Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
Başyazı - Kur'ân-ı Kerim'in Kalbi Yâsin-i Şerif'in Esrarı - Ömer Öngüt
Kur'ân-ı Kerim'in Kalbi Yâsin-i Şerif'in Esrarı
Başyazı
İsmail Yavuz
1 Temmuz 2012

 

"Ey İnsan! Hikmet Dolu Kur'an Hakkı İçin Ey Resul'üm! Muhakkak ki Sen Gönderilmiş Peygamberlerdensin."
(Yâsin: 1-3)

"Şüphesiz ki Her Şeyin Bir Kalbi Vardır. Kur'an'ın Kalbi İse Yâsin'dir.
Allah Bu Sûreyi, Kur'an'ın Tamamını On Defa Okumak Kadar (Sevaplı ve Feyizli) Kılmıştır."
(Hadis-i Şerif)

"Yâsin-i Şerif'i Her Gece Okumaya Devam Eden Kimse Vefat Ederken Şehid Olarak Vefat Eder."
(Hadis-i Şerif)

KUR'AN-I KERİM'İN KALBİ OLAN
YÂSİN SÛRE-İ ŞERİF'İNİN TEFSİRİ VE ESRARI

 

Yâsin sûre-i şerif'i iman esaslarının ana prensiplerini, nübüvvet, dâvet şekli, geçmiş ümmetlerin durumları, tevhidin ispatı, kıyamet alâmetleri, haşir ve tekrar dirilme gibi mühim meseleleri anlatıp açıklamaktadır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in peygamberliğinin önemine ve sıhhatine yemin edilerek, onun dosdoğru bir yol üzerinde bulunduğu belirtilerek başlamakta; altı asra yakın bir zaman ataları uyarılmayan putperest bir kavme uyarıcı gönderildiği beyan edilmekte; azgınlık ve sapıklıkta devam eden, yalanladıkça yalanlayan Kureyş kâfirlerinin üzerlerine ilâhî azap ve intikamın hak olduğu anlatılmaktadır.

İsâ Aleyhisselâm'ın elçilerinden üç dâvetçinin Antakya halkına uyarıcı olarak gönderilmeleri ve yalanlanmaları mevzu edilerek; Mekkeli müşriklerle, her asırda yaşayan inkârcılar uyarılmaktadır.

 

Sûre-i Şerif'in Takdimi:

Muhtevâsından Mekke döneminin ortalarında veya sonlarına doğru nâzil olduğu anlaşılan bu mübarek sûre-i celile; seksen üç Âyet-i kerime, yedi yüz yirmi yedi kelime ve üç bin harften müteşekkildir.

"Yâsin" kelimesi ile başladığı için kendisine bu isim verilmiş olup, bu iki harf aynı zamanda anahtar durumundadır.

Okuyanların kalplerini nûrlandırdığı için kendisine "Kalb'ül-Kur'an" adı verilmiştir.

Enes -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Şüphesiz ki her şeyin bir kalbi vardır. Kur'an'ın kalbi ise Yâsin'dir. Allah bu sûreyi, Kur'an'ın tamamını on defa okumak kadar (sevaplı ve feyizli) kılmıştır." (Tirmizî. Fezâil-i Kur'an: 2889)

Her şeyin kalbi o şeyin özüdür ve aslını teşkil eder. Onun dışındakiler ise ya bunun bir takım başlangıçlarıdır veya tamamlayıcı unsurları arasında yer alır.

Birçok yanlış inançları bertaraf etmekte; gaflette kalmış bir nice insanları ikaz ederek, haklarındaki ilâhi hükmü bildirmektedir.

Ma'kıl bin Yesar -radiyallahu anh-den rivayete göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

"Kur'an'ın kalbi Yâsin sûresi'dir. Bir kimse Allah'ın rızasını ve ahiret yurdunu dileyerek onu okursa, Allah onun günahlarını bağışlar." (Ahmed bin Hanbel)

Diğer Hadis-i şerif'lerde de şöyle buyurulmaktadır:

"Her gece Yâsin-i şerif'i okuyan mümin-i kâmilin küçük günahları bağışlanır." (C. Sağir)

"Yâsin-i şerif'i her gece okumaya devam eden kimse vefat ederken şehid olarak vefat eder." (Münâvî)

Ali Râmitenî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurmaktadır:

"Bir iş üzerinde üç kalp birleştiği zaman kulun muradı hasıl olur.

Mü'minin kalbi, Kur'an'ın kalbi, gecenin kalbi."

Hazret; burada gece kılınan teheccüd namazında, Yâsin Sûre-i şerif'inin okunmasına işaret buyuruyorlar.

 

Muhtevası:

Yâsin sûre-i şerif'i iman esaslarının ana prensiplerini, nübüvvet, dâvet şekli, geçmiş ümmetlerin durumları, tevhidin ispatı, kıyamet alâmetleri, haşir ve tekrar dirilme gibi mühim meseleleri anlatıp açıklamaktadır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in peygamberliğinin önemine ve sıhhatine yemin edilerek, onun dosdoğru bir yol üzerinde bulunduğu belirtilerek başlamakta; altı asra yakın bir zaman ataları uyarılmayan putperest bir kavme uyarıcı gönderildiği beyan edilmekte; azgınlık ve sapıklıkta devam eden, yalanladıkça yalanlayan Kureyş kâfirlerinin üzerlerine ilâhî azap ve intikamın hak olduğu anlatılmaktadır.

İsâ Aleyhisselâm'ın elçilerinden üç dâvetçinin Antakya halkına uyarıcı olarak gönderilmeleri ve yalanlanmaları mevzu edilerek; Mekkeli müşriklerle, her asırda yaşayan inkârcılar uyarılmaktadır.

Yine bu Sûre-i şerif'te öldükten sonra dirilip insanların hesap ve ceza gününde kalkacaklarına delâlet eden delillere yer verilmektedir. Kıyamet ve onun korkunç halleri, Sûr'a üfürüldüğünde insanların kabirlerinden kalkacağı, o korkunç günde müminlerle suçluların birbirlerinden ayırt edileceği, neticede bahtiyarların Naîm cennetlerinde, bedbahtların da cehennemin alt tabakalarında yerlerini alacakları haber verilmektedir.

Muhteşem kâinatta Allah-u Teâlâ'nın vahdaniyetini ve kudretini gösteren deliller sıralanmakta, bu hususta müminler aydınlatılmaktadır.

 

İnsan-ı Kâmil:

"Ey insan!" (Yâsin: 1)

Hitabının muhatabı Muhammed Aleyhisselâm'dır. İnsan-ı kâmil, hulâsa-i insan odur.

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri ona kendi lütf-u kereminden "Yâsin! = Ey insan!" buyurdu.

"Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık." (Tin: 4)

Aslında bu hitab-ı ilâhiye'ye mazhar olan ve Âyet-i kerime mucibince en güzel bir biçimde yaratıldığı belirtilen insan da yine odur.

"Asluhu nûr cismuhu âdem,

Velekad kerremnâ benî âdem."

Aslı nûrdur, görünüşü beşerdir. Öyle bir benî âdem ki;

"Andolsun ki biz Âdemoğulları'nı üstün bir izzet ve şerefe mazhar kıldık." (İsrâ: 70)

Âyet-i kerime'sindeki mükerrem insan hitabının mazharı da yine odur. İnsan bütün yaratıkların en mükerremi, o ise bütün insanların en mükerremidir. Onun yüzü suyu hürmetine bütün bu faziletlerden insanoğlu da istifade ediyor.

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri sevdiği, seçtiği Peygamber kullarına ayrı bir lütufla tecelli etmiştir. O lütuf Muhammed Aleyhisselâm'ın nûru idi. Geldikleri zaman o nûr ile geldiler. Tâ Âdem Aleyhisselâm'dan beri o nûr onların üzerinde döndü durdu. Her birinin alnında parlıyordu. Nihayet Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-e kadar geldi. Zaten onun nûru idi. Nûr nûra kavuştu. Daha sonra o nûr:

"Âlimler peygamberlerin vârisleridir." (Buhârî)

Hadis-i şerif'i mucibince vekillerine sirayet etmeye başladı.

Vekillere sirayet ediliş şekli bir Hadis-i şerif'te beyan buyuruluyor:

"Cenâb-ı Allah benim göğsüme ne boşalttı ise olduğu gibi Ebu Bekir'in göğsüne boşalttım." (Risâle-i Es'adiyye. 6. Fasıl)

Bu boşaltma kıyamete kadar devam eder. Binaenaleyh Resulullah Aleyhisselâm'ın nûru her zaman mevcut. Her an tepemizde. Amma hani hidâyet! Hani hidâyete erenler! Halbuki onun nûru her an üzerimizde. O gitmiş gibi görünüyor amma vekilinin üzerindeki nûr, onun nûrudur.

Hani gören, hani bilen, hani bulan?

Hakk Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri bu nûr sahibi vekillere öyle büyük lütuflarda bulunmuş ki; onları zâtına çekmiş, onlara herşeyin en güzelini vermiş, onları takvânın en yüksek derecesine yükseltmiş, gönüllerini mârifet nûrlarıyla nûrlandırmıştır.

Bunlar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in hem sehm-i nübüvvetine hem de sehm-i velâyetine vâris olanlardır. Yoksa zâhiri ulemaya âit değildir.

Binaenaleyh iş gören onun nûrudur, o nûrdur.

Resulullah Aleyhisselâm'ın tam vârisleri bir evlât derecesinde olup, zâhirî nesep itibarı ile ona yakın olanlardan da ileridirler. Mânevî nesep itibarı ile en yakınları onlardır.

Onlar esrar odasının has erleridir.

Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh-in yoluna girip, Selman-ı Fârisî -radiyallahu anh- Hazretleri üzerinden gelen yine onun ıyâlidir.

Bir Hadis-i şerif'te:

"Selman bizdendir ve Ehl-i beyt'tendir." buyurulmaktadır. (Taberânî)

Mânen öyle yakınlık var ki, en yakından da yakındır ve kıyamete kadar bu ıyâl devam eder.

Onun ıyâli olunca hıfz-u himaye ve tasarruf-u ilâhiye de ona göre olur. Onun için işler kendiliğinden oluyor.

 

Kur'an-ı Kerim Üzerine Yemin:

Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini en üstün şerefle müşerref eyleyen Allah-u Teâlâ, Kur'an-ı kerim üzerine yemin ederek onun doğru yolda olduğunu ve dosdoğru bir yolu gösterdiğini; bu nûrlu yolda gönül huzuruyla, emin adımlarla yürümesini beyan buyuruyor:

"Hikmet dolu Kur'an hakkı için ey Resul'üm!" (Yâsin: 2)

Pek muhkem olan Kur'an-ı kerim, hiç şüphesiz ki her hikmetin menbaı ve her öğüdün kaynağıdır. "Hakîm" olan Allah-u Teâlâ'nın kelâmı olduğundan dolayı, o da "Hakîm" yani hikmeti sonsuz olmakla vasıflandırılmıştır.

"Muhakkak ki sen gönderilmiş peygamberlerdensin." (Yâsin: 3)

Bütün inkârcıların, inatçıların inat ve küfürlerine rağmen, sen şüphesiz peygamberlik vazifesi ile gönderilmiş ve dinlenilmediği takdirde hesabının sorulması kesinleşmiş elçileri olan hak peygamberlerdensin.

"Doğru bir yol üzerindesin." (Yâsin: 4)

Risaletin özü istikamettir. Risalet kılıç gibi keskindir. Kendisinde doğru yoldan herhangi bir sapma, eğrilik ve bozukluk aslâ bulunmaz. Hak ve hakikati bütün açıklığı ile ortaya koyar.

Kur'an-ı kerim bu doğru yolun tek kılavuzudur.

"Üstün ve çok merhametli olan Allah'ın indirdiği (Kur'an yolu üzerindesin)." (Yâsin: 5)

Senin vasıtanla bütün beşeriyete böyle bir hidâyet rehberi verilmiştir.

"Azîz", kitab'ın ifadelerindeki fesahat ile inat sahibi kimselerin galip gelen; "Rahim" ise, kitab'ın mânâlarındaki inceliklerle doğruluk sahibi olanların anlayışlarını üzerine çeken demektir.

Azîz ve Rahîm olan Allah-u Teâlâ'nın emirlerine kimse karşı koyamayacağı gibi, hiçbir kimse O'ndan kaçıp kurtulamaz. Engin merhametinden ötürü kullarının hidâyete ermeleri, dünya saâdetine ve âhiret selâmetine ermeleri için kitaplar salmış, peygamberler göndermiştir.

Bu Âyet-i kerime'nin muhatabı bizzat Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz olduğu gibi onun vekiline de şâmildir. Niçin? Onun vekâletini taşıdığı için, onun nûruna mazhar olduğu için, onun yolunda yürüdüğü için.

 

Babaları Uyarılmayan Arap Kavmi:

Musa Aleyhisselâm'dan önce uzun yıllar İsrâiloğulları'na nasıl ki uyarıcı peygamber gönderilmemişse, Mekkeliler'e de veya Arap yarımadasında yaşayan Araplar'a da altı asra yakın bir süre içerisinde peygamber gönderilmemiştir. İsa Aleyhisselâm'dan sonra fetret dönemi başlamış, cahil Araplar Tevhid inancından iyice uzaklaşıp putperestliği benimsemişler, Kâbe-i muazzama'yı puthane yapacak kadar ileri gitmişlerdir.

İşte ataları asırlarca uyarılmayan Araplar koyu karanlık bir cehâlet içinde bocalarken Allah-u Teâlâ hem onlara hem de bütün milletlere rahmet olarak Muhammed Aleyhisselâm'ı uyarıcı peygamber olarak göndermiştir.

"Ataları uyarılmadığı için gaflet içerisinde kalmış bir kavmi uyarman içindir." (Yâsin: 6)

Doğru yolun ne olduğundan, neticenin nereye varacağından haberleri yoktur.

Sadece onlardan söz edilmesi, diğerlerinin uyarılmayacağı mânâsına gelmez.

Allah-u Teâlâ yahudi ve hıristiyanlardan teşekkül eden ehl-i kitaba seslenerek, kendilerine Muhammed Aleyhisselâm'ı peygamber olarak gönderdiğini haber veriyor, dâvette bir nezaket olmak üzere iltifat yoluyla bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:

"Ey ehl-i kitap! Peygamberlerin ardı arkası kesildiği, bir boşluk meydana geldiği sırada size PEYGAMBER'imiz gelmiştir. Gerçekleri size açıklıyor ki, 'Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi.' demeyesiniz. İşte müjdeleyici ve uyarıcı geldi.

Allah'ın her şeye gücü yeter." (Mâide: 19)

Allah-u Teâlâ onu dinlerin değiştirildiği, Hakk ve hakikatten uzaklaşıldığı, yolların çıkmaza girdiği, putperestlerin çoğaldığı bir devirde gönderdi.

Onun gönderilişindeki nimet, nimetlerin en büyüğüdür. Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:

"Varlığım kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki; bu ümmetten yahudi olsun hıristiyan olsun, kim benim peygamberliğimi duyar da benim getirdiğime iman etmeden ölürse mutlaka cehennemliklerden olur." (Müslim)

 

KÜFRE MEYLEDENLER,
HİDÂYETE YÖNELENLER

Çoğu İnsanlar Küfre Meyyal:

Allah-u Teâlâ müşriklerin inkâr ve yalanlamada ısrar etmeleri sebebiyle azaba müstehak olduklarını açıklamak üzere şöyle buyurmaktadır:

"Andolsun ki onların çoğunun üzerine söz hak olmuştur." (Yâsin: 7)

Bu azap sözünün hak oluşu, bir zorlama sonucu değil; aksine kendi tercihleriyle küfürde direnmeleri, öğüt ve uyarılardan etkilenmemeleri sebebiyle gerçekleşmiştir.

"Artık onlar iman etmezler." (Yâsin: 7)

Onlar selim fıtratlarını kaybetmişler, iradelerini kötüye kullanmışlar, haklarında kesin hüküm verilmiştir. Artık onlar imana gelmeyeceklerdir. Çünkü Allah-u Teâlâ onların küfür üzere öleceklerini bilmektedir. O'nun ilmi kesinlikle yanılmaz ve tespitinde hata olmaz.

"Gerçekten biz onların boyunlarına demir halkalar geçirdik." (Yâsin: 8)

İradelerini aslâ imana sarfetmediklerinden dolayı, taata ve boyun eğmeye sebep olan boyunlarına demir halkalar geçirilmiştir.

"O halkalar çenelerine kadar dayanmıştır." (Yâsin: 8)

O kadar ki, boyunlarına kelepçe takılanlar, başlarını hareket ettiremedikleri gibi, sağa sola bakacak halleri de kalmamıştır. İmana itibar ve iltifat etmediklerinden dolayı bu cezaya maruz kalmışlardır.

"Onun için kafaları yukarı kalkıktır." (Yâsin: 8)

Hakikati görmek için etraflarına bakamazlar. Ne kadar delil getirilirse getirilsin hakikati göremezler ve apaçık delilleri bile kabul etmezler.

"Biz onların önlerine bir sed, arkalarına bir sed çektik." (Yâsin: 9)

Allah-u Teâlâ bu seddi onlarla iman ve İslâm arasına koymuştur. Onlar bu bakımdan hiçbir şekilde iman ve İslâm'a yol bulamazlar.

Onlar öyle koyu bir taassuba kapılmışlardır ki, geçmişlerinden ders almadıkları gibi, geleceklerini dahi hiç düşünmezler. Doğru yolu bulmak, hakikati görmek kabiliyetinden mahrumdurlar.

"Gözlerini de bir perdeyle örtüverdik, artık görmezler." (Yâsin: 9)

Kendileri ile hidâyet yolunun arası kapanmıştır. Onlar kalp gözleri köreltilmiş kimselerdir. Şayet selim bir fıtrata sahip olsalardı, bu hakikatleri görebilirlerdi.

"Onları uyarsan da uyarmasan da birdir. Onlar iman etmezler." (Yâsin: 10)

Çünkü uyarma, ölü kalpleri diriltmez. İnanmak istemeyen bir kalbe, ikaz fayda vermez. Allah-u Teâlâ onlar hakkında dalâlet hükmünü vurmuştur. Küfürlerinde ısrar ederek sapıklık içinde ölür giderler, lâyık oldukları cezâlara kavuşurlar.

Şu halde kendini yorma, iman etmedikleri için üzülme. İmansızlıklarının zararı iman etmeyenlere âittir.

Onları uyarmakla uyarmamak arasında fark yoktur. Çünkü onlar bu öğütlerden faydalanıp da imana gelmezler.

Bu Âyet-i kerime'lerin benzeri bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyuruluyor:

"Kâfirlere gelince, onları ikaz etsen de etmesen de birdir, onlar iman etmezler." (Bakara: 6)

Onlar fıtratlarını kötüye kullanan, Hâlik-ı kerim'in varlığını gösteren eserleri görmemek için gözlerini kapayan, üzerlerine düşen vazifeleri yerine getirmekten kaçınan münkir kimselerdir.

