Allah'a âittir." (Nisâ: 139)
Onlar şeref, kuvvet ve kudretin Allah'a ait olduğunu bildikleri için Hazret-i Allah'a sığınırlar ve dayanırlardı. Ve Biiznillâh-i Teâlâ galip gelirlerdi, mağlup eden olmazdı.
Asr-ı saâdet devrini yaşarlardı ve bütün İslâm âlemine destek olurlardı. Her türlü fedâkârlığı ve yardımı yaparlardı.
Bu hususu Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle ifade etmişlerdir:
"O ruhu, azmi, niyeti ona da vermiş, ona da vermiş. Osmanlı buradan kazandı. O ruha sahip oldukları için kazandılar."
"Osmanlılardan Allah razı olun; asr-ı saadeti yaşadılar ve yaşattılar."
"Osmanlı padişahlarının herbirinde iman vardı. Allah ve Resulü'nün sevgisi vardı. İslâmiyeti yaşıyorlardı. Onlarda Allah aşkı mevcuttu. İçlerinde veli olan padişahlar bile vardı. Osmanlı cihan devleti, İslâm'a bağlı kaldığı ve İslâm'ı yaşadığı müddetçe hep muzaffer ve muvaffak oldu."
Bu yüzdendir ki Cenâb-ı Hakk onlara değer vermiş, onları âli kılmıştır. Kâfirler ve münafıklar hoşlanmasa da kıyamete kadar hayırla, rahmetle, muhabbetle anılacaklardır.
Bu şanlı ecdadımıza hürmet ve ta'zimlerimizi, minnet ve şükranlarımızı arzederiz. Allah cümlesinden râzı olsun.
Osmanlı, izzet ve bütün şerefi Hazret-i Allah'tan alırdı. Bugün ise o kadar asâletsiz türemeler zuhur etti ki; şerefli ecdadı ile övüneceği yerde ecdadımıza hakaret nazarı ile bakıyorlar, hatta şerefi küffardan bekliyorlar. Şerefsizlikle, ahlâksızlıkla, geçmişine-atasına sövmekle, nesilleri çürütmekle, dinsizlikle şerefyab olmaya çalışıyorlar. Dizi, film, bilim adı altında her türlü hakareti, iftirayı, yalanı, alçaklığı sergiliyorlar. Bu necip milletin necip atalarını, büyüklerini kendi necasetleri gibi göstermeye, küfrü yaymaya ve ahlâksızlığı hoş göstermeye çalışıyorlar. Hatta zorluyorlar. Zira kendi asıllarını icra ettikleri gibi, bu milleti de kendilerine benzetmeye çalışıyorlar.
Bazı asâletsizler de çıkıp Osmanlı Padişahlarına iftirada sınır tanımıyorlar:
Kimi "Veled-i zina" diyebilecek kadar alçalıyor, kimisi Osmanlı'nın aile mahremi olan haremine dil uzatıyor, kimisi koca padişaha "gaddar, zâlim" diyor, kimisi ceddini reddediyor, kimisi "katil" diyor ve ağza alınmayacak küfürleri serdediyor. Ne acı ki bunlar yazar-çizer geçinir, kimisi de seçilmiş takımındandır. Meydanı boş buldukları için, çekinceleri kalmadığı için ağızlarına geleni konuşuyorlar.
Allah yolunda, cihad uğrunda her türlü fedekârlığı yapmış, bütün dünyanın gıpta ve hayranlıkla baktığı muhteşem bir medeniyet ve devlet kurmuş bir ecdada bu hakaretler, bu iftiralar atılır mı?
Bu ne cüret? Edep yâ Hû!..
Onların hatırasına bile sahip çıkamıyoruz. Türlü türlü tezvirat, iftira, ahlâksızlık, asâletsizlikle dolu diziler, yayınlar boy boy yayınlanıyor. Genç nesillere bunlar aşılanıyor. Küffarın ekmeğine yağ sürülüyor. Koskoca bu necip millet balık otu yutmuş. Ecdadımıza olan saygısızlığı, hürmetsizliği, edepsizliği izliyor, izletiyor.
Bu iftiralara çanak tutan yayınların ve televizyon dizilerinin pervasızca yayınlanması çok vahim bir durumdur.
Bu gibi asâletsizliklerin, edepsizliklerin ayyuka çıkması kıyamet âlametlerindendir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kıyamete yakın zuhur edecek alâmetleri "Devlet malı belirli çevrelerin menfaati yapıldığı ..." diye başlayarak sayarlarken yaşanacak asâletsiz bir seyyiatı şöyle haber veriyorlar:
"... bu ümmetin sonunda gelenler evvel gelenleri lânetlediği zaman ..." (Tirmizî: 2308)
"Öyle bozuk bir nesil gelecek ki, o kadar asâletsiz türemeler türeyecek ki, öyle piçler zuhur edecek ki, ecdadı ile övünmeyecek de içindeki kötülüğü onlara hamledecek, bu asâletsiz ayak takımı onlara hakaret nazarı ile bakacak.
Oysa geçen devirler, değil müslümanları, dünyayı hayrete düşüren en güzel hasletlerle dolu idi. Onlar iman, şecaat, cesaret, adalet, fazilet sahibi idiler." (Ömer Öngüt -kuddise sırruh-, Kıyamet ve Alâmetleri, s. 57)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde bu alâmetleri saydıktan sonra gelecek afatları şöyle haber veriyorlar:
"... işte o zaman kızıl bir rüzgâr, zelzele, yere batma, şekil değiştirme, taşlanma ve ipi kopan bir kolyenin tanelerinin birbiri ardı sıra gitmesi gibi birbirini takip eden alâmetler beklesinler." (Tirmizî: 2308) (Bkz. Ömer Öngüt -kuddise sırruh-, Kıyamet ve Alâmetleri, s. 57)
Binaenaleyh bu gibi ahlâksızlığın, asâletsizliğin, edepsizliğin gadabullah'ı celbettiğini, Hazret-i Allah'ın nazarında ne kadar büyük bir cürüm olduğunu bu Hadis-i şerif'ten anlayabilirsiniz.
Halbuki Osmanlı ve Selçuklu devrinde bu millet bu muhterem insanların önderliği altında yaklaşık bin yıl boyunca İslâm'ın bayraktarlığını yapmış, yüzlerce yıl Haçlı orduları ile büyük bir mücahede ve mücadele sergileyerek İslâm dini'nin muhafazası, müdafaası ve yayılmasında öncülük etmiştir. Malazgirt'ten Kosova'ya, İstanbul'un Fethi'nden Çanakkale Savaşları'na kadar onların bayrağı altında, din ve vatan uğruna yüzbinlerce vatan evladı şehit olmuştur. Bu büyük bir ilâhî lütuf ve ihsandır.
Bu ilâhî lütuf sebebiyle Allah-u Teâlâ'nın teveccühüne ve sevgisine mazhar olmuş ataları ile iftihar etmek yerine; kendi ahlâksızlıklarını ve asâletsizliklerini onlara hamletmeye çalışanların türediği bir devirde yaşıyoruz.
Öyle bir devir ki; iman, asâlet, edep, ahlâk, vakar, doğruluk mumla aranır oldu.
Bir defa imanlı insan Hazret-i Allah'ın sevdiği bir kimseye, bir topluluğa dil uzatmaktan çekinir.
Bu gibi hareketleri yapanlarda iman olmadığını buradan anlayabilirsiniz. Atasına karşı edebi, saygısı olmayan bir kimsede iman ne gezer, asâlet ne gezer.
Halbuki bütün şeref İslâm'dadır. Bütün izzet ve kudret Hazret-i Allah'a aittir.
"Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost edinirler. Onların tarafında bir şeref ve kudret mi arıyorlar? Bilsinler ki şeref ve kudret tamamen Allah'a âittir."(Nisâ: 139)
Allah-u Teâlâ'nın şeref vermediği kimseler hiçbir şekilde şeref sahibi olamazlar.
Şu halde kâfirlerden ve kâfirlerin dostluğundan, iltifâtından şeref beklemek ne büyük gaflettir.
•
Osmanlı Beyliği daha kuruluşundan itibâren adlî, askerî, mâlî; kısaca bir bütün olarak devlet teşkilâtına büyük önem vermiştir. Devlet çarkının muntazam işlemesi Osmanlılar'ın muvaffakiyetinin sebeplerini hazırladı. Fakat bu zâhirî sebepler cihan imparatorluğu olan Osmanlılar'ın muhteşem yükselişinin ana sebebi değildi. Kur'an ve Sünnet düsturlarını ve emirlerini yerine getirmeyi toplum ve devlet olarak niyet ve hedef edinen bu âli insanların başarısının gerçek sebebi işte budur.
Bu uğurda yaşadıklarından dolayı onlar için yaşam da, ölüm de birdi. Onlar İslâm'dan uzak ve şerefsizce yaşamaktansa ölümü tercih ediyorlardı. Madde, makam, mevki ve nam uğruna yaşamadıkları, Allah rızâsını amaç edindikleri için, Allah-u Teâlâ'nın desteğini de devamlı beraberlerinde buluyorlardı.
Zira Osmanlılar, her zaman Evliyâullah Hazerâtı'nın ve hakiki ilim adamlarının duâ ve himmetlerini almaya özen göstermişlerdir. Şeyh Edebâlî'den başlayan bu silsile Emir Sultan -kuddise sırruh-, Hacı Bayram-ı Veli -kuddise sırruh-, Akşemseddin -kuddise sırruh- Hazretleri ile doruğa çıkmış, Aziz Mahmud Hüdâî -kuddise sırruh- Hazretleri, Yahyâ Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri ve daha niceleri ile devâm etmiştir. Allah-u Teâlâ'nın sevgili veli kulları olan bu zâtlar hürmetine, birçok belâ Osmanlı İmparatorluğu üzerinden kaldırılmış ve pek çok zafer ihsân edilmiştir. Bunlar Osmanlı Devleti'nin bir nevi mânevî pâdişahlarıdır.
Müesseselerini, cemiyetin çeşitli ihtiyaçlarına cevap verebilecek şekilde kuran Osmanlılar; ilim, sanat, imâr ve ictimaî yardım faaliyetlerine önem vermişlerdir. Vakıflar, cami, medrese, kütüphâne, han, hamam, kervansaray, çeşme, sebil, köprü, yol, sağlık, şifâhâne, aşhâne yapmışlar; ırk ve din gözetmeksizin her muhtaca yardımda bulunmak suretiyle medeniyetin en üstün seviyesine çıkmışlardır.
Osmanlılar'ın İslâm dininden feyz alıp kemâlleşen şahsi ve devlet ahlâkı fethettikleri yerlerde yaşayan gayr-i müslim halkın şaşkınlık ve hayranlığını celbetmiştir. Kendi dindaşlarının yönetiminde bulamadıkları huzur ve sükûnu Osmanlı Devleti'nin hâkimiyeti altında yakalamışlardır. İslâm'ın bahşettiği adâlet, eşitlik, cesâret, hayırseverlik, merhamet, doğruluk ve dürüstlük prensipleriyle, yüzyıllarca cihâna İslâm nûrunu yaymışlardır.
Bu necip İslâm milleti, İslâm dini'ne çok büyük hizmetlerde bulunmuş; İslâm'ın yayılması, küfrün ortadan kalkması, fitnenin söndürülmesi ve adaletsizliğin bitmesi için azimle mücadele ve mücahede etmiş, İslâm'ı yok etmek isteyen Haçlı küfür sürülerini yüzyıllar boyu defalarca tepeleyerek defetmişti. Selçuklular olsun, Osmanlılar olsun bu uğurda büyük fedâkârlıklar göstermiş ve Cenâb-ı Allah'ın yardımıyla muazzam muvaffakiyetlere mazhar olmuşlardı.
Adalet ve merhametleri bütün cihana nam salmıştı. Başı darda olan her mazlum millet onlara müracaat ederdi. Nitekim İslâm tarihinde adalet ve merhameti ile ünlenmiş Sultan Alparslan, Selâhaddin Eyyubî, Târık bin Ziyad gibi kumandanlar ve daha niceleri küfre zerre kadar iltifat etmemişler, İslâm'ı yaymak ve zulmü ortadan kaldırmak için yılmaz bir gayretle cihad etmişlerdir.
Canları ile malları ile Allah uğrunda savaştılar, ülkeler fethettiler. Beşeriyeti medeniyete ve adalete yönelttiler.
Bu hakiki İslâm kumandanları İslâm'ın şerefini temsil ettiler, şeref ve kudret sahibi Hazret-i Allah'a teslim oldular. Küfre ve küffara zerre iltifat etmediler. Küfrü ortadan kaldırmak için cihad ettiler. Küfür kalelerini birer birer yıktılar, dünyayı küffara dar ettiler.
Zira onlar Allah ve Resul'üne imanlarının bir tezahürü olarak yalnız Allah-u Teâlâ'ya dayanır, yalnız O'na güvenirlerdi.
"Allah öyle bir Allah'tır ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. Müminler yalnız Allah'a dayanıp güvensinler." (Teğâbün: 13)
Âyet-i kerime'sinin tecelliyatına mazhar olmuşlardı.
Biz ise onların hatırasına bile sahip çıkmaktan aciz duruma düştük. Ne kadar acı bir durum!
•
Geçmiş ve gelecek, olmuş ve olacak her şeyi hakkıyla bilen ve Kitâb-ı kerîm'inde açıkça beyân eden Allah-u Teâlâ, bir Âyet-i kerime'sinde müminlere hitâben şöyle buyurmuştur:
"Ey iman edenler!
İçinizden kim dininden dönerse, Allah onun yerine ileride öyle bir millet getirir ki; Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler. Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı başları dik ve güçlüdürler. Allah yolunda cihad ederler, hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar.
İşte bu, Allah'ın öyle bir lütf u ihsanıdır ki, onu dilediğine verir. Allah'ın lütfu geniştir, her şeyi bilendir." (Mâide: 54)
Evliyâullah Hazerâtı ve müfessirler bu Âyet-i kerime'de Araplar'dan sonra İslâm'ın bayraktarlığını üstlenen Türklere işâret edildiğini söylemişlerdir.
Atalarımız Allah uğrunda canlarını feda ettiler, İslâm'ın yayılması ve müdafaası için her türlü fedâkârlığı gösterdiler. Bütün ehl-i İslâm'ın, bütün mazlum milletlerin sevgi ve teveccühüne mazhar oldular. Bu durumun tabî bir neticesi olarak küfür ehlinin buğz ve düşmanlığını celbettiler.
Çünkü:
"Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı başları dik ve güçlü..." idiler. (Mâide: 54)
Bu sebeple bugün bile gerek münafıklar, gerek kâfirler onlara buğz ve adavet beslerler. Ellerinden gelse isimlerini tarihten silmek isterler. Bugünkü iftira ve alçak propagandanın arkasında da perdeyi kaldırdığınızda bu küffarı görürsünüz.
Zira onlar:
"Allah yolunda cihad ederler, hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar." (Mâide: 54)
Onlar kendilerini Hazret-i Allah'a beğendirmeye çalıştılar. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e en büyük bir muhabbetle bağlandılar, onun izinde, evliyaullahın rehberliği altında yürüdüler.
Şüphesiz bütün bu fâziletler Allah-u Teâlâ'nın çok büyük bir lütf-u ihsanıdır. Çünkü bütün iyilikler Allah-u Teâlâ'dandır.
"İşte bu, Allah'ın öyle bir lütf u ihsanıdır ki, onu dilediğine verir. Allah'ın lütfu geniştir, her şeyi bilendir." (Mâide: 54)
Allah-u Teâlâ bu lütuf ve ihsanını onları en büyük şerefi ihsan etmekle artırdı:
"Allah onları sever." (Mâide: 54)
Allah-u Teâlâ'nın bir kulunu, bir topluluğu sevmesinden daha büyük bir bahtiyarlık tasavvur edilebilir mi?
O sevdiği için;
"Onlar da Allah'ı severler." (Mâide: 54)
Onların Allah-u Teâlâ'yı sevmeleri de Allah'tan gelir, o da onun ihsanıdır. Allah-u Teâlâ'nın "Onlar da Allah'ı severler." beyan-ı ilâhî'si ayrı bir ihsan ve lütfunun tecellisidir.
Allah-u Teâlâ'nın sevgisine mazhar ve İslâm tarihine mâlolmuş kişi ve topluluklar hakkında ileri-geri konuşanları bu Âyet-i kerime ışığında anlayabilirsiniz.
Zira imanın en sağlam kulpu "Allah için sevmek, Allah için buğzetmek" olduğu gibi, Allah-u Teâlâ'nın sevdiğine düşmanlık etmek de Allah-u Teâlâ'ya düşmanlık demektir.
Selçuklular olsun, Osmanlılar olsun son demlerine kadar küffarla, Haçlılarla mücadele etti. İslâm'ın bayraktarlığını ve önderliğini yaptı. Bu uğurda hiçbir fedakârlıktan kaçınmadı. Hususiyetle Osmanlı devrinde adetâ Asr-ı saadet gibi bir devir yaşandı.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri "İslâm İlmihali" isimli eserinde şöyle buyurmuşlardır:
"Şehirlerin anası, nûr kaynağı belde Mekke-i mükerreme'dir. Fakat Allah-u Teâlâ Araplardan emaneti aldı Türklere verdi.
Nitekim Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmuştur:
"Ey inananlar! İçinizden kim dininden dönerse, Allah onun yerine ileride öyle bir millet getirir ki; Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler." (Mâide: 54)
Resulullah Aleyhisselâm Hadis-i şerif'lerinde Türk milletini meth-ü senâ etti. Fatih Sultan Mehmed'i ve ordusunu övdü.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Vedâ hutbesinde buyurmadı mı?:
"Bu nasihatlarımı burada bulunanlar bulunmayanlara tebliğ etsinler. Umulur ki söz kendisine ulaştırılan kimse, ulaştırılan sözü bizzat dinleyenden daha iyi anlar."
Onlar bütün güçleri ile Hazret-i Allah'a ve Resulullah Aleyhisselâm'a itaat ettiler.
İslâm dünyasında birçok hizmetlerde bulundular. İslâm'ın yayılmasına çalıştılar. Bunca zaman halifeliği üzerlerinde bulundurdukları için İslâm'ın merkezi olmuş oldu.
Seyyid-i kâinât, Sebeb-i mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardı:
"Kostantîniyye elbette fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır! Onu fetheden askerler ne güzel askerlerdir!" (Ahmed bin Hanbel, Müsned; c.4, s.335)" (Ömer Öngüt -kuddise sırruh-, İslâm İlmihali, s. 239)
Bu aşikâr hakikatler karşısında bizim oturup düşünmemiz lâzım, atalarımız ne yaptı, biz ne yapıyoruz. Onlar "Allah yolunda cihad" etti, "Necip millet" sıfatına mazhar oldu. Biz ne yapıyoruz?
Onlar hem Âyet-i kerime hem de Hadis-i şerif'lerde ilâhi medhe mazhar olmuşlardı. Evliyaullah Hazerâtı ve devrin âlimleri onları desteklemiş, manevî orduları ile bizzat yanlarında bulunmuşlardı.
Birçok Osmanlı Padişahı sırf Allah için cihada çıktı, vatanı ve milleti Allah'a emanet etti öylece yola çıktı. Allah-u Teâlâ o emaneti kabul etti. Bizler hâlâ o emanet sayesinde ayaktayız, ilâhî yardım ve destek altındayız. Bütün kabahatlerimize rağmen bu memleket bu sayede ayakta duruyor.
