Türkiye'nin iç ve dış gündemini bugünlerde Suriye meselesi ziyadesiyle işgal ediyor.
Ne yapılması gerektiğine dair yaşanan kafa karışıklığı bir tarafa, dikkat edilirse "Türk dış politikası" son zamanlarda hiç yaşamadığı eleştirileri almaya başladı.
Türkiye'nin sadece Suriye ile değil, Irak, İran, Rusya gibi komşuları ile de arası bozuldu. Durum kritikleşti.
Amerika, NATO, İsrail; Esad yönetiminin gitmesini sadece lafta istedikleri için, Rusya, iran gibi ülkelerle de adeta hasım haline geldiğimiz için zor duruma düştük. Düştü düşecek bir vaziyetteki Esad ve şürekası İsrail ve NATO'nun örtülü, İran ve Rusya'nın aşikâr desteği ile cesaret kazandı. Türkiye de "Vururum, mahvederim." derken "Ama NATO da vurursa!" ilavesini eklemeye başladı.
Buralara düşmeye "Füze Kalkanı"nı kabul etmekle başladık.
"Amerikancı Türkiye" imajı yeniden hortladı.
Bu duruma neden ve nereden düştük?
Türk dış politikasının çıktığı ve düştüğü yerde ne Suriye var, ne İran var, ne Rusya var, ne Ortadoğu var, ne Doğu Avrupa var, ne Asya var, ne Afrika var, ne Latin Amerika var. Japonya ve Çin de yok. Orada ABD ve Batı var. Türkiye'nin 150-200 yıllık Batıcılık ve bağımsızlık arasında gidip gelen, inip çıkan, yalpalayan tavrı var.
Dikkat ederseniz Es'ad gibi bir zalime küresel boyutta değişik ülkeler tarafından verilen desteğin en büyük sebebi "Amerikan karşıtlığı"dır. Türkiye'nin imajını yükselten ve düşüren, dostunu-düşmanını arttıran ya da çoğaltan da budur.
Niye böyledir?.. Şunu unutmamak lâzımdır; halk kitlelerini memnun eden, adaletle iş gören hoşnutluk ödülünü alır; halk kitlelerini zulümle, sinsilikle sömüren, adalet kelimesini menfaatine siper edenlerin ödülü ise buğz ve bedduadır.
İşte Amerika ikinci ödülü ziyadesiyle haketmiş, almış bir ülkedir. Amerika, Batılı sömürgeciliğin; askerî, kültürel, siyasal, ekonomik zulüm ve soykırımın günümüzdeki mücessem temsilcisidir. Bugün Afrika'da "Beyaz insan"; tiksinilen, sevilmeyen bir imgedir. Beyaz Adam, Afrika'daki birçok ülkenin kırsal kesimine korumasız gidemez, Güney Afrika gibi ülkelerde yaldızlı köşklerinin, tel örgülerle çevrilmiş ışıltılı şehirlerinin dışına çıkamaz.
Diğer mühim bir husus; Amerika aynı zamanda hak ve hakikata, İslâm'a, Hazret-i Allah'a hasım kesilmiş bir zihniyetin ev sahibidir. Gizli mahfillerinde alınan kararlarında, icrasına karar verilen planlarında, harp okullarındaki eğitimlerinde, askerlerinin marşlarında bunları görürsünüz. Amerika Devleti'nin bakanlarından, bakanlık sözcülerinden hoşumuza giden kelimeleri duyarsınız ancak icraatta İslâm'a ve tabii olarak Türkiye'ye bir düşmanlık görürsünüz. Türkiye'nin lehine gibi görünen icraatlarına aldanmamak lâzımdır.
Bu sözleri "Amerikan düşmanlığı"nı ideoloji haline getiren ve gönlü kin ve nefret işgaline uğramış bir kimse olarak yazmıyoruz. Bilâkis "İslâm düşmanlığı"nı ideoloji haline getiren ve gönlü kin ve nefret işgaline uğramış küffarı tanıtmaya çalışıyoruz.
Daha doğrusu Hazret-i Allah bize onları tanıtmış, biz de hatırlatıyoruz:
"Sen onların dinine uymadıkça ne yahudiler ne de hıristiyanlar senden aslâ hoşnut olmazlar." (Bakara: 120)
"Sen kendileriyle andlaşma yaptığın hâlde, onlar her defasında hiç çekinmeden andlaşmalarını bozarlar." (Enfâl: 56)
"İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima hâinlik görürsün." (Mâide: 13)
"Onlar yeryüzünde durmadan fesat çıkarmaya koşarlar." (Mâide: 64)
"İnsanlar içerisinde müminlere en şiddetli düşman olarak yahudileri bulursun." (Mâide: 82)
Ülke olarak bütün bu bocalamalar bu hakikate teslim olmayışımızdan, yıllardır yediğimiz onca kazığa rağmen küffarı hoş görmemizden, kendi zannımızla hareket etmeye kalkmamızdan kaynaklanıyor.
Batı mahfillerinden "Türkiye'nin ekseni değişiyor." eleştirileri gelince "Türkiye kendi eksenine oturuyor." diye cevap yetiştiriyorduk. Ancak ne olduysa eksenimiz yeniden Amerika tarafına kaydı.
"Biz Osmanlı'nın varisiyiz." diye ortalıkta arz-ı endam etmeden önce bağımsızlığımızı elimize almamız, Amerikan ve Batı ekseninden sıyrılmamız lâzım. İşin özü buradadır. Bunu yaparken usturuplu bir yol izleyebilirsiniz, zamana yayıp düşmanlıkları üzerinize çekmekten kaçınabilirsiniz. Elbet bir yol bulursunuz ancak niyetiniz ve kararınız bu olması gerekir. Yoksa "Füze kalkanı"nı Malatya'ya koyduktan sonra "Bu İran'a karşı değil, Rusya'ya karşı değil." demenin bir kıymet-i harbiyesi yoktur.