Kesin olarak iman etmeyecek kimseyi uyarmanın faydası, ileride delil ile susturulmaları içindir.

Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Onları doğru yola çağıracak olursanız size uymazlar. Onları çağırsanız da, sussanız da sizin için birdir." (A'râf: 193)

Onların hali tıpkı Hud Aleyhisselâm'ın kavmi gibidir.

Onlar:

"Sen bize öğüt versen de, öğüt verenlerden olmasan da bizce birdir." demişlerdi. (Şuarâ: 136)

Kıyamet gününde onlara şöyle denilir:

"Girin oraya! İster dayanın ister dayanmayın, sizin için birdir." (Tûr: 16)

Allah-u Teâlâ onların şöyle diyeceklerini beyan buyuruyor:

"Şimdi artık sızlansak da sabretsek de birdir, kaçıp sığınacak bir yerimiz yoktur." (İbrahim: 21)

Artık iş bitmiş, iş işten geçmiştir.

 

Uyarılara Kulak Verenler:

Allah-u Teâlâ uyarının fayda sağlamadığı kimseleri beyan ettikten sonra, uyarılara kulak veren ve etkilenen bahtiyar müminleri belirterek şöyle buyurmuştur:

"Sen ancak o kimseyi uyarabilirsin ki, Zikr'e uyar." (Yâsin: 11)

Kur'an-ı kerim'in bütün hükümlerine iman ederek ve gönülden tasdik ederek boyun eğer, şeytanın peşinden gitmekte direnmeyip öğüt ve nasihate kulak verir.

"Ve görmediği halde Rahman'dan korkar." (Yâsin: 11)

Kendisini görmediği halde haşyetullahtan titrer. Rabb'inin rahmet ve merhametinin ne kadar geniş olduğunu bilmekle birlikte, kendisine lütfettiği maddi ve mânevi nimetleri elinden almasından korktuğu için O'ndan çekinir. Rahman'dır diye rahmetine güvenip aldanmaz. Ümit ile korku arasında bulunur.

Allah'tan başka hiç kimsenin görmediği durumlarda Allah-u Teâlâ'nın kendisini gördüğünü bilerek her türlü kötülüklerden nefsini uzak tutar. Yalnız görünürde değil, O'ndan başka kimsenin bilemeyeceği kalbinin iç yüzünden korku duyar.

İlâhî hükümlere uymak ve Rahman olan Allah'tan korkmak yolun başıdır. Hikmetin başı ise Allah korkusudur.

Sözden anlayıp, şirk ve nifaktan uzaklaşan kimse müjdeyi haketmiştir:

"İşte böylesini bir mâğfiret ve güzel bir mükâfat ile müjdele!" (Yâsin: 11)

İnsanoğlu uyarıdan faydalanınca, hiçbir günah bırakmayıp örten engin bir mağfirete ve hiçbir eksikliği olmayan mükâfata lâyık olur.

Bu şerefli mükâfat cennettir ve Allah-u Teâlâ'nın mümin kulları için hazırladığı nimetlerdir. Bu ise Allah'tan korkmanın ve ilâhi hükümlere uymanın karşılığıdır.

Bir kalbe haşyetullah girdiği zaman, ilâhi hükümlerle amel etmek kolaylaşır. Allah-u Teâlâ'nın gösterdiği yolda engelsiz olarak rahatlıkla yürünür.

Peygamberlik yalnız korkutmak için değil, aynı zamanda böyle büyük müjde ile müjdeleme hikmeti içindir.

Bu korkutma ve müjdelemenin asıl sır ve hikmeti ise müteâkib Âyet-i kerime'de şöyle beyan buyurulmaktadır:

"Hiç şüphesiz ki ölüleri ancak ve ancak biz diriltiriz." (Yâsin: 12)

İşte o zaman müjdelenen insanlara olan ikram, uyarıldıkları halde inkâr ve inatlarında direnenlere karşı intikam bütünüyle ortaya çıkar.

Bu beyan-ı ilâhî'de aynı zamanda Allah-u Teâlâ'nın, kalpleri dalâletle sönmüş bulunan kâfirlerden dilediğini dirilterek hidâyet edeceğine işaret vardır.

"İşlediklerini ve eserlerini (geride bıraktıklarını) biz yazarız." (Yâsin: 12)

Geriye bıraktıkları faydalı ve zararlı eserlerini; gerek okuttukları ilimler, yazdıkları kitaplar, yaptıkları vakıflar... gibi hayır hasenatlarını ve gerekse zulüm ve düşmanlık kanunlarını tesis etmelerini, şer ve kötülüklerinin bütün izlerini tamamen tespit ederiz. Onların adına hesaplarına geçiririz.

"Zaten biz her şeyi apaçık bir kitapta (Levh-i mahfuz'da) saymışızdır." (Yâsin: 12)

Bütün hadiseler O'nun ezelî ilmince belli olduğu için, daha olmadan önce Levh-i mahfuz'da bütün sayısıyla zaptedilmiş olmakla beraber, olduktan sonra da bütün izleriyle yazılır ve insanlar bu şekilde yaptıklarından sorumlu tutulur.

"Korunan Levha" mânâsına gelen Levh-i mahfuz, Kur'an-ı kerim'in yirmi iki Âyet-i kerime'sinde geçmektedir.

İsim olarak, ya varlık âleminde meydana gelecek her şeyin yazılı bulunduğu bir Levha'yı, veya "Ümmül-Kitap" denilen "Ana Kitab"ı ifade etmektedir.

Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"Gökte ve yerde gizli hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta (Levh-i mahfuz'da) bulunmasın." (Neml: 75)

Allah-u Teâlâ'nın ilmi, olmuş ve olacak her şeyi tespit edip "Ana kitap" olan "Levh-i mahfuz"da yazmıştır. Vakti saati gelince yazıldığı gibi meydana gelir.

 

HABÎB-İ NECCÂR KISSASI

Gönderilenler:

Kur'an-ı kerim'de muhtelif vesilelerle kıssalara yer verilmektedir. Bu kıssaların gaye ve hedefi insanları imana yöneltmek, inanan insanların imanlarını kuvvetlendirmektir.

Bu Sûre-i şerif'te geçen kıssada kendilerini Hakk'a dâvet için gönderilmiş olan elçileri Antakya halkının nasıl reddettikleri ve o elçilerin de kendilerini nasıl savunmuş oldukları anlatılmaktadır:

"Onlara o memleket halkını (Antakyalılar'ı) misal getir. Hani oraya elçiler gelmişlerdi." (Yâsin: 13)

Bu kıssa, gerek üzerlerine azap sözü hak olanları korkutmak ve gerekse uyarılara kulak verenleri müjdelemek hususunda Cenâb-ı Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e ve onun güzide ümmetine vâdedilmiş olan tebşirlerin mühim bir numunesini vermektedir.

İslâm daima galiptir, mağlup edilemez. Allah-u Teâlâ inananların her zaman için yanındadır. Dinine yardım edenlere yardım eder, lütfu ile destekler.

İsa Aleyhisselâm hayatta iken dinini müjdelemek için zaman zaman çeşitli yerlere dâvetçiler gönderiyordu. Antakya halkını Tevhid'e dâvet etmek için Havârîler'inden iki kişiyi göndermişti. Oranın halkı karşı çıkınca arkalarından bir Havârî daha gönderdi.

Allah-u Teâlâ bu hadiseyi şöyle haber veriyor:

"O zaman kendilerine iki elçi göndermiştik de onları yalanlamışlardı." (Yâsin: 14)

Elçiler onlara gelip kendilerini Hakk'a dâvet ettiklerinde, hiç düşünmedden reddettiler. Hatta üzerlerine saldırdılar ve hapsettiler.

"Biz de bir üçüncü ile onları takviye edip desteklemiştik." (Yâsin: 14)

Bu üçüncü zât da o halkı aynı surette Tevhid'e dâvet etti. Daha önce gelen iki zâtı teyidde ve tasdikte bulundu.

Bu üç zât Antakya halkına:

"Gerçekten biz size gönderildik demişlerdi." (Yâsin: 14)

Dikkat edilirse onları görünüşte İsa Aleyhisselâm gönderdi, fakat Hazret-i Allah "Biz gönderdik." buyuruyor. "Biz gönderdik." buyurulması, İsa Aleyhisselâm tarafından gönderilmeleri de Allah-u Teâlâ'nın emriyle olduğundan dolayı olmuş oluyor.

Binaenaleyh, bu gönderilenler Allah-u Teâlâ'nın emrini tebliğ ediyorsa, gönderilmiş olduğu için, halkın onlara itaat etmesi gerekiyor.

Onlara isyan eden, gönderene isyan etti demektir. Ahirette de bundan ötürü muhasebeye çekileceği şüphesizdir.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:

"Ümmetimin âlimleri benî İsrail'in peygamberleri gibidir." (K. Hafâ)

Onların vekillerinden murad, kibar-ı evliyâullah'tan olan mürşid-i kâmillerdir. Başkasına şâmil değildir.

Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı ümmetlerini kati delillerle Allah yoluna dâvet ettikleri gibi, Vâris-i enbiyâ olan ümmetin seçkinleri de halkı Hakk'a dâvet ederler.

Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:

"Âlimler peygamberlerin vârisleridir." (Buhârî)

Nübüvvetin üstünde hiçbir rütbe olmayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan daha büyük şeref tasavvur edilemez.

Allah-u Teâlâ kimi sevip seçmişse, onu dilediği vazifede memur kılar. Her birisini ayrı vazifelerle, ayrı bilgilerle, ayrı tecelliyatlarla ayrı ayrı göndermiştir. Birine verdiğini diğerine vermemiştir.