Nitekim Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri değişik vesilelerle bu hakikati bizlere duyurmaya çalışmışlardı:
"Bu vatan bir emanettir. Osmanlılar harbe giderken 'Allah'ım bu vatan sana emanet' der, öyle giderlerdi. Emanet olduğu için iç düşman, dış düşman çok ama yıkılmıyor. Emanet olduğu için yıkılmıyor da halk bunun farkında değil."
"Osmanlı padişahları harbe giderken "Ya Rabb'i! Bu memleket sana emanet." dediler.
Evet ve hâlâ O'nun bereketi ile ayakta duruyor. Elhamdülillah! Çünkü onları Hazret-i Allah'a emanet ede ede, ede ede... Ee O'na emanet etmekten daha emniyetli bir yer olmaz.
Allah razı olsun, bizim babamız da aynı şeyleri söylerdi. "Allah'ım çoluk çocuğumu sana emanet ediyorum." Ve son sözü bu olmuş. Bunca fırtınalar oldu da Allah-u Teala bizi himaye etti."
"Bu noktayı hafif açayım. Bütün dünya küffar içinde iken, Resulullah Aleyhisselâm ve nuru yavaş yavaş zulümanatı kaldırdı, Rabb'imin dilediği kadar o nuru yaydı. Ve bu nur bütün dünyaya yayıldı. Fakat 1400 sene gibi bir zamanda ortalık karardı. Karardıkça karardı. Çünkü Osmanlı Devleti'nden sonra ahir zaman başladı.
Allah-u Teala Osmanlıları destekliyordu. Ve bu vatanın ayakta durmasının sırrı; onlar giderken 'Allah'ım bu vatanı sana emanet ediyoruz.' derlerdi. Ve bu vatan emanet edilmiş bir vatandı.
Binaenaleyh onlar Allah için hareket ediyorlardı. Fakat zaman geldi, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in beyanları husule gelecek, Hazret-i Mehdi'nin çıkma zamanı geldi, Deccal'in çıkma zamanı geldi, İsa Aleyhisselâm'ın çıkma zamanı geldi ki, bu fesat ve ifsad zamanı geldi. Bu kadar fesat ve ifsad içerisinde Hazreti Allah'ın velileri yok olmadı. Onların yüzü suyu hürmetine birçok defa iyilik, kötülük, iyilik, kötülük, ayakta duruyoruz, ama velileri çektikten sonraki durum çok vahim."
•
Hâtem-i veli'nin bu memlekete gönderilmesinin sebebi de bundandır. Nitekim Zât-ı âlileri şöyle duâ ederlerdi:
"Yâ Rabb'i! Halilullah Mekke için duâ etti.
Yâ Rabb'i! Habibullah Medine için duâ etti.
Yâ Rabb'i! Fakir bu devlet için duâ ediyor, bu devlete zevâl verme!.."
Ecdad-ı âlimiz; din-i İslâm'ın bekâsını ve vatanın muhâfazasını gâye edinerek cihanşümûl bir devlet kurmuş ve İslâm'ın nûrunu cihanın dört bir köşesine yayarak, Türk Milleti'nin Mâide Sure-i şerif'i 54. Âyet-i kerime'sinde zikredilen vasıflara mazhar bir millet olmasının öncüsü olmuşlardır.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri bazılarını yukarıda da arzettiğimiz birçok beyanlarında bu hakikati bizlere duyurmuşlardı. Bir beyanları da şöyledir:
""İşte onlar Rabb'leri yolunda olanlardır." (Bakara: 5)
İlahi lütfa mazhar olan emr-i ilahiye riayet ederlerdi. Harbe çıkarken niyetleri halis idi. Gayeleri küffarı silip nuru yaymak idi. Allah-u Teala'ya niyazla, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e salat-ü selâmla, zamanın velileri ile istişare yapmakla müminlerin dualarını alırlardı.
Şerefli tarihimize bakıldığında Sultan Alparslan'dan tutun, daha birçok güzide komutan ve idareci nasıl hareket etti, Hazret-i Allah'a nasıl sığındı? Bunları unutmamak lazımdır.
Osmanlı padişahlarına, kumandanlarına dikkat edin; Allah-u Teala'ya nasıl yalvardılar, nasıl secdeye kapandılar? Az bir kuvvetle çok büyük kuvvetleri nasıl yok ettiler?
Bütün bunlar Allah-u Teala'nın lütuf desteği ile oldu.
Hazret-i Allah Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler! Eğer Allah'a (Allah'ın dinine) yardım ederseniz (sarılırsanız), Allah da sizi muvaffak eder ve ayaklarınızı sâbit kılar." (Muhammed: 7)"
Büyük velî Şeyhü'l-Ekber Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri (ö. 1240), Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan 70 yıl önce, henüz ortalıkta ne Osman Gâzî, ne de kuracağı cihân devleti yokken, cifr ilmine ve Kur'an'daki bâzı Âyet'lere dayanarak "Şeceretü'n-Nu'mâniyye fî Devleti'l-'Osmâniyye" adında bir eser yazmış; "Osmanlı Devleti'nin Soy Silsilesi" anlamına gelen bu küçük risâlesinde, kendi ifâdesiyle: "Devleti'l-Osmâniyye" den "hilâfeti kâ'im kılacak olan kimseye" ve bu hânedana mensup olan hükümdarlardan "her birinin zamanına, hilâfetine ve askerlerine" dâir pek çok gizli bilgiyi mânevî keşif yoluyla o zamandan ortaya çıkarmıştı.
Hazret "Şeceretü'n-Nu'mâniyye fî Devleti'l-Osmâniyye" kitabının mukaddimesinde, henüz kurulmamış olan "Devletü'l-'Osmâniyye" hakkındaki bu bilgileri nasıl elde ettiğini ve eseri hangi amaçla te'lif ettiğini açıkça ortaya koyarak şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın, bana:
'Elif. Lâm. Mîm. Rumlar mağlûb oldular. Arzın size en yakın yerinde. Amma onlar bu yenilgilerinden sonra mutlaka gâlip geleceklerdir. Birkaç yıl içinde. Önünde de, sonunda da emir Allah'ındır. O gün mü'minler sevineceklerdir. Allah'ın yardımı ile. O, dilediğine yardım eder.
O Azîz'dir, Rahîm'dir.'
Buyruğu hakkında tevdî edeceği gizli sırlara vâkıf olmayı murâd edince, murâkabe hâlinde onu 'Alî -kerremallâhu teâlâ vechehû-ya sordum; onu bana apaçık bir izâhla cevaplandırıp: 'Onun adı 'Şeceretü'n-Nu'mâniyye' (soy şeceresi) ile konur!' buyurdu. Ben de (onun) 'Devletü'l-'Osmâniyye' zamânında vâki olacağını öğrenince, sana onlardan hilâfeti kâ'im kılacak olan kimseye ve her birinin zamanına, hilâfetine ve askerlerine dâir, bu hususta söylenebileceklerin tümünü deşip ortaya çıkarmayı arzuladım."
Buradan anlaşılıyor ki, Şeyhü'l-ekber -kuddise sırruh- Hazretleri Osmanlı Devleti'nin kuruluşu ile ilgili sırları Cifr ilminin üstâdı olan Hazret-i Ali -kerremallâhu vechehû- Efendimiz'den öğrenmiş ve kendi mânevî keşfiyle birleştirerek, henüz kurulmamış olan bu devletin başlangıcından sonuna kadar olacak hâdiseleri rumuzlar hâlinde kitabına dercetmiştir.
Nitekim bugün Topkapı Sarayı Müzesi'nde kayıtlı bulunan ve Hazret-i Ali -radiyallâhu anh-in Cifr ilmiyle ilgili bâzı keşiflerini içeren eski bir yazmada, onun Osmanlı Devleti ile ilgili büyük bir müjde vererek şöyle buyurduğu kaydedilmiştir:
"Lâ büdde min Selîmi âl-i 'Osmân yemlikü'r-Rûmu ve'l-'Acem, sümme yemlikü cezîrete'l-'Arab." = "Osmanoğulları'ndan Selîm'in Rûm'a, Acem'e ve ardından Arap diyârına hükmetmesi yakındır!"
Asr-ı saâdet'ten beri, kurulacağı başta Seyyid-i Kâinât Sebeb-i Mevcûdât Efendimiz olmak üzre pek çok İslâm büyüğünce bilinen ve haber verilen Osmanlı Devleti'nin ne kadar seçkin bir hânedân olduğu, tümü keşif ehli olan bu zâtların henüz kurulmadan önce onu müjdelemelerinden ve adım adım tâkip etmelerinden anlaşılır.
Hazret'in "Devleti'l-'Osmâniyye" nin kuruluşundan yetmiş sene önce müşâhade ettiği ve insanlara bildirmeyi murâd ettiği bu sırlar, o zamanlar neden ve hangi maksatla söylendiği belli olmayan, müphem ve karmaşık birer söz yığınından ibâret gibi görünüyordu. Ancak aradan yetmiş yıl geçtikten sonra gerçekten de bu isimde bir devlet kuruldu ve asırlar boyunca cihâna hükmeden en büyük Türk-İslâm devleti oldu.
Osmanlı tarihçilerinden Oruç Beg "Tevârîh-i Âl-i 'Osmân" adlı eserinde; Osmanlı pâdişahları'nın "İ'lâ-yı Kelimetullâh" ve vatanı muhâfaza yolunda gösterdikleri gayreti, küfrü ve kâfirleri yok etme yönünde sarfettikleri büyük azmi, âlimlere verdikleri değeri ve fakirlere gösterdikleri şefkat ve merhameti takdire şâyân bulmuş, bu hânedânın İslâm hükümdarları arasında zikredilmeye değer çok büyük işler yaptığını cihâna duyurmuştur:
"Bunların kıssaları asıldır. Zira (bunlar) gâzîlerdir ve gâliplerdir, Hakk Te'âlâ'nın buyruğu üzerine yürüyücülerdir. Fî sebîli'llâh Hakk yoluna durmuşlardır. Gazâ malını cem' edip Cenâb-ı Hakk'ın yoluna sarf edicilerdir. Sırât-ı müstakîm üzre olup, Hakk'dan yana gidicilerdir. Din yoluna gayretlilerdir. Dünyaya mağrûr değillerdir. Şeriat yolunu gözeticilerdir. Ehl-i şirkden intikâm alıcılardır ve garibleri sevicilerdir. Fukarâya ihsân edip, âlimleri terbiye kılıcılardır. Şarkdan garba değin İslâm dinini açmağa kasd edicilerdir. Din yolına cân-u baş terk edicilerdir. Hakk Te'âlâ'nın keremine sığınıp Hakk'a müşrik olanları ve İslâm(ı) kabûl etmeyip İslâm ehline kasd eden küffâr-ı hâkisârı (yere batasıca kâfirleri) kırıcılardır. Bu Osmanoğulları salb (sert) bir kavimdir. Din yolunda kavîlerdir, i'tikadları muhkemdir." ("Tevârîh-i Âl-i 'Osmân", s. 79-80)
Bu mümtaz ve eşsiz vasıfları üzerlerinde toplayan bu seçkin insanlar, İslâm'ı yayma ve küfür zulmetini ortadan kaldırma yönündeki azim ve gayretlerini, devletin kuruluşundan yıkılışına kadar dâimâ bünyelerinde canlı tutmuşlar; bu uğurda gösterdikleri büyük fedâkârlıklarla asırlar boyunca her zaman övgüye lâyık bulunmuşlardır.
İmam Şamîl'in destansı direnişinin kırılmasından sonra Kafkasya'ya ve Dağıstan'a olanca gücüyle yüklenen Rusların zulmünden kurtulmak için, köylerinin neredeyse tüm halkından oluşan kalabalık bir cemaat halinde, Dağıstan'ı terk ederek Türkiye'ye göç etmek zorunda kalan Şeyh Şerâfeddîn ed-Dağıstânî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin talebelerinden Ali Usta'nın anlattığına göre; Hazret Yunan harbi esnâsında Geyve'de bulunduğu sırada, kendisine harbin sonundan, memleketin ve İslâmiyet'in durumundan endişe ederek: "Hazret! Müslümanların ve memleketin sonu ne olacak?" diye sorduğu zaman ona şöyle buyurmuştu:
"Bir gün Hazret-i Ali -radiyallahu anh-e, kendisiyle birlikte muhârebe edenlerden biri muhârebe esnâsında: 'Böyle bir fitnenin içinde bu işin sonu ne olacak?' diye sormuş. O da: 'Din kıyâmete kadar bâkîdir.' dedikten sonra bir müddet başını önüne eğmiş, öylece kalmış. Hatta etrâfındakiler uyudu zannetmişler. Sonra Hazret-i Ali -radiyallahu anh- başını kaldırıp üç defâ: 'Ni'mel Etrâk, ni'mel Etrâk, ni'mel Etrâk!': 'Türkler ne güzeldir! Türkler ne güzeldir! Türkler ne güzeldir!' dedikten sonra: 'Din Türkler elinde kalacak, Türkler ile yücelecek ve kıyâmete kadar bâkî kalacak!' buyurmuş." ("Menâkıb-ı Şerefiyye")
Bediüzzaman Hazretleri'nin bu husustaki beyanları da şöyledir:
"İşte ey ehl-i Kur'an olan şu vatanın evladları! Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri bin senedir, Kur'ân-ı Hakîm'in bayraktarı olarak, bütün cihana karşı meydan okuyup, Kur'ân'ı ilan etmişsiniz. Milliyetinizi, Kur'ân'a ve İslamiyet'e kal'a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehacümatı defettiniz.
Ta (Meâlen): 'Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse, Allah onun yerine ileride öyle bir millet getirir ki; Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler. Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı başları dik ve güçlüdürler. Allah yolunda cihad ederler, hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar...' (Mâide 54) âyetine güzel bir masaddak oldunuz..."
"Türkler hakkında sena-i Peygamberî muhakkaktır. Birkaç yerde Türklerden ehemmiyetle bahsetmiş hadis var. Fakat bu hadisin hakiki sureti ne olduğunu, yanımda kütüb-ü hadisiye bulunmadığından bilemiyorum. Fakat manası hakikat ve Türk milletinin sena-i Peygamberîye mazhar olduğu hakikattır. Bir numunesi Sultan Fatih hakkındaki hadistir."
Bunu gayet iyi biliyorlar, fakat kibirleri ve küfürleri itiraf etmelerine engel oluyor. Ancak hakikatleri itiraf eden insaf sahipleri de var. Bunlardan birisi olan Hewlett Packard'ın Yönetim Kurulu Başkanı Carly Fiorina aşağıdaki konuşmayı 11 Eylül saldırısından iki hafta sonra yapmıştı:
"Bir zamanlar dünyada çok büyük bir medeniyet vardı. Bu medeniyet bir okyanustan diğerine, kuzey iklimlerinden tropiklere ve çöllere uzanan kıtalararası bir süper devlet yaratmayı başarmıştı. Hakimiyetinde farklı din ve etnik kökenden oluşan yüz milyonlarca insan adalet ve barış içinde bir arada yaşadı.
Dillerinden biri dünyanın çoğunun evrensel dili ve yüzlerce ülkenin insanları arasında bir köprü haline geldi. Orduları birçok farklı milliyetten oluşuyordu ve daha önce hiç görülmemiş bir barış ve refah düzeyinin yaşanmasını sağladı. Ticari sınırları Latin Amerika'dan Çin'e kadar uzanıyordu.
Ve bu medeniyet her şeyden çok yeni buluşlarla gelişimini sürdürdü. Mimarları yerçekimine meydan okuyan binalar dizayn ettiler. Matematikçileri bilgisayarların yapılmasını ve encryption'in (şifreleme sistemi) bulunmasını sağlayan cebir'i ve algoritma'yı yarattılar. Doktorları insan vücudunu incelediler ve birçok hastalığa çare buldular. Astronomları göğü incelediler, yıldızları adlandırdılar ve uzay araştırmaları ile uzaya yolculuğun önünü açtılar.
Yazarları binlerce hikaye yarattı: Cesaret, aşk ve gizem hikayeleri. Şairleri aşk'ı yazdılar, onlardan öncekiler bunları düşünmekten bile korkarken. Diğer milliyetler düşünce'den korkarken, bu medeniyet düşünce'yi geliştirdi ve canlı tuttu. Geçmiş medeniyetlerin bilgisi sansür tarafından tehdit edilirken, bu medeniyet ilmi yaşattı ve geleceğe miras bıraktı.
Evet, İslam medeniyetinden bahsediyorum: 800'lerden 1600'lere kadar hüküm süren ve Osmanlı İmparatorluğunu, Bağdat Krallığı'nı, Şam'ı, Kahire'yi ve Kânûnî Sultan Süleyman gibi aydın yöneticileri içine alan İslam Medeniyeti'nden.
Bizler çoğunlukla bu medeniyete olan teşekkür borcumuzun farkında olmasak da, onun hediyeleri bizim mirasımızın büyük bir parçasını oluşturuyor. Arap matematikçilerinin katkısı olmadan bugünün endüstri teknolojisi varolamazdı. Mevlana C. Rumi gibi sufi şair-filozoflar şahsiyet ve hakikat kavramlarımıza meydan okudular. Kânûnî Sultan Süleyman gibi liderler ise tolerans ve sivil liderlik düşüncesine önemli katkılarda bulundular.
Ve belki de Kânûnî'den şöyle bir ders çıkarabiliriz: Tevarüse değil, bireysel yeteneğe dayalı bir liderlik. İçinde Hırıstiyan, Müslüman ve Yahudi geleneklerini barındıran çok çeşitli bir halkın bütün yeteneklerinden yararlanan bir liderlik anlayışı.
Kültürü, kalıcılığı, farklılığı ve cesareti besleyen böyle aydın bir liderlik, 800 yıllık bir gelişim ve başarıya önderlik etti.
Şu an içinde bulunduğumuz karanlık ve hassas dönemlerde, bizler kendimizi böylesine muhteşem toplum ve kurumlar inşa etmeye adamalıyız. Ve her şeyden çok, liderliğin önemi üzerine odaklanmalıyız; gözüpek, kararlı ve girişimci liderliğin." (Y. Şafak, Yusuf Kaplan, 14 Kasım)
Bu hakikatler ortada iken Batı'lı hakim güçler ve din adamları kendi düzenleri bozulmasın diye binbir türlü yalanla halklarına Türk düşmanlığı empoze ettiler. Türkler'i vahşi, dinsiz, barbar, sapık gibi akla-hayale gelmeyen her türlü iftirayı attılar.
Bu sebeple özellikle Osmanlı Devleti'nin, cihâna hükmettiği dört asrı boyunca bütün küffar âleminin gönlünde "Türk" korkusu iyice yer etmiş ve uzun müddet silinmemişti. Bilhassa on beşinci asırda, herhangi bir küffar devletinde aydın olmak için aranan ilk şart "Türk düşmanı" olmaktı. Avrupa teknoloji kavramıyla "Türk korkusu" sayesinde tanışmış, "Türkler'den korunma" telâşı batılı devletlerin ticaretinden sanatına, kültüründen inanışına kadar her alanda yerini almıştı. (Bkz. Erhan Afyoncu, "Hürriyet Tarih", 15 Aralık 2004, s. 4-13.)