Suriye meselesinde bunun acısı ziyadesiyle çıktı, çıkıyor. İran ve Rusya'nın itimadını kaybettiğimiz için Suriye'de bize karşı şiddetli bir direnişe destek veriyorlar. Suriye'deki ve etrafındaki -Lübnan gibi ülkelerdeki- muhalefet de Amerikan -dolayısı ile İsrail- parmağı algısı sebebiyle ona göre şiddetli oluyor. Bu duruma düşmemiş olsaydık, Suriye'de daha az maliyetli bir dönüşüme önayak olabilirdik.
Kıbrıs Savaşı ve PKK terörü sürecinde müttefik zannettiği ülkelerden kazık yiyen, dost zannettiği ülkelerden sinsi bir düşmanlık gören Türkiye'nin yönetici eliti 90'lı yılların sonlarından itibaren Amerika ve İsrail ikilisine karşı tavır geliştirmeye başlamıştı. Ancak "Kartel medyası" tabir edilen basının da etkisi ile bu tavır hem sönük kaldı, hem de dışarıya yansımadı. Irak Savaşı ve tezkere sürprizi ile başlayan dönemde toy ve pervasız W. Bush'un da katkısıyla bu süreç aşikâr bir hâl aldı.
Amerika'da 2005'li yıllarda "Türkiye'yi kim kaybetti?" tartışmaları yapılmaya başlanmıştı.
2005 yılı Mart ayında yayınlanan "Türkiye'yi Kim Kaybetti" başlıklı yazımızda Robert L. Pollock'ın o tarihte Wall Street Journal'de yayınlanan bir yazısını irdelerken şunları yazmıştık:
"(Pollock) yazısına birkaç yıl evvel katıldığı bir sergideki Amerikan aleyhtarı çizimleri tasvir ile başladıktan sonra aynen şu ifadeyi kullanmıştı: "Bu sergi, ABD'de 'Türkiye'yi kim kaybetti' sorusu üzerinde son dönemde kopan fırtınalı tartışmalar vesilesiyle geldi aklıma."
Pollock'un bu cümlesinde bizim açımızdan çok önemli iki tesbit var: Birincisi; "Türkiye'yi kim kaybetti?". Yani demek ki Türkiye ABD açısından artık kaybedilmiş bir ülke. İkincisi; "Fırtınalı tartışmalar". Bu kelime de birincisi kadar önemli. Zira hem Türkiye'yi kaybetmenin ABD açısından ne kadar büyük bir kayıp olduğuna vurgu yapıyor, hem de bu kayba sebep olan kişi ve politikaların hararetle sorgulandığına işaret ediyor." (Hakikat, Mart 2005, s. 38)
Kasım 2009 tarihli dergimizde de "Türkiye "Batı"ya Muhalefeti Nispetinde Yükseliyor" başlıklı bir yazı kaleme almış ve şunları söylemiştik:
"Dikkat ederseniz, Türkiye bugünkü itibarlı konumunu hesapta olmayan, hesaplı olmayan muhalefetlerine borçlu. Birincisi TBMM'nin Amerika'nın Irak'a saldırı için Türk topraklarını kullanması için hazırlanan tezkereyi reddettiği tarihi kararı, ikincisi İsrail'e olan muhalefeti ve sert çıkışı.
Bu tarihi dönemeçlerden önce Türkiye'nin yeryüzündeki imajı "Amerika'nın peyki, İsrail'in oyuncağı" diye özetlenebilecek kadar kötü bir durumdaydı.
Amerika ve İsrail de böyle düşünüyordu herhalde ki, öyle pervasız hareket ettiler ki bizi muhalefete mecbur bıraktılar. İyi de oldu." (Hakikat, Kasım 2009, s. 39)
2003 yılında tezkere reddedildiği zaman bütün dünya bize teveccüh göstermişti. Nisan 2003 tarihli dergimizde de Türkiye'de "Simyacı" isimli kitabıyla tanınan Paulo Coelho'nun www.opendemocracy. net'de yayınlanan Bush'a açık mektubundan alıntı yapmıştık:
"Çok teşekkürler büyük lider George W. Bush.
…size müteşekkir olmamın tek sebebi bu değil.
…Türk halkının ve parlamentosunun 26 milyar dolar için bile satılık olmadığını herkese gösterdiğiniz için teşekkür ederim.
…Bu yüzyılda şu ana kadar pek az kişinin başarabildiği bir şeyi yaptığınız için teşekkür ederim: Tüm kıtalardan milyonlarca insanı -sizinkine karşı da olsa- aynı fikir için mücadele etmek üzere biraraya getirdiniz." (Hakikat, Nisan 2003, s. 39)
Binaenaleyh Amerikan ekseninden çıkan Türkiye büyük bir teveccühe ve sempatiye garkolmuştu.
Bugün tam tersi yaşanıyor.
Siz ne kadar "Hak ve hakkaniyet için uğraşıyoruz." derseniz deyin, Amerika ile işbirliği yapan bir ülke iseniz bu söze kimse inanmıyor. Gerçekten böyle olsa bile inanmıyor. ABD'den dünya halkları, dünya ülkeleri bu kadar ikrah etmiş durumda. Daha da ikrah edecek.
Bütün hatalar ve tökezlemeler buradan çıkıyor.