Dünya bozulmaya yüz tuttuğu, fitne ve fesadın arttığı bir zamanda Allah-u Teâlâ sevdiği ve seçtiği bu kullarından birini gönderir, o ifsadı kaldırır.

 

Tebliğ ve İtirazlar:

Antakya halkı da bir topluluğa her elçi gelişte tekrarlanan itirazlar gibi, gelen elçilere aynı şekilde karşı koydular.

"Dediler ki: Siz de bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsiniz." (Yâsin: 15)

Fazla ne meziyetiniz olabilir ki, öyle bir dâvâda bulunuyorsunuz? Sizde, iddia ettiğiniz elçilik vasfı yoktur.

"Rahman herhangi bir şey indirmedi." (Yâsin: 15)

Size boyun eğmemiz neden gerekli olsun?

"Siz sadece yalan söylüyorsunuz!" (Yâsin: 15)

Bu yalanlama, Allah dâvetçilerini yalanlayan her topluluğun benzer durumudur.

O mübarek elçiler Allah-u Teâlâ'nın bilgisini delil getirdiler.

"Dediler ki: Rabb'imiz biliyor ki gerçekten biz size gönderilmiş elçileriz." (Yâsin: 16)

Eğer O'na karşı yalan söyleyen kimseler olsaydık, o bizi kahreder, bizden şiddetle intikam alırdı. Fakat O, bize yardımcı olacak ve size karşı bizi muzaffer kılacaktır.

"Bize düşen ancak apaçık bir tebliğdir." (Yâsin: 17)

Eğer siz itaat ederseniz, dünyada da ahirette de bahtiyar olursunuz. Dâvetimize icâbet etmezseniz, bundan dolayı ne kadar aldanış içerisinde olduğunuzu ileride bileceksiniz. İster kabul edin ister reddedin.

Şehir halkı güneş gibi parlak delilleri kaba sözlerle çürütmeye yeltendiler.

"Dediler ki: Doğrusu biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık." (Yâsin: 18)

Çünkü onlar şehvet ve arzularına uygun olan şeyleri temenni ediyorlar, o arzulara uymayan her şeyi uğursuz sayıyorlardı. Oysa ki uğursuzluk iliklerine kadar yuvalanmış bulunuyordu da bunu bir türlü anlayamıyorlardı.

"Eğer bu işten vazgeçmezseniz sizi mutlaka taşlarız ve bizden size acı bir azap dokunur." (Yâsin: 18)

Bâtıla sapanlar hak söze karşı çıkarak işi kavga ve gürültüye dökmüşlerdi. Allah yoluna dâvet edenlere karşı zâlimlerin her zaman ve mekânda takındıkları tavır budur.

"Dediler ki: Uğursuzluğunuz sizin kendinizdendir." (Yâsin: 19)

Başınıza gelen ve gelecek belâlar, sizin çirkin işlerinizin birer neticesidir, şirk ve küfrünüzün birer cezasıdır. Uğursuzluğunuzun sebebi biz değil sizsiniz.

Şu halde herkes uğur yahut uğursuzluğunu kendisi meydana getirir.

"Size nasihat ediliyorsa, bu uğursuzluk mudur?" (Yâsin: 19)

Biz size nasihatta bulunup Allah'ın birliğine çağırdığımız için mi bu sözlerle tehdit ediyorsunuz? Bu mudur sizi kurtarmaya çalışmamızın karşılığı?

"Hayır! Siz aşırı giden bir kavimsiniz." (Yâsin: 19)

Hidâyetten değil dalâletten hoşlanıyorsunuz. İyiliğinizi değil kötülüğünüzü istiyorsunuz. Hakkı değil bâtılı tercih ediyorsunuz. Ulvi hayattan değil süflî hayattan zevk alıyorsunuz.

 

Habib-i Neccâr:

Antakya halkı dâvetçileri reddettikleri gibi, öldürmek için söz birliği ettiler. Bunun üzerine şehrin öte başından Habib-i Neccar adında inanmış bir kimse alelacele imanını açığa vurdu. Hak ve hakikati ortaya çıkarmak için çaba sarfetti.

"Şehrin en uzak semtinden bir adam koşarak geldi." (Yâsin: 20)

Öyle anlaşılıyor ki açık açık tebliğ yapılmış, elçilerin tebliğleri ve onlara karşı yapılan muamele şehrin her tarafından işitilmişti. Bunun neticesi olarak da bu iman fedâisi büyük mücahid, iman şerefiyle müşerref olmuştu. İmanın hakikatini kalbinde hissedince, artık susmaya, eninde sonunda utanmaya tahammülü kalmamıştı. Duracak zaman olmadığını anladı, bu hakikati etrafa duyurmak için koştu. İman edenlere numune olmak üzere bütün gayretiyle sahaya atıldı. Halkı bu gelen elçilere uymaya teşvik etti, onlara öğütlerde bulundu.

"Dedi ki: Ey kavmim! Gönderilmiş bulunan bu elçilere uyunuz." (Yâsin: 20)

Tebliğleri muvacehesinde Allah'ın birliğini tasdik ederek, O'na ibadet ve taatta bulunun. Putlara tapmaktan vazgeçin.

"Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyunuz." (Yâsin: 21)

İmanınızın karşılığında sizden hiçbir ücret istemeyen, mal talep etmeyen, dünya ile ilgili bir menfaat beklemeyen, baş olmak ve başka gaye peşinde koşmayan bu kimselere tâbi olun.

Böyle bir dâveti yapan kişiler elbette ki doğrudurlar, sözlerinde samimidirler.

Başta Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz olmak üzere, Allah yoluna dâvet vazifesini yerine getiren iman kahramanları, ilâhî hoşnutluktan başka hiç kimseden hiçbir ücret ve herhangi bir karşılık talep etmemişlerdir.

Hakk katındaki ecir ve menfaatı uman kimsenin nazarında, insanların elindeki geçici şeyler hiçbir değer ve kıymet taşımazlar.

Nefsinde gizliden gizliye karşılık alma isteğinin bulunup bulunmadığına dikkat eden kimse çok azdır ve bunun uygulamasını yapan da çok nâdirdir. Ancak sıddîk olanlar bu gibi durumlara dikkat edebilirler.

"Onlar doğru yoldadırlar." (Yâsin: 21)

Din ve dünya hayrına ermişlerdir. Onlara uyan hidâyete erer.

Bu Âyet-i kerime bir berzahtır. Günümüzdeki bölücüler dini dünyaya âlet ederek halkı kaz gibi soyuyorlar. Topluluk içinde utandıracak senet imza ettiriyorlar, evini, arabasını, parasını, elinde avucunda ne varsa alıyorlar. Bunu her bölücü yapıyor, çünkü hepsi eğri yoldadır.

Habib-i Neccar daha sonra iman edişinin sebeplerinden bahsetmeye başladı:

"Ben, beni yaratana ne diye kulluk etmeyeyim?" (Yâsin: 22)

O elçiler bizi yaratana kulluk etmeye ve yalnız O'nu mabud tanımaya dâvet ediyorlar. Bunun doğruluğu ise açıktır. Ben sizi kendim gibi düşünüyorum. Ben beni yaratana kulluk etmeyi vazifem bilirim. Çünkü O benim yaratıcımdır. O halde siz, sizi yaratan Rabb'inize ne diye inanıp ibadet etmeyesiniz?

"Siz de O'na döndürüleceksiniz." (Yâsin: 22)

Yaptıklarınızdan dolayı hesaba tutulacaksınız. O'ndan yüz çevirdiğiniz halde nasıl iyilik bekleyebilirsiniz?

"Ben, O'ndan başka ilâhlar edinir miyim hiç?" (Yâsin: 23)

Elbette edinmem.

"Eğer Rahman olan Allah bana bir zarar vermek dilerse, o putların şefaatı bana hiçbir fayda sağlamaz ve beni kurtaramazlar." (Yâsin: 23)

Bunu hiç düşünmez misiniz? Ne kadar da kıt akıllısınız!

"O takdirde ben de gerçekten apaçık bir sapıklık içinde olurum." (Yâsin: 24)

Yaratan'a ortak koşmak, hiç şüphe yok ki en büyük sapıklıktır.

Habib-i Neccar gerek kavmine gerekse geleceğin insanları da dahil olmak üzere duyuru kabiliyeti olan herkese hitap ederek şöyle buyurdu:

"Şüphesiz ki ben sizin de Rabb'iniz olan Allah'a inandım. O halde beni dinleyin." (Yâsin: 25)

Nitekim onun dünyadaki sözleri insanlar için bir öğüt ve ibret olmak üzere anlatılmıştır.

O, bu sözleri söyleyince halk üzerine hücum etti. Onu taşa tuttular, ayaklarının altına alıp çiğnediler. O ise: "Allah'ım! Kavmimi hidâyete erdir." diye duâ ede ede can verdi.

Bunun üzerine taraf-ı ilâhiden kendisine:

"'Cennete gir!' denildi." (Yâsin: 26)

Allah-u Teâlâ şehâdetinin hemen ardından onu cennetle müjdeledi. Melekler onu karşılamak için dizildiler ve: "Firdevs cenneti seni beklemektedir." diye haber verdiler.

O ise oradaki fevkalâde mükâfatı görünce, kavminin de bu hali bilmesini temenni etti ve şöyle söyledi:

"Keşke kavmim, Rabb'imin beni bağışladığını ve beni ikram edilenlerden kıldığını bilseydi!" (Yâsin: 26-27)

Kendisinin erdiği bahtiyarlığı bilseler de küfürlerine tevbe edip iman ve ibadet yolunu tutsalar.

