Muhterem Okuyucularımız;
Küffar, İslâmiyetin doğmasından itibaren müslümanlara kin ve nefretle bakmışlar, bu yüzden de haçlı seferleri adı altında yüzyıllar boyu İslâm beldelerine saldırmışlardır. Yaptıkları; zulüm, vahşet, barbarlık, katliam, soykırım...
Küffarın, âlemlere rahmet olan Resulullah Aleyhisselâm Efendimiz'e film, yazı ve karikatür yoluyla çirkin iftira ve yakıştırmalar yapmaları nasıl bir küfür içinde olduklarının en büyük delilidir.
İslâm'a ve müslümanlara düşmanlık sözkonusu olunca bu haçlılara gerek aşikâr gerek sinsice destek verenler de bu küfürde ortak ve onlarla bir ve beraberdir.
Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde: "Küfrün tek millet olduğunu" haber vermişlerdir.
Nitekim Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Kâfir olanlar birbirlerinin dostlarıdır." (Enfâl: 73)
"Şüphesiz ki kâfirler sizin apaçık bir düşmanınızdır." (Nisâ: 101)
Onlar küfür ve düşmanlık hususunda bir tek millettir.
Küffar İslâm dininden ve Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in manevî varlığından Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hayatta imiş gibi çekiniyor. Bu sebeple müslümanları yıkmak için ona olan sarsılmaz sevgi ve muhabbeti yıkmakla muvaffak olacağını hesap ediyor. Hem kininin icabı olarak hem de müslümanları yıkmak için ona hakaret etmekten, onun âli mertebesini ve emsalsiz hususiyetlerini karalamak için iftira atmaktan çekinmiyor. Gizli mahfillerde bu iş için büyük planlar çeviriyor, büyük paralar harcıyor.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Eğer onların güçleri yetse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler." (Bakara: 217)
Bu tarihte de böyleydi, bugün de böyledir.
Bu ilâhî buyruk, kâfirlerin müslümanlara düşmanlıkta ne kadar ileri gittiklerini, bâtıl inançlarında ne derece katı davrandıklarını, düşmanlıklarının sürekliliğini bildirmekte, müslümanları dinlerinden çeviremedikleri sürece bu savaşlara ara vermeyeceklerini beyan etmektedir. Güçleri yetse, bundan hiç de geri kalmazlar.
Küffar hem icraatını yapıyor, hem de husumeti üzerinden uzaklaştırmak için "Bu hakaret ve alçaklıkları üç-beş kendini bilmez yaptı." diyerek sıyrılmaya çalışıyor. Utanmadan "İfade özgürlüğü" adı altında Resulullah Aleyhisselâm'a hakarete devam etmelerinin önünü açıyor. Halbuki müslümanların haklarını kısıtlayan kanunları çıkartırken akıllarına ne "Demokrasi" geliyor, ne "İfade özgürlüğü".
Binaenaleyh küffar kinini, kendi içindeki pespayeliğini, murdarlığını bu gibi pis ve necis icraatlarıyla ortaya koyuyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde kâfirler hakkında şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir necis (pislik)tir." (Tevbe: 28)
Onlardan kaçınmak, uzak durmak ve onlarla olan dostluğu kaldırmak gerekir.
"Artık onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardır." (Tevbe: 95)
Allah-u Teâlâ hak ile bâtılı, iman ile küfrü kesin olarak ayırdığı gibi küfür ve bâtılı; "Kerih" "Murdar" ve "Pis" olarak vasıflandırmıştır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Birbirine hasım iki zümre." (Hacc: 19)
Buyuruyorken iman ile küfrü, hakikat ile dalâleti karıştıranlar, kâfirleri ve küfürlerini hoş görenler bu vebalin altından kalkamazlar.
Her namazda salât-ü selâm gönderdiğimiz, övdüğümüz Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-e kâfirler sövecek, alçakça tasvir edecek bunlar onları hoş görecek, özür dileyecek. Ne acı. İman sahibi bir kimseden bu sözler çıkmaz.
Bu iman küfür berzahıdır, hakikat dalâlet berzahıdır. Tevhid ve şirk mücadelesidir.
"Allah'a ve Peygamber'ine muhalefette bulunanlar, kendilerinden öncekilerin alçaltıldığı gibi alçaltılacaklardır. Halbuki biz apaçık âyetler indirmişizdir. Kâfirler için alçaltıcı bir azap vardır." (Mücâdele: 5)
"Allah'ın lâneti kâfirlerin üzerine olsun!" (Bakara: 89)
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Rabb'imiz Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri'nin sevgilisi, kulu, Resul'ü, âlemlerin yaratılış sebebi, kâinatın efendisi, peygamberler silsilesinin sonu, tüm peygamberlerin en üstünü, her iki cihanda rehberimiz, önderimiz, Hazret-i Muhammed Mustafa -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e, hıristiyan haçlılar ve yahudiler her fırsatta kin ve nefretlerinin birer nişanesi olarak haset ve kibirlerinden film, yazı ve karikatür yolu ile çok çirkin iftira ve yakıştırmalar yaptılar ve hâlen de buna her fırsatta devam etmektedirler.
İslâm dünyasını ayağa kaldıran bu çirkin filmin tek gayesi küfürleri ve düşmanlıkları gereği İslâm'ı küçük düşürmeye çalışmaktır.
Tüm Peygamber Efendilerimiz'i kabul edip bunu imanın şartlarından kılan İslâm dini her zaman üstün, her zaman galiptir.
Bozulmuş dinlerine sığınmaya çalışan, kendi elleriyle oluşturdukları sapkın ideolojilerine bağlanan bu gürûhlar ne kadar isteseler de, ellerinden geleni yapsalar da İslâm dini hep galip gelecektir.
"Kâfirler istemeseler de, Allah nurunu tamamlayacaktır." (Saff: 8)
Hıristiyan haçlıların, âlemlere rahmet olarak gönderilen Resulullah Aleyhisselâm Efendimiz'e film, yazı ve karikatür yoluyla çirkin iftira ve yakıştırmalar yapmaları nasıl bir küfür içinde olduklarının en büyük delilidir.
İslâm'a ve müslümanlara düşmanlık sözkonusu olunca bu haçlılara gerek aşikâr gerek sinsice destek veren yahudiler de bu küfürde ortak ve onlarla bir ve beraberdir.
Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde: "Küfrün tek millet olduğunu" haber vermişlerdir.
Nitekim Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Kâfir olanlar birbirlerinin dostlarıdır." (Enfâl: 73)
Onlar küfür ve düşmanlık hususunda bir tek millettir.
Allah-u Teâlâ hak ile bâtılı, iman ile küfrü kesin olarak ayırdığı gibi küfür ve bâtılı; "Kerih" "Murdar" ve "Pis" olarak vasıflandırmıştır.
İman ile küfür birbirine düşmandır, hasımdır. Biri nurdur; aydınlığa, hakikate, cennete götürür, diğeri nardır; karanlığa, dalâlete, cehenneme götürür.
Gerek ehl-i kitap olan yahudi ve hıristiyanlar, gerek müşrikler ve gerekse müslüman gibi görünerek müslümanlar arasında fitne çıkaran içteki münafıklar hep aynı tıynette ve vasıftadırlar. İslâm dininin ezelî ve ebedî düşmanıdırlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Şüphesiz ki kâfirler sizin apaçık bir düşmanınızdır." (Nisâ: 101)
Ehl-i küfür hiçbir zaman müslümanlara olan düşmanlıklarından vazgeçmezler.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Eğer onların güçleri yetse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler." (Bakara: 217)
Bu tarihte de böyleydi, bugün de böyledir.
Bu ilâhî buyruk, kâfirlerin müslümanlara düşmanlıkta ne kadar ileri gittiklerini, bâtıl inançlarında ne derece katı davrandıklarını, düşmanlıklarının sürekliliğini bildirmekte, müslümanları dinlerinden çeviremedikleri sürece bu savaşlara ara vermeyeceklerini beyan etmektedir. Güçleri yetse, bundan hiç de geri kalmazlar.
"Allah'ın lâneti kâfirlerin üzerine olsun!" (Bakara: 89)
Hıristiyan batı dünyası İslâmiyetin doğmasından itibaren müslümanlara kin ve nefretle bakmışlar, bu yüzden de haçlı seferleri adı altında yüzyıllar boyu İslâm beldelerine saldırmışlardır. Yaptıkları; zulüm, vahşet, barbarlık, katliam, soykırım...
1099 yılında Kudüs'e giren haçlılar büyük bir müslüman soykırımı yaptılar. Kadın, çocuk, ihtiyar ayırmadan bütün müslümanları öldürdüler. Sokaklarda kandan nehirler aktı. İspanya'da 800 yıl hüküm süren ve büyük bir medeniyet inşa ederek Avrupa'nın uyanışına sebep olan Endülüs Devleti'ni yıkan İspanyollar aynı soykırımı orada da uyguladılar. Kaçamayan ve zorla hıristiyanlaştırılmayı kabul etmeyen bütün müslümanlar katledildi. O muhteşem medeniyete ait bütün eserler tahrip edildi.
Osmanlı'nın son yıllarında ve özellikle 1. Dünya Savaşı'nda Balkanlar'da, Girit'te, Kırım'da, Kafkasya'da çok büyük katliamlar, sürgünler yaşandı. Milyonlarca müslüman katledildi. Bugünkü Avrupa medeniyetinin ortağı kabul edilen yahudiler Filistin'de aynı katliam ve soykırımı uyguladı, halen uyguluyor. Daha dün, Kıbrıs'ta Müslüman Türk'ün katledilmesine, Avrupa'nın göbeğinde Bosna'da, sırpların sergilediği vahşet ve soykırıma bütün Avrupa sessiz kaldı, memnun oldu. Yakın tarihte Irak'ta, Afganistan'da milyonlarca müslüman haçlı kini ile katledildi. Bugün aynı kin ile müslümanlara, bu memlekete zarar vermek için terörü, fitne ve fesadı destekliyor.
Binaenaleyh bu gördüğünüz karikatürler, bu gördüğünüz filimler küfrün necisliğini, murdarlığını, düşmanlığını gösteren birer alâmet olduğu gibi, aynı zamanda küffarın İslâm dünyasını ve müslümanların imanını yıkmak için çevirdiği planların bir parçasıdır. Çünkü onlar İslâm'a ve müslümanlara düşmandırlar.
Küffar İslâm dininden ve Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in manevî varlığından Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hayatta imiş gibi çekiniyor. Bu sebeple müslümanları yıkmak için ona olan sarsılmaz sevgi ve muhabbeti yıkmakla muvaffak olacağını hesap ediyor. Hem kininin icabı olarak hem de müslümanları yıkmak için ona hakaret etmekten, onun âli mertebesini ve emsalsiz hususiyetlerini karalamak için iftira atmaktan çekinmiyor. Gizli mahfillerde bu iş için büyük planlar çeviriyor, büyük paralar harcıyor.
Küffar hem icraatını yapıyor, hem de husumeti üzerinden uzaklaştırmak için "Bu hakaret ve alçaklıkları üç-beş kendini bilmez yaptı." diyerek sıyrılmaya çalışıyor. Utanmadan "İfade özgürlüğü" adı altında Resulullah Aleyhisselâm'a hakarete devam etmelerinin önünü açıyor. Halbuki müslümanların haklarını kısıtlayan kanunları çıkartırken akıllarına ne "Demokrasi" geliyor, ne "İfade özgürlüğü".
Binaenaleyh küffar kinini, kendi içindeki pespayeliğini, murdarlığını bu gibi pis ve necis icraatlarıyla ortaya koyuyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde kâfirler hakkında şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir necis (pislik)tir." (Tevbe: 28)
Onlardan kaçınmak, uzak durmak ve onlarla olan dostluğu kaldırmak gerekir.
"Artık onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardır." (Tevbe: 95)
Tıpkı kendisinden kaçınılması gereken pis koku gibidirler.
"Şüphesiz ki Allah katında, yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü kâfir olanlardır. Artık onlar iman etmezler." (Enfâl: 55)
Kâfirler karikatürlerle, filmlerle, yazılarla içlerindeki necasetlerini ortaya koyuyorlar.
Onların iman etmeleri beklenilemez.
"Şüphesiz ki ehl-i kitaptan olsun, müşriklerden olsun inkâr edenler cehennem ateşindedirler. Orada ebedî kalacaklardır. Onlar yaratıkların en şerlileridirler." (Beyyine: 6)
Bunlar en aşağılık olanlardır.
Bu imansızlıktan bu pislikten ötürü hepsinin cehennemde olduğunu Allah-u Teâlâ buyuruyor. Bunlar bizim sözümüz değil.
"Allah kâfirleri sevmez." (Âl-i imrân: 32)
Sen de kâfirleri sevme, sen de onlara meyletme!
"O halde sakın kâfirlere arka çıkma!" (Kasas: 86)
Onlara muhalefet et, isteklerine uyma!
"Kim onlarla dost olursa işte onlar zâlimlerin tâ kendileridir." (Mümtehine: 9)
Düşmanlık yerine dostluğu koyarak adaletin hakkına tecavüz edenler ve neticede kendilerine zulmetmiş olanlardır.
Ehl-i küfür hiçbir zaman müslümanlara olan düşmanlıklarından vazgeçmezler.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Şüphesiz ki kâfirler sizin apaçık düşmanınızdır." (Nisâ: 101)
"Sen onların dinlerine uymadıkça ne yahudiler ne de hıristiyanlar aslâ senden hoşnut olmazlar." (Bakara: 120)
"Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin." (Mümtehine: 1)
Resulullah Aleyhisselâm bütün insanlığa rahmet olarak gönderilmiş bir peygamber, bugünkü medeniyetin ve uygarlığın temelini atmış eşsiz bir önderdir. Onun getirdiği İslâm kıyamete kadar bakidir, başka bir din ve başka bir peygamber gelmeyecektir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Allah katındaki şeref ve faziletinin hududu yoktur. Allah-u Teâlâ'nın Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-e bahşettiği ikram ve ihsanlar sonsuzdur.
O ki yaratıkların en hayırlısıdır. Allah-u Teâlâ'nın habibi, dostu, arşının nuru, vahyinin eminidir. Ziynetlendirdiği, şereflendirdiği, keremlendirdiği, büyük kıldığı, ilm-i ezelîsini tâlim buyurduğu temiz kuludur.
Allah-u Teâlâ onu peygamberlerin efendisi ve sonuncusu, takvâ sahiplerinin önderi, günahkârların şefaatçisi ve âlemlerin rahmeti yapmıştır.
O ki iman hakikatlerinin menbaıdır.
Ona olan iman ve sevgi imanın şartıdır. Müslümanlar asırlar boyu ona olan sevgilerinin bereketi ile şereflendiler, iman ve fazilet deryasından nasiplendiler.
Küffar bunu bildiği için; küfrünün, pisliğinin necasetinin, kininin icabı olarak o Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-e düşmanlık yaptı. Ona iman etmeyi kibirlerine yediremediler, iman etmek yerine haset ettiler, küfür karanlığında kalmayı tercih ettiler.
Halbuki gerek yahudiler gerek hıristiyanlar onun gelmesini bekliyorlardı. Onun vasıflarını, alâmetlerini çok iyi biliyorlardı.
Allah-u Teâlâ onların bu bilgisini şöyle haber veriyor:
"Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen onlardan bir grup, bile bile gerçeği gizlerler." (Bakara: 146)
Bu kadar iyi tanıdıkları halde, her gün "Geliyor, gelmek üzere" diye haber verdikleri halde, iman etmediler.
"Müjdelenen peygamber onlara delillerle mucizelerle gelince 'Bu apaçık bir sihirdir.' dediler." (Saff: 6)
Gerek yahudiler gerek hıristiyanlar Hazret-i Allah'a iman ederek değil de kendi arzularına uyarak bu peygamberin kendi nesillerinden gönderilmesini bekliyorlardı.
Vaktaki İsmail Aleyhisselâm'ın neslinden gönderildi. Onun apaçık bir peygamber olduğunu hakkıyla bildikleri halde yüz çevirdiler ve inkâra kalktılar.
Hatta düşmanlık ettiler.
Allah-u Teâlâ inkâr eden müşriklerin düşmanlığını şöyle haber veriyor:
"Hani o inkâr edenler, bir zamanlar seni bağlayıp bir yere kapamak veya öldürmek ya da sürmek için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar tuzak kurarlarken Allah da tuzaklarını bozuyordu. Allah tuzak kuranlara karşılık verenlerin en hayırlısıdır." (Enfâl: 30)
Böylece Allah-u Teâlâ'nın hükmünün yerine nefislerini, iman nurunun yerine küfrün karanlığını, cennet yerine cehennem ateşini tercih etmiş oldular.
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor.
"Varlığım kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki; bu ümmetten yahudi olsun hıristiyan olsun, kim benim peygamberliğimi duyar da benim getirdiğime iman etmeden ölürse mutlaka cehennemliklerden olur." (Müslim: 153)
Binaenaleyh Resulullah Aleyhisselâm'a iman etmeyenler, kim olursa olsun cehennemliktirler.