"1930 yılında Hitler'den kaçarak Türkiye'ye gelen Yahudi asıllı Alman Prof. Dr. P. Neumark (Hukuk ve İktisat fakültelerinde hocaların hocası olarak ders vermiştir) ile bazı öğrencileri Boğaziçi'nde bir geziye çıkarlar. Nakleden avukat da bu toplantı içindedir. Talebelerden biri şu soruyu sorar: "Avrupa bizi neden sevmez hocam?" Prof. Neumark'ın cevabını cep defterine kaydeden avukat bu belgeden şunları okumuştu:
"Çok samimi olarak itiraf edeyim ki, Avrupalılar Türkleri gerçekten sevmezler ve sevmeleri de mümkün değildir. Türk ve İslam düşmanlığı asırlardır kilisenin ve Hristiyanların en küçük hücrelerine kadar sinmiştir. Sebeplerine gelince, not ediniz:
1- Avrupalılar sizleri Müslüman olduğunuz ve İslamiyeti yaydığınız ve Müslümanları asırlarca himaye ettiğiniz için sevmezler...
2- Sizler farkında değilsiniz ama onlar şu gerçeği çok iyi bilirler. Tarihten Türk çıkarılırsa tarih kalmaz. Osmanlı arşivi tam olarak ortaya çıkarsa, bugünkü tarihlerin yeniden yazılması gerekirdi. Osmanlı arşivi kasıtlı olarak çürütüldü ve imha edildi.
3- Dün Avrupa'nın pazarı idiniz. Şimdi Avrupa'yı pazar yapmaya başladınız.
4- En az 400 yıl Avrupa'nın sırtında ve ensesinde at koşturdunuz.
5- Selçuklular Anadolu'yu, Osmanlılar ise Balkanlar ve Orta Avrupa'yı Hristiyan Haçlılara mezar ettiler.
6- Sizi silah ile yenemeyenler, kendilerine benzeterek, milli ve manevi değerlerinizden kopararak yendiler ve hakimiyet sağladılar. Giyiminizden yaşantınıza kadar her şeyi kendilerine benzettiler. ahlâki değerlerinizi yıprattılar. Ve sonra kendi içinizde sizi bölmeye başladılar.
7- Selçuklu ve bilhassa Osmanlı canını, kanını ve malını İslamiyet uğruna feda etmeseydi Kuzey Afrika Orta Doğu Hristiyan ülkesi olurdu. Ve belki İslamiyet Hicaz'da azınlık olarak kalırdı. Batı her yerde İslamiyeti kendi inançlarına göre kanalize etti. Ama Osmanlı Asr-ı Saadet devrindeki inancı devam ettirdi.
8- Kilise size kin kusmaktadır. Sebepleri yukarıdadır.
9- Ben İstanbul'a geldiğimde Türkiye'de 2 üniversite vardı. Şimdi 19'a çıktı. Osmanlı devrinde medreseler köylere kadar yaygın idi. Her medresede bilim vardı. İlk denizaltıyı Osmanlı yaptı. Sizin haberiniz yok ama Avrupalı biliyor.
10- Sizler milli kimliğinize dönerseniz Avrupa'nın medeniyeti ve refahı yıkılır. Ama Batı size bu imkanı vermez..." (Mustafa Necati Özfatura, 08 Temmuz 2005)
Osmanlı'ya hakaret ve iftira edenler işte bu küffarın taraftarı olduklarını bilmelidir. Bu yahudi profesör hakikati görmüş, beyan ediyor.
Türkler İslâmiyet'le şereflendikten sonra, İslâmiyet'in bütün güzelliklerini yaşamaya yaşatmaya gayret etmişler, İslâmiyet'in bayraktarlığını yapmışlardır.
Saltanat kaygısı daima arka planda kalmıştır. Hususen Osmanlılar bu hususta tebrike ve takdire şâyan bir gayret göstermişlerdir.
Haçlı taarruzları Selçuklu ve Osmanlı askerlerinin karşısında bir kar gibi erirken atalarımız aynı zamanda bütün İslâm dünyasının müdafaasını yapıyorlardı. Sadece Haçlı seferlerinde değil her devirde Endonezya'dan İspanya'ya kadar -son demlerinde dahi- her türlü yardım talebine ellerinden geldiğince cevap vermeye çalıştılar. Bu uğurda hiçbir fedâkârlıktan kaçınmadılar. Bugün dahi dünyanın neresinde olursa olsun darda kalan bir müslüman topluluk içten içe Türk'ün yardımını bekler.
Küffar bu durumu gayet iyi bildiği için bizi katiyetle sevmez. Yıkmak, zayıflatmak için fırsat gözler. Çünkü bizler onlardan en kutsal saydıkları, Kudüs'ü, Urfa'yı, Hatay'ı, Mardin'i, İstanbul'u almakla kalmadık, ta İtalya'ya, Viyana'ya kadar bugünkü Ukrayna, Polanya, Çek, Slovak, Macaristan, Yunanistan, Sırbistan gibi ülkeleri fethederek küfür ehline Avrupa'yı dar ettik. Buralarda İslâm medeniyetinin adaletini ve en güzel numunelerini taşıdık. Birçok insan ve millet bizim vesilemizle İslâmiyet'le şereflendi.
Nitekim Fâtih Sultan Mehmed'in: "Bu hânedânın yüce maksadı 'İ'lâ-yı Kelimetullâh'tır!" sözü ("Bedâyi'ü'l-Vekâyi'", vr. 197b) ve Uzun Hasan'ın annesi Sâra Hâtun'a; "Ehl-i küfrün üzerine İslâm'la gitmez, onların azgınlıklarına mâni' olmaz isek, huzûr-u ilâhî'ye hangi yüzle çıkarız?" şeklindeki hitabı; Osmanlı Hânedânı'nın şahsında, Türkler'in küffarla hangi gaye uğrunda harp ettiğinin en açık delilleridir.
Bu nedenledir ki târih on yedinci asrın sonlarını gösterirken dahî, yalnız Osmanlı coğrafyasının dışında bulunan hıristiyanlar değil, Osmanlı topraklarında ikâmet eden ve asırlar boyunca Türkler'in ekmeğiyle beslenen bazı hıristiyan sefârethâneleri bile, "Hıristiyanlık âleminin Türk belâsına mâruz olmasından dolayı, dâhilen büyük bir keder hissedildiği cihetle" Osmanlı'ya için için kin kusuyordu. (Antuvan Galan, "Ruznâme", c. 1, s. 210)
Sultan Alparslan'ın Anadolu'yu İslâm yurdu yapmasıyla başlayan bu düşmanlık, Osmanlı ordularının Viyana kapılarında durmasıyla bitmemiştir. Zira Haçlı Seferleri Hıristiyan Batı devletleri tarafından Türkler'i önce Anadolu'dan sonra Balkanlardan çıkarmak için düzenlenmiş seferlerdir. Türkler'i Anadolu'dan çıkarmadıkça bu niyet ve gayenin kaybolması mümkün değildir. (Bkz. Hakikat Dergisi, Ocak 2006, s. 32-48, "Batı Bizi Neden Sevmez?")
Binaenaleyh Osmanlı'yı küffar hiç sevmez. Osmanlı Devleti'ni ve medeniyetini küçük ve önemsiz, Osmanlı padişahlarını sefih ve dünyaperest göstermek isterler.
Bugünkü Osmanlı'yı sevmeyenler de Osmanlı'nın şahsında İslâm'ı ve Allah yolunda cihadı sevmeyen zümrelerdir. Bunların bir kısmı Avrupalı küfür merkezleri ile irtibatlıdır, bir kısmı Batılılaşma dini müntesibidir, aslını, ceddini inkâr eden nesepsizlerdir.
Bu ahir zamanda bir de din namına ortaya çıkan bazıları da Osmanlı'ya hakaret nazarı ile bakarlar. Bu gibi kimseler Allah-u Teâlâ'nın memnun olduğu, sevdiği bir topluluğa buğz ettikleri için nasipsizlerdir. Ahirette bu nasipsizler ile yüzlerce yıl küffarla ve Haçlı orduları ile cihad eden İslâm topluluğunun yolları ayrıdır. Bu nasipsizlere merhamet nazarı ile bakılmaz, cennet yüzü de göremezler. Çünkü bunlar küfrün necisliğini, küffarla cihad edenin Allah katındaki derecesini idrak edememiş, iman nurundan nasip alamamış kimselerdir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Bir kimse, Allah'ın sevdiği bir söz söyler de o söz ile Allah-u Teâlâ'nın rızasına ulaşabileceğini zannetmez. Halbuki Allah-u Teâlâ o hayırlı söz sebebiyle kıyamete kadar o kimseden râzı olur.
Diğer bir kimse de Allah'ın gazabını mucip bir söz söyler, o sözün kendisini Allah'ın gazabına ulaştırabileceğini zannetmez. Halbuki Allah-u Teâlâ o kimseye o kötü söz sebebiyle kıyamete kadar buğzeder." (Tirmizî)
İşte Allah-u Teâlâ'nın sevdiği bir topluluğa buğz edenlerin âkıbeti budur.
Hazret-i Allah'a ve Resûl'üne imân eden İslâm kumandanları târihte emsali görülmemiş bir eser ve ün bırakmışlardır. Onlar Hazret-i Allah'ın ismini yüceltmek için yaşadıklarından Hazret-i Allah da onların ismini yaşatmıştır.
Onların hayatlarında kendilerinden sonra gelen nesiller için çok büyük ibret ve nasihatler vardır. Onların Hazret-i Allah'a bağlılıkları ve cihad azimleri her asırdaki müslümanlar için büyük birer numunedir.
Onlar hiçbir zaman küfre ve kâfirlere iltifat etmemişlerdir. Nice az topluluklarla çok kalabalık küffar ordularına karşı muvaffakiyetler kazanmışlardır. Çünkü onlar sadece Hazret-i Allah'a dayanmışlar ve güvenmişler, büyük bir iman ve azimle yollarına devam etmişlerdir.
Bu şanlı tarih içerisinde Selçuklu ve arkasından Osmanlı ile devam eden yaklaşık bin yıllık bir zaman diliminde Türkler; İslâm bayrağının, cihad sancağının sahibi ve emanetçisi olarak ehl-i imanın gönlünde taht kurmuş, ehl-i küfrün kalbine korku salmıştır.
Hemen bütün haçlı seferleri Selçuklu ve Osmanlı ordularının kılıçları altında helâk olmuştur. Bu muvaffakiyet ehl-i küfür'ün asla unutamadığı müthiş bir hadisedir. Bu milletin Hazret-i Allah'a dayandığı zaman O'nun lütfu ve desteği ile neler yapabileceğinin büyük bir delilidir.
İşte bu büyük miras sebebiyle, her ne kadar bugün tarihteki hasletlerini kaybetmiş olsa da İslâm milletleri atalarına hürmeten bu millete de hürmet göstermişler, sevgi beslemişlerdir. Yeryüzündeki hakiki müslümanlar bugün dahi bu tarihî miras sebebiyle bu millete düşmanlık beslemezler.
•
Dîni yayma noktasındaki azim ve şecaatleri, halka ve reâyâya gösterdikleri eşsiz adâletleri sebebiyle her zaman övgüye lâyık bulunan Osmanlı hânedânı, İslâm âleminin yetiştirdiği en mümtaz ve seçkin âlimler tarafından, Sahâbe-i kirâm -radiyallâhu anhüm- Hazerâtı'ndan sonra İslâm hükümdarlarının en sâlihi olarak vasıflandırılmışlardır. Gerçekten de onlar; Asr-ı saâdet ve Hulefâ-i râşidîn devirlerinden sonra hak ve adâlette çok dikkatli, İslâm'ı ve ehl-i sünneti yaşamaya çok riâyetli kimselerdi.
Osman Gâzî, babası Ertuğrul Gâzî'den sonra yeni kurulan ve büyük bir imparotorluğa dönüşecek olan devletin temellerini attı ve kurucusu olarak ona ismini verdi. Kırk üç yıl devleti idare etti.
Zamanın velilerinden Şeyh Edebâlî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin evinde misafir olduğu bir gece gördüğü rüya üzerine, Edebâlî -kuddise sırruh- Hazretleri Osman Gâzî'nin ve Osmanlılar'ın istikbali hakkında mühim tebşiratta bulunmuştu. Gerçekten de rüyada müjdelendiği üzere Allah-u Teâlâ Osmanlılar'a cihanşümûl bir devlet bahşetti.
Osman Gâzî zamanın büyük velisi Şeyh Edebâlî -kuddise sırruh- Hazretleri'ni ziyarete gelmiş, o gece kendisine misafir olmuştu. O gece odasının duvarında asılı bulunan Kur'an-ı kerim'e hürmet ve edebinden uzanıp yatamamış, sabaha kadar uyuyamamıştı.
Hazret-i Kur'an'a bu kadar gönülden bağlı, gönlü iman dolu bir insan olan Osman Gâzî'nin gördüğü rüya çok mühimdir.
Osman Gâzî'nin göbeğinden bir su çıkar. Bu su gitgide çoğalarak geçit vermez bir nehir olur. Bu nehrin kenarında bir ulu çınar belirir. Öyle bir çınar ki; dalı budağı her tarafa yayılmış, çınarın tepesi göklere doğru gözün göremeyeceği kadar yükselmiştir. Sonra bu çınarın altındaki gölgelikte her renk ve cinsten insanlar toplanmış, neşe içinde gülüşüp oynaşıyorlar. Bu arada karşıdan Şeyh Edebâlî -kuddise sırruh- Hazretleri tebessüm ederek yanına gelmektedir. Tam yaklaştığı sırada Şeyh Edebâlî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin göğsünden göz kamaştıran parıl parıl parlayan bir ayın çıkıp kendi göğsüne girdiğini görüyor.
Şeyh Edebâli Hazretleri'ne rüyası arzedildiğinde, mübarek zâtın tabiri çok mühimdir:
"Göbeğinden çıkan su senin soyundur. Yüzyıllarca çoğalarak devam edecek. Ulu çınar ağacı kuracağın kudretli bir devletle tabir olunur. Öyle bir devlet ki, bu devlet cihana hükmedecek, kıyâmet alâmetleri ortaya çıkmadıkça yıkılmayacaktır. Birçok millet o devlette mesut ve bahtiyar olarak huzur ve adalet içinde yaşayacaklar."
Osman Gâzî son derece dinine bağlı, adaletli, Allah yolunda cihaddan bir an bile geri durmayan bir mücahid idi.
1302'de II. Andronikos'un imparatorluk ordusunu üzerine gönderdiğini haber alan Osman Gâzî, Yalova önlerinde Bizans ordusunu şiddetli bir gece baskını ile yok etti. Osman Gâzî'nin bu büyük zaferini haber alan son Selçuklu sultânı III. Alâeddîn Keykubâd, ona hükümdarlık alâmetleriyle birlikte, Mısır'dan kendisine gönderilmiş bulunan Resulullah Aleyhisselâm'ın ak alemini ve Hazret-i Osman -radiyallâhu anh-in kılıcını gönderdi. Bu kılıç, Osmanlı pâdişahları tarafından asırlar boyu titizlikle korunmuş olup, bugün Topkapı Sarayı Müzesi'nde muhâfaza edilmektedir.
Asıl hedef olarak Bursa'yı almayı amaçlıyordu. Ancak 67 yaşında Söğüt'te vefat etti. Geçici olarak Söğüt'e gömüldü, daha sonra Bursa İslâm topraklarına geçince kabri nakledildi ve türbesi yapıldı.
Târih boyunca iman ve adâlet bakımından eşine-benzerine rastlanmayan bir devletin kurucusu ve bu devletin şanlı hükümdarlarının atası olan Osman Gâzî, oğlu Orhan Gâzî'ye şöyle vasiyette bulunmuştu:
"Allah'ın buyruğundan gayrı iş işlemeyesin. Bilmediğini şeriat ulemâsından sorup anlayasın. İyice bilmeyince bir işe başlamayasın. Sana itaat edenleri hoş tutasın. Askerine in'am ve ihsanı eksik etmeyesin ki, ihsanın kulcağızadır. Zâlim olma! Âlemi adaletle şenlendir. Cihadı terk etmeyerek beni şâd et. Ulemâya riâyet eyle ki, şeriat işleri nizam bulsun. Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet, ikbal ve hilm göster. Askerine ve malına gurur getirip şeriat ehlinden uzaklaşma!
Bizim maksadımız kuru bir kavga ve cihangirlik davası değildir. Yolumuz Allah yoludur. Maksadımız Allah'ın dinini yaymaktır."
Tarih-i Cevdet'te rivayet edilen bir vasiyeti de şöyleydi:
"Benden sonra saltanat makamına geçeceksin! Bu makâmın rükün ve gereklerinden olan 'et-Ta'zîm li-emri'llâh ve'ş-şefkatü 'alâ halkı'llâh': 'Allah'ın emirlerine tâzim ve mahlûkâtına şefkat göster!' rehberini başının üstünde tutacak ve İ'lâ-yı Kelimetullâh hayırlı netîcesini taleb ve tahkîk ederek Allah yolunda cihâd ve gazâya çokça gayret edeceksin!" (Ahmed Cevdet Paşa, "Târîh-i Cevdet", c. 3, s. 307, bas.:İstanbul, 1273.)
Onun bu öğüdünü kendilerine rehber edinen Osmanlı pâdişahları "İ'lâ-yı Kelimetullah" uğrunda asırlar boyu at sırtında cihad bayrağını taşımışlar;, saltanatları süresince kendilerine emânet edilen halka dâimâ şefkat, merhamet ve adâletle muâmele ettikleri gibi; dünyanın her tarafındaki müslümanları ve müslim-gayr-i müslim bütün mazlumları ellerinden geldiğince koruyup kollamaya çalışmışlardı.
Uzun zamandır kuşatma altında bulunan Bursa'yı fethetti. Babası Osman Gâzî'nin naaşını vasiyeti üzerine buraya defnetti.
Otuz sekiz yıllık hükümdarlığı müddetince kılıncı kuşalı, atı eğerli yaşadı. Babasından devraldığı mirası altı misli genişleterek doksan beş bin kilometre kareye çıkardı, Osmanlı beyliğini teşkilâtlı bir devlet haline getirdi.
İmparatorluğun temellerini adalet üzerine kurmuştu. Yaptırdığı imaretlerde kendi eliyle fakirlere yemek dağıttığı olmuştu. Ulemaya değer verir, onlara hürmet ederdi. Numune bir insan, bahadır bir harpçi, adil ve nizamcı bir mücahid idi.
Adâleti Hazret-i Ömer -radiyallâhu anh-in adâletine benzetilirdi.
Orhân Gâzî'nin eşsiz adâleti bastırdığı akçelerde bile müşâhade edilmekteydi. Nitekim onun Bursa'da bastırdığı pek çok gümüş paranın üzerinde: "es-Sultânü'l-'âdil Orhân bin 'Osmân= Adâlet sâhibi Sultân Osmân oğlu Orhân" ibâresine rastlanırdı.
Onun adâlet ve şöhreti, şecaat ve şevketi zannedildiği gibi Osmanlı ülkesiyle sınırlı kalmamış, bütün İslâm âlemine yayılmıştı. Büyük âlimler onu ziyarete gelirlerdi. Nitekim 130 yıldan fazla yaşamış olan büyük velî Seyyid Kâsım el-Bağdâdî bunlardan birisiydi. O 1324 yılında Orhan Gâzî'nin yanına geldiği sırada, Sultan Orhan'ın ve neslinin kıyâmete kadar kâfirlere karşı gazâ yolunda üstün ve muzaffer olması yönünde duâ etmişti.
1333 yılında Orhan Gâzî'yi makâmında ziyâret eden ve onu bütün Türkmen hükümdarlarının en güçlüsü olarak tasvir eden ünlü seyyah İbn-i Battuta da bunlardan birisiydi. Onu "Seyahat-nâme"sinin sayfalarına övgü dolu sözlerle kaydetmişti.