O gerçekten kavminin hidâyet bulmasını şiddetle arzu etmekteydi.

Allah-u Teâlâ elçileri yalanlayan, dostunu öldüren o kavme gazap etti. Cebrâil Aleyhisselâm'ın bir sayhası helâk olmalarına yetti.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Biz ondan sonra kavminin üzerine, onları helâk etmek için herhangi bir ordu indirmedik ve zaten indirecek de değildik." (Yâsin: 28)

Onları helâk etmek için meleklerden ordular göndermeye gerek duymamış, iş daha basit biçimde tamamlanmıştı.

"Sadece bir tek çığlık oldu, o anda hemen sönüverdiler." (Yâsin: 29)

Ateşin sönmesi gibi söndüler, hissetmeyen ve hareket etmeyen ölüler oldular, bir anda yerle bir edildiler.

 

YALANLAYICILAR VE FECİ SONLARI

Ey Hasret!:

Allah-u Teâlâ insanları uyarmak, beşeriyeti nurlandırmak için ilk peygamber Hazret-i Âdem Aleyhisselâm'dan itibaren asırlar boyunca gönderdiği elçileri yalanlayanları Âyet-i kerime'lerinde haber vermekte, gelecek nesillerin ibret ve ders almaları için öğütlerde bulunmaktadır:

"Ne yazık şu kullara!" (Yâsin: 30)

Hasret, pişmanlığın ileri derecesidir. Bu gibi kimseler gerçekten hasret çekmeye ve hasret çekenlerin hasretine lâyık kimselerdir.

Onların kendi nefislerine yapmış oldukları zulüm o kadar büyüktür ki, kendilerine kurtuluş imkânı verildiği halde ondan yüz çevirirler. Gözlerinin önünde geçmişte helâk olan inkârcı kavimlerin kıssaları okunup durduğu halde düşünüp ibret almazlar, yanlış yollardan dönmezler. Zaman zaman uyarıcılar göndererek rahmet kapılarını kendilerine açtığı halde Rabb'lerine yönelmezler. O büyük fırsatları kaçırarak, dünya saâdetinden ahiret selâmetinden mahrum olurlar.

Her zamanda ve her mekânda inatçı münkirlerin, hakikatleri yalanlayıcıların âdeti böyledir.

"Kendilerine hangi peygamber gelse, onu hemen alaya alırlardı." (Yâsin: 30)

Hakk tarafından gönderildiğini kabul etmiyorlar, onunla gönderilmiş olan hakikatleri inkâr ediyorlar, yola gelmek nedir bilmiyorlardı.

Zamanımızın beyinsizlerinin Rabbânî dâvet karşısındaki tutumları, ilâhì hükümlere gözü yumuk bakmaları, güneş gibi parlak hakikatler karşısında put kesilmeleri de aynı hasrete şayandır.

"Görmüyorlar mı ki, kendilerinden önce nice nesilleri helâk ettik." (Yâsin: 31)

Elçileri yalanlayanların daha önce nasıl helâk edildiklerinden ibret almıyorlar mı?

"Onlar artık kendilerine dönemezler." (Yâsin: 31)

Helâk olup gidenler tekrar dünyaya döndürülmüyorlarsa, bu onların zamanı gelince hesaba çekilmekten kurtulmuş olmaları demek değildir. Onlar ahiret azabından yakalarını hiçbir zaman kurtaramayacaklardır.

Helâk olmuş bu kimselerin bir daha geri dönmeyecek şekilde yok olup gittikleri gibi, aynı şekilde bunlar da yok olacaklar ve bir daha geri dönemeyeceklerdir.

Bu ilâhî beyan, her asırda ortaya çıkan zındık tenâsühçülerin ruhların dönüp durdukları görüşünü gayet açık bir şekilde reddetmektedir.

"Onların hepsi elbette huzurumuza getirileceklerdir." (Yâsin: 32)

Geçmiş ve gelecek bütün milletler, hesap ve ceza için kıyamet günü hâkimler hâkiminin huzuruna toplanıp sevk edileceklerdir. Bu hesap sonucunda müminler ilâhî iltifatlara mazhar olurlarken, kâfir ve münafıklar horlanacaklar, hasretler içinde kalacaklardır.

Bugün pişmanlık duymayan kullar için orası pişmanlık duyulacak yerdir.

Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:

"Şüphesiz ki Rabb'in, onların her birinin amellerinin karşılığını tam olarak verecektir." (Hûd: 111)

Müminlere tasdiklerinin mükâfatı olarak cennetleri ihsan buyuracak, inkârcıları da tekziblerinin cezâsı olarak cehennem ateşlerine atacaktır.

 

ALLAH-U TEÂLÂ'NIN MEVCÛDİYETİNE VE VAHDÂNİYETİNE İŞARET EDEN DELİLLER

Allah-u Teâlâ daha önceki Âyet-i kerime'lerinde Antakya halkının kıssasını ve elçileri yalanlamaları sebebiyle onları "Sayha" ile yok ettiğini açıkladıktan sonra mevcûdiyetini, vahdâniyetini ve azametini gösteren parlak delilleri insanların intibah nazarlarına arzetmektedir.

 

Ölü Toprak:

Kış mevsimine doğru bitkilerden çoğunun kuruyup çöp haline gelmesi, onların kendilerine mahsus ölümleridir. Geriye ya tohumları ya da kökleri kalır. Bütün bir kış toprak altında bir bakıma kabir safhası geçirirler. Bahar gelip hava, su, toprak ısınınca ve yağmurlar yağmaya başlayınca yepyeni bir hayat başlar.

"Ölü toprak da onlar için bir âyet (delil)dir." (Yâsin: 33)

Üzerinde hiçbir bitki bulunmayan kupkuru toprağın dirilmesi yaratıcının varlığına, kudretinin büyüklüğüne ve ölüleri diriltmesine bir delil teşkil etmektedir. Eğer tabiata kalsaydı, o ölü toprakta bir ot bile yetişmezdi.

"Biz onu (yağmurla) dirilttik de ondan pek çok taneler çıkardık." (Yâsin: 33)

Toprağın ölmesi, kuruyup çoraklaşmasıdır. Diriltilmesi ise yağmurla olur. Allah-u Teâlâ yağmuru indirdiğinde toprak harekete geçer ve her çeşitten bitkiler verir. Bu öylesine bir mucizedir ki, hiçbir zaman hedefinden şaşmaz, devr-i daim yaparak hizmetini sürdürür.

Bu kadar cesîm nimetleri görüp de yaratıcısını tanımamak, onlardan istifade edip de şükretmemek akıllı bir insanın yapacağı iş değildir.Ó

"İşte onlar bunlardan yerler." (Yâsin: 33)

Allah-u Teâlâ onu hem kendileri hem de hayvanları için bir rızık kılmıştır. Geçimin esasını bu taneler teşkil etmektedir. Çünkü tahıllar azalacak olsa kıtlık olur, sıkıntılar başgösterir.

 

Meyveler:

Allah-u Teâlâ ekinleri yaratmakla mahlûkatına olan lütfunu belirttikten sonra, meyvelerden ve onların çeşitlerinden söz etmektedir:

"Biz yeryüzünde nice nice hurma bahçeleri ve üzüm bağları yarattık" (Yâsin: 34)

Bunlar bitkiler âleminin en mükemmel şekli ve insan zevklerinin en tatlı kaynaklarıdır. Dünyanın her tarafına serpilmiş meyvelerden herkes istifade etmektedir.

"İçinden pınarlar fışkırttık." (Yâsin: 34)

Toprağın mahsulünden yemek için o pınarlara ihtiyaç vardır.

Toprak aynı toprak, su aynı su, hava aynı hava, iklim aynı iklim olduğu halde; bütün meyvelerin renkleri ayrı, tadları farklı, gıdaları ve vitaminleri değişik değişiktir.

"Onların meyvelerinden ve elleriyle bunlardan imal ettiklerinden yesinler." (Yâsin: 35)

Bütün bunlar Allah-u Teâlâ'nın onlara rahmetinden başka bir şey değildir.

O bağlara bakmaları, sulamaları ve çapa gibi işlerinde çalışmaları gerekirse de, o mahsuller onların yapısı değil, ilâhi birer lütuf eseridir. İnsanlara çalışma gücünü, icat ve keşif kabiliyetini de yine O vermiştir.

Bunun içindir ki Allah-u Teâlâ:

"Hâlâ şükretmiyorlar mı?" buyurdu. (Yâsin: 35)

Şirk ve nankörlükten vazgeçip bu nimetleri kendilerine ihsan ve ikram buyuran Hâlik-ı kerim'e arz-ı şükranda bulunmayacaklar mı?

Şükür ya dil ile, ya kalp ile, ya da uzuvlarla olur.

Dil ile şükür; nimetin Allah-u Teâlâ'dan olduğunu kabul ve yaratıklara bağlamayı terk etmektir. İnsan bu hususta ne kendine, ne gücüne, kuvvet ve kazancına isnat etmemelidir. Çünkü bunların hepsi sebep ve vasıtadırlar. Onu taksim eden, gönderen, sebepleri yaratan Allah-u Teâlâ'dır. Var eden O, veren O, nasip eden O, şükre en lâyık olan O'dur.

Kalp ile şükür; nimetlerin tamamının başkasından değil, ancak Allah-u Teâlâ'dan olduğuna sağlam bir itikatla bağlanmaktır. Bu suretle dil ile şükür kalpteki şükrün tercümanı olur.

Uzuvlarla şükür; bütün uzuvları Allah-u Teâlâ'ya ibadetle hareket ettirip kullanmaktır. Hakk'tan yüz çevirme sapıklığı bulunan herhangi bir hususta yaratıklardan hiçbirine uymamak gerekir.