Bu hakikatler böylece ortada iken küfürde kalmayı tercih ettiler. Hatta küfürlerini kuvvetlendirmek için Allah'ın peygamberine hasım kesildiler, iftira attılar.
"Onlar size fenalık etmekten aslâ geri kalmazlar. Size sıkıntı verecek şeyleri isteyip dururlar. Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır. Kalplerinin gizledikleri ise daha büyüktür. Eğer düşünürseniz, âyetleri size açıklamış bulunuyoruz." (Âl-i imran: 118)
Bu Âyet-i kerime küfre ve kâfirlere meyledenler için bir ihtardır. Uzak durun, tehlikelerinden sakının, daima uyanık bulunun demektir.
Bu iman-küfür ayrımı o günden bugüne kadar devam ettiği gibi, kâfirlerin küfürleri ve sıfatları da o günden bugüne devam ediyor. Küfrünün icabını hakaretini, çirkefliğini Resulullah Aleyhisselâm'ın hayat-ı saadetlerinde yapan kâfirler bugünkülerin dedesidir. Nasıl ki Allah'ın nuru manevi silsile ile bugüne ulaşmışsa, küfür de o günden bugüne aynen devam etmektedir.
Allah-u Teâlâ küfür ehlini bize necis-murdar olarak tanıtıyor. Bu iftirayı, bu alçaklığı, bu pisliği yapmaları bu yüzdendir.
"De ki: 'Murdarla temiz bir olmaz, murdarın çokluğu hoşuna gitse de bu böyledir.' Öyleyse ey akl-ı selîm sahipleri! Allah'tan korkun ki kurtuluşa eresiniz!" (Mâide: 100)
"Nihayet murdarı temizden ayıracaktır." (Âl-i imrân: 179)
Biz size Allah-u Teâlâ'nın ayırımını duyurmaya çalışıyoruz.
Ahiretteki ayırım ise çok korkunçtur.
"Bu, Allah'ın murdarı temizden (kâfiri müminden) ayırıp, bütün murdarları üstüste koyarak, topunu bir araya yığması ve cehenneme atması içindir. İşte onlar mahvolanlardır." (Enfâl: 36-37)
Arz ettiğimiz gibi, iman etmeyen kâfir ve münâfıklar murdar ve necistir. Neden? Çünkü Cenâb-ı Hakk böyle buyuruyor, iman edenlere duyuruyor:
"Müşrikler ancak bir necis (pislik)tir." (Tevbe: 28)
Pistir; abdest almaz, gusul etmez.
"Onlar murdardırlar." (Tevbe: 95)
Pis kokar. Niçin? Allah'a ve Resul'üne iman etmediği için.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Birbirine hasım iki zümre." (Hacc: 19)
Buyuruyorken iman ile küfrü, hakikat ile dalâleti karıştıranlar, kâfirleri ve küfürlerini hoş görenler bu vebalin altından kalkamazlar.
Hoş gördükleri küfrün içyüzü işte meydanda. Gördüğünüz gibi tarihten bugüne İslâm'a ve Peygamberimiz'e dil uzatmışlar hep düşmanlık beslemişlerdir.
Hazret-i Allah Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır." (Mâide: 51)
Hüküm budur. Allah'a ve Resul'üne iman edenlere bu Âyet-i kerime kâfidir. Müslüman için ölçüdür. İnanan için, inanmayan için değil. Çünkü Cenâb-ı Hakk "Kim onları dost edinirse, o onlardandır." buyurduğuna göre Allah-u Teâlâ burada hükmünü koydu ve kesip attı.
"Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi alay ve eğlenceye alanları ve kâfirleri dost edinmeyin. Eğer mümin iseniz Allah'tan korkun!" (Mâide: 57)
Bu nokta iman ile küfrün ayrılış noktasıdır.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde Zât-ı akdes'i ile Resulullah Aleyhisselâm'ı bir tutmuş, ona yapılan muhalefeti kendisine yapılan muhalefet gibi saymıştır.
Buyurur ki:
"Allah'a ve Peygamber'e muhalefet edenler, işte onlar en aşağılık kimseler arasındadırlar." (Mücâdele: 20)
Binaenaleyh Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e saygısızlıkta ve hürmetsizlikte bulunan kimseyi aşağıların aşağısına indireceğini, rezil ve rüsvay edeceğini haber veriyor.
Her kim ne şekilde olursa olsun, Resulullah Aleyhisselâm'ı incitirse, Allah-u Teâlâ'yı incitmiş olur.
Allah-u Teâlâ onu rahatsız edenleri, dâvetine kulak vermeyenleri, emirlerine aykırı hareket edip yasaklarından kaçınmayanları ve bu hususta ısrar edenleri Âyet-i kerime'lerinde çok çetin bir azapla tehdit ediyor:
"Allah'ın Peygamber'ini incitip üzenlere acıklı bir azap vardır." (Tevbe: 61)
Onlar dünyada da ahirette de belâlarını bulacaklar, ebedî bir azaba uğrayacaklardır.
"Allah'ı ve Peygamber'ini incitenlere, Allah dünyada da ahirette de lânet etmiştir. Onlara alçaltıcı bir azap hazırlamıştır." (Ahzâb: 57)
Peygamber'e yapılan eziyetin, Allah'a eziyet mânâsına gelmesi, azabın şiddetini daha da arttırmaktadır. Çünkü o, âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. İnsanların hidayete ermeleri onu sevindirir, dalâlete sapmaları onu üzer.
Âyet-i kerime'lerde ona iman etmeyenler hakkında şöyle buyuruluyor:
"Kim Allah'a ve Resul'üne iman etmezse, bilsin ki biz kâfirler için çılgın bir ateş hazırlamışızdır." (Fetih: 13)
"Bunlar Allah'ın lânetlediği kimselerdir. Allah'ın rahmetinden uzaklaştırdığı (lânetli) kimseye gerçek bir yardımcı bulamazsın." (Nisâ: 52)
Bir defasında Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz'in elinden tutmuştu.
"Yâ Resulellah! Sen bana canımdan başka her şeyden daha sevgilisin." deyince buyurdular ki:
"Hayır! Hayatım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, ben sana canından daha sevgili olmadıkça imanın kemâle ermez."
Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-:
"Öyle ise, şu anda yâ Resulellah! Sen canımdan da sevgilisin." diyerek bağlılığını ifade etti.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Yâ Ömer! Şimdi imanın kemâle erdi." buyurdular. (Buhârî, Tecrid-i sarîh: 2069)
Âyet-i kerime'de:
"Resul'üm! Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik." buyuruluyor. (Enbiyâ: 107)
Onun varlığı bütün varlıklara bir rahmettir.
Bir Âyet-i kerime'de de:
"O sizden iman edenler için bir rahmettir." buyuruluyor. (Tevbe: 61)
Kim bu rahmeti kabul eder ve bu nimete şükrederse; dünya saâdetine, ahiret selametine erer.
Onun rahmet olduğunu tasdik edip ümmeti olanlara, zâhir ve bâtın her türlü rahmet kapıları açılır. O rahmetten nasibini alanlar; dünyada da ahirette de saâdet ve selâmete kavuşurlar, her türlü kötülüklerden, sıkıntılardan kurtulurlar.
Müminlere rahmettir. Çünkü onlara doğru yolu göstermiştir. Kâfirlere de rahmettir, çünkü azaplarının ertelenmesine vesile olmuştur.
Ondan önce gönderilen herhangi bir peygamberi, ümmeti ısrarla reddettiği zaman; Allah-u Teâlâ onları yere batırma, suda boğma... gibi cezalarla helâk ediyordu. Fakat onu tekzib eden müşriklerin azâbı ise öldükten sonraya tehir edilmiştir.
Nitekim Âyet-i kerime'de:
"Sen içlerinde iken Allah onlara azâb etmez." buyuruluyor. (Enfâl: 33)
Rahmet peygamberi olduğu için, aralarında bulunmasından dolayı Allah-u Teâlâ bir ikram olarak onlara mühlet vermiştir.
Ondan sonra bir peygamber gelmeyeceğine göre, dünyanın sonuna kadar âlemlere rahmettir. Hayatı rahmettir, memâtı da rahmettir.
Allah-u Teâlâ o nur ile âlemlere hayat verdi ve donattı. Âlemlerin hayatı, Allah-u Teâlâ'nın ona verdiği nur ile kâimdir.
O Allah-u Teâlâ'ya ulaştırmak için tek bir rehberdir. Eğer o lütuflar olmasaydı, beşeriyet hiç şüphesiz ki dalâlette ve karanlıkta kalırdı. Onun yüzü suyu hürmetine bütün bu faziletlerden insanoğlu da istifade ediyor.
Muhammed Aleyhisselâm'ın nübüvveti yalnız Araplar'a ve sadece Ashâb-ı kirâm devrine münhasır olmayıp; her devre, her millete, kıyamete kadar gelecek bütün insanlara ve cinleredir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah o Peygamber'i ümmî Araplar'dan başka, henüz kendilerine erişip ulaşmamış bulunan diğer bütün insanlara da göndermiştir." (Cum'a: 3)
Onun peygamberliği yalnız Araplar'a değil, onlara ve ondan sonra gelen ve kıyamete kadar gelecek olanlara şâmildir.
Allah-u Teâlâ kıyamete kadar uzanan bir irşad sahasına gönderdiğini beyan buyuruyor.
"Bu Kur'an bana, sizi ve (sizden sonra) erişip ulaşan herkesi uyarmam için vahyolundu." (En'am: 19)
Kıyamete kadar gelecek bütün insanlar onun irşad sahası içindedir. Onun içindir ki; ne bir yahudi, ne bir hıristiyan, ne bir putperest hiç kimse iman etmedikçe kurtulamayacaktır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hayattadır. Allah-u Teâlâ şehitler için:
"Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin, bilâkis onlar diridirler. Fakat siz farkında değilsiniz." (Bakara: 154) buyururken Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in vefatta olduğunu zannedenler imanlarını kontrol etmelidir.
Nitekim her asra hitap eden Kur'an-ı Azimüşşan'da şöyle buyuruluyor:
"Biliniz ki Resulullah aranızdadır." (Hucurât: 7)
"Size Allah'ın âyetleri okunurken ve aranızda O'nun Resul'ü bulunurken nasıl küfre dönersiniz?" (Âl-i imran: 101)
Cesedi yok ama, nuraniyeti, ruhaniyeti aramızda, Ümmet-i muhteremesine tasarruftadır.
Onlar fâni hayatı terk ederek ebedî bir hayata ermişlerdir. Onların diğer ölüler gibi olmadıkları apaçık bir gerçektir. Hayat-ı hayâlîden hayat-ı hakikiye geçmişlerdir, hayat-ı hakiki de ölümden sonra başlar.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Bilâkis onlar diridirler, Rabb'leri katında rızıklanmaktadırlar." (Âl-i imrân: 169)
Yerler, içerler, dünyadaki hayatın kat kat fevkinde bir hayat yaşarlar. Onlar diri oldukları gibi, dirilerle de beraberdirler.
Ashab-ı kiram -radiyallahu anhüm-:
"Yâ Resulellah! Getirdiğimiz salâvât size nasıl arz olunur, halbuki siz çürümüş bulunacaksınız." dediklerinde, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle cevap verdiler:
"Allah-u Teâlâ peygamberlerinin cesetlerini yeryüzüne haram kılmıştır." (Ebu Dâvud)
Evs bin Evs -radiyallahu anh-den rivâyete göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Günlerinizin en faziletlisi Cuma günüdür. O günde benim üzerime çok salâvât getirin. Zira sizin salât ve selâmlarınız bana arz olunur." buyurdu.
Diğer Hadis-i şerif'lerde ise şöyle buyurulmaktadır:
"Yeryüzünde Allah'ın gezici melekleri vardır. Ümmetimin selâmını bana tebliğ ederler." (Nesâî)
"Üzerime salâvât getirin. Zirâ nerede olsanız, getirdiğiniz salât-ü selâmlar bana ulaşır." (Ebu Dâvud)
Demek ki ölmemiş.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Size bir iyilik dokunursa bu onları üzer. Başınıza bir musibet gelse buna da sevinirler. Eğer sabreder, Allah'tan korkarsanız, onların hilesi size hiçbir zarar veremez. Şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır." (Âl-i imran: 120)
Ona olan düşmanlık Allah-u Teâlâ'ya olan düşmanlıktır.
Küffarın İslâm'a düşmanlığının en büyük tezahürü Resulullah Aleyhisselâm'a olan düşmanlığıdır.
Zira küffar çok iyi biliyor ki, Resulullah Aleyhisselâm'a olan sevgi, bağlılık ve imanı yıktığı zaman İslâm'ı yıkmış olacaklar.
Danimarka'da Resulullah Aleyhisselâm'a hakaret içerikli çirkef karikatürlerinin yayınlanması bir tesadüf değildi. Bugünkü film de öyle...
Dikkat ederseniz küffarın desteklediği sapkın fırkaların ortak özelliği Resulullah Aleyhisselâm'a bağlılığı söndürmek veyahut azaltmaya çalışmaktır. Vehhabilik olsun, Kadiyanilik olsun, Küfrün Hoş Görülmesi olsun, hepsinde bu böyledir.
Küffarın bu niyetinin ve Resulullah Aleyhisselâm'a olan düşmanlığının bir delili 2004 yılında şu şekilde haber olmuştu:
"Vatikan'ın gizli raporu
ALMANYA'da yayımlanan Welt Am Sonntag gazetesi, "Milyonlar Muhammed'e Karşı" manşetiyle yayınladığı bir raporda, Vatikan'ın, İslam'ın yayılmasını engellemek ve Hz. Muhammed'i karalamak için Katolik Kilisesi'ne bağlı gizli bir misyonerlik örgütüne milyar dolarlık fon tahsis ettiğini yazdı.
... 30 Mayıs 2004 tarihli nüshasında, Vatikan'ın büyük bir meblağdan oluşan bir fonu, gizli "Congregation for the Evangelization of Peoples (İnsanları Evangelist Yapma Cemaati)"in kullanımına verdiğini yazdı.
Vatikan'ın İslam'ın yayılmasını engelleme raporunu Welt Am Sonntag gazetesinde yayınlayan Andreas Englisch, cemaatin öncelikli hedefinin Hz. Muhammed'in insanlığın gözündeki imajını zedelemek yoluyla İslam'ın yayılmasını frenlemek ve insanların İslam dinine gösterdiği ilgiyi azaltmak olduğunu ifade etti." (Yeni Şafak Gazetesi, 2 Haziran 2004)
Resulullah Aleyhisselâm'a iftira atmak Vatikan'ın gizli siyasetidir. Papa değişir, bu siyasetleri değişmez. Kimisi gizli yapar, kimisi aleni yapar.
Şimdiki Papa da Peygamberimiz Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- hakkında -hâşâ- "Şerden başka bir şey getirmemiştir." diye hakarette bulunmuştu.
Bunların içlerinde gizledikleri düşmanlık ve gerçek yüzleri budur. Ancak şirin gözükmek için ve müslümanları avlayabilmek için maske takarlar, diyalogdan bahsederler.
Dinimize ve Peygamberimize saldırmak için tarihten bugüne birçok papa ve papazlar kitaplar yazmış, İslâm âlimleri bu çarpıtma yayınları ilmen, aklen bir bir çürütmüşlerdir.
Küffarın Resulullah Aleyhisselâm'a düşmanlığı o kadar büyük ki, geçmişte onun cenazesini çalmaya çalıştılar.
Bu hadiselerden bir tanesi Selçuklu Atabeyi Nureddin Mahmud Zengi (1146–1174) devrinde yaşanmıştır. Ömrü haçlılarla mücadele ile geçen Sultan Zengi'nin Suriye merkezli devleti Mısır ve Arabistan'a kadar uzanmıştı.
1162 yılında iki gayr-i müslim, Endülüs'ten Medine'ye gelerek Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-in vücud-u şeriflerini kaçırmak niyetiyle müslüman kılık ve kıyafetine girerek hacca gelmiş gibi Medine'ye yerleşmişti. Kılık kıyafetleri ve fakirlere yaptıkları yardımlarla halkın güvenini kazanmayı başaran bu kişiler, geceleri bulundukları evden Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-in kabrine doğru gizlice tünel kazmışlar, kazdıkları tünel, Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-in kabrine iyice yaklaşmıştı.
Bu esnada Nureddin Mahmud Zengi bir rüya gördü. Rüyasında Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz iki yabancıyı göstererek, "Ey Nureddin! Beni bunlardan kurtar!" diyordu. Dehşete kapılan hükümdar o gece aynı rüyayı üç defa gördü. Hemen kalktı, yanına vezirini de alarak 20 süvari ile hemen yola çıktı. Medine'ye geldiler. Halk kendilerini ilgi ve teveccühle karşıladı. Resulullah Aleyhisselâm'ı ziyaret ettikten sonra Medine halkına hediye dağıttılar. Hükümdar rüyada gördüğü kişileri teşhis edebilmek için hediyelerin dağıtılmasına bizzat iştirak etti. Herkes hediyelerini aldı. Fakat hükümdar bu gelenler arasında kendisine rüyada gösterilen iki kişiyi göremedi. Bunun üzerine; "Hediye almayan kimse kaldı mı?" diye sordu. Orada bulunanlar dediler ki: "Kimse kalmadı. Ancak Endülüs'ten gelen iki kişi var. Onlar kimseden bir şey almazlar. İhtiyaç sahiplerine sadaka vermektedirler."