Orhan Gâzî hayır hasenâta ziyadesiyle düşkün olduğu için, İznik'teki imâret binasını açtırdığı gün mumlarını bizzat kendi elleriyle yakmış, aşevinde fakirlere ve miskinlere ilk yemeklerini bizzat kendisi dağıtmıştı. O, halka karşı çok şefkatli ve merhametli olduğu hâlde, kendisinden devlet yönetiminde ve askerî faaliyetlerinde büyük bir disiplin ve titizlik sezilirdi. Öyle ki, etrâfındakiler: "Bu kadar merhametli olduğu halde, bizde ona karşı bu korku ve çekingenlik nedendir, hayrete şâyândır!" demekten kendilerini alamıyorlardı.
Ünlü Osmanlı şâiri Ahmedî, haklarında kaleme aldığı manzumede Osmanlılar'ı, Orhan Gâzî'nin şahsında din yolundaki fedâkârâne gayretleri ve dillere destan adâletleri nedeniyle överek şöyle diyordu:
Çün ki Hakk Orhân'ı itdi pâdişâh
Oldı ol dîn ehline püşt ü penâh
Oldı 'âlî câvîzân râyât-ı dîn
Oldı zâhir tâ ebed Âyât-ı dîn
Munsıfıdı Orhân hem dâd-ger
Unudıldı anuñla adl-i Ömer
Kande kim 'Osmânîler adli ola
Orada adl-i Ömer nice añıla?
Onun döneminde Osmanlılar 1321 yılında Trakya'ya geçmiş ve Süleyman Paşa, Gelibolu yarımadası ile limanını ele geçirmiş, Bolayır, Tekirdağ, Malkara, Keşan alınmış, Çorlu'yu da fethetmek suretiyle Osmanlılar, İstanbul-Edirne karayolunu kesmişlerdir.
Orhan Gâzî'nin oğlu Süleyman Paşa'nın öncülüğünde, içinde hıristiyanların yaşadığı Taraklı, Göynük ve Mudurnu beldeleri fethedilince, burada yaşayan hıristiyan halk Osmanoğulları'ndan gördükleri şefkat ve kılı kırk yarar adâlet karşısında: "N'olaydı, öte zamandan beri bunlar bize beg olalardı!" demekten kendilerini alamamışlar; hattâ birçokları da onların inançlarında gördükleri ismet ve iffetin tesiriyle, kendi bâtıl dinlerini bırakıp müslüman olmuşlardı.
Orhan Gâzî henüz hayatta iken Rumeli fütûhâtına gönderilen ve önemli bâzı şehirleri fetheden, babasının ölümünden sonra da tahta geçen Sultan Murâd Hân, yirmi yedi yıllık hükümdarlığı döneminde babasından devraldığı devleti beş katından fazla genişleterek, 291.000 kilometrekaresi Avrupa'da 208.000 kilometrekaresi de Asya'da olmak üzere cem'an 500.000 kilometre kareye çıkarmıştır.
O da babası gibi samimi bir müslüman, dâhi bir asker ve âdil bir devlet adamı idi. Dervişlere ve ulemayâ hizmet etmekle tanınmıştır. "Derviş gazilerin, şeyhlerin sultanı" diye anılır.
Hangi şehirde bulunursa bulunsun, Cuma namazından sonra fakirlere sadaka dağıtırdı. Fethettiği yerlerde kurduğu adaletli ve âlîcenap idare sayesinde gayr-i müslim halk, bir daha Bizans hakimiyetini aramamışlardır.
1362 yılında Edirne'yi alan I. Murad burayı Rumeli topraklarının merkezi ve ikinci taht şehri yaptı. Sonra Filibe ve Balkanlar'ın büyük bir bölümü Osmanoğulları'nın eline geçti.
Buna karşılık Papalığın önderliğinde Haçlı birliği kuruldu; Macaristan, Sırbistan, Romanya, Bosna krallıkları birleştiler. Bu büyük ordu Edirne'ye kadar geldi. Komutan Hacı İl Beyi, Sırpsındığı denilen mevkide düşmanı perişan etti. Bu Osmanlılar'a karşı düzenlenmiş ilk haçlı seferi oldu ve zaferle neticelendi. (1364) Osmanlılar'a Balkan toprakları tamamen açılmış oldu. Dedeağaç, Gümülcine, Kavala, Drama, Samakov gibi merkezler Osmanlı toprakları oldu.
Sırbistan, Romanya, Bulgaristan orduları tekrar birleşerek Osmanlılar'ı Balkanlar'dan atmak istediler, ancak bu ordu Çirmen meydan muharebesinde dağıtıldı. (1371) Hazret-i Allah'ın desteğiyle Türkler akınlarına devam etti. Akıncılar, Adriyatik sahillerine ulaştılar. Kareferya, Köstendil, Niş, Sofya, Manastır, Görice, Ohri, Debre, Tırnova, Lofca, Plevne, Ziştovi, Ruscuk, Tutrakan, Silistre gibi önemli merkezler Türkler'in eline geçti. Taselya alındı, Batı'da Bosna'ya kadar ulaşıldı. Doğu'da ise Akşehir, Beyşehir, Seydişehir, Yalvaç gibi yerler Osmanlıya geçti.
1389'da Sırbistan, Bosna, Macaristan, Polonya, Romanya, Moldavya, Arnavut, Bulgar Prensleri birleşerek hıristiyan ordusunu kurdular. Sırp despotu Lazar otağa bir elçi göndermiş; elçi Osmanlı ordusunun azlığını görünce Sultân'a karşı küstahça bir tavır takınarak: "gömgök demire batmış binlerce askerleri bulunduğunu, her birinin bin Türk'e bedel olduğunu" söyleme cesâretini göstermişti.
Kâfir elçisinin bu çirkin tavrı karşısında gazaba gelen Sultan Murâd, ona şöyle cevap verdi:
"Bre uğursuz mel'un, cehennem iti sefil! Eğer cihânın askeri bile sizinle olsa; Allah'ın inâyeti, Muhammed Aleyhisselâm mu'cizâtıyle kanınızı toprağa karıp, hepinizi karga gibi avlayıp, bininizi bir kezde kırıp cümlenizin başını keserim!"
Murad Hüdâvendigâr Han muhârebeden önce, oğlu Yıldırım Bayezid'le birlikte ordusunun karşısına geçip onları Allah-u Teâlâ'nın cihad emrini yerine getirmeye teşvîk ederken; vezir Çandarlı Ali Paşa da sabah namazından sonra Kur'ân-ı kerîm'le istimdâda yönelip, Cenâb-ı Hakk'a duâ ederek Kelâm-ı Kadîm'i açmış, satırları saydığında karşısına:
"Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münâfıklarla savaş, onlara karşı sert davran!" (Tevbe: 74)
Âyet-i kerime'si çıkmıştı. Paşa hikmet-i ilâhî bu Âyet-i kerime ile karşılaşınca büyük bir sevinç duydu, Mushâf'ı şerîf'i öpüp başına koydu ve hemen ata binip Hünkâr'ın huzûruna gelerek; ona, karşısına çıkan bu Âyet-i kerime'yi okudu. Sultan Murad bu Âyet-i kerime'nin Rabb'inden gelen ilâhî bir işâret olduğunu anlayıp, gönlünde kabaran imân ve azîmle mesrûr oldu. (Neşrî, "Kitâb-ı Cihannümâ", c. 1, s. 291-293.)
Sultan Murad, Kosova sahasını dolduran demir zırhlarla kaplı, kendi ordusuna nispetle kat kat fazla olan düşmanını üzüntü içinde seyretti. Müteessir bir halde ordugâha döndü.
Kumandanları ile istişare yapıp savaş nizamını tespit ettikten sonra çadırına çekildi ve Rabb'ine tam bir teslimiyetle şöyle niyazda bulundu:
"İlâhî! Seyyid'im! Sâhib'im!
Bunca kerre huzûrunda duâmı kabûl edip beni mahrum etmedin, yine benim duâmı kabûl eyle! Bir yağmur verip, bu karanlığı ve tozu def' edip âlemi aydınlık kıl, tâ ki kâfir askerini gözümüz ile görüp, yüz yüze cenk edelim. Yâ İlâhî! Mülk ve kul senindir, sen kime istersen verirsin. Ben dahî bir nâçiz, âciz bir kulunum. Benim fikrimi ve esrârımı sen bilirsin. Mülk ve mâl benim maksûdum değildir. Bu araya kul-karavâş için gelmedim, hemen hâlis ve muhlis senin rızânı isterim. Yâ Rabb, beni bu müslümanlara kurbân eyle, tek bu müminleri küffar elinde mağlûp edip helâk eyleme! Yâ İlâhî! Bunca nüfûsun katline beni sebeb eyleme! Bunları mansûr ve muzaffer eyle! Bunlar için ben cânımı kurbân ederim, tek Sen kabûl eyle! Asker-i İslâm için rûhumu teslîme râzıyım. Tek bu müminlerin ölümünü bana gösterme! İlâhî, beni civârında misâfir edip, müminler rûhuna benim rûhumu fedâ kıl! Evvelce beni gâzî kılmışdın, şimdi şehâdet nasîb kıl!" (Neşrî, "Kitâb-ı Cihannümâ", c. 1, s. 285-287)
Haçlı ordusu başkumandanları dahil sekiz saat içerisinde imha edildi. I. Murad yaralı bir Sırp tarafından, harp sahasını gezerken şehid edildi. 27 yıl süren hükümdarlığı hep başarılarla doludur.
Otuz yedi muharebeye bizzat katılan I. Murad hepsini de kazanmıştır. Çok cesur, soğukkanlı, çalışkan, sert, disiplinli, çok tedbirli, herşeyi çok iyi plânlayan, düşmana aman tanımayan iradeli bir hükümdar idi.
Babası Murad Hüdavendigâr ile birlikte bütün savaşlara katılan Yıldırım Bâyezid Han Anadolu beyliklerini birer ikişer ortadan kaldırarak, dağılan milli birliği yeniden kurdu.
Birinci Kosova Savaşı öncesi Sultan Murad Hüdavendigâr, kâfirlerin çokluğu karşısında oğlu şehzâde Yıldırım Bâyezid'e; "Ey ciğer köşem, bu kâfirle uğraşmak hakkında sen ne tedbîr edersin? Zira ben bu kâfirin askerini bu kadar tasavvur etmezken, sayısının bizim askerimizle kıyâsı dahî yokdur. Biz kendi askerimizin önüne deve tutalım mı, yoksa şöyle yüz yüze gazâya duruşalım mı?" diye fikrini sorunca; Şehzâde Bâyezid hünkâr babasına, tarihe altın harflerle geçen şu cevabı vermişti:
"Hünkâr'ın fikrine bizim tedbîrimiz ermez! Amma bîçâreye şöyle gelir ki; nice yıldır kâfirle cenk ederiz, hiç önümüze deve tutmadık, şimdi dahî tutmayız! Kâfirin askeri ne denli çok ise, Hakk'ın inâyeti de İslâm'ladır. Eğer Hakk Te'âlâ'dan inâyet olursa, yalnız ben kulun bu kâfirin işini tamâm ederim! Zira devlet ve akıl ki bir kişiye yâr ola, zâhir olan budur ki Hakk'ın inâyeti onunladır. Şimdiye dek her cenkte mansûr ve muzaffer olduk. Şimdiden sonra dahî gam yeme! Yine nusret, Hakk'ın yardımıyla senindir. Hele ki ben hiç teşvîş çekmem, eğer öldürürsek sa'îd ölürsek şehîd oluruz!" (Neşrî, "Kitâb-ı Cihannümâ", c. 1, s. 279-281.)
Çünkü o, şu Âyet-i kerime'ye gönülden inanmıştı:
"Müminler içinde öyle erler vardır ki, onlar Allah'a vermiş oldukları ahde sadâkat gösterirler. Onlardan kimi bu uğurda canını fedâ etti, kimi de bu şerefi beklemektedir. Ahidlerini hiç değiştirmemişlerdir." (Ahzâb: 23)
Başta Vatikan ve Bizans olmak üzere, papa ve tüm haçlı devletleri birleşerek, Türkler'i Anadolu'dan kovma hayâliyle Niğbolu'da Yıldırım Bâyezid'in karşısına çıkmışlar; ancak savaş başladıktan birkaç saat sonra büyük bir yenilgiye uğramışlardı. Savaşın ardından bir çok hıristiyan şövalyesi ve asilzâdesi esir alınmıştı ki; bunların arasında Fransızlar'ın "Korkusuz(!) Jean" adını taktıkları, çok güvendikleri meşhur şövalyeleri de vardı. Yıldırım Bâyezid, hıristiyan asilzâde ve şövalyelerinin hepsini fidye karşılığında serbest bırakıp da, Jean ve arkadaşları: "Şu andan itibâren Sultan Bâyezid'e karşı savaşmayacağımıza, ona karşı bir daha silâh kullanmayacağımıza dâir nâmusumuz ve şerefimiz üzerine yemin ediyoruz!" deyince Yıldırım Bâyezîd, beklenmedik bir şekilde sür'atle ayağa kalkarak onlara şöyle dedi:
"Avrupa'da 'Korkusuz' nâmıyle tanınan Jean'a ve mâiyyetine derim ki;
Bana karşı silâh kullanmayacağınıza dâir ettiğiniz yeminleri size iâde ediyorum! İsterseniz gidin, yeniden ordular toplayın ve tekrar üzerimize gelin! Bana bir kerre daha zafer kazanmak imkânını sağlamış olursunuz. Zira ben dünyaya, Allah-u Teâlâ'nın dinini cihana yaymak ve O'nun rızâsını aramaktan başka bir şey için gelmedim!.." (Hammer, "Devlet-i Osmâniyye Târihi", c. 1, s. 286-287.)
Yıldırım Bâyezîd döneminde Osmanlı toprakları büyük bir devlet seviyesine ulaşmış; Abbâsî halîfesi el-Mütevekkil tarafından Yıldırım Bâyezîd'e "Sultân-ı iklim-i Rûm" unvânı verilerek, gönderilen bir menşurla bu vasıf resmiyet kazanmıştır. Zamânın Mısır'lı büyük muhaddis ve âlimi İbn-i Hacer el-Askalânî onu: "İslâm hükümdarlarının en büyüğü, imânı en kuvvetli olanı ve onların en çok gazâ yapanı" olarak vasıflandırmıştır.
Ülkesinde demir gibi bir disiplin ve mükemmel bir âsâyiş kurdu. İlmi ve ulemayı sever, şikâyeti olan şikâyetini bizzat kendisine duyurabilir, haklıysa isteği hemen yerine getirilirdi. Bir kimse tek başına eşya yükü ile, hiç rahatsız edilmeksizin memleketi bir baştan öbür başa geçebilirdi.
Osmanlı'nın Balkanlar'da ilerlemesi ve Bizans'ın bu ilerleme karşısında haçlı birliğini oluşturmaya çalışması yeni bir savaşın doğmasına neden oldu.
1395'te Bizans Osmanlılar tarafından ikinci defa muhasara edilince Avrupalılar tek vücud haline geldiler. Çok iyi techiz edilmiş 130 bin kişilik haçlı ordusu hazırlandı. Macaristan, İngiltere, Fransa, Norveç, İskoçya, Polonya, İspanya, Aragon krallıkları, Almanya İmparatorluğu, Venedik Cumhuriyeti, Papalık, Rodos ve Ceneviz kuvvetleri ile büyük bir ordu hazırlandı.
Avrupalı devletler Türkler'i Balkanlar'dan kesin bir şekilde atmak için hazırlanmıştı. Hatta haçlı ordusu Kudüs'ü hedefliyor, Memlüklüler'in elinden Kudüs'ü almayı plânlıyordu.
Yıldırım Bâyezid kıskacı daraltarak Tuna boylarını tuttu. Haçlı ordusu dağıldı, kaçanlar Tuna nehrinde boğuldu. 100 binin üzerinde zayiat verdiler ve 10 bin esir alındı. (1396) Bu büyük haçlı ordusu yok edilmiş oldu.
Zamanın büyük velisi Emir Sultan -kuddise sırruh- Hazretleri Yıldırım Bâyezid'in Timur ile savaşmasını önlemek istedi. Hülâsa, Ankara Savaşı'nda Yıldırım Bâyezid Timur'a yenildi, esir düştü ve kısa zaman sonra da vefat etti.
Timur vak'asından sonra Osmanlı devleti fetrete girip, şehzâdelerin her biri ayrı bir diyârı mesken tutmuş ve pâdişahlığını ilân etmişti. Bu hengâmede küffar devletleri Osmanlı'ya artık ha yıkıldı, ha yıkılacak gözüyle bakmaya başlamışlardı.
Çelebi Sultan Mehmed Han, Amasya'da bulunurken bir gün yanına sohbet arkadaşı Molla Ali'yi dâvet etti ve ona küffarın Osmanlı topraklarına göz dikmesinden duyduğu endişeyi dile getirip; "Molla Pîr Ali! Meydana gelen hâdiseden ibret aldın mı? Babam Sultan Yıldırım Han kimi zamân ma'siyyetle meşgûl olduğu için başına bu belâ nâzil (ve) her birimiz bir diyara vâsıl olup, karındaşım Mûsâ Çelebî 'İsâ Çelebî'yi katl edüp Bursa'da tahta oturdu, birâderim Süleymân Çelebî dahî Edirne'de taht-ı saltanâtı mekân tutup, küffar bizden korkar iken biz âleme maskara olduk. Bu dert benim işimi tamâm etdi. Gel seninle tâc-u tahtı terk edelim, Hacc-ı şerîf'e gidelim!" diyerek, gözlerinden gayr-i ihtiyârî bir kaç damla yaş aktı.
Akşam vakti erişince istihâre namazı kılan Çelebi Sultan Mehmed, rüyâsında dedesi Sultan Murad Hüdâvendigâr'ın ve Emîr Sultan Buhârî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin onun yanına gelip, kendisine bir kılıç ve eğerlenmiş bir at vererek; "Ey oğul! Dinin esaslarını yeniden takviye eyle!" dediklerini gördü. Çelebi Mehmed bu sözü duyar duymaz ata binip verilen kılıcı kuşanmış ve hızla Gelibolu istikâmetine doğru yol almıştı. Bu rüyâdan sonra, küffarın fitnesine karşı İslâm birliğini yeniden kurma vazifesinin kendisine verildiğini anladı. (Bostanzâde Yahyâ Efendi, "Târîh-i Sâf", s. 36-37.)
Kısa sürede birliği yeniden tesis etti.
Çelebi Sultan Mehmed Han yazdığı şiirlerden birinde, Hakk'ın desteği ve evliyânın himmeti vâr oldukça, küfrün İslâm'a gâlip gelmesinin aslâ mümkün olmadığını açıkça ifade ediyordu:
Cihan hasm olsa Hakk'dan nusret iste,
Erenlerden duâ-vü himmet iste!
Çalub dîn aşkına udvâne şemşîr,
Anuban Çâr-ı yâr'i hizmet iste!
Eğer leb-teşne isen, ey bed-endîş;
Bu deşne çeşmesinden şerbet iste!
Geçenden geç, demir-taşdan sakınma,
Demiri mahv edenden kuvvet iste!
Çevirme yüz muhâlifden Mehemmed!
Düşmanı arsadan sür, vüs'at iste!..
İman ve ihlâs sahibi, Osmanlı Devleti'nin en kıymetli padişahlarından birisi idi.
Bursa'daki Yeşil Türbe'de medfundur.
