"Dikkat edilirse her iki derece arasında da farklılık vardır. Şu halde ona aynı zamanda, ilâhî bir müjde neden tahsis edilmiş olmasın?
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-den rivayet edildiğine göre şöyle buyurmuştur:
"Cennetler yüz derecedir. Onun en yükseği semâdan Arş'a kadar uzanır. En yakını ise Firdevs'tir ki, o cennetin kavşağıdır."
Bir Hadis-i şerif'te de şöyle buyurulmuştur:
"Şüphesiz ki Adn cenneti Rûm'a kadar uzanır. Firdevs'ler ise Arab'ın ortasındadır."
"Firdevs ve Adn Rahmân'ın yurtlarıdır. Adn'i kendi eliyle günyüzüne çıkarmış, bizzat kendi kudret eliyle yaratmıştır. Onun özü, cennet ehli için, içinde birtakım zerâif ve hediyeler bulunan Naîm cenneti'nin kaynağıdır. Bu cennetlerin şehri ise Adn'dir. Adn de, içinde Vesîle derecesini bulunduran, Rahmân'ın bir köşküdür. İkisinin arasında herhangi bir şey yoktur."
Her derece âmellerine göre ehli arasında taksim edilir. Dolayısıyla onların âmelleri çok, cennetten nasipleri de oldukça boldur. Şu kadar var ki, dereceler hususundaki yükseklik de iman akdinin sıhhati, safveti ve hâlisliği nispetindedir. Bu da, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in Muâz bin Cebel -radiyallahu anh-e söylediği şeyle tahakkuk etmiştir.
Ömer bin Ebî Ömer el-Afîr el-Mısrî'nin Abdullah bin Ukbe'den -ki o İbn-i Hey'e'dir-; onun Hâlid bin Ebî İmrân'dan, onun Ebî Ayyâş el-Muâfirî'den, onun da Muâz bin Cebel -radiyallahu anh-den bize bildirdiğine göre, o bununla ilgili olarak şöyle söylemiştir:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- beni Yemen'e göndereceği vakit: 'Bana bir tavsiyede bulun yâ Resulellah!' dedim; 'Dinini hâlis kıl, az bir âmelle iktifâ et!' buyurdu."
Onlar, hem kendilerine farz kılınanlara gösterdikleri devamlılık nispetinde âmellerini tam ve eksiksiz olarak yerine getirirler; hem de O'nun çizdiği ve O'nun yasak kıldığı ilâhî hudutlara göre âzâlarını korurlar. Bu kalplerdeki şey bu nefislerden zuhur ettiği için; bu onların, O'nun hükümleriyle büyük ve küçük, çok ve az, sevimli ve çirkin hallerin sarfına göre, ne şekilde imtihana çekildiklerini de bildirir. Zirâ onların hepsi, Allah'a imanın kalbindeki sınırlarını buna göre izhâr edecektir.
•
Âdemoğlunda mevcut bulunan hasletlerin yedisi; şehvet, gazap, rağbet, korku, şek, şirk ve dünya sevgisidir. Bize göre bu şeylerle donanmış olan nefisler, kulun kalbindeki imânı yakıp kül eder ve kalp artık onlarla vasıflanıp her şeyi tutuşturmuş olur.
Onun içinde nefsin şehvetlerinden ne ki varsa, tümüyle zevâl buluncaya kadar kalbin tasfiyesini çoğaltıp; onu şiddetli bir biçimde yakıp eritecek olan o marifet nûru da birdir. Bu hasletler ise; içinde toprak cinsinden ne ki varsa tümüyle ondan giderilinceye kadar her yanı kuvvetli bir ateş olan ve onun erimesi için gerekli olan en şiddetli harâret kendisinde bulunan, gümüşten bir cevher gibidir. Tekrar sâfiyetiyle kalıncaya, basılmak için düzeltilinceye, peynir kıvâmına gelip bükülebilir oluncaya ve bezemede kullanılıncaya kadar erimeye ve sâfileştirilmeye devam eder. Bu ise ondaki kaplamanın kalabilmesi içindir. İşte kalp ve nefsin temsili budur.
Şu hâle göre nefis, göğüste toplanan ve onun içinde hüküm sürmesini sağlayan, bahsettiğimiz bu şeylerle iç içedir. Hepsini yakan, silip süpüren, ondaki bu şeyleri dağlayıp kül eden ve kendini açığa vurabilmek için onu gönlünden defeden îman ise kalbin içindedir..."