 

Çift Yaratılanlar:

Bütün yaratıklar çift çifttir. Gece ve gündüz, kara ve deniz, karanlık ve aydınlık, sıcak ve soğuk, acı ve tatlı, ölüm ve hayat... gibi. Hayvanlar ve bitkiler de böyledir.

"Yerin bitirdiklerinden, kendi nefislerinden ve daha bilmedikleri şeylerden bütün çiftleri yaratan Allah'ın şânı ne yücedir! (Yâsin: 36)

İnsanları erkek ve dişi olarak yaratması O'nun rahmetindendir. Bu lütuf devam edip gitmekte olup kıyamete kadar da devam edecektir.

Bunlardan başka Allah-u Teâlâ'nın insanları muttali kılmadığı daha nice çiftler vardır. Ki onları ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne de insanın hatırına gelmiştir.

Mükevvenât öyle hassas ve dengeli bir şekilde yaratılmıştır ki, akıl sahibi hiçbir insan bunların bir tesadüf sonucu meydana geldiğini söyleyemez.

 

Gece ve Gündüz:

Karanlığı ile gecenin, aydınlığı ile gündüzün birbirini takip etmesi, dünyanının yaratıldığı andan bu güne kadar sürüp gelmektedir ve kıyamete kadar da bu düzen devam edecektir.

Gece ve gündüzün birbirini takip etmesi, dünyanın kendi ekseni etrafında ve güneşin çevresinde dönmesiyle meydana gelmektedir.

Dünya güneşe karşı kendi etrafında dönerken, onun her bir noktası güneşe karşı dönüşünü yapar. Bu nokta gündüz olur. Nihayet o nokta güneşi görmez olunca, oradan gündüz soyulup çıkartılır, orayı karanlıklar kaplar. Bu hadise her bir nokta üzerinde düzenli bir şekilde ardı ardına sürüp gider.

"Gece onlar için bir delildir." (Yâsin: 37)

Bir kimse sadece gece üzerinde dikkatlice düşünse, bu muhteşem nizamın ardındaki Azamet-i İlâhî'yi görecektir.

"Biz geceden gündüzü sıyırıp çekeriz de, onlar birden karanlıkta kalıverirler." (Yâsin: 37)

Dünya kendi etrafında güneşe karşı dönmeseydi, gece ve gündüz olmazdı. Kendi etrafında şimdikinden daha hızlı dönmüş olsaydı her şey yıkılır gider, darmadağın olurdu. Eğer kendi çevresinde şimdikinden daha ağır dönmüş olsaydı, sıcaktan ve soğuktan bütün insanlar ölürdü. Kendi etrafında deveranı olmasaydı, bütün denizlerin suları boşalırdı.

 

Güneş:

Güneş ve ay da, diğer yıldızlar da Allah-u Teâlâ'nın kudretinin kemâline, saltanatının büyüklüğüne işaret eden alâmetlerdendir.

Gökyüzündeki cisimlerden her biri, kendine mahsus bir program ve düzen içinde kendi yörüngesinde, yolunu şaşırmadan belli bir hedefe doğru yol alıp gitmektedirler.

"Güneş de kendine mahsus yörüngesinde yürüyüp gitmektedir." (Yâsin: 38)

Duracağı ve varacağı zamana, yani kıyamete kadar bu yörüngeden çıkmaz ve sapma yapmaz.

Gökyüzündeki milyarlarca yıldızdan bir tanesi de güneştir. Büyüklüğü ve kitlesi diğer yıldızlardan küçük olduğu halde, diğer yıldızlara göre dünyaya yakın olmasından dolayı görünüşü daha büyük ve parlak gözükmektedir.

Dünyaya olan uzaklığı 149,5 milyon km. olup, ışığı 8 dakika 20 saniyede dünyaya ulaşır.

"İşte bu Azîz ve her şeyi bilen Allah'ın takdiridir." (Yâsin: 38 - En'âm: 96)

Bu nizam ve intizam olmamış olsaydı, yüryüzünde bu tarz bir hayat görülmezdi.

Eğer güneş olmasaydı, dünya karanlık olurdu. Bu karanlık dünyada insanlar birbirleriyle anlaşamaz, işlerini göremezlerdi. Aynı zamanda hayati ihtiyaçları için çalışmazlardı. Güneş ışığı olmasa gözlerden istifade edilmez, renkler görülmezdi.

Güneşin hareketi olmasaydı, devamlı gündüz olacağından insanlar durup dinlenemez, gündüzden faydalanmak için devamlı çalışırlardı.

Allah-u Teâlâ geceyi istirahat zamanı, gündüzü de maişet zamanı olarak tayin etti.

Güneşi her gün doğudan doğduruyor, tâ batıya kadar hiçbir boşluk bırakmadan ısısını ve ışınlarını her yere ve her canlıya ulaştırıyor. Güneşin bu nimetlerinden doğu ile batı arasında hiçbir yer ve hiçbir canlı mahrum bırakılmıyor, her şey ölçülü olarak istifade ediyor.

Mevsimlerin meydana gelmesi için güneşin eksenini eğik tutmuştur.

Mevsimler sayesinde insanlar, hayvanlar ve bitkiler muhtaç oldukları yaşama zeminini bulurlar.

Kış mevsiminde ağaç ve bitkilerdeki ısı azalır, bu suretle ağaç ve bitkilerin tomurcukları husûle gelir. Hava sıcaklığının düşmesiyle bulutlar ve yağmur meydana gelir.

İlkbaharda tomurcuklar harekete geçer. İzn-i ilâhî ile bitkiler doğar, ağaçlar çiçek açar.

Yazın havalar ısınır, meyveler olgunlaşır, hasat yapılır.

Sonbaharda hava ılır, geceler uzamaya başlar.

Bütün bunlar Allah-u Teâlâ'nın Ulûhiyet'ini ve Samediyet'ini açıkça gözler önüne serer. Her şey, her an O'na muhtaçtır, O'nun hayat vermesiyle hayat bulmakta, varlıklarını devam ettirmektedirler.

 

Ay:

Allah-u Teâlâ Yunus sûre-i şerif'inin 5. Âyet-i kerime'sinde güneşten çıkan şualara "Işık", ayın şualarına da "Nur", adını vermiştir.

Güneşin ışığı aslından, ayın nuru ise güneştendir.

Ay batıdan doğuya doğru dünyanın çevresinde döner. Bundan dolayı da durumu sürekli olarak değişir. İlk göründüğünde küçüktür. Sonra nuru ve kitlesi artar ve nihayet dolunay halinde tamamlanır. Daha sonra tekrar küçülmeye başlar ve ay'ın sonunda ilk haline döner.

"Ay için de konak yerleri tayin etmişizdir. Nihayet o eğri hurma dalı gibi (hilâl) olur da geri döner." (Yâsin: 39)

Ay, güneş gibi istikrarlı bir şekilde akıp gitmez. O bir gezegendir, her gün bir konak yerine gelir, her konağa göre bir şekilde görünür.

Ayın dünyaya uzaklığı ortalama 384 bin km'dir. Bu uzaklık dünyaya en yakın olduğu zaman 350 bin km. ve dünyadan en uzak olduğu zaman da 409 bin km. olmak üzere yılın muhtelif günlerinde değişiklik gösterir.

Dünyadan elli defa küçük olan ay, saatte 3600 km. hızla yol almaktadır. Dünya güneşin etrafında dönerken, ay da onu takip eder, dünyanın etrafında dönerken kendi etrafında da 29 günde döner ve dünyaya hep aynı yüzünü gösterir.

Ay kendisi ısı ve ışık kaynağı değildir, ancak güneşten aldığı ışıkla ısınır. Ay yüzeyinin atmosferi olmaması ve yüzeyinin de iyi bir yansıtıcı olmaması dolayısıyla; güneşten aldığı ısının yüzde 93'ünü yutar, geriye kalan yüzde 7'sini yansıtır.

Geceleyin çalışmaya mecbur olduğumuz zamanlarda ay ışığından faydalanırız. Ayın ışığı mutedildir. İnsanların geceleyin rahatça çalışmaları ve yorgun düşmemeleri için ısısı ve ışığı azdır.

Sadece güneş değil, bütün yıldız ve gezegenler bir yöne doğru akıp gitmektedirler.

Bu takdir o kadar güzel ve bu vazife dağılımı o kadar yerindedir ki:

"Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir." (Yâsin: 40)

Çünkü bu ışık saçan yıldızlardan her birisinin kendisi için tayin edilmiş bir alanı vardır. Güneşin aydınlatma zamanı gündüzdür, ayın aydınlatma zamanı ise gecedir.

"Her birisi bir yörüngede yüzerler." (Yâsin: 40 - Enbiyâ: 33)

Vazifeleri o kadar güzel ve düzenli bir şekilde dağıtılmıştır ki, biri diğerine çarpmaz.

 

Dolu Gemiler:

Allah-u Teâlâ kulları hakkında diğer bir nimetini, vesile-i intibah olmak üzere şöyle beyan buyurmaktadır:

"Onların zürriyetlerini (soylarını) dopdolu bir gemide taşımış olmamız da onlar için büyük bir âyet (ibret)tir." (Yâsin: 41)

Allah-u Teâlâ'nın Nuh Aleyhisselâm ile birlikte ona inananları kurtardığı ve bu inanmış olanlardan başka Âdem Aleyhisselâm'ın soyundan hiç kimsenin yeryüzünde kalmadığı Nuh Aleyhisselâm'ın gemisi de bu gemilerin ilkidir.