İmparatorluğun iç durumunun son derece karışık olduğu bir dönemde, 17 yaşında hükümdar oldu. "Derviş Gazi" diye anılan, kahramanlığı yanında bir gönül adamı olan Sultan Murad; Varna ve Kosova gibi iki büyük meydan savaşı kazanmış, İstanbul'u muhasara etmiş, Fatih Sultan Mehmed gibi bir evlât yetiştirmiştir. Osmanlılar onun zamanında dünyanın birinci devleti haline geldiler.
Haçlı orduları Türkleri tamamen Rumeli'den, Balkanlar'dan çıkarabilmek için 5. defa toplandılar. Macaristan, Almanya, Polonya, Bizans, Venedik, Papalık... gibi devletlerin orduları bir araya geldiler.
Bunun üzerine II. Murad Edirne'ye gelip, seçkin 40 bin askeri alıp Varna'ya gitti. Demir zırhlarla kaplı haçlı ordusunu gören II. Murad ellerini kaldırarak niyazda bulundu:
"İlâhî! Mümin kullarını benim günahımın çokluğundan ötürü küffar elinde zebun etme. İlâhî! Habib'in hürmeti için, ümmetini sen sakla ve sen mansur ve muzaffer eyle!"
Bu içli duâdan sonra mücahidler "Âmin... Âmin..." sesleriyle düşmanın üzerine atıldılar, çembere alınan haçlılar imha edildiler. Başkumandanları öldürüldü. Bir gün süren savaşta şehid olanların sayısı 150'yi geçmezken, bir çok düşman askeri esir alınmış, kalanı öldürülmüştü. (1444)
Zaferin akisleri Avrupa kadar İslâm âleminde de büyük oldu. Kahire'de haberi duyan Sultan Çakmak "Allah yardımcın olsun Osmanoğlu!" diyerek sevincini dile getirdi.
Varna savaşından dört yıl sonra haçlılar şanslarını yeniden denemek istediler ve 100 bin asker topladılar. Sultan Murad savaşın vicdanî mesuliyetini üzerinden atmak için sulh teklifinde bulundu ise de kabul etmediler. Harp kaçınılmaz olmuştu. Sultan Murad Han düşmanla Kosova sahrasında, 59 yıl önce dedesinin babası Murad Hüdavendigâr'ın düşmanı yok ettikten sonra şehid düştüğü aynı yerde karşılaştı. Yanında on altı yaşlarındaki şehzade Sultan Mehmed (Fatih) de bulunuyordu.
Sultan Murad Han diz üstü gelerek kıbleye döndü, gönlünü Allah-u Teâlâ'ya bağladı ve;
"Yâ Rabb'i! Benim de adım Murad. Dedem Hüdavendigâr'a lütfettiğin zaferi bana da nasip eyle! İslâm askeri zafer şenliği yaparken benim de ruhumu kabzeyle!" diyerek duâ etti. Sabahın erken saatinde 40 bin kişilik ordusunun başına geçerek 100 bin kişilik haçlı ordusunun üzerine hücum etti. Savaş üç gün üç gece sürdü. Üçüncü gün Sultan Murad Han düşmanı çevirmeye başladı. Sonunda da 4 bin şehide karşılık 17 bin düşman askeri imha edilmiş, binlercesi de esir alınmıştı. Bu İkinci Kosova, haçlıların Türkler'i Balkanlar'dan sürüp atmak için yaptığı sonuncu teşebbüs oldu.
Sultan Murad şahsına ait bütün esirleri azad etti. Bu âhiret hazırlığı mahiyetinde idi. 30 yıllık hükümdarlığı müddetince büyük işler başaran Murad Han, 47 yaşında olduğu halde, İstanbul'un fethinden iki yıl önce şan ve şeref hâlesi ile çevrili olarak vefat etti. Devleti, dedesi Yıldırım devrindeki düzenine sokmak için gayret göstermişti.
Hacı Bayram-ı Velî -kuddise sırruh- Hazretleri'ni Edirne'ye davet etmiş, günlerce başbaşa sohbet etmişlerdi. Kendisini müridliğe kabul buyurması için ricada bulunduğunda bu isteği reddedilerek şu cevabı almıştı:
"Hünkârım! Sizin işiniz başka, bizim işimiz başkadır. Her işte Allah'ın rızâsı vardır. Senin bir günlük adaletle hükmetmen, altmış yıllık nafile ibadetten hayırlıdır."
Yine bir gün sohbet esnasında İstanbul'u almayı murad ettiğini söylemişti. Hacı Bayram-ı Velî -kuddise sırruh- Hazretleri bir müddet sükût etmiş, onun İstanbul'u alamayacağını, bu işin şehzadesi Mehmed'e ve Akşemseddin'e nasip olacağını beyan buyurmuştu.
Muhammed sûre-i şerif'ini okurken oğlunun doğum müjdesini alan Gazi Murad Han, adını Mehmed koydu. Devrinin en değerli âlimlerinin elinde yetişen Sultan Mehmed 19 yaşında hükümdar oldu. Osmanlı hükümdarları içinde hem en dâhi asker, hem en güzide devlet adamı, hem de en büyük âlim olanıdır. Akşemseddin -kuddise sırruh- ve Molla Güranî -kuddise sırruh- gibi zâtların dizinde yetişmiştir. Yaratılıştan sahip olduğu kabiliyet bir yana, babasının yanında büyük meydan muhaberelerine katılmış, tam bir askerlik tecrübesi elde etmişti.
Osmanlı topraklarına saldıran Karaman beyini cezalandırdıktan sonra, ilk iş olarak İstanbul'un fethi hazırlıklarına başladı. Bizans'ı ortadan kaldırmayı kafasına koymuştu. Projesini bizzat kendisi yaptığı Rumelihisarı denilen azametli kale dört ayda bitirildi. Asya kıyısında Yıldırım'ın inşâ ettirdiği Anadolu hisarı vardı, böylece boğaz kesilmiş oldu.
Ortaçağ insanının hafsalasının alamayacağı azamette, iki tonluk gülle savurabilen, iki bin asker tarafından çekilen muazzam toplar döktürdü. 6 Nisan 1453'de muhasara başladı. 22 Nisan gecesi yetmiş parçalık donanma Kasımpaşa sırtlarından kaydırılarak Haliç'e indirildi. Sultan Mehmed'in karadan gemi yürütmesi akıllara durgunluk vermişti. 29 Mayıs günü sabah namazını müteakip yapılan duâdan ve hükümdarın hitabesinden sonra yapılan nihai taarruzda İstanbul fethedildi.
Tacîzâde Câfer Çelebi'nin ifadesine göre; işbirlikçi Çandarlı ve taraftarlarının muhâlefetine rağmen, Sultan Mehmed Han Edirne'de topladığı dîvân meclisinde, İstanbul'u fethetme yönündeki azîm ve karârından vazgeçmeyeceğini etrâfındakilere şöyle açıklamıştı:
"Allah en basit ve âdî bir şeyin hâsıl olmasını murâd etse, kâinâtın cümlesi hilâfına gayret eyleseler faydası olmaz! Yine gâyet basit bir işi de murâd buyurmuş olmasa, cümle âlem imkân vermeğe kasd eylese zafer bulamaz! Bu hususta i'timâdım ne mâl ve mülk bolluğuna, ne ordu ve cengâver fazlalığına, ne de harb ve savaş âletlerinin çokluğunadır; bilâkis, ancak Hakk'ın lûtfuna ve inâyetinedir! Aslî gâyem dahî, Islâm'ın esaslarını izhâr edip açığa çıkarmaktan gayrısı değildir!
Eğer o kalenin benim elimde feth olması takdîr olmuş ola; burç ve hisârları taş ve toprakdan değil de, sâfî demirden dahî olsa, hışm ve kahrımın ateşiyle onu mum gibi eritip yumşâğ eylerim!
Ve eğer Hakk'ın murâdı şu türlü dahî olursa ki: "Kişi her istediğine erişemez, rüzgârlar her zaman gemilerin yönünce esmez!"; belki Cenâb-ı Bârî'nin beni niyyetimle sevablandırması âşikârdır. Amma hâşâ, Ol Kerîm Pâdişâh'ın nihayetsiz lûtfu ki, bir âcîz bendesi niyyet-i hâlisa ile bir hayrı murâd edip de Cenâb'ına teveccüh eyleye... O onu mahrûm ve ümidsiz eylemez!" ("Mahrûse-i İstanbul Fetihnâmesi", s. 8.)
O'nun gâye ve hedefi İ'lâ-yı Kelimetullâh'tı. Hayatını dîninin ve milletinin yücelmesine, küfrün ve kâfirlerin yeryüzünden silinmesine adamıştı.
Nitekim devrin târihçilerinden Kıvâmî'nin ifâdesine göre, pâdişah fetihten önce topladığı dîvân meclisinde bu gâyesini açıkça dile getirerek şöyle söylemişti:
"Dünya sarayına gelen pâdişahların her biri bir ad ile yâd olunur. Ben dahî din-i Muhammedî yolunda can ve baş ortaya koyup gazalar edeyim; Hakk Te'âlâ'nın düşmanları elinden Allah'ın inâyetiyle memleketler feth edeyim! Tâ ki dârü'l-harp, dârü'l-İslâm ola!.." (Kıvâmî, "Fetihnâme'-i Sultân Mehmed", s. 38.)
Yine Tâcizâde Ca'fer Çelebi'nin naklettiği üzere; Fâtih Sultan Mehmed Han İstanbul'u fethedeceği gün seher vaktinde Allah-u Teâlâ'ya yalvararak, asıl gâyesinin O'nun yolunda cihad edip, hıristiyanlığın çirkin ve sapık akîdesini kökünden kazımak olduğunu dergâh-ı Ulûhiyyet'e şöyle arzetmişti:
"İlâhî! Ey Hâlik! Ey Melik! Ey Yaradan! Alîmlerin Alîm'i pâdişahsın, her şeyden haberdârsın ki, çirkef hasım ve alçak düşman; "De ki: O Allah bir tekdir. Allah Samed'dir; her şey O'na muhtaç, O hiçbir şeye muhtaç değildir." Âyet'i, Vahdâniyyet'i gün gibi izhâr ederken; "Doğurmamış, doğurulmamıştır. Hiçbir şey O'nun dengi ve benzeri değildir." kelimesi, Zât-ı mukaddes'ine denk ve benzer olmadığın ulu bir sadâ ile bildirir ve haber verir iken; hepsini külliyyen inkâr eyleyip, kadın ve erkek ve hısım nisbetin edip, 'üçün üçüncüsü' isnâd eyleyen zâlimlerdir. İsâ zamânı tamâm olalıdan beri, Cibrîl'in nüzûlüne ve vârid ve tenzîl kılınan vahye ikrâr etmeyip; 'Mesih de, mukarreb melekler de Allah'a kul olmaktan aslâ çekinmezler' buyruğunu tasdîk etmeyen dinsizlerdendir. Pâk olmayan asılları: "Benden sonra gelecek, ismi Ahmed olan bir Peygamber'i size müjdelerim!' Âyet'ini İncîl yapraklarından giderip, kendileri dahî; 'Biz evvelki atalarımızdan bunu işitmedik!' fikrini bahane edinip; 'Siz de, atalarınız da apaçık dalâlettesiniz!' hitâbıyla muhâtap olan sefîllerdendir.
Ben âcizin dahî maksadı: 'Allah'a imân etmeyenlerle savaşın!' emrine imtisâl etmekle; 'Allah yolunda nasıl cihad etmek lâzım geliyorsa; öylece, hakkıyla cihad edin!' zümresinden sayılıp, elimden geldikçe sana lâyık amelde bulunmaya gayret etmekdir. İrâde senin, kudret senin, inâyet senin, kuvvet senin! 'Bizim uğrumuzda, bizim için mücâdele edenlere elbette yollarımızı gösteririz!' ilâhî müjdesi mucibince benden taleb ve ricâ, Sen'den tevfîk ve rızâ!.." ("Mahrûse-i İstanbul Fetihnâmesi", s. 197-198.)
Fâtih Sultan Mehmed Han bu niyâzını:
"Ey Rabb'imiz! Üzerimize sabır yağdır! Ayaklarımıza sebat ver! O kâfirler gürûhuna karşı bize yardım et!.." Âyet-i kerime'si ile tamamlamıştı. (Bakara: 250)
Osmanlı bayrağını Topkapı surları üzerinde gören ve o andan itibaren "Fatih" ünvanını alan Sultan Mehmed, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in müjdesine mazhar olmanın verdiği sevinçle atından inip yere kapandı ve Allah-u Teâlâ'ya hamd ve senada bulundu. Henüz 21 yaşında idi.
Resulullah Aleyhisselâm Fetih'ten sekiz yüz sene kadar evvel bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuştu:
"Kostantiniyye muhakkak fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır, onu fetheden askerler ne güzel askerlerdir!" (Ahmed bin Hanbel; Müsned, c. 4, s. 335)
Bu müjde-i peygamberî'ye nâil olan Fatih ve onun ordusu bütün İslâm âleminde müstesna bir teveccüh ve tebrike garkolmuştu. Küffar ise büyük bir ye'se ve hüsrana düştü. Roma'da mesken tutan, mütemadiyen haçlı sürüleri tertip etmekle uğraşan fitne-fesad yuvası papalık büyük bir korkuya kapıldı. Sıranın kendilerine geleceğini hesap edip, Fatih'in vefatına kadar büyük bir tedirginlikle yaşadılar.
Nitekim Fatih bütün Avrupa'yı fethetmek ve İslâm'ı egemen kılarak adaleti yaymak istiyordu. Bu nedenle İtalya'ya Gedikli Ahmed Paşa kumandasında bir sefer düzenlendi. Zanta, Kefalonya, Ayamavra adaları İtalya'nın Otranto ve çevresi alındı. Ancak Fatih'in 1481'de ölümüyle bu seferler durduruldu.
Fatih vefat ettiğinde bütün küffar milletleri bayram yaptı, şenlikler tertip etti.
Fatih her sene en son keşiflere göre ordunun silâhlarını yeniletmiş, ikinci derecede bir deniz kuvveti olarak teslim aldığı donanmayı, dünyanın birinci deniz kuvveti haline getirmiştir.
Ortaçağ'ı kapatarak Yeniçağ'ı açan Fatih Sultan Mehmed Han, ihtida edip Yakup Paşa adını alan Venedik'li bir yahudi tarafından zehirlenerek şehid edilmiştir. Vefat ettiğinde 51 yaşında idi.
Bu dönemde, Molla Gürani, Molla Hüsrev, Hocazade, Çelebi, Ali Kuşçu gibi ilim ve irfan ehli kimseler yetişmiştir.
Devrinde 308 cami yapılmış, büyük âlimler yetişmiş, mühim eserler yazılmıştır.
Hükümdarlığının yanısıra aynı zamanda usta bir şâir de olan Fatih, "Avnî" mahlâsıyla fevkalâde güzel şiirler yazmış; şiirlerinden birinde pâdişahlık ve gazâ konusundaki gâye ve hedefini şöyle açıklamıştır:
İmtisâl-i câhidû fi'llâh olupdur niyyetüm,
Din-i İslâm'ın mücerred gayretidür gayretüm.
Fazl-ı Hakk-u himmet-i cünd-i ricâlullâh ile,
Ehl-i küfrü ser-tâ-ser kahreylemekdür niyyetüm.
Enbiyâ-vü evliyâya istinâdum var benüm,
Lûtf-i Hakk'dandur hemân ümmîd-i feth-u nusretim.
Nefs-ü mâl ile n'ola kılsam cihanda ictihâd?
Hamd-ü li'llâh var gazâya sad-hezârân-ı rağbetüm.
Ey Mehemmed! Mu'cizât-ı Ahmed-i Muhtâr ile,
Umaram gâlib ola a'dâ-yı dine devletüm.
Babası Fatih'ten sonra bütün Osmanlı hükümdarlarının en âlimidir, çok mükemmel bir tahsil görmüştü. Fatih gibi bir baba, Yavuz Selim gibi bir evlât arasında kaldığı için büyüklüğü göze çarpmamaktadır.
Dünyanın en büyük devletinin hükümdarı olarak büyük saygı görmüştü. Devrinde göz kamaştırıcı fetihler olmamakla beraber, akınlar Avrupa'yı altüst etmeye devam etti. Venedik donanması ağır bir hezimete uğratıldı. Fatih'in büyük fütühatı iyice hazmedildi. Devletin kudreti titizlikle korundu. Bâyezid Han, ordusunun terakki ve ıslahı ile meşgul olmuş, askerini modern silahlarla teçhiz etmişti.
Kemâl Paşazâde "Tevârîh-i Âl-i 'Osmân"ın "VIII. Defter"inde; Sultan İkinci Bâyezid'in küffar üzerine ard arda sefer düzenlemesini ve küfür beldelerini İslâm topraklarına dâhil etmesini engelleyemeyen Leh beyinin, Boğdan beyine haber göndererek: "Beni Türk'ün elinden kurtar!" diye çaresizlik içinde yalvarışını anlatırken, küffarın o asırlarda Türkler'den duyduğu korkuyu ve onların emrine nasıl âmâde olduğunu şiirinde şöyle dile getiriyordu:
Kenara çıkmağa isterdi çâre
Eyü ya, tiz ne derlerse ederdi.
Halâs olmağ içün Türk'ün elinden,
Cehennem yolını bulsa giderdi!..
("Tevârîh-i Âl-i 'Osmân", VIII. Defter, s. 174-175.)
Henüz beş yaşında bir çocukken, dedesinin huzuruna çıkarılmıştı. Torununu dikkatle süzen Fatih "Bâyezid! Bu çocuğa mukayyed ol. Umarım ki bu büyük bir cihangir olacak." buyurdu. Peygamber müjdesine mazhar olan Fatih, geleceğin cihangir Yavuz'unu müjdeliyordu.
Çok uzun müddet Trabzon sancak beyi olarak birçok seferde bulunup tecrübe kazanmış, kırk iki yaşında da hükümdar olmuştu.
Safevi Devleti'nin hükümdarı Şah İsmail, Anadolu'da yaşayan alevilere, halife olduğunu iddia ederek propaganda yapıyordu, onları kendine bağlayarak Anadolu'yu ele geçirmeye çalışıyordu. Azerbaycan, Irak, İran'ı ele geçirmiş, Anadolu için fırsat kolluyordu. Çaldıran'da yapılan savaşta Şah İsmail'in oğlu yenildi ve dağıldı. Yavuz'un niyeti Şah İsmail'i takip ederek Türkistan Türkleri ile bağlantı kurmaktı. Ancak askerin direnmesi nedeniyle bu gerçekleşmedi. (1514)
Arkasından Memlük ordusu Halep yakınlarında Mercidabık'ta yenildi. Yavuz Mısır'a yöneldi. Sina çölünü yağmurla birlikte geçerek Ridaniye'ye geldi. Mısır Osmanlılar'a geçti. Mekke ve Medine Osmanlılar'a bağlandı. Halife Mütevekkil Alallâh'tan halifeliği devraldı.
Mısır seferi sırasında Osmanlı donanmasının eksikliğini gören Yavuz, Haliç tersanesini tesis ettirerek 150 gemi yapılmasını emretti. Barbaros kardeşler bu yıllarda Cezayir'i fethederek hakimiyeti sağladılar.