Hükümdar onların da yanına getirilmesini istedi. Onlar huzura getirildiler. Şahısları tanıyan hükümdar onlarla kaldıkları eve gitti, bir odaya serilen hasırı kaldırmasıyla kazdıkları tünel ortaya çıktı. Halk şaşırdı. Bu iki kişi müslüman olmadıklarını ve peygamberin vücudunu buradan alıp ülkelerine kaçırmak için görevlendirildiklerini itiraf ettiler. "Peygamberin kabrine iyice yaklaştığımız gece, gök gürültüsü ve şimşekler öyle bir sarsıntı meydana getirdi ki, sanki dağlar yerinden oynayacaktı. Bundan fena halde korktuk ve sabahleyin de sizin geldiğinizi haber aldık." dediler.
Nurettin Zengi Peygamber Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-in kabrinin çevresinde derin hendek kazdırdı ve bu hendeği kurşun eriterek doldurdu. Böylece Kabr-i Saadet, çepeçevre kurşunla muhafaza altına alınmış oldu. (H. 557, Miladi 1162)
•
Yine "Saltuknâme" adlı eserde belirtildiğine göre; hıristiyan hükümdarlar bir gün papanın huzurunda toplanmışlar, Türkler'e karşı ne gibi tedbirler alacaklarını konuşuyorlardı. Bir papaz "Peygamberlerinin naaşını çalalım. Türkler'in enselerine sille vurup Peygamber'lerini ziyaret ettirelim!" diye akıl verdi. Küffar beyleri papazın bu fikrini çok beğendiler. Ancak Papa, bu suikastin ne büyük tehlikeler doğuracağını tahmin edebilecek kadar zeki bir kimse idi: "Aman ha! Türkler'i üstümüze salarsınız, 'Bizim Peygamber'imiz nerede ise biz de oraya varalım!' derler!" diyerek, onları bu sakat ve tehlikeli fikirden vazgeçirmeye çalıştı. (Ebu'l-Hayr-ı Rûmî, "Saltuknâme", s. 315-316)
Bu çirkeflerin yaptıkları çirkefliklerinin icabındandır. Yoksa kişi güneşe tükürmekle, güneşe bir zarar vermiş olmaz, tükrüğü ancak kendisine döner.
Bunlara hiç şaşmayın! Bunlar pistir, murdardır, necistir. İçlerindeki necaseti dışarıya atıyorlar, murdarlıklarını ortaya dökmüşler.
Hıristiyan haçlılar Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e yazı, film ve karikatür yolu ile çok çirkin iftira ve yakıştırmalar yaptılar. Bu yüzden İslâm dünyası ayağa kalktı. Çünkü onlar İslâm'ı küçük düşürmek için böyle yaptılar.
Bizim müslüman olarak Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i her zaman ve her şartta yüceltmemiz emrolunmuşken televizyona çıkıp "Bizim bu karikatürleri yapanlara, filmi çekenlerin ayağına gidip 'Herkes senden özür bekliyor ama ben senden özür dilenmeye geldim... Sana peygamberimi anlatamamışım.' demek lâzım." diyenler çıkıyor.
Yüce Peygamberimize, dinimize küfredilecek, biz özür dileyeceğiz, bu nasıl bir iman? Küffar zaten Resulullah Aleyhisselâm'ı biliyor, bildiği için bunları yapıyor, hak olduğunu bile bile karşı çıkıyor.
Âlem-i İslâm, Ümmet-i Muhammed ayakta; bu kâfirlerin küfrüne kalbi, imanı, vicdanı dayanamıyor, içi elvermiyor, bunlar ise hâlâ "Küfrü ve kâfiri hoşgörelim." diyor.
Hazret-i Allah Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:
"Eğer Rabb'in dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. Öyle iken iman etmeleri için insanları sen mi zorlayacaksın?" (Yunus: 99)
"Sen ne kadar yürekten istesen de insanların çoğu inanmazlar." (Yûsuf: 103)
"Onları doğru yola çağıracak olursanız size uymazlar. Onları çağırsanız da, sussanız da sizin için birdir." (A'râf: 193)
"Resul'ün görevi sadece tebliğ etmektir." (Mâide: 99)
Be hey cahil! Allah-u Teâlâ kâfirlerin çoğunun anlatılanları anlamayacağını, kabul etmeyeceğini hatta indirilen hükümlerin onların küfürlerini artıracağını haber veriyor:
İşte Âyet-i kerime'ler:
"De ki: 'Ey ehl-i kitap! Tevrat'ı, İncil'i ve Rabb'inizden size indirileni (Kur'an'ı) dosdoğru tatbik etmedikçe, siz hiçbir şey (yol) üzerinde değilsiniz.' Andolsun ki Rabb'inden sana indirilen, onların çoğunun azgınlığını ve küfrünü artıracaktır. Öyleyse o kâfirler gürûhu için üzülme!" (Mâide: 68)
"Eğer onların güçleri yetse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler." (Bakara: 217)
Kâfir küfrünü söyleyecek, küfredecek, sen "Kusura bakmayın!" diyeceksin. Halbuki kâfir küfrünün icabını yapıyor, küfrünü kusuyor.
"Andolsun ki sen kendilerine kitap verilmiş olanlara her türlü âyeti getirsen, yine de sana uyup kıblene dönmezler." (Bakara: 145)
Böyle olduğu içindir ki onlara Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Sizin dininiz size, benim dinim banadır." (Kâfirûn: 6)
Binaenaleyh Resulullah Aleyhisselâm'ın hayat-ı saadetlerinde kendisine hakaret edenlere, her türlü ezayı ve küfrü reva görenlere, Ebu Cehillere, Ebu Leheblere ne diyeceksiniz? Resulullah Aleyhisselâm onlara hâşâ din-i İslâm'ı anlatamadığı için mi ona küfür ve hakaret ettiler. Müslümanların önde gideni görünüp bu kadar cehalet sergilemek ancak imandan nasibini alamayan kimsede olur.
Resulullah Aleyhisselâm devr-i saadetlerindeki küfür ehline İslâm'ı anlatmak için büyük bir gayret göstermiş ve hiçbir sözü anlamayan bu güruh sebebiyle adeta kendisini tüketircesine üzülmüştü.
"Demek bu söze inanmazlarsa arkalarından üzülerek neredeyse kendini tüketeceksin Resul'üm!" (Kehf: 6)
Bunlar, bu küfür ehli Allah-u Teâlâ'nın Kelâm-ı kadim'inden nasibi olmayanlardır. Onlar sağırdır, dilsizdir, kördür. Hiçbir nasihatı dinlemezler, düşünmezler:
"Kâfirlerin hâli, sadece bir çağırma veya bağırmaktan başkasını işitmeyerek haykıranın durumu gibidir. Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, onlar düşünmezler." (Bakara: 171)
Binaenaleyh bu küffar onlara hidayet anlatılmadığı için değil, küfrünün karanlığında boğulduğu için, nefsinin kininde, şeytanın vesvesesinde boğulduğu için iman etmiyor. Resulullah Aleyhisselâm'ı tanımadığı için değil, tanımak istemediği, onu düşman bellediği için hakaret ediyor.
Bunun en büyük delili yukarıda alıntı yaptığımız gazete haberinde de görüldüğü üzere Vatikan'ın Resulullah Aleyhisselâm'ı karalamak için milyar dolarlık bütçelerle kampanya tertip etmek için plan çevirmesidir. Zira papazlar İslâm'ı ve İslâm Peygamber'inin hayatını gayet iyi biliyorlar. Ama imandan nasipleri yok. Düşmanlık yapıyorlar.
O halde, müslüman, küffarın bu durumunu bilecek ona göre imanını kontrol edecek, Allah ve Resul'ünün hükmüne iman ile ilâhî muhafazaya nâil olacak.
İman; Hazret-i Allah'a ve Resulullah Aleyhisselâm'a tam teslimiyettir.
Allah-u Teâlâ küfrün birbirleriyle dost olduğunu, inananların onlarla dostluk kuramayacağını beyan buyuruyor:
"Kâfir olanlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Eğer siz bunu yapmazsanız yeryüzünde fitne ve büyük bir fesad (kargaşalık) olur." (Enfâl: 73)
Kâfirlerin arasındaki dostluk, kâfirlik bağından ileri gelmektedir. Müminlerin arasındaki dostluk da iman bağından kaynaklanmaktadır. Bunların birisi nurdur, diğeri ise karanlıktır. Kâfir Allah'ın düşmanıdır, mümin ise dostudur. Öyleyse arayı iyice ayırmak gerekir. Eğer kâfirlerle bağlar koparılmazsa, yeryüzünde çok büyük bir fitne meydana gelir, o da imanın elden gitmesi ve küfrün açığa vurmasıdır.
Küfrü ve kâfirleri Hazret-i Allah bize tanıtıyor ve dost olmamamızı emrediyorken onlarla dostluk ancak Hazret-i Allah ile olan düşmanlığından gelir...
"Allah kahretsin onları! Hakk'tan nasıl çevriliyorlar?" (Münâfikun: 4)
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Eğer siz gerçekten müminlerseniz, Allah'a ve Peygamber'ine itaat ediniz." (Enfâl: 1)
"Biz hiçbir peygamberi, Allah'ın izni ile kendisine itaat edilmesinden başka bir hikmetle göndermedik." (Nisâ: 64)
"O Peygamber'e uyun ki, doğru yolu bulasınız." (A'râf: 158)
"Peygamber'e itaat edin ki rahmete erdirilesiniz." (Nûr : 56)
"Peygamber'e itaat eden, muhakkak ki Allah'a itaat etmiş olur." (Nisâ: 80)
Asr-ı saâdet'te iki kimse huzur-u Nebevî'de hasımlaştılar. Resulullah Aleyhisselam hak sahibi lehine hükmetti. Aleyhine hüküm verilen "Râzı olmam! Bir de Hattab oğlu Ömer'e gidelim." dedi ve Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-ın yanına vardılar. Lehine hüküm verilen "Yâ Ömer! Biz Peygamber Aleyhisselâm'a giderek hasımlaştık. Benim lehime bunun aleyhine hükmetti. Bu ise râzı olmayıp reddetti." deyince Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- "Böyle mi oldu?" diye sordu, öteki "Evet" dedi. Bunun üzerine "Ben sizin aranıza gelip aranızda hüküm verinceye kadar yerinizden ayrılmayın." diyerek evine girdi ve kılıcı elinde olduğu halde yanlarına geldi. Râzı olmayı reddedeni bir vuruşta öldürdü. Öteki arkasını dönerek Resulullah Aleyhisselâm'ın yanına kaçtı ve "Yâ Resulellah! Vallahi Ömer, arkadaşımızı öldürdü. Eğer müdahale etseydim beni de öldürecekti." dedi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Ömer'in bir mümini öldürmeye kalkışacağını sanmazdım." buyurdu.
Bunun üzerine Allah-u Teâlâ:
"Hayır, öyle değil!.. Rabb'in hakkı için, onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı yüreklerinde hiçbir sıkıntı, bir burukluk duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar." (Nisâ: 65)
Âyet-i kerime'sini indirdi. (İbn-i Kesir)
Onlar daha hüküm inmeden gönüllerinde hükmü yaşıyorlardı. Çünkü iman etmişlerdi.
"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygamber'e itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin." (Nisâ: 59)
"Allah ve Resul'ü bir işe hüküm verdiği zaman, mümin bir erkekle mümin bir kadın için, artık o işte kendi arzularına göre seçme hakkı yoktur. Allah'a ve Resul'üne başkaldırıp isyan eden kimse hiç süphesiz ki apaçık bir şekilde sapıklığa düşmüş olur." (Ahzâb: 36)
İşte iman budur. Her namazda salât-ü selâm gönderdiğimiz, övdüğümüz Efendimiz'e -sallallahu aleyhi ve sellem- kâfirler sövecek, alçakça tasvir edecek bunlar onları hoş görecek, özür dileyecek. Ne acı. İman sahibi bir kimseden bu sözler çıkmaz.
Bunlar içten içe Resulullah Aleyhisselâm'ı da beğenmeyenlerdir. Nasıl ki yahudiler İsâ Aleyhisselâm'ı bekledikleri halde yumuşak buldular beğenmediler. Bunlar da Resulullah Aleyhisselâm kâfirlere karşı hükm-ü ilâhî'yi uyguladı, onlara sert davrandı diye beğenmezler. Bunların aslı budur.
"Çünkü onlar, imana girdiler, sonra kâfir oldular. Bunun üzerine kalpleri mühürlendi de, onlar artık anlamaz bir toplum oldular.
Sen o münafıkları gördüğün zaman, kalıpları hoşuna gider ve söylerlerse dediklerine kulak verirsin. Sanki onlar direk olmuş keresteler gibidirler. Ve her gürültüyü, korkularından aleyhlerinde sanırlar. Onlar düşmandırlar, onun için (kendilerine emniyet etme) onlardan sakın. Allah kahretsin onları! Hakk'tan nasıl çevriliyorlar?
Onlara: "Geliniz, Resulullah sizin için mağfiret dilesin!" denildiği zaman, başlarını çevirirler ve sen onların büyüklük taslayarak uzaklaştıklarını görürsün.
Onlara (Allah'tan) mağfiret dilesen de dilemesen de onlar için birdir. Allah onları aslâ bağışlamayacaktır. Çünkü Allah fâsıklar topluluğunu doğru yola iletmez." (Münâfikûn: 3-6)
Bu tür dine aykırı beyanlar, kâfirlerin yaptıklarına zemin hazırlıyor, Peygamber Efendimiz'e hakaret edilmesine neden oluyor ve İslâmiyet'e zarar veriyor.
"Hidayet kendisine apaçık belli olduktan sonra, peygambere muhalefet edip inananların yolundan başkasına uyan kimseyi döndüğü yolda bırakırız. Ahirette de kendisini cehenneme sokarız. Ne kötü bir dönüş yeridir orası!" (Nisâ: 115)
•
Bu iman küfür berzahıdır, hakikat dalâlet berzahıdır. Tevhid ve şirk mücadelesidir.
"Allah'a ve Peygamber'ine muhalefette bulunanlar, kendilerinden öncekilerin alçaltıldığı gibi alçaltılacaklardır. Halbuki biz apaçık âyetler indirmişizdir. Kâfirler için alçaltıcı bir azap vardır." (Mücâdele: 5)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Resul'üm! Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiyâ: 107)
Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm bu ilâhî fermanının mazharı olmuştur.
Allah-u Teâlâ böyle buyuruyor, Yaratan böyle yapmış onu.
Varlığı bütün varlıklar için en büyük rahmettir. Rahmet-i ilâhî'nin tecessüm etmiş bir tecellîsidir. Hazret-i Allah'ın bütün âlemleri bir kimsede toplaması elbette mümkündür.
Allah-u Teâlâ Hadis-i Kudsî'sinde:
"Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım." buyuruyor. (K. Hafâ. c. 2, s. 164)
O: "Asluhu nur, cismuhu Âdem"dir. Âlemlere rahmet oluşu nurundan ötürüdür.
Burada apaçık görülüyor ki Allah-u Teâlâ nurundan onun nurunu yarattı ve o nurdan mükevvenatı donattı, onu yaratmasa idi, mükevvenatı da donatmayacaktı. Onun için Sebeb-i mevcûdât oluşu buradandır. Her canlının Allah-u Teâlâ'ya şükretmesi ve Resulullah Aleyhisselâm'a müteşekkir olması lâzım, çünkü onunla hayat bulmuştur.
Bir Âyet-i kerime'de de:
"O sizden iman edenler için bir rahmettir." buyuruluyor. (Tevbe: 61)
Onun rahmet olduğunu tasdik edip ümmeti olanlara, zâhir ve bâtın her türlü rahmet kapıları açılır. O rahmetten nasibini alanlar; dünyada da ahirette de saâdet ve selâmete kavuşurlar, her türlü kötülüklerden sıkıntılardan kurtulurlar.
Müminlere rahmettir. Çünkü onlara doğru yolu göstermiştir. Kâfirlere de rahmettir, çünkü azaplarının ertelenmesine vesile olmuştur. Ondan önce gönderilen herhangi bir peygamberi, ümmeti ısrarla reddettiği zaman; Allah-u Teâlâ onları yere batırma, suda boğma... gibi cezalarla helâk ediyordu. Fakat onu tekzib eden müşriklerin azâbı ise öldükten sonraya tehir edilmiştir.
Nitekim Âyet-i kerime'de:
"Sen içlerinde iken Allah onlara azâb etmez." buyuruluyor. (Enfâl: 33)
Rahmet peygamberi olduğu için, aralarında bulunmasından dolayı Allah-u Teâlâ bir ikram olarak onlara mühlet vermiştir.