Allah-u Teâlâ bu gemide Âdem Aleyhisselâm'ın zürriyetini yani Nuh Aleyhisselâm ile ashabını taşımıştır. Âdem Aleyhisselâm'ın onların dışındaki bütün nesli helâk olmuştur. Nitekim kıyamete kadar bütün insanlık bu nesilden gelmektedir. Şu anda yeryüzünde bulunan insanların esası gemide babalarının sülbünde mevcut olduğu için Allah-u Teâlâ "Zürriyetlerini gemide taşıdık." buyuruyor.

Allah-u Teâlâ atalarını kurtarmış olmasına rağmen, onların sülplerinden gelen nesillerin bir çoğu şükretmesini bilmemişler, ders almamışlardır.

Daha sonra Allah-u Teâlâ o geminin benzerini insanlara vermiş, bu bilgiyi Nuh Aleyhisselâm vasıtasıyla bahşetmiştir.

İçinde ağır yükler, yüzlerce insanlar olduğu halde batmayan gemiler, görenler için pek büyük bir ibret manzarası teşkil etmektedir.

Allah-u Teâlâ suda gemileri kaldıracak bir güç yaratmış olmasaydı, hiç şüphesiz ki gemiler denizin kabaran dalgalarını yararak akıp gidemezlerdi.

Büyüklükleri itibariyle dağları andıran gemileri Allah-u Teâlâ insana musahhar kılmıştır. Bu sayede denizde istedikleri yere gidebilmekte, diledikleri gibi tasarruf edebilmektedirler.

"Kendileri için bunun gibi daha nice binecek şeyler yarattık." (Yâsin: 42)

Gemiler Allah-u Teâlâ'nın öğretmesiyle yapıldığı için "Biz yarattık" buyurulmaktadır.

Bu Âyet-i kerime karada ve havada taşımacılığı temin eden otomobillere, tren ve uçaklara da şâmildir. Çünkü bunların asli maddelerini yaratan, bunlara o hareket ve sürati veren Allah-u Teâlâ'dır.

"Dilersek onları suda boğarız." (Yâsin: 43)

Dilerse rüzgârları fırtınalar haline getirir de o gemileri batırır, parçalar. İçindekileri de, işlemiş oldukları günahlardan dolayı boğar.

"Ne kendilerine bir yardımcı bulunur, ne de kurtarılırlar." (Yâsin: 43)

Nitekim zaman zaman bu şekilde ölümler vuku buluyor. Gemiler batıyor, uçaklar düşüyor, ecelleri gelenler ölüp gidiyorlar. İmdatlarına koşacak bir kimse bulunmuyor.

"Ancak bizim tarafımızdan bir rahmet ile ve bir süreye kadar geçinmeleri müstesnâ. (Yâsin: 44)

Onları bizden başka hiç kimse kurtaramaz. Biz onları ecelleri gelinceye kadar, dünyadan faydalandırırız.

Yine zaman zaman görülüyor ki bazı gemiler batıyor, uçaklar düşüyor. Fakat içindekiler kısmen veya tamamen ölmeyip hayatta kalıyorlar. Bütün bunlar birer takdir-i ilâhi eseridir.

 

Küfürde Israr Edenler:

Aklı başında olan, gözü görüp kulağı işiten kimselerin kabul etmek zorunda kalacağı bütün bu delillere rağmen; inkârcılara bunların hiçbirinin tesir etmediğini, ilâhî dâvete uymaktan kaçındıklarını beyan etmek üzere Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Onlara: 'Yapmakta olduğunuz ve yapıp arkada bıraktığınız işler hakkında Allah'tan korkun, umulur ki size merhamet olunur!' denildiği zaman (yüz çevirirler)." (Yâsin: 45)

İnkârlarında ısrar eden müşriklere Allah-u Teâlâ'nın gazabından sakınmaları, geçmiş ümmetlerin peygamberlerini yalanlamaları yüzünden başlarına gelen azaptan ibret almaları, daha sonra gelecek olan ahiret azabından korunmaları, bu suretle merhamet olunacakları hatırlatılınca daha fazla büyüklük taslarlar.

"Onlara Rabb'lerinin âyetlerinden bir âyet geldiği zaman mutlaka ondan yüz çevirirler." (Yâsin: 46)

O âyeti görmezler, kabul etmezler, ondan faydalanmazlar. Kur'an-ı Azimüşan'ın gönüller açan ulvî beyanlarını olduğu gibi kabul edip, İslâm şerefiyle müşerref olmak istemezler.

Yüzlerine karşı Allah'ın âyetleri okunduğunda yüz çevirmek onların her devirde sergiledikleri davranıştır.

Asr-ı saâdet münâfıkları gibi, zamanımızda da Allah'ın âyetlerini inkâr eden, Ahkâm-ı ilâhî'den yüz çeviren, müslümanların inançlarını bozmaya çalışan müfsitler yok değildir.

"Onlara: 'Allah'ın size rızık olarak verdiklerinden hayra sarfedin!' denildiğinde, kâfirler müminlere: 'Allah'ın, dileseydi doyuracağı kimseleri biz mi doyuralım? Siz gerçekten sapıtmış kimselersiniz.' derler." (Yâsin: 47)

Allah'ın âyetlerine sırt çevirip, içinde bulundukları dalâlet girdabı için mazeretler ileri sürdükleri yetmiyormuş gibi, iyilikten kaçmak ve kendi cimriliklerini göstermemek için bir bahane arıyorlar. Onlar kendi cimriliklerini göstermemek için bu gibi ifadeler kullanıyorlardı. Nitekim her asırda yaşayan cimriler de böyle söylemektedirler.

Akılları çalışmayan bu beyinsizler rızık hazinelerinin, Yaratıcı'nın yedi kudretinde olduğunu ve O'nun; zenginin merhamet edip etmeyeceğini, fakirin de sabredip etmeyeceğini imtihan etmek maksadıyla insanlardan bazılarını zengin, bazılarını fakir kıldığını bilmezler.

Allah-u Teâlâ fakirlere dünyalık vermemiş, zengine ise fakire zekât vermesini emretmiştir. Bütün bunlar imtihan içindir. O dilediğini yapar, O'nun hiçbir hükmüne hiç kimsenin itiraz etmeye salâhiyeti yoktur.

Bundan sonra Allah-u Teâlâ inatçı kâfirlerin yalanlama, inat ve inkârlarından dolayı, azabın kendilerine gelmesini uzak görerek, alay ve eğlence yollu, başlarına azabın hemen gelmesini istediklerini haber vererek şöyle buyuruyor:

"Diyorlar ki:

Eğer doğru söylüyorsanız, vâdettiğiniz kıyamet günü ne zaman?" (Yâsin: 48 - Enbiya: 38 - Sebe: 29 - Mülk: 25)

Gerçekte onlar kıyametin gelişini imkânsız sanıyorlardı. Halbuki onun geleceği muhakkaktır ve herhangi bir kimse istemediği için geri kalmaz, herhangi bir kimsenin istemesiyle de vaktinden önce gelmez.

Allah-u Teâlâ o günü daha önce hükmettiği belirli bir zaman için ertelemektedir. Bu süre ne artar ne de eksilir.

Bu hususta diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"De ki:

Size vâdolunan bir gün vardır ki, siz ondan ne bir saat geri kalırsınız, ne de ileri geçebilirsiniz." (Sebe: 30)

Kıyamet, insanların ecelleri gibidir. İnsanın eceli geldiğinde, bir göz açıp kapatıncaya kadar ileri veya geri alınmadığı gibi, kıyamet zamanı geldiğinde de bir saniye olsun ileri veya geri alınmaz.

Dünyanın sayılı müddeti son bulup ömrü tamam oluncaya kadar ahiret tehir olunacak ve o sayılı hesabın bittiği dakikada kıyamet kopacaktır.

"Onların beklediği tek bir sestir." (Yâsin: 49)

İkinci bir sese ihtiyaç duyulmaz. Bu ses, herkesin ölümü için olan sura ilk üfürüştür.

"Birbirleriyle çekişip dururken ansızın onları yakalayıverir." (Yâsin: 49)

O anda onlar işlerinde güçlerinde, pazarlarında, alış-verişlerinde, oyunlarında eğlencelerinde gaflet içinde iken, her canlı bulunduğu yerde ölür. Ne malları ne canları hakkında bir vasiyette ve tavsiyede bulunmaya fırsat bulamazlar.

"İşte o anda onlar ne bir tavsiyede bulunabilirler, ne de âilelerinin yanına dönebilirler." (Yâsin: 50)

Eğer evleri ve memleketleri haricinde bulunmuş iseler, âileleriyle dünyada bir daha görüşmeye muvaffak olamazlar. Kim nerede ise orada kalır.

Birinci sur ile kıyametin kopmasından, Hayy ve Kayyum olan Allah-u Teâlâ'nın tek kalmasından sonra, vakti zamanı gelince; Allah-u Teâlâ İsrâfil Aleyhisselâm'ı tekrar diriltecek ve ikinci defa Sur'a üfürmesini emir buyuracaktır. "Nefha-i kıyam" da denilen bu üfürme ile evvelce ölenlerin tamamı bir anda yeniden dirilerek kabirlerinden kalkacaklar ve hesaplarını vermek üzere ilâhi huzura sevkolunacaklardır. Buna "Ba's-ü ba'del-mevt" yani "Öldükten sonra tekrar dirilme" denir.

Sur'un ikinci defa üfürülmesi ile insanlar yeniden hayata ererek kabirlerinden kalkarlar.