Bir hamlede imparatorluğun topraklarını iki mislinden fazla genişleten Yavuz Selim Han İstanbul'a döndü. Yüzbinlerce İstanbul'lu en samimi duyguları ile büyük cihangiri karşılamak için günlerdir hazırlık yapıyorlardı. Bunu duyan Yavuz Selim Han son derece sıkılmış, bir gün sonra merasimle şehre girmesi gerekirken; gece vakti yanında bir kaç kişiyle kayığa binmiş, gizlice Topkapı Sarayı'na çıkmıştır. Ertesi gün Hükümdar'ın sarayda olduğu öğrenilince hiçbir merasim yapılamadı.
Allah için olanlar ile gösteriş için olanlara güzel bir numune.
Cihan hükümdârı, Arap ve Acem sultânı Yavuz Sultan Selim Han, Arabistan ve Mısır taraflarındaki seferlerini tamamlayıp İslâm birliğini kurduktan sonra, küffar beldelerini de İslâm topraklarına katmaya azmetmişti.
Bir defâsında Dîvân günü, vezîriâzam Pîrî Paşa içeri girip de huzûr-u sa'âdetine yüz sürünce, ona bu azîm ve karârını açıkça bildirerek;
"Kâfiristan'da memleketler ve muazzam şehirler, muhkem âlî kaleler, deryâlarda nihayetsiz mâmur gönül çeken iller olup, onda küffar tasarruf edermiş! Lâyık mıdır ki taht kurup memleketler zapt eyleye? Gayret-i İslâm yok mudur? Onların tedârikini görmek aklımda yer etti!" dedi.
Bu sözleri işiten uyanık ve müdrik Paşa, hünkârdan sefer için lâzım olan gemileri yaptırmak için izin istedi, o da: "Hemen emr eyledim, yaptır!" diyerek kendisine izin verdi. Durumu haber alan küffar devletleri korkularından ne yapacaklarını şaşırarak: "Sultan Selim Arab ve Acem diyarını feth eyledi. Şimdiden sonra seferleri bizim memleketimizedir. Onunla mukâbele ve mukâteleye (savaşmaya) iktidârımız yoktur, bâri kul olalım!" deyip, on sekiz kâfir kral, hazînelerinden üçer yıllık haraç getirerek hepsi pâdişâha boyun eğdi. (Hezarfen Hüseyin Efendi, "Telhîsü'l-Beyân fî Kavânîn-i Âl-i 'Osmân", s. 158.)
Cihân hâkânı Sultan Selîm Hân işte böylesine büyük bir kudrete sâhipti.
Yavuz Selim son derece sade giyinir, sadeliği sever, lüks ve israfa şiddetle karşı çıkardı. Her ihtimale karşı devlet hazinesini dolu tutmak isterdi.
Bunun sebebini soranlara: "Süslü ve şa'şaalı giyinmek külfetten başka bir şey değildir. Niçin boş yere bu külfete katlanalım?" derdi. Hattâ bir defâsında gösterişli elbiseler giyen oğlu Süleyman'ı bu yüzden eleştirmiş, üzerinde değerli mücevherler, sırmalar ve süslemeler bulunan kaftanını görünce: "Oğlum o kadar süslü elbise giymişsin ki, annene giyecek elbise bırakmamışsın!" demişti.
Bir elbiseyi eskiyene kadar giyerdi. Bütün devlet erkânı da böyle davranmak mecburiyetinde kalırdı. Bir defasında Venedik elçisinin İstanbul'a gelip huzuruna çıkacağı haberi geldi. Bunun üzerine vezirler, üzerlerindeki hayli eskimiş elbiseleri değiştirme ihtiyacı hissederek sadrazam aracılığıyla durumu Yavuz'a tedirginlikle de olsa bildirdiler. Yavuz hiç kızmadı ve: "Münasiptir!.." dedi.
Elçinin geleceği gün bütün vezirler, yeni esvaplarıyla padişahın huzuruna vardılar. Ancak gördüklerine inanamayarak dehşetli bir hayrete düştüler. Zira Yavuz'un üzerinde yine o eski elbiseleri vardı. Tahtında oturmuş, keskin kılıcını çekip tahtın basamağına koymuştu. Karşı pencereden vuran gün ışığı altında parıltısı gözleri kamaştırıyordu. Bu durum karşısında bütün vezirler, üzerlerindeki görkemli elbiselerden utanıp şaşkın bir vaziyette kaldılar.
Görüşme bitip elçi dışarı çıktıktan sonra Yavuz, sadrazama bakarak:
"-Paşa! Var elçiye sor, bizi nasıl bulmuşlar?" dedi.
Sadrazam, Padişah'ın emrini yerine getirip döndü ve elçinin intibâını nakletti:
"-Sultanım! Venedik elçisi: 'O kılıcın parıltısı gözümü öyle aldı ki, kendilerini göremedim bile...' demektedir."
Yavuz, tebessüm etti ve sadrazama şehâdet parmağı ile kılıcı göstererek:
"-İşte!.. Kılıcımızın ağzı kestikçe, kâfirin gözü ondan asla ayrılamaz ve bizi görmez! Ama Allah esirgesin, bir gün kesmez olur ve parlamazsa, o zaman küffâr bizi hem hor görür, hem de tepeden bakar!..." dedi.
Yavuz Sultan Selim Han dedesi Fâtih zamânında İslâm beldesi hâline getirilen Bosna'da, bâzı sinsi papazların gizliden gizliye kiliseler açıp, yolların kenarına haçlar diktiklerini ve olup biteni başka devletlere bildirdiklerini haber almış; bu gibi fetbazlıklara meydan vermemek için, ihanet ve nankörlüğe kalkışanların hakkından gelinmesini emreden şu kanunu çıkarmıştı:
"Bâzı yerlerde eski kâfir zamânından beri kilise olmayan yerlerde kilise ihdâs olunmuş ve evvelki defterde dahî kilise yazılmayan yerlerde yeni kiliseler inşâ olunmuş. Onun gibi yeni ihdâs olunan kiliseler yıktırılıp ve içinde oturup, câsusluk edip küffar diyarına haber eden keferenin ve papazların muhkem haklarından geline ve siyâsetler oluna! Ve yollarda haçlar konulmuş, yıktırılıp bundan sonra etdirmeyeler ve edenlere siyâset oluna! Ve hangi kâdının kâdılığında olup da men'-ü def' etmezse azline sebeb ola!.." (Başbakanlık Osmanlı Arşivi, "Tapu Tahrîr Defteri", nr.: 157.)
8 yıl içinde baş döndürücü icraatlar yapan Yavuz Selim Han, 50 yaşında olduğu halde, yeni bir seferin hazırlıkları içinde iken vefat etti.
Son anlarında yanında bulunan nedimi Hasan Can "Sultanım! Cenâb-ı Hakk'a teveccüh edip Allah'la olacak zamandır." dediğinde "Bizi bunca zamandır kiminle bilirdin?" diye cevap vermiştir.
Vefât etmek üzereyken yine yanıbaşında bulunan Hasan Can'a: "Hasan Can! Yâsîn-i şerîf oku!" deyince tilâvete başlamış: "Selâmün kavlen min Rabb'in Rahîm" Âyet-i kerîme'sine gelince elleri düşüp rûhunu Hakk'a teslim etmiştir.
Yavuz Sultan Selim Han Kur'an-ı kerim okuduğu bir sırada, bir oğlunun dünyaya geldiğini haber verdiler. Haber geldiği anda "İnnehû min Süleymâne..." Âyet-i kerime'sini tilavet ediyordu. "Adını Süleyman koydum." diyerek okumasına devam etti.
Büyük bir itina ile büyütülen Süleyman, 25 yaşında hükümdar oldu. Dünyanın en kuvvetli ordu ve donanması, en düzenli devlet teşkilatı emrinde idi.
Kânûnî ilk seferini Macaristan üzerine yapmış ve Avrupa'nın kilit noktasını teşkil eden Belgrat şehri alınmıştı. "Dar'ül Cihâd" olarak kabul edilen bu şehrin alınmasıyla Orta Avrupa kapıları İslâm'a açılmış oldu. (1521)
Rodos adasının alınmasından sonra, haçlı grupları toplanmaya başlayarak, Avrupa'da birlik oluşturdular. Belgrat'ın alınmasından sonra Macarlar Osmanlılar'a karşı büyük bir hırs ile hazırlık yapıyordu.
Macarlar, Almanlar, Lehler, Çekler, İtalyanlar ve İspanyollar 70 bini zırhlı süvari olmak üzere 150 bin kişilik bir ordu hazırladılar. Bu muhteşem ordu Mohaç'a kadar geldi. Haçlı süvarileri zincirlerle birbirlerine bağlanmışlardı. Mohaç'ta 150 bin haçlı ordusuna karşılık, 100 bin Osmanlı askeri en büyük imha savaşını yaparak zafer elde edildi. Macar kuvvetleri ve haçlı ordusu yok edildi. Kânûnî'nin bu savaşı kazanması Avrupa'da çok büyük korkuya sebep oldu. Ardından Kazan ve Astırhan Hanlıkları Osmanlılar'a tâbi oldular.
Osmanlı ise tüm Avrupa'ya İslâm'ı yaymak niyetinde idi. Bu defa Viyana kuşatıldı (1529), fakat muhasara toplarının Belgrat'ta bırakılması ve mevsim kışa döndüğü için 19 gün süren kuşatmadan vazgeçildi.
Kânûnî 1531'de tekrar Avrupa'ya sefere çıktı. Avusturya kralı ise daha önce olduğu gibi karşısına çıkmayıp kaçmayı başarmıştı. Zira Avrupa'da Osmanlı ordusundan son derece korkuluyordu. Bu yıllarda Avusturya topraklarının büyük bir kısmı Osmanlı Devleti'nin eline geçmiş oldu.
Bu sırada Barbaros kardeşler Akdeniz'de faaliyet gösteriyorlardı. Cezayiri almışlar ve bu nedenle büyük bir ün sahibi olmuşlardı. Barbaros Hayreddin Paşa bu başarılarından sonra Osmanlı hizmetine adamları ve gemileriyle birlikte girdi ve Kaptan-ı Derya oldu.
Osmanlı Devleti karada göstermiş olduğu başarıları deniz hakimiyetinde de göstererek tüm Akdeniz'e hakim bir duruma gelmek istiyordu.
Andrea Doria emrindeki İspanya, Venedik, Alman, Avusturya, Portekiz, Ceneviz, Papalık ve Malta donanmalarından meydana gelen 600 gemi ile Osmanlı donanmasının karşısına çıkan donanma Preveze'de 122 gemi ile Barbaros Hayreddin Paşa önderliğinde ağır bir mağlubiyete uğradı. Haçlı donanması 100 bin askerden, Osmanlı askerleri ise 20 bin kişiden oluşuyordu. Bu muharebe Türk tarihinde kazanılmış en büyük savaştır. Haçlı donanması bu savaşla yok edilirken Akdeniz Türk hakimiyetine girmiş oldu. (1538) Daha sonra ise Barbaros'un oğulları, Hasan Paşa, Fas ve Libya'yı Osmanlı topraklarına kattılar. (1558)
1560'da Cerbe'de yapılan deniz savaşı Osmanlı donanması ile haçlı ordusu arasında cereyan etti. Haçlılar büyük kayıp verdiler, 70 gemileri batmış, 20 bin askerleri ölmüştü. Osmanlılar'ın şehid sayısı ise 1000 kadardı. Bu deniz savaşı Osmanlı'nın Preveze'den sonra kazanılan en büyük muharebesidir. (1560)
Osmanlı Devleti Uzakdoğu ve Hindistan üzerinde etkili olmaya başladı. Portekiz gücü kırıldı. Kızıldeniz, Sûdan, Habeşistan, Umman, Katar ve Bahreyn emirlikleri Osmanlı'ya bağlandı.
Kânûnî döneminde dünyaya parmak ısırtan Osmanlı İmparatorluğu, fütûhatta olsun, idare, siyaset ve medeniyette olsun, yeryüzünün tanımadığı, belki bir daha da tanıyıp bilemeyeceği bir kemâli zirveleştirmiş bulunuyordu. Asya'da Kafkas dağları'ndan İran içlerine; Yemen'e, Aden'e, uçsuz Arabistan çöllerine uzanırken, Afrika'da Habeşistan, Mısır, Tunus, Fas, Cezayir ülkelerini almış, Hind denizlerinde görünmüş, Akdeniz'de ise kasırga gibi eserek, Venedik ve Ceneviz çevresindeki büyük küçük bütün adalarını çiçek devşirircesine koparıp derleyerek Türk vatanına ilhâk ettirmişti.
Avrupa'da ise Eğri ve Estergon kalelerine kadar Macaristan'ı itaati altına almış; Erdel Krallığı, Eflâk ve Boğdan Beylikleri, Kırım Hanlığı ile Lehistan arasındaki yerleri ele geçirmiş, Avusturya Devleti ve Venedik Cumhuriyeti, muayyen vergiler ödemeye mecbur edilmiş; Fransa, İtalya ve Lehistan dize gelmiş, İspanya hizâya getirilmişti.
Kânûnî bu seferlerden sonra yine Avrupa'ya sefere çıktı. Bu onun on üçüncü ve son seferi oldu. Zigetvar kalesi kuşatıldı. Ancak padişah vefat etmişti. Bu haber gizli tutuldu, neticede Zigetvar alındı (1566).
Ömrünü at sırtında, Türk-İslâm medeniyetinin intişârına ve bu ideâlin yeryüzünün dört bir köşesine yayılmasına harcayan, 46 yıllık pâdişahlığı döneminde Osmanlı Devleti'ni eşsiz sınırlara ulaştıran cihan hükümdârı Kânûnî Sultan Süleymân, tıpkı babası ve büyük dedesi gbi, Osmanlı Devleti'nin gelmiş-geçmiş en kudretli hükümdarlarından birisiydi.
Günümüzde Osmanlı pâdişahlarına çamur atmak isteyenler, ortadaki gerçek târihî veriler tam aksini ortaya koyduğu için, öteden beri asılsız iftirâlar ve kurmaca fantezilerle dolu uyduruk romanlarla, dizi ve filmlerle bu hedeflerini icrâ etmeye çalışmışlardır.
Osmanlı Devleti'ni en geniş sınırlarına ulaştıran cihân sultânı, tüm dünya milletlerine boyun eğdirmiş sayılı hükümdarlardan biri olmasına rağmen, yazdığı meşhur şiirinde insanların gıpta edip imrendikleri "saltanat"ı kuru bir "cihân kavgası"ndan ibâret görmekte; işret ve eğlenceye düşkün olmak şöyle dursun, bu gibi gelip-geçici zevklere meyledenleri bizzat uyararak, onları âhirette de kendilerine yoldaş olacak ibâdet ve tâat gibi zevklere yönelmeye teşvik etmektedir:
"Halk içinde mu'teber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi"
İnsanların gözünde devlet sâhibi olmak kadar gıpta edilir bir şey yoktur. Oysa şu fânî dünyâda, sağlıkla alınan bir nefesten daha büyük bir devlet yoktur.
"Ko bu 'ıyş-u işreti çün-kim fenâdur 'âkıbet
Yâr-ı bâkî ister isen olmaya tâ'at gibi"
Bu zevk-u safâyı, bu eğlenceyi elden bırak, çünkü bunlarla uğraşanın sonu kötü olur. Kendine ayrılmaz bir arkadaş arıyorsan ibâdet ve tâ'at gibisi yoktur.
"Olsa kumlar sağışınca 'ömrine hadd-ü 'aded
Gelmeye bu şîşe'-i çarh içre bir sâ'at gibi"
Ömrünün müddet ve miktârı kumlar adedince de olsa, bu dünya küresi içinde sana bir saat gibi bile gelmez.
"Saltanat didükleri ancak cihân gavgâsıdur
Olmaya baht-u sa'âdet 'âlem-i vahdet gibi"
"Sultanlık" dedikleri şey kuru dünya kavgasından ibârettir; asıl ni'met ve sa'âdet teklik âlemindedir.
"Ger huzûr itmek dilersen iy Muhibbî fâriğ ol!
Var mıdur vahdet makâmı kûşe'-i 'uzlet gibi?"(4)
Ey Muhibbî! Eğer huzûra ermek istiyorsan bunlardan uzak dur. Şunu bil ki halkla ilişiği kesip Hakk'la olmak için tenhayı seçmek gibi eşsiz ve değerli bir makam yoktur.
Kânûnî'nin ruh dünyasını ve düşünce yapısını bizzat kendi dilinden aksettiren bu mütevâzî dizeleri, onun nasıl bir karakter ve kişiliğe sâhip olduğunu göstermesi bakımından yeterlidir. Onun bu ifâdeleri,"saltanat" ve "zevk-u safâ" gibi konularda nasıl bir bakış açısına sâhip olduğuna açıkça şehâdet ederken, hakkında tamâmen zıt ve alâkasız bir manzara çizmeye kalkışanların asılsız iddiâları, akıl ve mantıkla bağdaşmayan gülünç birer safsatadan öteye geçmemektedir.
Kânûnî 46 yıl padişahlık yaparak Osmanlı'nın en uzun süre hükümdarlık yapan padişahı oldu.
Altı buçuk milyon kilometrekare olarak devraldığı imparatorluğu on beş milyon kilometrekare olarak bırakmıştır. Dünyanın geri kalan bütün devletlerinin güçlerinin toplamı, Osmanlı İmparatorluğu'nun gücünden aşağıda kalıyordu. Osmanlı Devleti, Kânûnî'den sonra da hayli genişlemiş, fakat onun devrindeki ihtişamına erişememiştir. Osmanlı Devleti bir imparatorluk olarak Asya, Avrupa ve Afrika'yı içine alan üç kıt'anın hâkimi durumuna gelmişti. Uzakdoğu'ya seferler düzenlenmiş, Hindistan'lılar ve Portekiz'lilerle savaşlar yapılmıştı. O dönemde siyâsî otorite çok güçlü olduğundan, savaş komutanları çok başarılı seferler düzenleyebiliyorlardı. Bugünkü siyâsî coğrafya ile değerlendirme yapıldığında;
Bulgaristan, Yunanistan, Arnavutluk, Sırbistan, Bosna-Hersek, Hırvatistan, Polonya, Romanya, Macaristan, Avusturya, İtalya ve Rusya'nın bâzı kesimleri, Irak, Sûriye, Lübnan, Ürdün, İsrâil, Suudî Arabistan, Yemen, Umman, Basra Körfezi devletleri, Azerbaycan, Tahran, Libya, Cezâyir, Tunus, Mali, Nijerya, Çad, Sûdan, Habeşistan, Somali, Senegal, Fas ve Tunus gibi ülkeler Osmanlı İmparatorluğu'nun egemenliği altında idiler.
Bütün bunların yanında imparatorluğun en kudretli çağında duraklama ve bozulmanın zeminini hazırlayan büyük hatalar da yapıldı. Piri Paşa gibi büyük bir devlet adamının azledilerek liyâkat ve ehliyet şartı gözetilmeden hasodabaşı mertebesindeki bir kimsenin sadrazam yapılması, böylece liyâkatsız kişilerin makam sahibi olmak için hediye ve rüşvet vermeye başlaması, kadınların devlet yönetimine karışması, Sokollu gibi "Cihad" şuurundan mahrum devlet adamlarının yönetimde ziyadesiyle söz sahibi olması Osmanlı yönetiminde çürümenin başlamasına sebep olmuştur.