Ondan sonra bir peygamber gelmeyeceğine göre, dünyanın sonuna kadar âlemlere rahmettir. Hayatı rahmettir, memâtı da rahmettir.
Onun aslı nurdur. Allah-u Teâlâ o nurda tecellî ettiği için: "Sirâc-ı münîr = Nur saçan kandil" olmuştur.
Allah-u Teâlâ kulu ve Resul'ü Muhammed Aleyhisselâm'ın bizzat mübarek şahsını; mücessem bir hidayet, bir rehber ve bir önder kılmıştır.
Mübarek vücudu serâpâ nurdur. Bu nur ile körler bile görür, duymayan kulaklar duyar, kapalı kalpler açılır, yolunu şaşıranlar yol bulur.
Bu hususta Allah-u Teâlâ, Zât-ı risaletpenâhî'yi muhatap kılarak şöyle buyuruyor:
"Ey Peygamber! Biz seni bir şâhit, bir müjdeci, bir uyarıcı, Allah'ın izniyle Allah'a çağıran ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik." (Ahzâb: 45-46)
Bunun içindir ki vücud-ı şerif'leri, ruhları, lisanları, kalpleri, ahlâk ve amelleri, ilim ve fehimleri nur kaynağıdır.
Bu öyle bir nur ki, bu nur Allah-u Teâlâ'nın nurudur. Bu öyle bir kandil ki, bütün âlemleri nurlandıran bir kandildir.
Her ne kadar görünüşü beşer ise de, fıtrî yapısı ayrıdır.
Cismin beşer oluşu hakkında Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Resul'üm! De ki: Ben de sizin gibi bir beşerim. Ancak bana vahyolunuyor." (Kehf: 110)
İşte onun hakkındaki bütün yanılmalar bu noktadan doğuyor.
"Ben de sizin gibi bir beşerim." beyanı, onun beşer yönüdür, zâhirî görünüşüdür, dışıdır.
İşte bu perdenin ötesine geçemeyenler:
"Allah'tan size bir NUR ve apaçık bir kitap gelmiştir." (Mâide: 15)
Âyet-i kerime'sinde geldiği haber verilen bu "Nur"u göremediler, cisimde takılıp kaldılar, "Nur"a inemediler, hidayete eremediler ve iman etmiş de olmadılar. Onlar öteye geçemedikleri için, ilâhî nurdan, rahmetten, merhametten mahrum kaldılar.
Âyet-i kerime'de geçen; "Nur" Muhammed Aleyhisselâm'dır, zira ancak onun vasıtası ile hidayete erilir.
"Kitap" ise Kur'an-ı kerim'dir, o da hidayet rehberidir.
"Ben de sizin gibi bir beşerim." Âyet-i kerime'sini görerek: "O da bizim gibi bir insandır." diyenler, onun:
"Asluhu nur, cismuhu âdem" olduğunu, "Sirâc-ı münîr" olduğunu, "Nur saçan kandil" olduğunu bildiren ve buna benzer Âyet-i kerime'leri görememektedirler. Nefisleri onlara onu göstermiş, diğerini göstermemiş. Hakikati göremediklerinden ötürü de Âyet-i kerime'lere iman etmediler ve imandan kaydılar. Bu ise Allah-u Teâlâ'nın onların kalplerini döndürmesinden ileri gelmektedir.
Resulullah Aleyhisselâm'ı hükümsüz ve hiçe sayanlar;
"Aslıhu kâfir, cismuhu necis" tir.
Bu necasetliklerinden ötürü o "Nur"a leke sürmeye çalışıyorlar. Bu necaset halleri ile o "Nur"u görmeleri mümkün değildir. Amma kendilerinin necis olduğunu da bilmiyorlar.
Allah-u Teâlâ bütün insanlık âlemine hitap ederek, onlara kendi katından hak bir peygamber, ilâhî bir burhan, büyük bir delil gönderdiğini Âyet-i kerime'lerinde haber vermektedir:
"Ey insanlar! Rabb'inizden size HAK BİR PEYGAMBER gelmiştir. O hâlde kendi hayrınıza olarak hemen ona iman edin." (Nisâ: 170)
Allah-u Teâlâ'nın nuru, âlemlerin gurur ve sürûru olan Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'ın gerek yüksek şahsiyeti, gerekse tebliğ ettiği esaslar ve prensipler, onun hak bir peygamber olduğunu göstermektedir.
Âlemlerin Rabb'i olan Allah-u Teâlâ'ya teslim olmak isteyenler için takip edilecek tek yol, onun getirdiği İslâm dinidir.
"Ey insanlar! Size Rabb'inizden KESİN BİR DELİL geldi." (Nisâ: 174)
Öyle bir "Delil" ki, karşı tarafa herhangi bir mazeret bırakmayacak, her türlü şek ve şüpheyi ortadan kaldıracak kadar kesin bir "Delil"dir.
Resulullah Aleyhisselâm aynı zamanda ebul-ervah'tır, bütün ruhların babasıdır. Allah-u Teâlâ kendi ruhundan ona ruh verdi, o ruhtan bütün ruhları yarattı.
"Ey insan!" (Yâsin: 1)
Hitabının muhatabı Muhammed Aleyhisselâm'dır. İnsan-ı kâmil, hülâsa-i insan odur.
Allah-u Teâlâ kendi lütfu ve keremi olarak ona:
"Yâsin! = Ey insan!" diye hitap etmiştir.
Bu ism-i şerif'i ona bizzat Allah-u Teâlâ bahşetmiştir. Zira O kendi nurundan nurunu yarattığı, o nurdan mükevvenâtı donattığı için, onu bu ism-i şerif'e mazhar etmiştir.
"Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık." (Tîn: 4)
Aslında bu hitab-ı ilâhî'ye mazhar olan ve Âyet-i kerime mucibince en güzel bir biçimde yaratıldığı belirtilen insan da yine odur.
Nurundan nurunu yarattığı, o nurdan mükevvenâtı donattığı için; nurun hülâsasını, hakikatin hülâsasını, bütün güzelliklerin hülâsasını Allah-u Teâlâ ona koymuştur. Güzeller güzelliğini ondan alır. O Rehber-i sâdık'tır.
Bunu böyle bilip iman edenin imanı kemâle ermiştir. Bu halde olmayanlar her ne kadar iman etmiş gibi görünüyor iseler de imanları surette kalmıştır, imandan mahrumdurlar.
Onu en üstün şerefle müşerref eyleyen Allah-u Teâlâ, Kur'an-ı kerim üzerine yemin ederek Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin doğru yolda olduğunu ve dosdoğru bir yolu gösterdiğini; bu nurlu yolda gönül huzuruyla, emin adımlarla yürümesini beyan buyuruyor:
"Yâsin. Kur'an hakkı için ey Resul'üm! Muhakkak ki sen gönderilmiş peygamberlerdensin ve doğru bir yol üzerindesin." (Yâsin: 1-4)
Bütün inkârcıların, inatçıların, kâfirlerin inat ve küfürlerine rağmen, sen şüphesiz peygamberlik vazifesi ile gönderilen ve dinlenilmediği takdirde hesabının sorulması kesinleşmiş elçileri olan hak peygamberlerdensin.
Bu ilâhî beyanlar üç mânâ taşıyor:
Birincisi, bu ism-i şerif'i ona Allah-u Teâlâ vermiştir.
İkincisi, Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim üzerine yemin ederek, onu en güzel hasletlere sahip olarak hususiyetle gönderdiğini beyan ediyor.
Üçüncüsü de, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin doğru bir yol üzerinde bulunduğunu bildiriyor.
Onun yolundan sapan; kim olursa olsun, dinden sapmıştır, İslâm dâiresinden çıkmıştır. Ölçü budur. İmanı olana bu Âyet-i kerime'ler kâfidir.
Beşinci Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Üstün ve çok merhametli Allah'ın indirdiği Kur'an yolu üzerindesin." (Yâsin: 5)
Onu yaratan ve onu peygamber gönderen Allah-u Teâlâ, onun Allah yolunda olduğunu buyuruyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini uyarıyor ve şöyle buyuruyor:
"Resul'üm! Sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Şüphesiz ki sen dosdoğru bir yol üzerindesin." (Zuhruf: 43)
Senin takip edeceğin yol Sırat-ı müstakim'dir. O yolu takip edenler cennetlere, ilâhî nimetlere kavuşacaklardır. O yoldan ayrılmanın neticesi cehennemdir.
Onu yaratan onu meth-ü senâ ediyor, onun doğruluğunu mühürlüyor, Kur'an yolu üzerinde bulunduğunu buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor. Bu hakikatler karşısında bir münkirin söyleyeceği sözün ne hükmü olabilir?
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin insanları en doğru ve en güzel yola çağırdığını bizzat haber veriyor:
"Sen onları doğru bir yola çağırıyorsun." (Müminûn: 73)
Resulullah Aleyhisselâm'a gönülden teslim olan, bu Âyet-i kerime'nin şümulü içine girer. Amma buna tenezzül etmeyen kendisini İslâm haricine koymuştur, o zaman küfre sapmıştır.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e hitap ederek şöyle buyurmaktadır:
"Sen Rabb'ine dâvet et, şüphesiz ki sen dosdoğru bir hidayet üzerindesin." (Hacc: 67)
Resulullah Aleyhisselâm dâvet emrini en güzel şekilde yaptı. Hayat-ı saâdetlerinde de, ahirete intikallerinden sonra da o yolu iman edene bıraktı. Nasipdar olanlar hidayete erer, nasipdar olmayanlar küfürde kalır. İtaat eden kendisine, nankörlük eden yine kendisine.
Âyet-i kerime'sinde onu ve yüksek ahlâkını överek şöyle buyurmuştur:
"Nûn." (Kalem: 1)
O Sebeb-i mevcûdât'tır. Kâinatın özü ve hülâsasıdır. Kâinatın nokta-i menbâı, medih ve iftiharıdır. Bu Âyet-i kerime hiç kimse tarafından açılmış değildir. Nûn; bir ismin rumuzu olduğu ifade edilmekle birlikte, bazı Sûre-i şerif'lerin başlarındaki diğer harfler gibi o da müteşâbihtir. Gerçekten müteşabih Âyet-i kerime'lere mahlûkun ilmi ve aklı yetmez. Fakat "Nun" çok mühimdir. Her şeyin bir özü ve hülâsası olduğu gibi, o da mükevvenâtın özü ve hülâsasıdır.
Diğer Âyet-i kerime'lere bakıp mânâsını takip ederseniz, bu Âyet-i kerime'lerin "Nûn"un üzerinde cereyan ettiğini göreceksiniz.
"Kaleme ve onunla yazılanlara andolsun!" (Kalem: 1)
Allah-u Teâlâ insanın kavrayamayacağı, anlatmakla bitirilemeyecek kadar çok olan faydasından dolayı kalem üzerine ve yazılanlara yemin etmektedir. Burada ilmin Allah katındaki değerine işaret olduğu gibi, ilmin yazıya dökülmesinin önemine de işaret vardır. İlimlerin ve bilgilerin ayakta durması kalem sayesinde olur.
Allah-u Teâlâ kalemle yani bir vasıta ile öğrettiği gibi, her ne kadar okuma-yazma bilmeyen bir ümmî de olsa, vasıtasız olarak da ona öğretir. İnsanlara bilmedikleri ilim ve bilgileri O öğretmiştir.
Yeminin cevabı olarak Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine hitap ediyor ve şöyle buyuruyor:
"Resul'üm!
Andolsun ki sen Rabb'inin nimetine uğramış bir kimsesin ve mecnun (deli) değilsin." (Kalem: 2)
Nurundan o nuru yarattı ve mükevvenâtı o nur ile donattı. Bu en büyük bir nimet değil midir? Bu nimetin yüzüsuyu hürmetine bütün kâinat hayat buluyor. Hayat bulduğu için medar-ı iftiharı oluyor. Çünkü kâinat onunla hayat buldu. Allah-u Teâlâ'ya şükrettiğimiz gibi ona da Sebeb-i mevcûdât olduğu için her an müteşekkiriz. Dikkat ederseniz Âyet-i kerime'ler birbirini kilitledi.
Allah-u Teâlâ'nın Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-i hakkında kâfirler, zâlimler, nankörler birçok iftiralar attılarsa da bizzat onu yaratan Allah-u Teâlâ bu iddiâları reddetti ve Resul'ünü tesellî etti.
"Senin için tükenmeyen bir mükâfât var." (Kalem: 3)
Allah-u Teâlâ onu öyle sonsuz bir ihsan ve ikrama mazhar etmiş ki, bu "Tükenmeyen mükâfât"a mahlûkun aklı ermez.
Öyle bir mükâfat ki aslâ sonu gelmeyen kesintisiz bir mükâfât, hiç kimsenin minnetini çekmeden sırf Allah-u Teâlâ'nın lütfu ve yardımı olan bir mükâfât...
"Ve sen hiç şüphesiz büyük bir ahlâka sahipsin." (Kalem: 4)
Allah-u Teâlâ nankörlerin inkârını reddettikten sonra onu bizzat kendisi meth-ü senâ ediyor ve büyük bir ahlâk sahibi olduğunu beyan buyuruyor. Onu delilikle itham edenlere bizzat kendisi cevap veriyor.
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine bahşettiği yüceliği başka hiç kimseye vermemiştir. Geçmiş ve geleceklerin en üstün ahlâkını yalnız ona bahşettiğini ferman buyurmuştur. Onu başka bir tarifle anlatmak mümkün değildir. Başkalarının tam mânâsıyla anlayamayacakları güzelliklerle seçkin kılınmıştır.
Kur'an-ı kerim'in mânâlarına nihayet olmadığı gibi, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-in "Huluk-u azîm" tabiriyle bildirilen güzel vasıflarına da nihayet yoktur.
Muhammed Aleyhisselâm'ın nübüvveti yalnız Araplar'a ve sadece Ashâb-ı kiram devrine münhasır olmayıp; her devre, her millete, kıyamete kadar gelecek bütün insanlara ve cinleredir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah o Peygamber'i ümmî Araplar'dan başka, henüz kendilerine erişip ulaşmamış bulunan diğer bütün insanlara da göndermiştir." (Cum'â: 3)
Onun peygamberliği yalnız Araplar'a değil, onlara ve ondan sonra gelen ve kıyamete kadar gelecek olanlara şâmildir.
Allah-u Teâlâ kıyamete kadar uzanan bir irşad sahasına gönderdiğini beyan buyuruyor. Onun içindir ki; ne bir yahudi, ne bir hıristiyan, ne bir putperest hiç kimse iman etmedikçe kurtulamayacaktır. Çünkü onu duymayan hiçbir fert yok.
Peygamberlerin her biri bir kavme, birkaç şehir halkına veya bir ümmete ve belirli bir zamanda gönderildikleri için, peygamberlikleri yalnız kendi kavimlerine hastır. Fakat Muhammed Aleyhisselâm bütün insanlığa gönderilmiş, âlemlere rahmet olmuştur. Kıyamete kadar gelecek insanların tamamı, onun irşad sahası içindedir. Zaman ve mekânın efendisidir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Resul'üm! Biz seni ancak bütün insanlara müjdeci ve uyarıcı olarak göndermişizdir.
Ne var ki insanların çoğu bilmezler." (Sebe: 28)
Her peygamber kendi kavmine gönderilmiş ise de, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bütün insanlara gönderilmiştir ve bu bütünlük kıyamete kadar gelecek bütün insanlara şâmildir.
O ki; insanlara Allah-u Teâlâ'nın lütfunu belirten, sonsuz saâdeti müjdeleyen, halkı dalâletten kurtarıp uyaran, cehalet karanlığından çıkaran, en güzel bir rehber, en şefkatli bir peygamberdir.
"Resul'üm! De ki: 'Ey insanlar! Şüphesiz ben, Allah'ın hepiniz için gönderdiği peygamberiyim.'" (A'râf: 158)
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin bütün insanlara gönderildiğini ferman buyuruyor. Bunun içindir ki hiç kimse: "Ben böyle bir şey duymadım, bilmediğim için de iman etmedim." diye hiçbir bahane bulamaz.
Böylece bahane kapısı da kapanmış oldu.
"Biz seni insanlara Peygamber olarak gönderdik. Buna şâhit olarak Allah yeter." (Nisâ: 79)
Resulullah Aleyhisselâm'ın vazifesi bütün insanlara İslâm'ı duyurmaktır. Bu emr-i ilâhî'yi nazar-ı itibara alıp iman edenler, saâdet-i ebediyeye erdiler. İman etmeyenler küfürde kaldılar.
Muhammed Aleyhisselâm en büyük şefaat makamı olan Makâm-ı Mahmud'a erdirilerek de diğer peygamberlere üstün kılınmıştır.
