Yarı yoldan geri dönerek, böyle kritik bir zamanda müslümanları yalnız bırakan ve orduda moral bozukluğu husule getiren münâfıklar hakkında Ashâb-ı kiram iki gruba ayrılmıştı.
Bazıları: "Bunları öldürelim yâ Resulellah! Zira bunlar münâfıklardır!" dediler. Diğer bazıları ise: "Affet yâ Resulellah! Zira bunlar kelime-i İslâm'ı söylediler." dediler.
Bunun üzerine nâzil olan Âyet-i kerime'de Allah-u Teâlâ müminleri ikaz ederek şöyle buyurdu:
"Size ne oluyor ki, münâfıklar hakkında (küfür üzere olduklarına ittifak etmeyip) iki fırkaya ayrılıyorsunuz?" (Nisâ: 88)
Açık olarak münâfıklık eden bir topluluk hakkında ne diye farklı görüşlere sahip oluyorsunuz ve iki gruba ayrılıyorsunuz? Niçin onların kâfirlikleri hakkında kesin hükmünüzü vermiyorsunuz?
Bu gibi kimseler hakkındaki hüküm ölümdür. Bu husustaki merci de Resulullah Aleyhisselâm'dır. Dilerse öldürür, dilerse zâhirlerine göre muamelede bulunarak onları öldürmez. Durum böyle olduğuna göre müminlerin onlar hakkında fırkalara ayrılmamaları gerekirdi.
Nifak ve isyanları sebebiyle Allah-u Teâlâ'nın küfre döndürdüğü kimseleri hidayete çevirmenin imkânı yoktur.
"Halbuki Allah onları kendi ettiklerinden dolayı başaşağı etmiştir. Allah'ın saptırdığını doğru yola getirmek mi istiyorsunuz? Allah'ın saptırdığı kimseye sen asla yol bulamazsın!" (Nisâ: 88)
Artık onları kimse kurtaramaz.
Onların tam münâfık oldukları açıkça ortaya çıktıktan sonra, onlara karşı yumuşak ve hoşgörülü davranmak isteyenlerin bu yanlış tutumları reddedilmektedir.
Medine ile Uhud arasındaki mesafe bir saatten az olmasına rağmen, Uhud'a kadar gidilmeyip yarı yolda Şeyheyn denilen mevkide gecelediler.
Resulullah Aleyhisselâm orada orduyu bizzat teftişten geçirdi. Üsâme bin Zeyd, Abdullah bin Ömer, Zeyd bin Sâbit, Ebu Said-i Hudrî, Abdullah bin Amr, Numan bin Beşir... -radiyallahu anhüm- gibi on beş kadar küçük çocuğu geri çevirdi. Bu geri çevrilenler de Medine'de çocukları ve kadınları korumakla görevlendirildiler.
Teftiş bittiğinde güneş batmıştı. Bilâl-i Habeşî -radiyallahu anh- ezan okudu. Resulullah Aleyhisselâm mücahidlere akşam namazı kıldırdı. Aynı şekilde yatsıyı da kıldılar. Muhammed bin Mesleme -radiyallahu anh- kumandasında elli kişilik bir devriye birliği çevreyi kontrol etmekle vazifelendirildi. Zekvan bin Abdil-Kays -radiyallahu anh- de o gece Resulullah Aleyhisselâm'ın çadırını korudu.
Cumartesi günü sabah namazını cemaatle kıldıktan sonra, şafakla beraber İslâm ordusu Şeyheyn'den ayrıldı, Uhud'a doğru yürüdü.
Uhud dağı, Medine-i münevvere'nin tam kuzeyine düşmekte ve şehrin merkezinden itibaren beş kilometre kadar bir mesafede bulunmaktadır. Şehrin karşısına isabet eden yerde yarım daire şeklinde ve at nalı biçiminde bir girinti olup, bu girinti binlerce kişiyi alacak genişliktedir. Bu yerin daha içerisinde dar bir boğazla girilen daha girintili küçük bir mahal vardır. Uhud'un güneyinde Vâdiy'ül-Kanât suyu akmakta olup, bu suyun da güneyinde Ayneyn tepesi bulunmaktadır.
Resulullah Aleyhisselâm Tebük seferinden dönüşte Medine'ye yaklaştığında:
"İşte Tâbe (Medine), işte Uhud! O bizi seven bir dağdır, biz de onu severiz." buyurmuştur. (Müslim: 1392)
Mahşerî bir kalabalık halinde Mekke'den hareket eden Kureyş ordusunun konakladığı her yerde kadınlar Bedir'de öldürülenleri anmakta, defler çalarak erkekleri çarpışmaya kışkırtmakta idiler. Her durdukları yerde develer boğazlıyorlar, yiyip içiyorlardı.