XVII. yüzyılın en büyük Osmanlı alimlerinden Kâtip Çelebi yazdığı "Düstûrü'l-Amel" isimli eserinde bu bozukluğu şöyle ifade etmiştir:
"Kişinin ihtiyarlığına alamet, saç ve sakal ağarmasıdır. Devletin kocadığına alamet de, baştakilerin saltanata ve ziynete düşkünlüğüdür, ki inhitata delildir. Duraklama dönemiyle bu devre gelir. Ziynet, refah ve lükse rağbet fevkalade artar. Eski hayat tarzı terk edilir. Herkes şan ve şerefini artırmak hevesindedir. Ünvanlar herkese verilmeye, herkes her makama geçmeye başlar.
Zevk ve rahat, keyif vazgeçilmez örf ve adet haline gelir, tabii görülür. Askerler savaş meşakkatine rağbet etmeyip sulh ve sukün isterler.
Türlü mihnetler icab eden memleket işlerine kimse el atmaz. Savaştan el çeken asker halk içinde gittikçe itibar kaybeder."
Kânûnî zamanında kanunlar çıkarıldı. Bundan sonra Osmanlı kanunlara değer vermeye başlamış, ahkâm-ı İlâhî'ye verilen değersizlik nispetinde değer kaybetmişlerdir. Bu durum, önce duraklama, sonra gerilemeyi beraberinde getirecektir.
Bütün bunlara rağmen dönem dönem iktidara gelen dirayetli ve siyasetli padişahların, büyük devlet adamları ve kumandanların icraatları, din ve cihad yolundaki gayretleri Osmanlı'nın daha uzun asırlar dünyanın en kudretli devleti olmasını sağlamıştır.
Osmanlı en zor zamanlarında dahi din-i İslâm'ın müdafii ve bayraktarı olmuştur. Zira devlet sistemi ve işleyişinin temeli buna göre bina edilmiştir. Osmanlı hayırla yâd edilmeyi ziyadesiyle haketmiştir.
Kânûnî Sultan Süleyman'dan sonra tahta geçen padişahlar döneminde de 17. yy. sonuna kadar Osmanlı dönem dönem askerî başarısızlıklar yaşasa da genişlemeye ve toprak kazanmaya devam etmişti. Ancak yükselme devrindeki kuvvetli siyasî otoritenin azalması ve rehavete girildiğini gösteren işaretler sebebiyle bu dönem "Duraklama Devri" olarak adlandırılmıştır.
Kânûnî'den sonra Sultan İkinci Selim tahta geçti. Değerli komutan Kurdoğlu Hızır Hayrettin Reis Endonezya seferine çıkmış ve Kuzey Sumatra, Singapur, Güney Batı Malezya ve Açe Sultanlığı Osmanlı Devleti'ne tâbi olmuştu.
1571'de Kıbrıs fethedildi. Yine bu dönemde Moskova alındı. 150.000 Rus askeri esir edildi.
Vezir-i Âzam olan Sokollu üç padişah döneminde görev yapmıştı.
Dünya tarihinin en büyük amirali olan Barbaros Hayreddin Paşa'nın vefatından sonra, Kaptan-ı Deryâlığa layık Turgut Reis, Salih Reis gibi bütün Avrupa'nın korkudan tirtir titrediği kudretli amiraller, kabiliyetli denizciler varken, dünyanın en kuvvetli donanmasının başına denizcilikten hiç anlamayan kimseler tayin edildi. Sokollu Mehmed Paşa birçok göreve liyakatsiz kişileri geçirdi.
Birçok padişah ve devlet adamı ise bu bozulmanın önüne geçmek için canla başla gayret gösterdi.
Bu dönemden sonra yaşayan bazı padişahların icraatları da şöyledir:
III. Mehmed tahta geçtiği zaman Avusturya, Almanya ile ittifak yapmış ve Osmanlı topraklarına saldırmıştı. Sonra ise Avusturya-Eflak-Boğdan üçlü ittifak kurarak Estergon ve Vişigrad'ı ele geçirmişlerdi.
Savaşa gitmek istemeyen askerin durumu ve hocası Saadettin Efendi'nin ısrarı üzerine III. Mehmed Kânûnî'den sonra ilk defa sefere çıkan padişah oldu. Eğri kalesi alındı ve Haçlı ordusuyla Haçova'da savaşıldı. Hoca Saadettin Efendi'nin askere yaptığı sürekli telkinlerle savaş zaferle neticelendi. Sancâk-ı şerif ve Hırka-i şerîf'i yanına alarak sefere çıkan pâdişah, askerleriyle birlikte haçlıların yığdığı kuru kalabalığı, Allah'ın inâyeti ve Muhammed Aleyhisselâm'ın mûcizesi sâyesinde kısa bir sürede imhâ etmişti.
Haçlı ordusu Kanije'ye yöneldi. 9 bin askere karşı 100 bin haçlı askeri kuşatma yaptı. Yetmiş yaşındaki Tiryaki Hasan Paşa'nın zekası, tecrübesi, cesareti sayesinde haçlı ordusu dağıtıldı. 80 bin zayiat verdiler. Yüklü miktarda ganimet elde edildi.
Bu defa Osmanlı-İran savaşı başladı, uzun süre devam etti. Osmanlı ordusu hem doğuda hem de batıda çok yıprandı. Anadolu'da ise Celali isyanları patlak veriyor ve bastırılamıyordu.
Bu isyanlar devlette asayiş bırakmamış ve eşkiyalıkla her taraf tahrip edilmişti.
Kuyucu Murad Paşa ve Tiryaki Hasan Paşa bu isyanları bir buçuk yılda temizleyebildiler.
I. Ahmed tahta geçtiğinde, kadın nüfuzunu engellemek için, babaannesi Safiyye Valide Sultan'ı sarayından çıkartarak eski saraya sürdü.
Son derece dinine bağlı idi. Onun mürşidi, şeyhi Aziz Mahmud Hüdayi -kuddise sırruh- Hazretleri idi.
Avrupa'da "Blue Mosque = Mavi Cami" ismiyle meşhur Sultan Ahmet Camii onun devrinde yapıldı. Bu muhteşem cami sanatı ve ihtişamı ile İstanbul'un Türk ve İslâm şehri vasfının en büyük bir mührü olmuştur.
II. Osman, sert ve çok dirençli idi. Ordu ile Polonya'ya sefere çıkmış ve ordunun birçok zaafını, lakayıd davranışını görmüştü. Fakat ordu da II. Osman'a diş bilemeye başlamıştı.
Ordu ile anlaşmazlık devam etti. Zira yeniçeriler haksız yere gelir elde ediyorlardı. "Ölen yeniçerilerin maaş defterini kullanarak maaş alıyorlardı." Savaşmıyorlardı. II. Osman yeniçerileri kaldırmak istiyordu. Genç Osman hacca gitmek bahanesiyle İstanbul'dan ayrıldı. Anadolu'da bir ordu kurup, yeniçeri ve kapıkulu askerlerini kaldıracaktı.
Bunu anlayan yeniçeriler ayaklandı ve Genç Osman'ı tahttan indirdiler. Yedikule zindanlarına hapsedilen Genç Osman boğularak öldürüldü. Bunun üzerine Genç Osman'ın intikamını almak isteyen halk ayaklandı. Yeniçeri ağaları öldürüldü ve I. Mustafa tekrar tahta geçti.
Tahta geçtiğinde IV. Murad'ın yaşı 11'di. Devleti Kösem Sultan'la, Sadrâzam Recep Paşa idare ediyorlardı. 20 yaşına girince yıllardır süren yeniçeri ayaklanmasını bastırdı. Devlet işlerini karıştıran annesini uzaklaştırdı. İdareyi ele aldı.
Sultan IV. Murâd kudret ve kuvvet sâhibi büyük bir hükümdardı. Kardeşi Genç Osman'ın ölümüyle dağılan merkezî otoriteyi keskin ve başarılı hamlelerle yeniden toparlamayı başarmış, devleti zorbalara uyguladığı siyâsetle yıkımın eşiğinden kurtarmıştı. İran şâhının ele geçirdiği Revan ve Bağdat'ı bizzat ordusunun başına geçerek geri almış, memleketin her karış toprağını disiplinli bir idâre ile kontrol altına almıştı.
Anadolu'da birçok ıslahat yaparak zorbalığı önledi. Zulmetmiş olanların cezasını verdi. Hırsızları yakalattı. Tütün yasağı, içki yasağı koydu. Kahvehaneler askerlerin gelip politika yaptığı yerler olduğu için yok edildi. Devlet otoritesini sağlamlaştırmak için çok ciddi kurallar koydu. Osmanlı tarihinde ilk defa bir Şeyhülislâm'ı idam ettirdi. Ulemayı korkuttu. Meyhaneleri kapattı, yeniçerileri kontrol altına aldı.
IV. Murad orduyu toplayıp, ordunun başında sefere çıktı. Revan'a sefer yaptı. Anadolu'dan geçerken bütün asiler bu esnada cezalandırıldı, Revan alındı.
Daha sonra tekrar sefere çıktı ve Bağdat'a gelene kadar Anadolu'da ıslahatlarda bulundu. İran'la savaşılarak Bağdat alındı. On altı yıl süren savaş sona erdi ve uzun süre İran'la savaşılmayarak doğal sınırlar çizilmiş oldu.
Sultan Dördüncü Murad Bağdad Seferi'nde askerini sık sık cenge teşvik edip: "Göreyim sizi! Din-i mübîn uğruna çalışmakda kusûr etmeyesiniz. Gayret vaktidir!" diyerek galeyâna getirirken, Sadrâzam Tayyar Mehmed Paşa: "Pâdişah'ım! Sabrolunsun, şehir yakında feth olunur. Yürüyüşe daha zaman var. Acele ile askeri kırdırmayalım!" diyerek pâdişâha müdahale etmişti. Paşa'nın müdâhalesine şiddetle öfkelenen genç pâdişah: "Senin nâmın, dilâverliğin, şecaatin bu mu? Kale altında askeri bekletmeğe ne lüzum var? Geciktirmenin ma'nâsı nedir?" deyince, pâdişâhın bu sözü tecrübeli ve emektar Paşa'ya ağır gelerek: "Ben canımı pâdişâha fedâ etmişim! Bir Tayyar kulun ölmekle bir şey olmaz, hemen Allah-u Teâlâ Hazretleri kaleyi ihsân eylesin!" deyip yiğitçe düşmanların arasına daldı, bir müddet sonra da başından girip şakağından çıkan bir kurşunla şehîd oldu.
Paşa'yı bu vaziyette yerde yatarken gören pâdişâha yaşadığı bu acı hâtıra öylesine dokundu ki: "Âh Tayyar! Bağdad Kalesi gibi yüz kaleye değerdin! Allah taksirâtını afv ve rûhunu rahmet nûrlarına gark etsin! diyerek, üzerine kapanıp hüngür hüngür ağladı. (Ahmed Refik, "Pâdişahlarımızda Din Gayreti, Vatan Muhabbeti", s. 23-25. bas.:İstanbul, 1332.)
IV. Murad, devlet nizamını korumak için hiçbir şeyden çekinmemiş, suçluları hiç affetmemiş ve cezalarını hemen vermiştir. Bozulmuş devlet nizamını tesise çalışmış fakat ömrü buna kifayet etmemiştir. Orduda müthiş bir disiplin sağlamış, askerlerle birlikte sefere çıkmış; eşkiyanın, hırsızın kökünü kazımış, asayişi sağlamaya çalışmıştır. Bu dönemin tarihçisi, onun Yavuz Sultan Selim'e benzediğini söyler.
Boş aldığı hazineyi doldurarak teslim etti. Padişah hazinesinde 15 milyon altın bıraktı. Bir o kadar da akçe ile doldurmuştu. Çok güçlü ve kuvvetli bir padişahtı.
6 yaşında tahta geçen lV. Mehmed zamanında insiyatif Harem ağaları ve Saray-ı Hümâyûn halkına o derece geçmiştir ki, bir çok sadrazam denenmiş ancak hiç birisinden netice alınamamıştır. Sonuçta Köprülü Mehmed Paşa bazı şartlar ileri sürerek sadrazamlığı kabul etti. Köprülüler, 27 yıl aralıksız hizmet verdi. Turhan Sultan, Köprülüler'e idareyi verdikten sonra bir daha devlet idaresi ve siyasete karışmadı. Kadınların saray üzerindeki etkisini azaltmaya çalıştı. Birçok hayır eseri inşaa ettirdi. Yeni Cami ve Mısır Çarşısı'nı o yaptırdı. Hürrem Sultan'la başlayan, Kösem Sultan'la devam eden kadınların çağı Turhan Sultan'la 1656'da bitmiş oldu.
Köprülü Mehmed Paşa da IV. Murad gibi baskılı ve sıkı bir politika güttü. İlk olarak Venedik gemilerini boğazdan def etti. Macar ordusu yok edildi. Anadolu'ya dönerek Celaliler üzerine yürüdü. Bu dönemde Ruslarla savaşılmış Kırım hanı Mehmet Giray 350.000 kişilik Rus ordusunu bozguna uğratmış, Patrikhane'nin yetkileri kaldırılmıştı.
5 yıl sonra 83 yaşında Köprülü Mehmed Paşa öldü. Yerine, oğlu Fazıl Ahmed Paşa 26 yaşında iken veziriâzam oldu. O da devlet işlerini Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'ya verdi ve kendisi dış işlerle ve savaşlarla uğraştı.
Avusturya'ya 56 yıl sonra sefer düzenlendi. Avrupa'nın içlerine kadar 235 bin akıncı aylarca hücum ettiler. Belgrad Kalesi alınıp yıktırıldı. Girit adası 25 sene süren muhasaradan sonra alındı. Lehistan seferi düzenlendi ve Ukrayna ve Podolya Osmanlı Devleti'ne bırakıldı. Fazıl Ahmed Paşa 42 yaşında öldü. Yerine Merzifonlu Kara Mustafa Paşa geçti.
Bu dönemde Osmanlı Devleti rahat ve huzurlu idi. Ancak Avrupa'da yeni oluşumlar başlamıştı. Fransa büyüyor, İngiltere güçleniyordu.
II. Mustafa tahta geçtikten üçgün sonra Vezir-i Âzam'a Hatt-ı humayun göndererek; "Padişahların hangisi zevk-ü sefa ve rahata düşmüş ise tebaasının rahat yüzü görmediğini, babası zamanından kendi hükümdarlığı zamanına kadar gelen padişahların işteki ihmalleri sebebiyle düşmanların dört taraftan hücuma geçtiklerini, bundan dolayı eğlence ve rahatı kendisine haram edip, sefere gitmeye azmettiğini." bildirdi.
Defterdar Sarı Mehmed Paşa'nın ifadesine göre; o bunu yalnız Allah-u Teâlâ'nın "Kâfirlerle ve münâfıklarla savaş" emrini yerine getirmek için yapmıştı:
"Osmanoğulları'nın sürûru, adâlet, emniyet ve emân ikliminin şâhı şevketli Pâdişâh'ımız Sultân Mustafa Han Hazretleri, 1106 senesinde izzet ve nâmûs tahtı üzerine sa'âdetle cülûs buyurduklarında; 'Kâfirlerle ve münâfıklarla cihad et!'(Tevbe: 74) emr-i şerîfi üzere, ateş saçan kılıncının parıltısı ile küfr ve nifâk zulmetinin mahvına nihâyetsiz gayret buyurmuşdu." ("Zübde'-i Vekâyi'ât", s. 639.)
1695'te sefere çıktı. Lipve kalesini alarak Erdel ordusunu yendi. Lugos kalesini de aldı. Harbe bizzat kendisi de katıldı. 2. defa sefere çıktı ve Avusturya ordusunu yendi.
II. Mustafa sefere çıkan son Osmanlı hükümdarıdır. Ondan sonra gelenler hiçbir fiili kumandanlık vazifesi yapmamıştır.
Sultan Mahmûd Han, dîn-i İslâm'a içten ve dıştan yöneltilmek istenen küfür ve fesad ateşini söndürmek için gerçekten büyük çaba sarfediyor; cephede çarpışan askerlerine Allah ve Resul'ünün cihad hakkındaki emirlerini hatırlatıp, onları din uğrunda ve devlet-i âliyye yolunda çarpışmaya teşvik ederek:
"Sen ki, hamiyyet-perver seraskerim Abdullah Paşa ve siz ki, onun mâiyyetine me'mur askerimsiniz. Cümleniz berhudâr olasınız! Zâtınızda mevcûd olan din gayreti îcâbınca kışa ve yağmura bakmayıp, Revân taraflarına sefere gayret edip vardığınız haberini işitdim. Cümleniz pâdişâhâne hayır duâma mazhar olmuşsunuzdur. Göreyim sizi! Gayret kuşağını kuşanıp, Kur'ân-ı Azîmüşşân'da buyurulan; 'Resul'üm! Müminleri savaş için coştur!' (Enfâl: 65) Âyet-i kerîme'si ve Peygamber'imiz Hazretleri'nin: 'Cennet kılıçların gölgesi altındadır.' Hadîs-i şerîf'leri mûcebince, Ashâb-ı kirâm'ın ve ehl-i sünnet'in düşmanlarının üzerlerine saldırıp, öyle mel'unları kahr-u perîşân edip, din uğrunda ve devlet-i aliyyem yolunda gayret ederek, Allah rızâsına ve Peygamber'imizin rızâsına muvâfık gazâ ve cihâda çokca kudret sarf eyliyesiniz. Hayır duâm sizinle biledir!" diyordu. (Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, H. 5 Receb 1147.)
Sultan Üçüncü Mustafa 41 yaşında tahta geçmiştir. Islahat hareketleriyle işe başlamış, ordunun ıslah edilmesi, yeni bir düzene girmesi ve yeni tekniklerin alınması gerektiğini savunmuş ve bu sahada çalışmalar yaparak, Tophane'yi ıslah etmek amacıyla Topçu Baren de Tot'dan istifade ederek yeni toplar döktürmüştür.
Çanakkale ve İstanbul boğazlarını tahkim ettirmiştir. Çok faal olan III. Mustafa çok tasarrufu seven ve o dönemde hazineyi dolduran padişahtır.
III. Mustafa Rus savaşından sonra kahrından öldü.
Polonya için girilen savaşta, Kırım gibi önemli bir bölge elden gitmiş, tarihte ilk defa tazminat ödemek zorunda kalınmış, Osmanlı devleti çöküşe doğru yönelmiştir. Onun ölümüyle yerine I. Abdülhamid geçmiştir.
Son derece İslâm'a bağlı temiz kalpli Allah'ın veli bir kulu idi. Mütevazi, alçak gönüllü muhterem bir insandı. Şâir bir padişahtı. Resulullah Aleyhisselâm'a yazdığı "Efendim, Yâ Resulellâh! Tut elimden..." diye başlayan "Hücre Kasidesi"nin Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in kabr-i şerif'inin iç duvarlarında yazılı olduğu rivayet edilir.
I. Abdülhamid hemen ıslahata koyuldu. Merkez kalem teşkilatı ıslah edildi. Hızlı topçu birlikleri kuruldu. Hudut kaleleri tamir edildi. Yeniçeri ocağı yabancılardan temizlendi. Çok güzel toplar döküldü ve topçu birlikleri oluşturuldu. Avrupa'dan Fransa'dan eğitimciler getirildi.
Çeşme'de yanan Osmanlı donanmasının yerine yeni donanma yapmak maksadıyla yeni bir mühendishane kuruldu. Fransız usulü yeni gemiler yapıldı.