Âyet-i kerime'sinde:
"Ümid edebilirsin ki, Rabb'in seni bir Makâm-ı Mahmûd'a gönderecektir." buyuruluyor. (İsrâ: 79)
O öyle bir makamdır ki, Hâlik-ı Azimüşân yalnız ve yalnız ona bahşetmiştir. Hiç kimsenin şefaat edemeyeceği bir zamanda yalnız ona şefaat izni verilecek ve şefaatı kabul olunacak peygamber yalnız Muhammed Aleyhisselâm'dır.
Bu makam Resulullah Aleyhisselâm'ın insanlara şefaât etmek üzere çıkarılacağı, herkesin hamd ile yüceltileceği "Livâ-i hamd" altında muazzam şefaât makamı demektir. O makamda günahkârlara ve biçarelere şefaat edince mahşer halkı tarafından Resulullah Aleyhisselâm pek çok senâ olunacağı için o makama"Mahmûd" denilmiştir.
Allah-u Teâlâ onun hakkında Âyet-i kerime'sinde:
"Resul'üm! Biz senin şânını yükselttik." buyurdu. (İnşirâh: 4)
Tasavvur buyurun ki bütün mükevvenâtı yaratan, âlemleri donatan Allah-u Teâlâ onun yüce şânını yükselttiğini ve bütün âlemlerin en şereflisi olduğunu beyan buyuruyor. Bu şeref yalnız ona mahsustur.
Muhammed Aleyhisselâm bütün peygamberlerin en faziletlisi, en üstünüdür. Kâinatın mebdeî, mahlûkâtın ekmeli ve efendisidir. Ebul-ervah'tır. Hakk'tan haber verir, Hakk'a dâvet eder. Halk ile Hakk arasında Vahdaniyet ve Samedâniyet'e vasıta odur. O zât-ı âlî, o Habib-i Hüdâ'dır.
Bütün peygamberlerin her biri bir kavme, birkaç şehir halkına veya bir ümmete ve belirli bir zamanda gönderildikleri için, yalnız kendi kavimlerine hastır. Fakat o bütün insanlığa gönderilmiş, âlemlere rahmet olmuştur. Kıyamete kadar gelecek insanların tamamı, onun irşad sahası içindedir. Zaman ve mekânın efendisidir.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Resul'üm! Biz seni ancak bütün insanlara müjdeci ve uyarıcı olarak göndermişizdir. Ne var ki insanların çoğu bilmezler." (Sebe: 28)
Mümin ve muvahhid olmayı arzu eden kimse, onun peygamberliğini tasdik etmedikçe, hiçbir iyiliği makbul ve kabul olmaz, cennete de giremez, zirâ bütün peygamberler âhir zaman peygamberini tasdik etmişlerdi. Onlara indirilen kitaplar içinde Muhammed Aleyhisselâm'ın peygamberliği açıkça beyan olunmuştur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Allah'ın senin üzerindeki lütuf ve nimeti çok büyüktür." (Nisâ: 113)
Üstünlüklerin en üstünü Hazret-i Allah'ın dostu olmasıdır.
Bir yaratılmış ki Yaratan ona âşık olmuş.
O ki yaratılmışların en hayırlısıdır. Allah-u Teâlâ'nın Habib-i Ekrem'i, dostu, arşının nuru, vahyinin eminidir. Ziynetlendirdiği, şereflendirdiği, keremlendirdiği, büyük kıldığı, ilm-i ezelîsini tâlim buyurduğu temiz kuludur.
Allah-u Teâlâ onu peygamberlerin efendisi ve sonuncusu, takvâ sahiplerinin önderi, günahkârların şefaatçısı ve âlemlerin rahmeti yapmıştır.
O ki iman hakikatlerinin menbâı, Rahmânî sırların iniş yeri, Rabbânî memleketin mahrem-i esrârı, bütün peygamberlerin ahd ve misaklarının vasıtası, Livâ-i izzet'in sahibi, ezel sırlarının müşâhidi, Kelâm-ı kadîm'in tercümanı, ilim ve hikmetin kaynağı, dünya ve ukbâ ehlinin cesetlerinin ruhudur.
Resulullah Aleyhisselâm'ın, başkasında bulunmayan, eşi benzeri olmayan yüce değerleri vardır:
İlk defa onun için kabir yarılacak ve o binitli olarak mahşere gelecektir. Mahşer divanının en büyüğü odur.
Âdem Aleyhisselâm'ın ve ondan sonra gelenlerin altında toplandıkları sancak onun sancağıdır.
Durak yerinde ziyaretçileri en çok olan havuz onun havuzudur.
En yüce ve en büyük şefaat Allah katında onun şefaatıdır.
Ümmeti arasında hüküm veren ilk peygamber odur.
Bütün müminler cennete onun şefaatı sayesinde gireceklerdir.
Cennete ilk giren odur.
Onun ümmeti cennete diğer ümmetlerden önce gireceklerdir.
Cennetteki makamların en yücesi olan "Vesile"nin sahibi odur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz inanan bütün insanlara Allah-u Teâlâ'nın en büyük nimetidir. Tabii ki bilen için...
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Andolsun ki, Allah müminlere kendi içlerinden bir PEYGAMBER göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur." (Âl-i imrân: 164)
Bu lütuf gerçekten lütufların en büyüklerinden birisidir. Onu göndermeseydi, emir ve yasaklarını bize duyurmasaydı, sapıklık çukurlarında kalırdık, hidayetten mahrum, ebedî bir azaba düçar olurduk. Allah-u Teâlâ'nın onu göndermesi insanlık âlemine en büyük lütuflarından birisidir. İman edenler kurtulacak, iman etmeyenler kurtulamayacaktır.
Sûrî ve mânevî, zâhiri ve bâtınî, ilmî ve amelî, dünyevî ve uhrevî bütün üstünlüklerin ve yüceliklerin hepsi onda toplanmıştır.
İnsan haysiyetini, şeref ve itibarını zedeleyecek maddî ve mânevî her türlü çirkinliklerden, ahlâkî kötülüklerden; kararan ruhları, taşlaşmış kalpleri küfrün ve şirkin bütün kirlerinden arındırıp temizlemiştir.
Ve kıyamete kadar da böyle devam edecektir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Nitekim kendi içinizden size âyetlerimizi okuyacak, sizi tezkiye edecek temizleyecek, size kitap ve hikmeti öğretecek, bilmediklerinizi size öğretecek bir PEYGAMBER gönderdik." (Bakara: 151)
"Muhammed Aleyhisselâm insanlığa ne getirdi?" diye sorulacak olursa, bu Âyet-i kerime'yi okumak kâfidir.
Bu şanlı Peygamber onları her türlü pisliklerden, mânevî kirlerden, çirkin işlerden ve şirkten temizlemiş, nefislerini arındırıp yüceltmiş, karanlıklardan aydınlığa çıkartmıştır.
Bu güzide peygamber, Allah-u Teâlâ'nın beşeriyete en büyük nimetidir:
"Çünkü onlara Allah'ın âyetlerini okuyan, kendilerini tertemiz yapıp arıtan, kitap ve hikmeti öğreten kendi içlerinden bir peygamber göndermiştir.
Halbuki onlar daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler." (Âl-i imrân: 164)
İşte Allah-u Teâlâ bu nur sayesinde onları karanlıktan aydınlığa çıkardı. Hidayet nuruna kavuşturdu ve sapıklıktan kurtardı. Bundan büyük nimet ve lütuf olur mu? Allah-u Teâlâ insanların ebedî azaptan kurtulmasına, ebedî saâdete ermesine onu vasıta kıldı.
Ebedî âleme teşrif buyurduktan sonra, nübüvvet ve risâlet nurları kıyamete kadar devam edecek; insanlar o nurla nurlanıp, o nurla hidayete ereceklerdir.
İnsanlar için en büyük bahtiyarlık, en yüksek mertebe ve en büyük meziyet, emsali görülmemiş ve bir daha da görülmeyecek olan Peygamber Aleyhisselâm'ın yolunda yürümek, yüce ahlâkını tatbik edebilmektir.
Yaptıklarını yapanlar, gösterdiği yoldan gidenler, dünyada saâdete ahirette ise selâmete kavuşacaklardır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Bu Peygamber'e inanan, saygı gösterip aziz tutan, ona yardım eden, onunla gönderilen nura uyanlar yok mu? İşte onlar kurtuluşa ve saâdete erenlerdir." (A'râf: 157)
Allah-u Teâlâ Peygamber'ine tâzimde bulunulmasını, tebcil olunmasını, değer verilmesini ve yüceltilmesini emretmektedir.
"(Ey insanlar!) Allah'a ve Peygamber'ine inanasınız, ona yardım edesiniz, onu büyük tanıyıp saygı gösteresiniz." (Fetih: 9)
İmanın muktezası, Allah-u Teâlâ'nın ve Peygamber'inin huzurunda edeplere riayet etmek ve onu gücendirmekten son derece sakınmaktır.
Resulullah Aleyhisselâm'a hâl-i hayatında ne kadar tâzim lâzımsa, vefatından sonra da o kadar tâzim lâzımdır. Her hâl ve ahvâlde hürmet vecibesini korumak gerekir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde Resulullah Aleyhisselâm'ın, ümmetleri hakkında nefislerinden de ileri olduğunu; muhtereme hanımlarının ise müminlerin mânen anneleri bulunduğunu bildiriyor:
"O Peygamber müminlere öz nefislerinden evlâdır, canlarından da ileridir. Zevceleri ise müminlerin anneleridir." (Ahzâb: 6)
Çünkü müminlerin mânen hayat bulması ve yaşaması, ancak ve ancak o Zât-ı âlî sayesinde mümkündür.
Madem ki o insanın öz nefsinden evlâdır, şu halde bütün insanlardan üstündür.
Bunu böyle bilip iman edenin imanı kemâle ermiştir. Bu halde olmayanlar her ne kadar iman etmiş görünüyor iseler de imandan mahrumdurlar.
Peygamber hakkı müminlerin kendi öz nefislerinin, ana, baba, evlât ve bütün insanların hakkından daha büyüktür. Çünkü müminler onun sayesinde ebedî cehennemden kurtulmuş, hidayete onun sayesinde ermişlerdir.
Onun emirleri bütün emirlere tercih edilmelidir. Onun sevgisi bütün sevgilerin üzerinde olmalıdır. Onun bütün müslümanların üzerinde umumî bir velâyet hakkı vardır.
Allah-u Teâlâ onu nasıl şereflendirmiş, hakların en büyüğünün onun hakkı olduğunu beyan etmişse; onun tertemiz zevceleri de, onun zevceleri olduklarından dolayı, müminlere anne kılarak onlara saygı ve hürmeti farz kılmıştır.
Görüldüğü üzere Allah-u Teâlâ onların müminlerin anneleri olduğunu bildirmiştir. Buna göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz müminlerin mânevî babasıdır.
Allah-u Teâlâ onu her şeyden azîz, kadrini yüce kılmış, herkese ve herşeye tercih etmiştir. Canlardan da cananlardan da azîzdir. Yaratılmışlar arasında naziri ve benzeri yoktur. Yaratılan hiçbir şeyle, hiçbir kimse ile ne ölçülür, ne de eşit tutulur. Yüce makamında tektir.
"Andolsun, içinizden size öyle azîz bir Peygamber gelmiştir ki sıkıntıya uğramanız ona çok ağır ve güç gelir. Üstünüze çok düşkündür. Müminlere çok şefkatli çok merhametlidir." (Tevbe: 128)
Onu yaratan ona Azîz buyurduğu gibi, yine kendisine mahsus olan Raûf ve Rahîm isimlerini ona da atfetti. Onu yüceltmek için kendi isminden pay ayırdı.
Bu ism-i şerif'leri ona vermek demek; Allah-u Teâlâ'nın varlığı onda tecellî etti demektir.
Meselâ bir insan yakasına bir rozet takar. Bunun mânâsı: "Ben buraya âitim." demektir. Allah-u Teâlâ ona rozetini takmış, kendi ism-i şerif'lerini lâyık görmüş. Bu ise kuvve-i beşerin takati haricinde bir lütuftur.
Bu fazilete peygamberlerinden hiçbirisi mazhar olmamıştır.
O her zaman ve mekânda Azîz'dir. Allah katındaki şeref ve faziletinin yüksekliğine hudut yoktur. Mertebe ve kemâli her an yükselmektedir.
Âdem Aleyhisselâm'dan itibaren kendi zamanına gelinceye kadar mevcûdâtın en şereflisi olduğu gibi, kendisinden sonra kıyamete kadar da mahlûkâtın en faziletlisidir.
Mübarek vücutları ahirete intikal etmekle, nurlarına aslâ bir noksanlık ârız olmaz. Rûhâniyeti ve nurâniyeti kıyamete kadar bâki kalacak, insanlar o nur sebebi ile hidayete ereceklerdir.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Biliniz ki Resulullah aranızdadır." (Hucurât: 7)
Bu husus ehlince mâlumdur.
Dünyada gözü ile görme şerefine nâil olanlar olsun, gözü ile görmediği halde sonraki asırlarda ona iman edenler olsun, onun bir nur olduğunu bilirler ise de, o nurun mahiyetini ve hakikatini anlamalarına imkân yoktur. Beşer idraki buna müsait değildir. Anlamaya çalışmak, bir fincanla denizi ölçmeye benzer.
Onun hakikati, büyüklük ve azameti ancak kıyamet günü belli olacak, herkesçe bilinip anlaşılabilecektir. Dünyada zâhir olmuş olsaydı, ona iman etmek zaruri olurdu. Halbuki makbul olan iman, gayba olan imandır.
Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Size Allah'ın âyetleri okunurken ve aranızda O'nun Resul'ü bulunurken nasıl küfre dönersiniz?" (Âl-i imrân: 101)
Allah-u Teâlâ, kulu ve Resul'ü Muhammed Aleyhisselâm'ın fazilet ve meziyetini, şeref ve haysiyetini, yüceler yücesindeki mevkiini çok açık bir şekilde beşeriyete ilân etmiştir:
"Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber (Muhammed)e çok salât ve senâ ederler.
Ey iman edenler! Siz de ona salât-ü selâm getirin ve tam bir teslimiyetle gönülden teslim olun." (Ahzâb: 56)
Peygamber'ine Allah-u Teâlâ'nın salâtı; onu en yüce makamda yâdetmesi, onu rahmeti ile rızâsı ile tebcil ve tebrik etmesidir.
Meleklerin salâtı ise; onun için Allah'a duâ etmeleri, istiğfarda bulunmalarıdır. İnsanlarınki de öyledir.
Ne yüce mertebedir ki, onu yaratan ona salât-ü selâm getiriyor, sevgili Peygamber'ini anıyor. Ulvî makamındaki melekler de onun için mağfiret diliyorlar, senâ ediyorlar.
Bu nimet ve şereften üstün bir ikbal ve ikram düşünülemez.
Sonra da süflî âlemdeki insanlara Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine salât-ü selâm getirmelerini emrediyor.
Müminler bu sayede kendilerini zulmetten nura kavuşturan, ulvî ufukların kapılarını açan Peygamber'lerine; salât ve selâmlarını, hürmet ve tâzimlerini, övgü ve senâlarını, minnettarlıklarını arzetmiş oluyorlar.
Bu vesile ile de Allah katında itibar kazanmış, birçok ecir ve mükâfâtlara nâil olmuş oluyorlar.
Sâdık müminler asırlar boyu o Nur'un aşkında ve şevkinde yaşamışlar, ona karşı besledikleri muhabbet bağından bir an olsun ayrılmamışlar, salât-ü selâm ile tebcil etmekten geri durmamışlardır.
Onu bizzat gören, uğrunda canlarını ve mallarını feda etmekten bir an bile tereddüt etmeyen Ashâb-ı güzin -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'nın yanında, daha sonraki devirlerde de müminler derin bir aşkla ona bağlanmışlar, o engin muhabbeti gönüllerinde yaşatmışlar ve yaşatmaktadırlar.
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Benden sonra birtakım insanlar gelecektir ki, onların her biri beni görmek için ehlini ve malını vermeye can atar." (Câmiüs-sağir)
Muazzez ism-i şerif'leri o günden bugüne milyarlarca insanın dillerini tezyin edip durmakta, getirmiş ve neşretmiş olduğu din nezih ruhlara hakim bulunmaktadır.
Hiçbir devirde, hiçbir zaman, hiçbir an ezân-ı Muhammedî semâlardan eksik olmamış ve olmamaktadır.
Bu ne muhabbet ihtişamıdır ki, gören âşık görmeyen âşık.
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem'i olan Muhammed Aleyhisselâm'ı dost edinmiştir. Ona imanı, Tevhid'in iki rüknünden biri yapmıştır. Adını adı ile beraber anmış, onun hoşnutluğunu kendi hoşnutluğu ile bir tutmuştur. "Lâ ilâhe illâllah"tan sonra "Muhammedün Resulullah" ünvanını getirmiş; ona inanmayan kişinin müslüman sayılmayacağını, iman etmemiş olacağını belirtmiş, onun sayesinde sapıklıkta olanları hidayete erdirmiştir.