Evbâ köyünden geçerken bazı çılgınlar Resulullah Aleyhisselâm'ın vâlidesi Hazret-i Âmine'nin kabrini eşmeyi, kemiklerini çıkarmayı akıllarına koydular. Eğer ileri gelenler, Araplar arasında kötü bir âdetin ortaya çıkmasından korkarak engel olmasalardı, neredeyse böyle çirkin bir âdiliğe cüret edeceklerdi.
On günde Zülhuleyfe'ye geldiler. Burada müslüman casuslar yürüyüş halindeki askerler arasına katıldılar.
Ureyz denilen yerden geçerken, yeşillik namına bir şey bırakmayacak şekilde atlarını ve develerini ekinlere salıverdiler.
Yirmi günlük hızlı ve devamlı bir yürüyüşten sonra ölü denecek derecede yorgun bir halde Şevval'in yedisine rastlayan Çarşamba günü Uhud'a geldiler. Karargâhlarını Uhud dağının Medine'ye bakan eteklerinde çorak bir yere kurdular. Gerek asker gerekse hayvanlarının yorgunluklarını çıkarmaya çalışıyorlardı. Perşembe ve Cuma günleri orada kaldılar. Arazinin elverişsiz olması sebebiyle Medine'ye karşı bir harekâta girişemediler.
Resulullah Aleyhisselâm'ın Cuma günü akşamı Şeyheyn'e gelip konduğunu görünce süvarilerini topladılar. İkrime'yi süvarilerin başına geçirerek keşif ve devriye kolu olarak vazifelendirdiler. Geceyi durup dinlenmeksizin geçiren süvariler Harre'ye kadar sokuldular, fakat oraya çıkamadılar.
Kureyş'in başında Ebu Süfyan bin Harb bulunuyordu. Sağ kanadına Halid bin Velid, sol kanadına da Ebu Cehil'in oğlu İkrime kumanda ediyordu. Sancaktarları ise Talha bin Ebi Talha idi. Düşmanın niyeti, müslümanları mağlup ettikten sonra Medine'yi yağmalamaktı. Beraberlerinde yüz kadar okçuları vardı. Zaferden o kadar emindiler ki, dönüş yollarını emniyete almayı akıllarına bile getirmediler.
Müslümanlar Şeyheyn'den derlenip toplandığı sırada müşrikler de yavaş yavaş harp düzeni almaya başladılar. Bedir savaşında başlarına gelenlerden tecrübe alarak bu defa askerlerini gayet muntazam bir şekilde tertip etmişlerdi.
Uhud'a gelen İslâm ordusu, savaşmak için sahanın en iyi yerini seçmişti. Uhud dağına arkasını verdi. Sağına Medine-i münevvere düşüyordu, solunda bir vâdi vardı. Bu vâdi Uhud dağı ile Ayneyn dağları arasındaydı. Düşman bu vâdiden saldırırsa İslâm ordusunun sol kanadı tehlikeye düşebilirdi. Resulullah Aleyhisselâm Ayneyn geçidine elli kadar okçu yerleştirdi, başlarına da Abdullah bin Cübeyr -radiyallahu anh-ı kumandan tayin etti ve onlara şu emri verdi.
"Düşman yense de yenilse de, benden emir gelmedikçe yerinizden katiyyen ayrılmayacaksınız. Yenildiğimizi bile görseniz bize yardım için yerinizi bırakmayacaksınız. Düşman süvarileri gelirse onları oka tutunuz. Çünkü at, oku yiyince ilerleyemez."
Zübeyr bin Avvam -radiyallahu anh-ı zırhlı kuvvetlerin başına, Hazret-i Hamza -radiyallahu anh-ı de zırhsız askerlerin başına geçirdi. Daha sonra ordusunu çarpışma düzenine koymaya başladı. "Beri gel!.. Geri git!.." gibi sözlerle safları düzeltti.
Elinde tuttuğu kılıcı uzatarak:
"Hakkını ödemek şartıyla bu kılıcı kim alır?" buyurdu. (Müslim: 2470)
Ensâr'dan Ebu Dücâne -radiyallahu anh-: "Bu kılıcın hakkı nedir yâ Resulellah!" diye sordu. "Eğilip bükülünceye kadar düşmanla savaşmaktır." buyurunca: "Ya Resulellah! Ben onun hakkını yerine getirmek üzere alıyorum." dedi ve kılıcı teslim aldı.
Buraya kadar olan safha Kur'an-ı kerim'de şöyle ifade edilmektedir:
"Resul'üm! Hani sen müminleri savaş için duracakları yerlere yerleştirmek üzere erkenden evinden ayrılmıştın. Allah işitendir ve bilendir." (Âl-i imrân: 121)
Aralarında geçen bütün sırlar Allah-u Teâlâ tarafından bilinmektedir.
O gün müslümanlar arasındaki parola "Öldür!" mânâsına gelen "Emit! Emit!" sözü idi.