Sultan Birinci Abdülhamid Han Osmanlı Devleti'nin içinde yaşadığı hâlde, küffarla gizli-kapaklı görüşmeler yapan ve hıristiyan tebaaya el altından isyan tohumları ekmeye kalkışan Fener Rum patriğine, şu tehdîdinin kesin olarak iletilmesini emir buyurmuştu:
"Hâtır-ı hümâyûnuma gelen, rum patrîkine şu mutlakâ tenbîh olsa ki:
'Eğer sizden râ'iyyeti (gözetilmeyi) kabûl eden re'âyâdan (gözetim altındakilerden) birisi kefere tarafına gider ise, evvelâ seni kilise kapısına asar ve sonra o re'âyâ semtinin papası(nı) îdam ve o re'âyâ elimize girer ise beraberindekiler ile beraber katl olunur ve kiliseniz yerle bir olunur!'" (Başbakanlık Osmanlı Arşivi, A., nr.: 177)
Ruslar'la yapılan savaş süresince gözüne günlerce uyku girmeyen Sultan Birinci Abdülhamid, Özi kalesinin düştüğünü haber alınca o kadar üzülmüştü ki birkaç gün sonra ansızın rahatsızlanarak rûhunu Hakk'a teslim etti.
III. Selim Osmanlı Devleti'nde ilk defa köklü ıslahat hareketlerine başlayan ve devletin kötü gidişini düzeltmek için çalışan padişahtır.
Bu dönemde ordu bir hayli bozulmuştu. Askerler savaşlarda harbetmiyorlardı. Teknik eğitim yoktu.
Bozulmuş olan asker ocağını düzeltmek ve sistemli bir askeri teşkilat kurmak istiyordu.
Yeni ve sistemli bir ordu kuruldu. 12 bin kişiden oluşan bu ordu Nizam-ı Cedid adını aldı. Fakat bu ordu yine Yeniçeri ocağına bağlı idi. Zira Yeniçeri ocağı Osmanlı'da çok büyük bir kuvvetti.
Tophane, tersane ve mühendishaneler düzenlendi. Yeni toplar döküldü.
Yeni hazine kurularak, yeni kurulmuş ordunun giderleri temin edildi.
Nizam-ı Cedid ise düzenli bir ordu idi. Mısır seferinde başarı kazanmasıyla, Rumeli'de de böyle bir teşkilat kurulmasını gündeme getirdi. Fakat bu durumu Yeniçeri ordusu kabullenmedi. Kabakçı Mustafa adında birisinin önderliğinde yeniçeriler ayaklandı. Şeyhülislâm da bu harekete destek verince tahttan indirildi.
Sultan III. Selîm Hân, Osmanlı otoritesini tek başına yeniden ihyâ etmeye kendisini adayan, ancak halkın ve devlet adamlarının çoğu zaman tepkisiyle karşılaşan iyi niyetli ve basîretli büyük bir Sultan olarak târihe geçmiştir.
II. Mahmud tahta geçtiğinde, devlet tam bir karışıklık ve anarşi ortamı içindeydi.
Osmanlı ordusu müdafa savaşları yaptığı halde yeniliyordu. Asker bozuk, talimsiz ve disiplinsizdi.
1798'de Fransa'da başlayan ihtilal Avrupa'da milliyetçilik hareketlerinin filizlenmesine sebep oldu. Napolyon önce Yunanlılar'ı, daha sonra Mısırlılar'ı isyana teşvik etti. Ruslar da Sırplar'ı Osmanlılar'ın aleyhine isyana teşvik ediyor ve destekliyorlardı.
Devlete bağlı olan bu milletler, çok rahat ve huzurlu yaşamalarına rağmen; Fransa, Rusya ve Avusturya'nın kırşkırtmasıyla isyan ettiler.
Islah hareketlerine karşı çıkan Yeniçeriler 1826'da isyan etti. Yıllardır Osmanlı devletini kemiren, savaşlardan kaçan, devletin idaresinde tehdit olan her türlü yolsuzluğun dönmeye başladığı yeniçeri ocağı halkın da desteğiyle lağvedildi. Bu hadiseye ise Vak'ay-ı Hayriye denildi. (1826)
Bu sırada savaşlar da devam ediyor, ordusuz devlet hergün biraz daha fazla kayıp veriyordu. Avrupa'dan subaylar getirildi. Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye adında yeni bir ordu kuruldu. Fakat savaşlar sebebiyle bu ordu tam teşkilatlanamadı.
II. Mahmud bazı değişikliklerde bulundu. Toprak yazımı, nüfus sayımı yapıldı, mülk yazımı yapıldı. Posta teşkilatı Avrupa tarzında yenilendi. Asker ve memurlar için fes kabul edildi. Valiler merkeze bağlandı. Memurların tayin ve terfileri yeni esaslara göre düzenlendi. Yeni okullar açıldı, ilk öğretim mecburi kılındı. Memur yetiştirmek üzere yeni okullar, rüştiyeler, subay yetiştirmek için Mekteb-i Harbiye, tıphaneler açıldı.
Resûlullah Aleyhisselâm'ın türbe-i şeîrf'lerine koydurmak üzere büyük bir şamdan yaptırmış, ataları gibi onu öven fevkalâde güzel şiirler yazmıştır. Kadîm Osmanlı saray ve teşrifat geleneği ondan sonra değişmiştir.
II. Abdülhamid son derece zeki ve kuvvetli bir hafızaya sahipti. Hususi hayatında çok intizamlı, çok çalışkan, güçlü bir iradesi vardı. İffet, haysiyet vekar ve namus timsaliydi. İslâm için çok kuvvetli azim ve gayretle çalışıyordu. Tasarrufu seven, devlet borçlarını azaltan bir padişahtır. Devletler arasındaki muvazeneden azami derecede istifade etmiş, Balkanlı küçük devletlerin Osmanlı devletine karşı bir ittifak yapmalarına da mani olmuştur.
Müslümanların halifesi olarak İslâm siyasetini en güzel bir şekilde uygulamaya ve ümmet-i Muhammed'in dağılmasını, parçalanmasını, bölünmesini engellemeye çalışmıştır. Avrupalı devletlerin baskısına rağmen, yahudileri Kudüs'e sokmamıştır.
Şaşırtıcı derecede çalışkan ve enerji sahibi, ibadetine son derece dikkat eden ve takvâyı tercih eden bir padişahtı.
Sultan İkinci Abdülhamîd Han Osmanlı Devleti'nin yıkılmaya yüz tuttuğu bir dönemde pâdişah olmuştu. Tüm Osmanlı târihinin yetiştirdiği en büyük pâdişahlardan birisidir.
Onun döneminde siyonist lider Theodor Hertzl, pâdişâhın huzûruna beş kez elçi göndererek; yahudilerin Filistin'den toprak almalarına izin verdiği taktirde, Osmanlı Devleti'nin bütün dış borçlarını kapatmayı, hattâ beraberinde küllî bir miktar da para yardımında bulunmayı teklîf etmişti.
Sultan şiddetli bir cevap verdi:
"Ben onlara bir karış dahî toprak vermem! Zira bu vatan bana değil, Osmanlı milleti'ne aittir! Benim milletim bu vatanı kanlarını dökerek kazanmışlardır. O bizden ayrılıp uzaklaşmadan, tekrar kanlarımızla örteriz!... Bu ülke ancak bizim cesedlerimiz parçalanarak taksîm edilebilir. Ben canlı bir beden üzerinde ameliyat yapılmasına aslâ müsaade etmem!.." diyerek, siyonist heyetini huzûrundan kovdu. (Yaşar Kutluay, "Türkiye ve Siyonizm", s. 108.)
•
Sultan Abdülhamid Han tahttan indirildikten sonra Birinci Dünya Savaşı'nın karanlık günlerine şâhid olmuş; Selânik'te kendisine tahsis edilen Alâtini Köşkü'nde otururken, aldığı felâket haberleriyle günden güne sararıp solmuştu.
Vatanperver pâdişah "Hâtırât"ında, yaşadığı bu felâket anlarından birini şöyle anlatır:
"Allah-u Teâlâ bana bu günleri göstereceğine keşke canımı alsaydı! Seccâdeyi serdim, namaza durdum. Gözlerimden sel gibi gözyaşı akıyordu. Tâ sabaha kadar secdeden başımı kaldırmadım; 'Yâ Rabb'i! Sen devletimi eşkıyânın şerrinden koru! Yâ Rabb'i, Sen'den başka mesnedimiz kalmamıştır! Yâ Rabb'i, ne olur bana başka felâket gösterme! Dîn-i mübîn-i İslâm'ı küffar elinde kahrolmakdan ancak sen kurtarabilirsin!' diye yalvarıyordum." ("Sultan Abdülhamid'in Hâtırâ Deffteri", s. 137.)
Son Osmanlı pâdişâhı VI. Mehmed Vâhideddin'den önce tahta çıkan Sultan V. Mehmed Reşad Han, Birinci Dünya Savaşı öncesi küffarla çarpışmak üzere cepheye gitmek için yola çıkan asker evlâtlarına, "Cihâd-ı ekber" metninden sonra okunmak üzere şu mânidar fermânı yollamıştı:
"Kahraman askerlerim!..
Din-i mübîn'imize, vatan-ı azîz'imize kasteden düşmanlara açtığımız bu mübârek gazâ ve cihad yolunda bir an azîm ve sebâttan, fedakârlıktan ayrılmayınız! Düşmana arslanlar gibi savlet ediniz! Zira hem devletimizin, hem fetvâ-yı şerîfe ile cihad-ı ekbere dâvet ettiğim üçyüz milyon ehl-i İslâm'ın hayât-ı bekâsı sizlerin muzafferiyyetinize bağlıdır. Mescidlerde, Kâbetullâh'ta Huzûr-u Rabbü'l-âlemîn'e kemâl-i gayret ve huşû ile yönelmiş üç yüz milyon ma'sûm ve mazlûm mü'minin kalbinin duâ ve temennileri sizinle beraberdir.
Asker evlâdlarım!..
Bugün üzerinize yüklenen vazîfe şimdiye kadar dünyada hiçbir orduya nasîb olmamışdır. Bu vazifeyi ifâ ederken bir vakitler dünyayı titretmiş olan Osmanlı ordularının hayırlı halefleri olduğunuzu gösteriniz ki, din ve devlet düşmanları, bir daha mukaddes topraklarımıza ayak atmağa, Peygamber Aleyhisselâm'ın nûrlu kabir yerini ihtivâ eden mübârek Hicaz arâzîsinde istirâhatini ihlâle cür'et edemesin!
Dinini, vatanını, asker nâmusunu silâhı ile müdâfaa etmeyi, Pâdişah'ı uğrunda ölümü göze almayı bilir bir Osmanlı ordu ve donanması mevcûd olduğunu düşmanlara te'sir edecek bir sûretde gösteriniz!..
Hakk ve adâlet bizde, zulüm ve kötülük düşmanlarımızda olduğundan, düşmanlarımızı kahretmek için Cenâb-ı Âdil-i Mutlak'ın Samedânî inâyeti ve Peygamber-i Zîşân'ımızın ma'nevî imdâdı bize yâr-u yâver olacağında şüphe yokdur. Bu cihaddan mâzîsinin zarârlarını telâfî eden şanlı ve kuvvetli bir devlet olarak çıkacağımıza emînim. Şehîdlerimiz şühedâ-yı sâlifeye (geçmişteki şehidlere) zafer müjdesi götürsün; sağ kalanlarımızın ise gazâsı mübârek, kılıcı keskin olsun!.."
Sultan V. Mehmed Reşad Hân Osmanlı ordusunun Çanakkale'de muhteşem bir zafer kazanması üzerine şu şiiri kaleme almıştı:
Savlet etmişdi Çanakkale'ye bahr-ü berrden
Ehl-i İslâm'ın iki hasm-ı kâvîsi birden
Lâkin, imdâd-ı İlâhî yetişip ordumuza
Oldu her bir neferi kal'a-i pûlâd-beden
Asker evlâdlarımın pîşgeh-i azminde
Aczini eyledi idrâk nihayet düşmen
Kadr-ü haysiyyeti pâymâl olarak etdi firar
Kalb-i İslâm'a nüfûz eylemeğe gelmiş iken
Kapanıp secde-i şükrâna Reşâd eyle du'â,
Mülk-i İslâm'ı Hüdâ eyleye dâ'im me'men!
("İki kuvvetli düşman, ehl-i İslâm'a karşı birleşip, Çanakkale'ye karadan ve denizden hücum etmişti.
Şükür ki Allah'ın yardımı ordumuza yetişip, her bir nefer çelik bedenli bir kale kesildi.
Asker evlâtlarımın azmi karşısında, düşman nihayet diz çöküp âciz kaldığını idrâk etti.
İslam'ın kalbine hançer saplamaya gelmişken, şeref ve haysiyetini pây-mâl ettirip gitti.
Ey Reşad! Şükür secdesine kapanıp du'â eyle, çünkü Hüdâ İslam mülküne dâimâ emniyet verdi!"). (Ahmed Refik, "Pâdişahlarımızda Din Gayreti, Vatan Muhabbeti", s. 23-25. bas.:İstanbul, 1332.)
•
Hülâsa-i kelâm; Osmanlı hânedânı Şer'î ve örfî hukuka dayanan siyâset ve devlet geleneğinin güçlü birer temsilcisi olarak, yalnız İslâm siyâsî târihine değil, dünya siyâsî tarihine damgalarını vurmuşlar; aralarındaki adâlet, şefkat ve merhametiyle meşhur mümtaz ve müstesnâ sîmâlar aracılığıyla devlet idâresi ve halkın yönetimi konusunda kendilerinden sonra gelenlere büyük birer numune olmuşlardır.
Küffarla gazâ konusunda bir an olsun boşluk bırakmamışlar, vatan topraklarını genişletmekte gevşek davranmamışlardır. Gittikleri yerlere huzur ve adâlet götürmüşler, Allah-u Teâlâ'nın nûrunu ve adâletini cihânın dört bir köşesine yaymışlardır.
Onların bu seçkin tıynetlerini ve cihân târihine damgasını vuran hasletlerini çekemeyenler, dîn-i mübîn'e olan garaz ve düşmanlıklarının da tesiriyle, onları çeşitli bahânelerle dillerine dolamaktan çekinmeseler de; yukarıda zikredilen güzel hasletleri ve ümmet-i Muhammed'in gönüllerinde bıraktıkları eşsiz hâtırâları ile, taassuba sapmayan vicdan sâhipleri tarafından kıyâmete kadar dâimâ hayır ve rahmetle anılacaklardır.
Rabb'imiz Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri cümlesinden razı olsun inşaallah-u Teâlâ.
Osmanlı İmparatorluğu gerçekten çok büyük bir devletti. Yüzlerce yıl dünyanın tek süper gücü olarak hüküm sürdü. O günkü teknolojik imkânsızlıklara rağmen hemen bütün dünyaya nüfuzu uzanıyordu. Osmanlı toprağı olmayan ülkeler, krallar Osmanlı'dan yardım istiyor, Osmanlı'nın nüfuzu karşısında boyun eğiyordu.
Osmanlı İmparatorluğu aynı zamanda tarih boyu kurulmuş İslâm devletleri arasında müslümanların en çok teveccüh gösterdiği en çok muhabbet ve hayranlık beslediği devlet olmuştu. Çünkü Osmanlılar yüzlerce yıl küfre karşı İslâm'ı, Haçlılara karşı müslümanların imanını, kanını, canını ve namusunu korudular. Onlar İslâm ülkelerinde yayılıp sefahat sürmek yerine sırf Allah rızası için zor yola girdiler. Devrin en büyük hıristiyan devletlerine karşı tek başlarına mücadele ettiler. Avrupalı hıristiyan ülkeler çok zaman kuvvetlerini birleştirerek Haçlı ruhu ile Osmanlı'ya savaş açtı. Hiç şüphe olmasın Osmanlı bakiyesi Türkiye'ye karşı hâlâ aynı duyguyu besliyorlar. Çünkü Osmanlı korkusu onların yüreklerine öyle derin bir iz bıraktı ki, Osmanlı tekrar canlanır korkusu yaşıyorlar. Nitekim Türkiye'nin son 40 yıldır Avrupa kaynaklı yaşadığı sıkıntıların başlangıç noktası Kıbrıs Harekâtı olmuştur.
Biz nasıl bir mirasın üzerinde oturduğumuzun farkında değiliz. Farkında olmadığımız için meydanı boş bulanlar işte böyle filim-dizi-bilim kisvesi altında kin kusuyor, asliyetini sergiliyor.
Bugün Osmanlı İmparatorluğu'nun nüfuzunun uzandığı bütün bölgeler hesap edildiğinde bu topraklarda 60'ın üzerinde devlet vardır.
Osmanlılar devrini tamamladı, imtihanını verdi. Tarih sahnesinde iyi bir ün bıraktıkları gibi, Allah indinde makbul birçok hayırlı iş ve amelleri ile de hayırla yad edilmeyi ziyadesiyle hakettiler.
Ancak onlardan sonra devir bozuldu, seyyiat zamanı başladı, bu kısa zamanda birçok kıyamet alâmeti zuhur etti.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri ahir zamandaki seyyiat zamanının Osmanlılar'dan sonra başladığını duyurmakla hem bizleri ikaz ediyor, hem de içinde bulunduğumuz durumu iman ve izan sahiplerine duyurmaya çalışıyordu:
"Osmanlı'dan sonra seyyiat zamanı başladı, fakat veliler mevcuttu. Resulullah Efendimiz buyuruyor ki:
"Allah yer ehline azap etmeyi murat ettiğinde onlara nazar eder de, azabı derhal onlardan geri çevirir." (el-Vesaya li-İbnü'l-Arabi)
•
"Velileri kaldığından sonraki afata dikkat et. Bizi Cenab-ı Hakk öne sürmüştür. Hakim-i Tirmizi(ks) Hazretleri de şöyle buyuruyor: 'O kıyamet zamanında Kelimatullah-i İlahi'yi ondan başka müdafaa edecek kimse yoktur.'"
•
"Osmanlı'dan sonra devir değişti, seyyiat zamanı geldi. Allah-u Teala ve Tekaddes Hazretleri'nin veli kulları mevcut olduğu için ibtilalar iniyor kalkıyor, iniyor kalkıyor, iniyor kalkıyor. Ne zaman tehlike var? Velileri kaldırdığı zaman."
•
"Bunlar her şeyin başlangıcı. Salladığı zaman dünya sallanacak.
Bizim duamız hep başkaları için. Şöyle düşündüm; kafirler yüzlerce sene evvel milletin imanını nasıl aldılar? Vakta ki Osmanlılar yok oldu, artık onların zemini geldi, küfrün yayılmasına vesile oldu ve küfür alabildiğine yürüdü, her şey değişti. Lakin buna rağmen Hazreti Allah'ın veli kulları mevcut. Veli kulların sayesinde Allah-u Teala bu milleti, bu devleti dilediği kadar muhafaza ediyor. İyi, kötü, iyi, kötü bu veliler sayesinde Allah-u Teala dilediği gibi yürütüyor.
Velinin sonu kesildiği zaman ateş başlıyor. Öyle bir ateş ki! Nasıl tarif edeyim? Çöplük süpürülür ya, bu imansız, inançsız insanlar gidecek. Bunun ardı kesilmeyecek. Gide, gide, gide, Hazret-i Mehdi çıkar, İsa Aleyhisselâm çıkar, Deccal çıkar. Bunlar hep temizleme. Çinliler çıkar. Çinliler de temizlendikten sonra zaten dünyada artık et kalır. Mülk'ün sahibi sahibimiz bizim.
Ateşi veliler sayesinde kaldırıyor. Velileri kaldırdığı zaman kim kaldıracak? Çünkü onların yüzü suyu hürmetine indireceği azaptan vazgeçiyor. Velileri kaldırdığı zaman kim kaldıracak?"