Bu iki kelime arasında tam bir ittifak vardır. Resulullah Aleyhisselâm'ın peygamberliğine şehâdet olmadan sadece Allah inancı fayda vermez. Nitekim diğer din sahipleri de Allah'a inanıyorlar. Muhammed Aleyhisselâm'a iman etmedikleri için küfürde kalmış oluyorlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Varlığım kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki; bu ümmetten yahudi olsun hıristiyan olsun, kim benim peygamberliğimi duyar da benim getirdiğime iman etmeden ölürse mutlaka cehennemliklerden olur." (Müslim: 153)
Kişi: "Lâ ilâhe illâllah" demekle iman etmiş olmaz, "Muhammedün Resulullah" deyince iman etmiş olur.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde:
"O halde kendi hayrınıza olarak hemen ona iman edin!" diye emir buyurmaktadır. (Nisâ: 170)
İman mutlak tasdiktir. Söylenen sözü kendi isteği ile kabullenmek, gönülden benimsemek, şüpheye yer vermeyecek şekilde kesin olarak içten inanmak, teslim olmak, karşıdakine güven vermek demektir.
İslâm dinine göre ise; Allah-u Teâlâ'nın varlığına, birliğine, Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'ın O'nun kulu ve peygamberi olduğuna ve onun Allah-u Teâlâ tarafından bize getirip tebliğ ettiği esas ve hükümlerin doğru ve gerçek olduğuna tereddüt etmeden kesin olarak inanmaktır.
İslâm dini'ne girmenin ilk şartı olan bu iki esas "Kelime-i şehâdet"de toplanmıştır. Kelime-i şehâdet'i kalp ile tasdik edip dili ile de söyleyen bir kimseye "İnanmış" mânâsına gelen "Mümin" adı verilir.
Kur'an-ı kerim'de beyan buyurulduğuna göre, her peygamber kendisinden önceki peygamberi tasdik etmekle mükellef olduğu gibi; en son gelecek olan Hâtem-ül enbiyâ Muhammed Aleyhisselâm'ı da haber vermek ve tasdik etmekle mükellef tutulmuşlardı.
Allah-u Teâlâ gönderdiği bütün peygamberlerine Muhammed Aleyhisselâm'dan bahsetmiş ve onun sıfatlarını anlatmıştır. Eğer onun saâdetli zamanına erişirlerse, mutlaka ona iman edip dinine yardım edeceklerine dair kesin söz aldı. Onlar da Muhammed Aleyhisselâm'ın geldiğini idrak ederlerse hemen iman edip dinine yardım etmelerine dair ümmetlerinden söz aldılar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah vaktiyle peygamberlerden kesin söz almıştı. 'Celâlim hakkı için, size kitap ve hikmet verdim. Sizde olan o kitap ve hikmeti tasdik edip doğrulayan bir peygamber gelecek. Ona mutlaka iman edeceksiniz ve mutlaka ona yardımda bulunacaksınız. Bunu kabul ettiniz mi? Ve bu ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?' demişti. Onlar da: 'Kabul ettik.' demişlerdi. Allah da: 'O halde şâhit olun, ben de sizinle beraber şâhit olanlardanım.' buyurmuştu." (Âl-i imrân: 81)
O Azîz Peygamber'e iman ve yardım ile mükellef olduklarını itiraf ederek bu husustaki emr-i ilâhî'yi kabul ettiklerini söylediler. Onun üstünlüğünü, izzet, şeref ve meziyetini ümmetlerine tebliğ ettiler.
Âl-i imrân sûre-i şerif'inin 82. Âyet-i kerime'sinde ise böyle bir ikrar ve misaka riâyet etmeyenlerin yoldan çıkmış kimseler olacağı bildirilmektedir:
"Bundan sonra artık kim yüz çevirirse onlar fâsıkların tâ kendileridir." (Âl-i imrân: 82)
Allah-u Teâlâ sevdiği seçtiği peygamberlerine bu emri vermiş, onlardan söz almış, onların da her biri ümmetlerine duyurmuşlardır.
Allah-u Teâlâ sıkıntılı halleri, dünyaya ve ahirete dâir gam ve hüzünleri, onun şefaati ve ilticası ile kullarından kaldırır.
Ayrıca derde mübtelâ kulları, onun yüce makâmında el açtıkları zaman; düştükleri zorluktan dolayı onu vasıta yaptıkları zaman; duâ ve niyazları onun hürmetine kabul buyurur, sıkıntı ve üzüntülerden kurtarır. Suçlu bir çocuğun, kabahati anında babasının çok sevdiği bir dostuna sığınması ve kendisini affettirmesi gibidir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Eğer onlar, kendilerine zulmettikleri vakit, sana gelip de Allah'tan tevbekâr olarak günahlarının bağışlanmasını isteselerdi, (sen) Peygamber de kendileri için af isteyiverseydin, elbette Allah'ı affedici ve merhametli bulurlardı." (Nisâ: 64)
Bir insan birçok hatalara, günahlara düşebilir. Fakat bunları idrak ettikten sonra Hazret-i Allah'ın en sevgilisine sığınırsa, onun sevgisinden ötürü o kimsenin duâsını Allah-u Teâlâ reddetmez. Böylece ebedî kurtuluşa erer. Ceza görmeden ebedî lütuf ve saâdetine vesile olur.
İşte bu, hep Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini çok sevdiğinin ve ona sığınılması gerektiğinin ifadesi ve gerekçesidir.
Bu ilâhî emir onun ahirete intikali ile kesilmez ve son bulmaz. Âyet-i kerime'den anlaşılıyor ki; Allah-u Teâlâ'nın tevbeleri kabul etmesi ve onlara mağfiret edici olması, Resulullah Aleyhisselâm'a gelmelerine, huzurunda mağfiret dileğinde bulunmalarına ve Resulullah Aleyhisselâm'ın da onlar için istiğfar edivermesine bağlıdır.
Hayatında iken bereket umulan bir zâtın, vefatından sonra kabrini ziyaret etmekle de bereket umulacağı şüphesizdir. Onların bereketleri, hayatlarında olduğu gibi vefatlarından sonra da devam etmektedir.
Resulullah Aleyhisselâm'ın müminlerin tamamına istiğfarda bulunması, Allah-u Teâlâ'nın şu Âyet-i kerime'si ile hâsıl olmuş bulunmaktadır:
"Hem kendinin, hem de erkek müminlerle kadın müminlerin günahlarının bağışlanmasını dile." (Muhammed: 19)
Bu Âyet-i kerime'ler ne büyük bir şefkat, merhamet ve sığınma kapısıdır! Çünkü Resulullah Aleyhisselâm Raûf ve Rahîm sıfatlarının mazharıdır. Bu yalnız ona mahsustur.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Muhammed Aleyhisselâm elbette:
"Onlara duâ et. Şüphesiz ki senin duân onlar için sekinettir (huzur kaynağıdır). Allah işitendir, bilendir." (Tevbe: 103)
Emr-i şerif'i gereğince, kulları tarafından duâ ve yalvarışa vesile ve vasıta olur. Onun yapacağı duâ, müminlerin kalplerinin huzur ve sükun bulmasına sebep olur.
Hiç şüphesiz ki Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'a çok büyük bir şan ve yetki vermiştir.
Allah-u Teâlâ bir diğer Âyet-i kerime'sinde münâfıkların ne kadar kibirli olduklarını, kendilerini Resulullah Aleyhisselâm'ın haklarında yapacağı mağfiret isteğinden ihtiyaçsız görmekte olduğunu bildirmektedir:
"Onlara: 'Geliniz, Resulullah sizin için mağfiret dilesin!' denildiği zaman, başlarını çevirirler ve sen onların büyüklük taslayarak uzaklaştıklarını görürsün." (Münâfikûn: 5)
Kibir ve gururları onların Resulullah Aleyhisselâm'ın yolunda bulunmalarına engel olmaktadır.
Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin şeref ve izzetini kıyamete kadar gelecek olan iman edenlere şöyle buyurmaktadır:
"Muhammed Allah'ın resulü ve peygamberlerin sonuncusudur." (Ahzâb: 40)
Bu Allah-u Teâlâ'nın kesin bir hükmüdür. Ondan sonra hiçbir peygamberin gönderilmeyeceğine dâir kesin bir delildir. Peygamberlik iddiasında bulunacak kimselerin yalancı oldukları bu Âyet-i kerime ile kesin olarak anlaşılır.
O hem peygamberler zincirini sona erdiren son peygamber, hem de bütün peygamberleri tasdik eden ilâhî bir mühürdür.
Dünyanın sonuna kadar bütün insanların saâdet ve selâmetini sağlamak için gönderilmiştir. Kıyamete kadar kendisinden ışık alınan bir Nur'dur. Nur'u cihanı kucaklar, ebede kadar ışık saçar.
Bir güzel ki, güzellikler güzelliğini ondan almış.
Onun teşrifi ile nübüvvet ve risalet kemale erip son bulmuş, bu suretle İslâm dini de son ve ebedî bir din olmuştur. İslâm dini'nin inkıraza uğraması veya ortadan kaldırılması düşünülemez. Hiç bozulmadan aslî hüviyetinde devam edecek, nübüvvet ve risalet nurları kıyamete kadar bâki kalacaktır. Öyle bir din öyle bir kitap getirmiştir ki, beşeriyetin ondan başkasına artık ihtiyacı kalmamıştır.
Kendisinden önce gelen peygamberlerin getirdikleri dinlerin daha kemâllisini getirip tamamlamış, getirdiği din bütün dinlerin hükümlerini neshederek yürürlükten kaldırmıştır. Ümmeti ise bütün ümmetlerden üstün olmuştur. Hâtem'ül-enbiyâ sıfatı ile âlemlere rahmet olarak gelmesinde, gerek yüce şahsiyetine gerekse ümmet-i muhteremesine tâzim vardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde İslâm dini'nin ulviyetini, Resulullah Aleyhisselâm'ın cahiliye devri müşriklerine yaptığı hitabını beyan buyurmaktadır:
"De ki: Ey insanlar! Eğer benim dinimden şüphede iseniz, ben Allah'ı bırakıp da sizin taptıklarınıza ibadet etmem. Ancak sizi öldürecek olan Allah'a ibadet ederim. Bana müminlerden olmam emrolundu." (Yunus: 104)
Bu ilâhî beyan kıyamete kadar gelecek insanlara da şâmildir. Kim ki gerçekten iman ederse, Resulullah Aleyhisselâm'ın getirdiğini kabul ederse, Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a uyarsa, hiç şüphe yok ki kendi lehinedir, aksi de aleyhinedir.
"Ve: 'Yüzünü hanif (muvahhid) olarak dine çevir. Sakın müşriklerden olma!' diye (emredildi)." (Yunus: 105)
Allah-u Teâlâ'ya yönelenlerin kurtulduğu, yönelmeyenlerin müşrik olduğu beyan buyuruluyor.
"De ki: Ey insanlar! Size Rabb'inizden hak gelmiştir. Artık kim hidayeti kabul ederse, o ancak kendi iyiliği için hidayete ermiş olur. Kim de saparsa, o da ancak kendi zararına sapmış olur. Ben sizin üzerinize vekil değilim." (Yunus: 108)
Ben sadece müjdeleyici ve korkutucuyum. Siz imana gelmedikçe, sizden dolayı sorumlu tutulacak da değilim.
"'Allah'tan başkasına ibadet etmeyesiniz.' diye. Şüphesiz ki ben size O'nun tarafından gönderilmiş bir uyarıcı ve müjdeciyim." (Hûd: 2)
İnkâr ederseniz azaba uğrayacağınızı size haber veriyorum, iman ederseniz saâdet ve selâmete ereceğinizi müjdeliyorum.
•
Allah-u Teâlâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e teselli olarak bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmuştur:
"Andolsun ki senden önce gelen peygamberlerle de alay edilmişti. Ben de o kâfirlere önce mühlet verdim, sonra da onları yakaladım. Azabım nasıl oldu?" (Ra'd: 32)
Diğer peygamberlere de bu olmuştu. Kimini yalanladılar, kimini taşladılar. Sana muârız olanlar da bunu yapacaklar. Amma onların dönüşleri banadır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine Kur'an-ı kerim'i indirmesiyle onun dosdoğru bir yol üzerinde bulunduğunu, Kur'an-ı kerim'in hükümleri ile amel ettiğini buyuruyor ve bize duyuruyor:
"Hamdolsun o Allah'a ki, kuluna dosdoğru kitabı indirdi ve onda hiçbir eğrilik koymadı." (Kehf: 1)
Allah-u Teâlâ nurunu, Kitab-ı kerim'i olan Kelâmullah'ı Cebrâil Aleyhisselâm vasıtası ile Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine indirdi. Ona en doğru, Hakk'a en kestirme varan yolu bildirdi.
Buna iman etmeyenler yoldan çıkmıştır, hakikatten sapmıştır, küfre dalmıştır.
•
Allah-u Teâlâ onu kendisinin ubudiyetine izafe etmiş, kendi yoluna dâvet makamında da onu kulu olmakla vasıflandırmıştır.
"Âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna hakkı bâtıldan ayırdeden Kur'an'ı indiren Allah'ın şânı ne yücedir." (Furkân: 1)
Hakikat ile dalâleti, doğru ile eğriyi ayırmak için Allah-u Teâlâ kullarını uyarıyor. Nasibi olan bu Âyet-i kerime'yi anlar, uyar. Nasibi olmayan sapıklıkta kalır. Allah-u Teâlâ'dan başka hiç kimse onu o sapıklıktan kurtaramaz.
Allah-u Teâlâ, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini şereflendirmek, değerini daha çok arttırmak için ism-i şerif'ini anmamış, "Allah'ın kulu" diyerek kulluk sıfatı ile vasıflandırmış, kulluğunu yerine getirmek hususunda kendine has özelliği ile beraber alçakgönüllülüğünü de beyan buyurmuştur.
"Allah'ın kulu O'na yalvarmak, namaz kılmak için kalkınca, (cinler) neredeyse çevresinde keçeleşirler, birbirlerine girerlerdi." (Cin: 19)
Zira hiç görmedikleri bir ibadet görüyor ve işitmedikleri bir duâ dinliyorlardı.
Yani değil insanlar, cinler dahi Resulullah Aleyhisselâm'a hayrandı ve can-u gönülden bağlı idiler. O Allah-u Teâlâ'ya yöneldiği zaman rahatsız olmasın diye cinler saygılarından, sevgilerinden ötürü birbirlerinin içine girerlerdi.
Bize hidayet bahşeden Allah-u Teâlâ'ya sonsuz şükürler olsun ki; Kur'an-ı kerim'i indirdi, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-i bunu bize açıkladı. Biz O'nun dosdoğru yolu üzerindeyiz.
•
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'a "Abd" yani kul ismini verdiğini diğer bir Âyet-i kerime'sinde beyan buyurmaktadır:
"Eğer kulumuza indirdiğimiz Kur'an'dan şüphe ediyorsanız, siz de onun benzeri bir sûre meydana getirin.
Eğer doğru iseniz, Allah'tan başka şâhitlerinizi de çağırın." (Bakara: 23)
Allah-u Teâlâ buyuruyor ve dalâlet ehline duyuruyor. Muhammed Aleyhisselâm'a indirdiği hak olan Kur'an'dan şüphe ediyorsanız, hepiniz bir araya gelin, onun benzerini meydana getirin. Fakat şüphesiz ki bunu yapamazsınız. Çünkü siz âciz bir mahluksunuz. Bu ise Allah kelâmıdır.
İnsanların iman edip hem dünyada hem ukbâda mesut ve bahtiyar olmalarına çok düşkündü. İnsanlara kendisini tüketircesine şefkat ve merhamet etmekteydi.
Onun bu hâlini Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde haber veriyor:
"Gerçekten biliyoruz ki, söyledikleri şeylerden dolayı göğsün daralıyor, için sıkılıyor." (Hicr: 97)
Hiç şüphesiz ki o zaman da münâfıklar vardı, şimdi de var. O zamanki münkirler de çeşitli sözler söylerlerdi, şimdi de söyleniyor.
O zaman üzülüyordun, şimdikileri de biliyorsun.
Merhametlilerin en merhametlisi olan ve ona bu şefkati bahşeden Allah-u Teâlâ onun bütün iç durumunu biliyor ve onu teselli ediyor.
O ise insanların dalâletten hidayete ermelerini, hakikati bulmalarını, cehennemden kurtulup cennete girmelerini istiyor.
"İman etmiyorlar diye neredeyse kendini tüketeceksin Habib'im!" (Şuarâ: 3)
Kendisine inanmayanları, hakaret eden ve alaya alanları, yılmadan gece-gündüz İslâm'a çağırmış, hidayete ermeleri için gayret sarfetmiştir.
Ayrıca iman şerefi ile müşerref olan ümmetini; dünya ve ahiretin sıkıntılarından kurtarmak için, yasakları işlemekten sakındırmaya çalışmıştır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hak bir peygamberdir, ona Rabb'inden hak gelmiştir, hakkı tebliğ eder, insanları Hakk'a çağırır.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Andolsun ki hak sana Rabb'inden gelmiştir." (Yunus: 94)
Öyle bir haktır ki aklını kullanan hiçbir kimsenin en küçük bir şüphesi olamaz, kesin mucizelerle desteklenmiştir. Kim ki ona gelen hak ve hakikati inkâr ederse, kendisine zulmetmiş olur.
Bir diğer Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Bunda da sana hak ve müminlere de bir öğüt ve uyarı gelmiştir." (Hûd: 120)
Çünkü müminler ibret dolu öğütlerden istifade ederler.
Allah-u Teâlâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e hitâben Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı olmaz." (Bakara: 120)
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, insanları Allah yoluna dâvet vazifesini yerine getirirken, ilâhî hoşnutluktan başka hiç kimseden hiçbir ücret ve herhangi bir karşılık talep etmemiştir.
Bu hususta Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Resul'üm! Onlara de ki: Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum. Kendiliğimden bir şey iddia edenlerden de değilim." (Sâd: 86)
Ancak sizin doğru yola gelmenizi, hidayete ermenizi, cehennemden kurtulup cennete girmenizi istememden başka bir arzu ve isteğim de yoktur. İsterseniz iman edersiniz kurtulursunuz, isterseniz iman etmeyip küfürde kalırsınız Hiçbir zaman Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz halktan en küçük bir menfaat beklemiş değildir. İltifat da istemiş değildir. Bütün iş ve icraatları Allah içindir. Onların yolundan gidenlerin gidişatı da böyledir.
"Resul'üm! Onlara de ki: Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum. Sadece Rabb'ine doğru bir yol tutmak dileyen kimseler olmanızı istiyorum."(Furkân: 57)
Resulullah Aleyhisselâm'ın bir ücret talep etmek veya İslâm'a girenlerin kendisine sağlayacakları dünyâ hayatının geçici menfaatlerinden herhangi birisini elde etmek gibi hiçbir arzusu, hiçbir şahsi menfaati olmamıştır. Onun şân-ı nübüvveti bu gibi zanlardan müberrâdır.
"Resul'üm! Onlara de ki: Ben sizden bir ücret istersem eğer, o ücret sizin olsun. Benim ücretim ancak Allah'a âittir. O her şeye şâhittir." (Sebe: 47)
Âyet-i kerime iki cihetle Resulullah Aleyhisselâm'ın risaletini ispat etmektedir.
Birincisi; İslâm'ı tebliğ mukabilinde ücret istememesidir. Çünkü bu büyük vazife karşısında herhangi bir dünya menfaatı beklemeyip yalnız uhrevî menfaatını istemek elbette nübüvvetine delâlet eder.
Hakk katındaki ecir ve menfaatı uman kimsenin nazarında, insanların elindeki geçici şeyler hiçbir değer ve kıymet taşımazlar.
İkincisi; Allah-u Teâlâ'nın her şeye şâhit olduğunu beyan etmesi, dâvâsında sâdık olduğunu gösterir. Bir kimsenin dâvâsının hak olduğuna Allah-u Teâlâ'yı şâhit göstermesinden daha büyük delil olamaz.
Aslında ücret değmez değildir. Resulullah Aleyhisselâm'ın tebliğ etmiş olduğu din; gerek dünya saâdeti gerekse âhiret selâmeti bakımından en büyük menfaattir. Dünya ve içindekiler ücret olarak verilse bile azdır. Lâkin böyle olduğu halde, şahsı için hiç kimseden az veya çok hiçbir ücret istememiştir. Aksine varını yoğunu bu uğurda harcamaktan zevk duymuştur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Allah-u Teâlâ'nın himayesinde büyümüştü. Âyet-i kerime'lerinde onu nasıl desteklediğini, nasıl barındırdığını, onu kudret eli içinde yaşattığını bize duyuruyor ve şöyle buyuruyor:
"O seni yetim bulup da barındırmadı mı? Sen bilmezken doğru yola eriştirmedi mi? Seni fakir bulup zengin etmedi mi?" (Duhâ: 6-7-8)
Onu hıfz-u himayeye alan bizzat Allah-u Teâlâ'dır. Onun koruyucusu O'dur.
Onu hidayet nûru ile müşerref eden Allah-u Teâlâ, hakikatleri ona duyurduğunu beyan ediyor. Yani onun mualliminin bizzat Zât-ı akdes'i olduğunu arzediyor.
Onu kendi lütfuyla desteklemiş, mucizeler ihsan buyurmuş, hidayete nasibdar olanları, o mucizelerle hakikate erdirmiştir.
•
Allah-u Teâlâ onu göz alıcı mucizelerle, kesin delillerle desteklemiş, halkettiği yüce sebepler ve azim hikmetlerle onu korumuştur.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Resul'üm! Şüphesiz ki sen bizim hıfz-u himâyemizde, gözetimimiz altındasın." (Tûr: 48)
Zül-celâl vel-kemâl Hazretleri her zaman onun üzerine titrediğini, onu daima koruyup gözettiğini ve takip ettiğini ifade buyuruyor. O'nun bütün sevgilileri böyledir. O ise sevgililer sevgilisidir.
Bir kimsenin bir malı ne kadar kıymetli olursa, onu o derece muhafaza etmeye çalıştığı gibi; Allah-u Teâlâ'nın yarattığı mahlûkâtın içinde en kıymetlisi o olduğu için, onu bizzat hıfz-u himayesinde ve tasarruf-u ilâhîyesinde bulunduruyor.
"Allah seni insanlardan korur." (Mâide: 67)
Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime'sinde Resul'ünün insanlara Hakk'ı tebliğ etmesine mukabil, onu anlayamadıklarını ve kendisine düşman kesildiklerini, fakat onu bizzat koruduğunu ferman buyuruyor.
"Ey Peygamber! Allah sana da sana tâbi olan müminlere de yeter." (Enfâl: 64)
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin yüzüsuyu hürmetine, ona tâbi olanları, hem dünyanın tuzaklarından, hem cinlerden, hem de ahirette gelecek tehlikelerden, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini koruduğu gibi koruyacağını haber veriyor.
Yani ona tâbi olanları da Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inden ayırmıyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Resul'üm! Biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik." (Fetih: 1)
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'a açık fetih ihsan etmiştir. O'nun verdiği haberler kesin olarak gerçekleşme hususunda, "Meydana gelmiş hadise" gibi sayılacağından, fetihlerin mutlaka gerçekleşeceğini önceden vâdetmiştir. Bu vaad Resulullah Aleyhisselâm'a ve müminlere büyük bir müjdedir.
Ve bu fetihler kıyamete kadar devam edecektir. Bu Âyet-i kerime'de fethin yüceliğini gösteren bir işaret vardır. Ayrıca ileride meydana gelecek birçok fetihler zincirinin başlangıcıdır.
Bu fetihler Resulullah Aleyhisselâm'a Allah-u Teâlâ'nın lütfudur, ihsanıdır, ümmet-i Muhammed'e de ikramıdır.
"Böylece Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar, sana olan nimetini tamamlar ve seni dosdoğru bir yola eriştirir." (Fetih: 2)
Bu ilâhî hitabı yalnız ve yalnız ona bahşetmiştir, başka hiç kimseye böyle bir hitap olmamıştır. Bu ise onun ne kadar sevildiğini, seçildiğini, fazilet ve meziyetini göstermektedir.
"Sana olan nimetini tamamlar ve seni dosdoğru bir yola eriştirir." (Fetih: 2)
Resulullah Aleyhisselâm her hususta hiç kimsenin ulaşmadığı itaat, iyilik ve doğruluk üzeredir. Dünya ve ahirette mutlak olarak insanların en mükemmeli ve efendisidir.
Geçmiş ve gelecek günahlarını bağışladığı gibi, nimetini de tamamlıyor. O nimeti ancak Allah-u Teâlâ bilir. Bu şerefe de kimseyi nâil etmemiştir, yalnız Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine mahsus olan bir lütuftur.
"Ve sana kimsenin güç yetiremeyeceği bir şekilde şanlı bir zaferle yardım eder." (Fetih: 3)
Âyet-i kerime'lerde Allah-u Teâlâ'nın ona yardımı anlatılmaktadır.
•
Allah-u Teâlâ Peygamber'ini yüceltmek, ona yapılan yardımın büyüklüğünü göstermek için Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurdu:
"Hiç şüphesiz ki Allah bizzat Peygamber'in dostu ve yardımcısıdır. Cebrâil de, müminlerin sâlih olanları da. Bunların arkasından bütün melekler de ona yardımcıdır." (Tahrim: 4)
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'ı bizzat kendisi koruduğu gibi, Cebrâil Aleyhisselâm ve mukarreb meleklerle koruyacağını, sâlih kullarının da canı ve malı ile yardımcı olacağını bize duyuruyor.
"Bütün melekler" ibaresinden, her meleğin ondan haberdar olduğu ve onun hakkında emir beklediği ifadesi çıkıyor.
Siz bu Âyet-i kerime'yi inkâr mı ediyorsunuz, iman mı ediyorsunuz? Eğer iman ediyorsanız Allah-u Teâlâ'nın dostuna uymanız gerekir, düşman olmak değil. İman etmiyorsanız küfürde olduğunuzu bilin.
"Onu sizin görmediğiniz askerlerle destekledi." (Tevbe: 40)
Allah-u Teâlâ onu hıfz-u himayesine almış, çepeçevre kuşatmıştır. Cebrâil ve diğer melekleri insanların görmediğini fakat mevcut olduğunu, Resul'ünü onlarla desteklediğini beyan ediyor. Nasıl bir askerle muhafaza ettiğini yalnız O bilir.
Hicretten beş yıl kadar önce idi. Kureyş'in Ebu Cehil gibi, Velid bin Muğire, Âs bin Vâil gibi, Nadr bin Hâris gibi ileri gelenlerinden bazıları Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e: "Eğer sen gerçekten peygamber isen ayı ikiye ayır." dediler. "Eğer bunu yaparsam iman eder misiniz?" buyurdu. "Evet iman ederiz." dediler.
Bunun üzerine ayın bedir halinde iyice göründüğü, yeni yeni yükseldiği bir gece Allah-u Teâlâ'ya sığınarak aya şehâdet parmağı ile işaret etti. Ay derhal ikiye ayrıldı, yarısı Safâ tepesi üzerinde, diğer yarısı da Safâ'nın mukabilinde olan Kaykaân tepesi üzerinde göründü, sonra tekrar eski vaziyetini aldı.
Allah-u Teâlâ onun sadâkatını halka bildirmek ve göstermek için bu hârikulâde mucizeyi de ona bahşetmiştir.
Resulullah Aleyhisselâm orada bulunanlara bu manzarayı işaret ederek:
"Şâhit olunuz!.. Şâhit olunuz!.." diye seslendi. (Müslim)
Fakat müşrikler bu apaçık mucizeyi gözleriyle gördükleri ve hayretler içinde kaldıkları halde inat ve inkârlarından vazgeçmediler. "Muhammed bizi büyüledi, sihir yaptı." dediler.
Resulullah Aleyhisselâm'ın bu en parlak mucizesini inkâr etmeleri üzerine Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerini inzâl ederek şöyle buyurdu:
"Kıyamet saati yaklaştı ve ay yarıldı." (Kamer: 1)
Müminlere sevabın, kâfirlere cezânın vaad edildiği kıyamet vakti günden güne yaklaşmaktadır. Son peygamber Muhammed Aleyhisselâm'ın en parlak mucizelerinden olan ayın yarılması mucizesi meydana geldi.
Bu mucize yalanlamaya imkân bırakmayacak şekilde fiilen gerçekleşmiştir. Eğer müşrikler yalanlamaya bir yol bulabilselerdi mutlaka yalanlayacaklardı. Halbuki onlar ancak "Büyülendik" diyebildiler.
Bu mucize mütevâtirdir. Kur'an-ı kerim'de delili mevcuttur. Buhârî, Müslim ve diğer sahih Hadis kitaplarında muhtelif rivayetler bulunmaktadır.
"Onlar bir mucize görseler, hemen yüz çevirirler ve: 'Eskiden beri devam edegelen bir büyüdür.' derler. Yalanladılar ve kendi heveslerine uydular. Halbuki her iş kararlaşmıştır. Andolsun ki, onları bu hallerinden vazgeçirecek nice mühim haberler gelmiştir. O haberlerde hikmetin en üstünü vardır. Fakat uyarılar aslâ fayda vermiyor." (Kamer: 2-5)
Hiçbir delili, hiçbir mucizeyi nazar-ı itibara almıyorlar da büyü deyip geçiyorlar. Halbuki büyü her ne suretle olursa olsun bâtıl olacağından, onların böyle söylemeleri şaşkınlıkla bir nevi tenakuza düşmüş olduklarını göstermektedir.
Bir şey bildiklerinden veya bir delile dayandıklarından değil de, keyiflerine ve nefislerinin isteklerine uydukları için yalanladılar. Şeytanın kendilerine süslü gösterdiği bâtıl yollara saptılar. Meydana gelen hadisedeki gerçeğin lüzumunu hesaba katmadılar.
Bu böyle olduğuna göre Resulullah Aleyhisselâm'ın hakikat ve yüceliği, şan ve şerefi zuhur edecek; karşı çıkanların gaye ve maksatları da günü gelince ortaya çıkacaktır.
Geçmiş nesillerin haberlerinin yer aldığı Kur'an-ı kerim'de kâfirleri küfürlerinden vazgeçirecek buyruklar gelmiş bulunmaktadır.
Aklını kullanan ve düşünen kimseler için Kur'an-ı kerim'de bulunan hikmetin ulaştığı dereceye hangi hikmet ulaşabilir? Fakat Kelâmullah'ı dinlemeye karşı kulaklarını kapayanlara hiçbir uyarının ve tehdidin faydası dokunmuyor. Böyle bir kimseyi Allah-u Teâlâ'dan başka hiç kimse hidayete erdiremez.
"O halde sen de onlardan yüz çevir." (Kamer: 6)
Çünkü onlar hakikata kulaklarını tıkamışlar, verilen öğütleri dinlemek istemiyorlar.
Resulullah Aleyhisselâm'dan meydana gelen işleri Allah-u Teâlâ kendi zâtına izafe etmiştir.
Nitekim Bedir'de Cebrâil Aleyhisselâm'ın tavsiyesi üzerine yerden bir avuç kum alarak müşriklerin üzerine atmıştı. Bu atış onların hezimetine vesile oldu.
Âyet-i kerime'de ise:
"Resul'üm! Sen atmadın, Allah attı." buyuruluyor. (Enfâl: 17)
Müşrikler Muhammed Aleyhisselâm ve Kur'an-ı kerim hakkında dillerine gelen her şeyi söylemişlerdi.
Şayet o, Kur'an-ı kerim'e kendiliğinden bazı sözler karıştırmış olsaydı; Allah-u Teâlâ onu muâheze eder ve yeryüzünden alırdı.
Kur'an-ı kerim Muhammed Aleyhisselâm'ın getirdiği kesin bir sözdür. Bu söz âlemlerin Rabb'inden indirildiği hâlde, Muhammed Aleyhisselâm'a izafe edilmiştir.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Görebildikleriniz ve göremedikleriniz üzerine yemin ederim ki, Kur'an elbette şerefli bir peygamberin sözüdür. O bir şâir sözü değildir. Ne de az inanıyorsunuz! Bir kâhin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz!" (Hâkka: 38-42)
Siz doğru düşünmek kabiliyetinden mahrum bulunuyorsunuz.
Bütün görülebilen ve görülmeyen, gizli veya açık her şey, olmuş ve olacak bütün işler üzerine yemin edilmektedir.
Allah-u Teâlâ onun ne kadar şerefli ve Azîz olduğunu yemin ederek bize duyuruyor. Onun meth-ü senâsını bizzat Allah-u Teâlâ yapıyor. Bu yemin "Dikkat edin!" mânâsına geliyor. Ona o şeref ve izzet Hakk'tan geldi, halktan gelmedi. Onu seven ona iman etmiştir, onu sevmeyen ona küfretmiştir. İman ile küfür bir olur mu, seven ile sevmeyen bir olur mu?
Sevenin şerefini artırır, onu şerefli ile beraber yapar. Onları peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle, sâlihlerle beraber haşreder. İnkâr edeni ise şeytanlarla, kâfirlerle haşreder. Sevdiğini ebedî saâdetine ve selâmetine eriştirdiği gibi, ötekileri de kahreder.
Allah-u Teâlâ Muhammed Aleyhisselâm'a indirilen gerçeklere iman edenlerin hâl ve ahvâllerini bizzat kendisinin düzelteceğini, onları karanlıklardan aydınlığa çıkaracağını, gönüllerini ıslâh edeceğini; ruh ile beden, madde ile mânâ, dünya ile ahiret arasında kopmaz bağlar kuracağını beyan buyurmaktadır:
"İman edip sâlih ameller işleyenleri, karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için, size Allah'ın apaçık âyetlerini okuyan bir Peygamber göndermiştir." (Talâk: 11)
Bütün kâinat cehâlet, dalâlet ve vahşet içinde yüzerken Allah-u Teâlâ, o an ve zamana göre hakikati indirmekle insanları tenvir etmiş, iman edenlerin dalâlet bataklığından çıkmasına vesile olmuştur.
"İman edip sâlih amel işleyenlerin, Rabb'leri tarafından MUHAMMED'e indirilen gerçeğe inananların günahlarını Allah örtüp bağışlar ve hallerini düzeltip iyileştirir." (Muhammed: 2)
Muhammed Aleyhisselâm'a indirilen gerçeğe inananların hallerini iyileştirecek, dünya saâdetine ahiret selâmetine kavuşturacak.
Tarih boyunca imanlarında sâdık olan müslümanların durumları da hep böyle olmuştur, bundan sonra da böyle olacaktır.
Allah- Teâlâ onun hayatı üzerine yeminde bulundu:
"Resul'üm! Senin ömrüne andolsun ki!.." (Hicr: 72)
Allah-u Teâlâ onu o kadar seviyor ki, yaptığı iş ve icraatlarından ibadet ve taatlarından, istikametinden, adâletinden, şefkat ve merhametinden o kadar hoşnut ki onun ömrüne yemin ediyor. Bu yemin hoşnutluğundan ileri geliyor. Burada onun için yüce bir makam, büyük bir şeref vardır.
Ayrıca Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin doğup büyüdüğü, yaşadığı belde üzerine de yemin etmiştir:
"Ve bu güvenilir şehre andolsun ki!.." (Tîn: 3)
Bazı beldeler vardır bitki bitirir, bazı beldeler vardır bitirmez. Bazı beldeler vardır ilâhî rahmete mazhar olmuştur, bazı beldeler vardır ki olmamıştır. Dilediğine lütfetmiş, nazar etmiş, dilediğine vermemiş.
Mekke-i Mükerreme şehirlerin anasıdır, nurların özüdür. Allah-u Teâlâ Kâbe-i muazzama'yı orada kurdurdu, Nur'unu Arş'a kadar yükseltti. "Hacer-i esved" taşı cennet-i âlâ'dan getirilip bütün âleme şehâdet etmesi için Kâbe-i Muazzama'ya yerleştirildi.
Âlemlerin Nur'u orada doğdu. Nur-i Muhammedî orada tulû etti, bütün âlemlere oradan yayıldı.
Kur'an-ı Azîmüşân orada indirildi.
Allah katında şehirlerin en şereflisi ve en muteberi olduğunu, Âyet-i kerime'sinde Allah-u Teâlâ'nın bu mübarek şehre yemin etmesi ile öğrenmiş oluyoruz.
Muhammed Aleyhisselâm Hicret'ten bir buçuk sene evvel Receb-i şerif ayının 27. gecesinde Miraç ile şereflenmiştir.
Mirâc-ı şerif hadisesi Kur'an-ı kerim'de şöyle anlatılmaktadır:
"Kulunu (Muhammed'i) gecenin bir anında Mescid-i Haram'dan alıp civarını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir. Ona âyetlerimizden nicelerini gösterelim diye böyle yaptık. Şüphesiz ki Allah işiten ve görendir." (İsrâ: 1)
Mescid-i Aksâ ile Mescid-i Haram'ın arasındaki mesafe uzak olduğu için Kudüs'teki mescide "Mescid-i Aksâ" denilmiştir.
Bu bir esrâr-ı ilâhî'dir. Allah-u Teâlâ yalnız ve yalnız onu seçti, onu çekti ve ona gösterdi. Ona gösterdiğini kimseye göstermediği gibi, mukarreb meleklerden olan Cebrail Aleyhisselâm'a dahi vâkıf ettirmedi. Bu şeref ile ondan başka hiç kimseyi müşerref etmedi.
Resulullah Aleyhisselâm bu gece göklerin ve yerin melekûtundan haberdar oldu ve Allah-u Teâlâ'nın kudret ve azametini gösteren âyet ve alâmetleri, harikulâde halleri gördü.
O kendisi Allah-u Teâlâ'nın âyetlerinden en büyük bir âyettir. Bu şekilde miraç, Muhammed Aleyhisselâm'a âyet göstermekten daha çok, onun kendisini bir âyet olarak kâinata göstermek olmuştur.
Ulül-azm bir peygamber olan İsa Aleyhisselâm, göğe yükselmeden önce bütün insanlara en büyük müjdeyi vererek şöyle söylemişti:
"Ey İsrailoğulları! Doğrusu ben, benden önce gelmiş Tevrat'ı tasdik edip doğrulayan, benden sonra gelecek ve ismi Ahmed olacak bir peygamberi müjdeleyen Allah'ın size gönderilmiş bir peygamberiyim." (Saf: 6)
Âyet-i kerime'de buyurulduğu üzere; İsâ Aleyhisselâm, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in geleceğini haber verdiği gibi, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de İsâ Aleyhisselâm'ın geleceğini duyurmuştur.
Görülüyor ki, Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini bütün peygamberlere ismiyle cismiyle nasıl tanıtmış ve bildirmiştir. Hiçbir yahudinin ve hiçbir hıristiyanın bu vebal altından kurtulması mümkün değildir. Çünkü açık bir fermân-ı ilâhîye var. Zira Allah-u Teâlâ ve Peygamber'i bildirip açıklıyor. Yani "Ben bilmiyordum, duymadım." gibi bir itiraz kabul edilmeyecektir.
Bu o kadar büyük bir vebal ki, altından kurtulmak mümkün değildir.
"İman edenlere Rabb'leri katında kendileri için bir Kadem-i Sıdk olduğunu müjdele." (Yunus: 2)
Âyet-i kerime'sinde geçen "Kadem-i Sıdk" Muhammed Aleyhisselâm'dır.
Öyle bir "Kadem-i Sıdk" ki sâdıkların, sıddıkların rehberi; ümmetine doğruluğu sağlayan, duâsı ve şefaati red olunmayan yegâne Peygamber'dir.
Allah-u Teâlâ onu öyle bir önder, öyle bir yol gösterici, öyle bir Nur kılmış ki; o Zât-ı âli'yi, o Nur'u, o izi takip edenlerin, o izden ayrılmayanların saâdet-i ebedîye'ye ereceğini ve ahirette onun ile beraber olacağını müjdeliyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in ism-i şerifleri ve vasıfları Tevrat'ta da İncil'de de yazılı bulunuyordu.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Onlar ki yanlarında bulunan Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Peygamber'e uyarlar." (A'râf: 157)
Gerçekten Allah-u Teâlâ Tevrat'ta da, İncil'de de, Resulullah Aleyhisselâm'ın vasfını bildirdiğinden, fazilet ve meziyetini duyurduğundan ötürü; gerek peygamberler, gerek onlara yakın olanlar bunu o anda kabul etmiş ve iman etmişlerdir. Hiçbir itirazları da olmamıştır.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde yahudi ve hıristiyanlardan, Kur'an-ı kerim'i indirildiği gibi okuyan müslüman bir grup olduğunu haber veriyor:
"Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, onu hakkını gözeterek okurlar. Çünkü onlar ona iman ederler. Onu inkâr edenlere gelince, işte gerçekten zarara uğrayanlar onlardır." (Bakara: 121)
Onlar bütün hakları gözetirler, Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a gönülden bağlıdırlar. Emirlerine itaat ederler, yasaklarından kaçınırlar. Böylece dünyada huzur ve saâdet içinde yaşadıkları gibi, inşaallah ahirette de selâmette olurlar.
O hevâ ve heves sahipleri artık gerçek mânâsıyla kitap ehli değildirler.
Yahudiler Tevrat'ta hıristiyanlar İncil'de âhir zaman peygamberinin vasıflarını gördüler ve onun gelmesini beklediler. Her nesil bunu kendinden sonra geleceklere anlattı ve geldiği zaman inanmalarını tembihledi. Bu sebeple her iki zümre de bu peygamberin gelmesini dört gözle bekliyorlardı. Ancak beklenen peygamberin Araplar arasından ve bir yetim kimse olarak gönderildiğini görünce, sırf ırkçılık gayretiyle inkâr ettiler. Halbuki onun gerçekten peygamber olduğunu, kendi oğullarını bilip tanıdıkları gibi tanıyorlar ve gelmesini bekliyorlardı.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kendilerine kitap verdiklerimiz onu, öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar." (Bakara: 146)
Allah-u Teâlâ: "Bilmedik, bulmadık!.." dememeleri için Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini eksiksiz ve en güzel bir şekilde tanıtmıştır. Hatta onlar onu öz oğullarından daha iyi tanırlar. Çünkü tanıtan, onu yaratan Allah-u Teâlâ'dır.
"Buna rağmen onlardan bir grup, bile bile gerçeği gizlerler." (Bakara: 146)
Fakat Allah-u Teâlâ'nın onu bu kadar açık tanıtmasına rağmen sırf kibirlerine yediremeyerek ona uymayanlar; Allah-u Teâlâ'nın emirlerine muhalefet ettikleri için, ebedî felâket ve azap içinde kaldılar.
Allah-u Teâlâ kendi peygamberine ve dinine yardımını değişik biçimlerde, değişik tezahürlerle sürdürecektir. İslâmiyet kıyamete kadar pâyidar olacaktır.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Allah katında din İslâm'dır." (Âl-i imrân: 19)
"Onlar Allah'ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Halbuki kâfirler istemeseler de, Allah nûrunu tamamlayacaktır." (Saf: 8)
O zaman tamamladığı gibi bugün de bu nûru tamamlayacak ve onu kıyamete kadar muhafaza edecektir. Bu nur kıyamete kadar bâkidir, aslâ söndürülemez. Allah-u Teâlâ nihayetinde muzafferiyeti er veya geç İslâm'a bahşedecektir.
"Dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamber'ini hidayet ve hak din ile gönderen O'dur. İsterse müşrikler hoşlanmasınlar." (Tevbe: 33)
Her zaman ve mekânda İslâm'ın geleceği gece değil gündüzdür, sönük değil parlaktır.
Ara sıra basan gece zulmetleri, İslâm'ı dinlendirip tekrar uyandırmak içindir.
Allah-u Teâlâ müminlere, küfre karşı İslâm'ı muzaffer kılacağını, onları yeryüzünün mirasçıları yapacağını, beğenip seçtiği dinleri olan İslâm'ı güçlendirecek şekilde iktidar yapacağını ve üzerlerinde bulundukları korkuyu gidereceğini vâdetmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Allah içinizden iman edip de sâlih amel işleyenlere vâdetti ki, kendilerinden evvel gelenleri nasıl yeryüzüne hükümran kıldıysa, onları da yeryüzüne hükümran kılacak.
Ve onlar için seçip beğendiği dinlerini kuvvetlendirecek, korkularını üzerlerinden kaldırdıktan sonra muhakkak emniyete kavuşturacak.
Öyle ki, bana ibâdet etsinler, bana hiçbir şeyi ortak koşmasınlar.
Kim de bundan sonra inkâr eder, nankörlük ederse, işte onlar yoldan çıkmış olanlardır." (Nûr: 55)
Çünkü bu büyük nimeti inkâr ettiler, bu nimetin hakkını ödemediler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde müminlerin vasıflarını şöyle beyan buyuruyor:
"Onunla beraber bulunanlar da kâfirlere karşı çok çetin ve sert, birbirlerine karşı çok merhametlidirler. Onları rükuya varırken, secde ederken görürsün. Allah'tan lütuf ve hoşnutluk isterler. Yüzlerinde secde izinden nişanları vardır.
İşte bu, onların Tevrat'ta anılan vasıflarıdır." (Fetih: 29)
"İncil'de de şöyle vasıflandırılmışlardır: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış ve gövdesinin üzerine dikilmiş bir ekine benzerler. Ki bu, ekicilerin hoşuna gider." (Fetih: 29)
Bu, Allah-u Teâlâ'nın İslâm'ın başlangıcına, kuvvetlenip sapasağlam yer edinceye kadar gücünün ilerlemesine verdiği bir misaldir.
Muhammed Aleyhisselâm'ın vefatı ile dininin terk olunmayacağı, dinden dönen kimsenin hiçbir şekilde Allah-u Teâlâ'ya zarar veremeyeceği, Allah'ın dinine sımsıkı sarılan, imanında sebat eden müminlerin güzel bir mükâfâta erecekleri Kur'an-ı kerim'de beyan buyurulmaktadır:
"Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de nice peygamberler gelip geçmiştir. Eğer o ölür veya öldürülürse gerisin geriye mi döneceksiniz? Kim geriye dönecek olursa, Allah'a hiçbir şekilde zarar vermiş olamayacaktır. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır." (Âl-i imrân: 144)
Burada "Şükredenler"den maksat İslâm'da sebat ederek vazife yapanlardır. Onlar her durumda dinleri uğrunda mücadele ederler.
Rahmet ve merhametinin engin tecellisinden dolayı, Allah-u Teâlâ bu ümmete, kendilerinden başka hiç kimseye vermediği iki haslet vermiştir. Onları bütün insanlar üzerine şâhitler yapmış ve din işlerinde kendilerine hiçbir güçlük yüklememiştir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"O peygamber onların ağır yüklerini, sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar." (A'râf: 157)
Yükümlü oldukları güç şeyleri Allah-u Teâlâ'nın müsaadesi ile bertaraf eder.
Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerin kolaylık ifade eden beyanları incelendiğinde, onun her emrinin her yasağının müslümanlar için sırf kolaylıklardan ibaret olduğu kendiliğinden meydana çıkacaktır.
Ümmet olanların; küçük büyük, bilerek ve unutarak işledikleri bütün günahları tevbe ettikleri takdirde affedeceğini Allah-u Teâlâ vâdetmiştir.
Allah-u Teâlâ bütün bu ikramları son peygamber Muhammed Aleyhisselâm'ın hürmetine, ümmet-i muhteremesi için yapmıştır.
Allah-u Teâlâ yahudi ve hıristiyanlar'dan teşekkül eden ehl-i kitaba seslenerek, kendilerine Muhammed Aleyhisselâm'ı peygamber olarak gönderdiğini haber veriyor, dâvette bir nezaket olmak üzere iltifat yoluyla şöyle buyuruyor:
"Ey ehl-i kitab! Peygamberlerin ardı arkası kesildiği, bir boşluk meydana geldiği sırada size PEYGAMBER'imiz gelmiştir. Gerçekleri size açıklıyor ki, 'Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi.' demeyesiniz. İşte müjdeleyici ve uyarıcı geldi.
Allah'ın her şeye gücü yeter." (Mâide: 19)
Bu Âyet-i kerime mucibince Resulullah Aleyhisselâm geldiği halde inanmayan hiçbir ehl-i kitabın kurtulması mümkün değildir.
Allah-u Teâlâ onu peygamberlerin arkasının kesildiği bir dönemde; dinlerin değiştirildiği, hak ve hakikatten uzaklaşıldığı, yolların çıkmaza girdiği, putperestlerin çoğaldığı bir devirde gönderdi.
Onun gönderilişindeki nimet, nimetlerin en büyüğüdür.
Allah-u Teâlâ yahudi ve hıristiyan olan ehl-i kitap ile onların durumunda olanlara hitap ederek Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"De ki: 'Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda eşit bir kelimeye geliniz.'" (Âl-i imran: 64)
Allah-u Teâlâ "Kelime"yi açıklayarak ve bu dâvetin ana prensiplerini de belirleyerek şöyle buyurur:
"Allah'tan başkasına tapmayalım.
O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım.
Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın." (Âl-i imran: 64)
Burada çeşitli vicdanların, muhtelif milletlerin, farklı dinlerin, çeşitli kitapların hak bir sözde nasıl birleşebilecekleri açık bir şekilde gösterilmektedir.
Sizin onları Tevhid'e dâvet edip şirki bırakmaya çağırmanıza rağmen;
"Eğer onlar yine yüz çevirirlerse: 'Şâhit olun ki, biz müslümanlarız.' deyin." (Âl-i imran: 64)
Yani kendinizin bu din üzere olduğunuzu ortaya koyun ve İslâm üzere olduğunuza onları şâhit tutun.
Fakat ehl-i kitap Hakk'ı birlemekten değil, kelimeyi dağıtmaktan hoşlandılar.
Allah-u Teâlâ her ümmete bir elçi göndererek kendilerine lâzımgelen tebligâtın yapılmış olduğunu bir Âyet-i kerime'sinde şöyle haber vermektedir:
"Andolsun ki biz her ümmete: 'Allah'a ibadet edin, Tâğut'tan sakının!' diye bir peygamber gönderdik." (Nahl: 36)
Allah'a kulluk edin ve O'nu birleyin. Allah'tan başkasına, şeytana, putlara ve sapıklığa çağıran önderlere uymayın.
"İçlerinden kimine Allah hidayet etti, kimine de sapıklık hak oldu." (Nahl: 36)
Yani sapıklığı tercih ettiği ve bunu hak ettiği için, sapıklık ondan ayrılmaz bir parça oldu.
"Yeryüzünde gezin de, yalanlayanların sonunun nasıl olduğunu görün!" (Nahl: 36)
Belki onların uğradıkları azabı düşünürsünüz de ibret alırsınız.