"Sur'a üflenince, kabirlerinden kalkıp Rabb'lerine doğru akın ederler." (Yâsin: 51)

Kâfir ve münâfık olanların akılları karıştığı için öldüklerini değil de yatmakta olduklarını zannederler. Yalanladıkları şeyi ayan-beyan görünce;

"Derler ki: Eyvah bize, yattığımız yerden bizi kim kaldırdı?" (Yâsin: 52)

Onlar kabir azabının kendilerine dokunduğunun farkında bile olmazlar. Çünkü kabir azabı, daha sonraki şiddetli azaplara göre uyku gibidir.

Şaşkınlıkları nispeten geçip de kendilerine gelince şöyle derler:

"Rahman olan Allah'ın vâdettiği işte budur. Demek peygamberler doğru söylemiş!" (Yâsin: 52)

Yazıklar olsun bize ki, Hak ve hakikati bize tebliğ eden elçileri yalanlamıştık. Şimdi de böyle bir felâketle karşı karşıya bulunmaktayız.

Kıyametin kopması, canlıların ölmesi, kabirlerden kalkış, mahşere sevkediliş safhaları hep bir plân dahilinde gerçekleşecektir.

"Sadece tek bir sayha olur, sonra hepsi birden toplanıp huzurumuza getirilirler." (Yâsin: 53)

Bir tek ses ile hepsi birden ölecekleri gibi, bir tek ses ile de bir an bile durmaksızın hepsi birden hayata kavuşacaklar ve sorguya çekilmek üzere ilâhi huzurda hazır olurlar.

O gün tek hâkim O'dur. Hükmünde O'na hiç kimse, hiçbir şekilde ortak olamaz. Affetmek veya cezalandırmak bütünüyle O'nun yed-i kudretindedir. Cezalandırmak istediği bir kişiyi, kimsenin affetmeye gücü olmadığı gibi, affetmek istediği bir kişiye de kimsenin ceza verdirmeye gücü yetmez. Başkasının işlediği bir günah bir kimsenin hesap defterine yazılmadığı gibi, hiç kimse işlediği günahın cezasından fazlasına çarptırılmaz. Hiç kimseye zulmetmemesi O'nun şânındandır. Verdiği bir kararı hiç kimse değiştirmeye güç getiremez. Her işi adaletlidir, her hükmü hakkâniyetlidir.

"O gün hiç kimse en ufak bir haksızlığa uğramaz ve ancak yaptığınızın karşılığını görürsünüz." (Yâsin: 54)

Zulmü hem zâtına hem de insanlar arasında haram kılmıştır. Şu kadar var ki insanlar hem birbirlerine hem de kendi nefislerine zulmederler.

Dünyada birçok haksızlıklar olmaktadır. Öyle kimseler vardır ki hakettiği halde mükâfat alamaz. Kimisi de tam alamaz. Bazıları haksız yere cezalandırılırlar. Kimisi cezayı hakettiği halde ceza görmekten kurtulur. Bazı kimselere hakettikleri cezadan daha azı verilir. Zâlimler beraat ederken mazlumlar bakakalırlar. Bir kişinin suçunun bir başkasına yükletildiği de görülmektedir.

Mahkeme-i kübrâ'da ise bu gibi adaletsizlikler olmayacak, herkes yaptığının karşılığını tam olarak alacaktır. Kâfirler azaplandırılırken, inananlar mükâfatlandırılacaktır.

 

Ehl-i Cennet:

Allah-u Teâlâ cennet sakinlerinin nâil olacakları nimetlerden Âyet-i kerime'lerinde şöyle haber vermektedir:

"O gün cennetlikler bir zevk ve eğlence ile meşguldürler." (Yâsin: 55)

Orada üzüntü, sıkıntı, ümitsizlik, güvensizlik diye bir şey yoktur. Oraya girenler bir eğlence havası içinde mest olurlar.

Âyet-i kerime'de geçen "Şuğul", akla gelebilecek şeyleri düşünmekten alıkoyan nimetlerdir. Cennet nimetleri ile meşgul olup zevk ve safa sürerken üzülmemeleri için cehennemde bulunan yakınlarını hatırlamazlar.

"Onlar ve eşleri gölgeliklerde tahtlar üzerine yaslanmışlardır." (Yâsin: 56)

Bir insanın eşi, dünyada huzur ve bahtiyarlığa vesile olduğu gibi, cennette de öyle olacaktır. Gözlerin görmediği kulakların işitmediği, akıllardan bile geçmediği güzellikler arasında bu mutluluk beraberce paylaşılacaktır. Hiçbir gönül endişesi olmadan eşleriyle beraber, tarifi mümkün olmayan kanepelere kurulup, rahatlatıcı gölgeliklerde karşılıklı sohbet ederler.

"Orada onlar için her çeşit meyveler vardır." (Yâsin: 57)

Onların meyvelerle merzuk olmaları, sırf lezzet almak, zevkyab olmak içindir.

Bir an olsun meyvesiz kalmış ağaç görülmez. Koparılan ve yenilen bir meyvenin yerine aynı surette bir başkası biter. Meyveler ağacın altından üstüne kadar dizilmiş, birbiri üstüne yığılmıştır.

Cennet meyveleri, hangisi olursa olsun külfetsiz ve mihnetsizdir. Azalmaz ve tükenmez. Atılacak tarafı yoktur, posasızdır. Lezzetleri daima değişir. Hazımı kolaydır, sıkıntı ve zahmeti olmaz.

Bunlar kendilerine, dünyadakilerine benzer meyveler şeklinde sunulur ki yabancılık çekmesinler. İlk anda onları tanırlar ve hemen yemeye başlarlar. Çünkü gönül alışık olduğu şeye çok daha eğilimli olur. Fakat tadıp yediklerinde bunların, dünyadakilerden tamamen farklı ve görülmedik şeyler olduklarını, sadece cins ve şekil bakımından dünyadakilere benzediklerinin; tat, hacim ve nefaset bakımından benzerlerini asla görmedikleri şeyler olduklarını hemen kavrarlar.

Eğer meyveyi bizzat ağacın dalından koparmayı arzu ederlerse ağaç onlara doğru sarkıverir.

Herkes ayakta veya oturduğu yerde, hiç sıkıntı çekmeden istediği kadar yiyebilir.

"Bütün arzuları yerine getirilir." (Yâsin: 57)

Şimdi bütün bu arzular nedir biliyor musunuz? Şimdi bir insan elbise giyiyor. Çok güzel bir elbise daha üstüne giyiyor, bir elbise daha üstüne giyiyor. Buradaki arzu mahbubun nurunun yüklenmesidir. Yüklendikçe yüklenir, yüklendikçe yüklenir. O artık kendini kaybedecek durumda bir manevi zevk hayatı içindedir. Hayat buna derler yani. Buna hayat-ı hakiki derler. Bu ancak orada olur. Dünyada olmaz. Dünyadaki hayat sunidir. Demek ki insana ne yükleniyormuş? Mahbuba ne yükleniyormuş? Nur yükleniyor, "Nûrun alâ nur" oluyor. Onun içinde kalıyor. Onun için çalışan orası için çalışsın.

Dünya bir hayaldir. Kazanma yeridir. İmtihandır, sahnedir ama yaşamak isteyen orası için çalışsın. Fakat bu da zâhirî, onun bâtınîsi, Hakk ile olmak. Çünkü onun bütün güzelliklerini O yarattı. Sen O'nunla olduğun zaman hepsi senin. Ama O'nsuz hayat vefat.

 

Allah'tan Selâm:

Oranın hayatı, safası da var, cefası da var. Oradaki hâl, ilâhi nur, feyiz insana indikçe mest olur. Zevkten mest haline gelir. Bu mestlik içinde sarhoşken selâm gelir.

"Çok merhametli bir Rabb olan Allah'tan onlara söz olarak selâm gelir." (Yâsin: 58)

Artık "Nur üstüne nur" buna denir. Şimdi nur nurdan geliyor.

"Nur üstüne nurdur." (Nûr: 35)

Nur üstüne nur, buna derler.

Ebediyet yurdu olan cennetleri rahmeti ile kuşatan Allah-u Telâlâ'nın selâm ve esenlik nuru altında hayat sürmek, müminler için tasavvurun fevkinde bir nimettir.

Her türlü zevklerden neyi isterlerse onu hemen yanlarında bulurlar.

Bu zevkli hayatın üstünde bir de mânevî izzet ve ikrama mazhar olurlar.

Allah-u Teâlâ cennetlik kullarına Cemâl-i ilâhî'sini şân-ı ulûhiyetine lâyık bir veçhile göstermek lütfunda bulunacak ve onlara hitaben selâm vererek onların kadir ve kıymetini artırmış olacaktır.

Câbir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Cennet ehli bulundukları nimetler içinde zevke ererken ansızın üzerlerine bir nur parıldar. Başlarını kaldırınca bir de ne görsünler, Rabb'leri onlara üstlerinden nazar etmekte ve:

"Ey cennetlikler! Selâm üzerinize olsun!" buyurmaktadır.

İşte:

"Çok merhametli bir Rabb olan Allah'tan onlara söz olarak selâm gelir." (Yâsin: 58)

Âyet-i kerime'si bunu belirtmektedir.

Bunun üzerine onlara nazar buyurur, onlar da O'na bakarlar ve baktıkları süre içinde diğer nimetlerden hiçbir şeye iltifat etmezler. Bu hal araya perde girinceye kadar devam eder ve Rabb'lerinin nuru onların ve yerlerin üzerinde kalır." (İbn-i Mâce. Mukaddime: 13)

Ebediyet yurdu olan cennetleri rahmeti ile kuşatan Allah-u Telâlâ'nın selâm ve esenlik nuru altında hayat sürmek müminler için tasavvurun fevkinde bir nimettir.

 

Yolların Ayrılışı:

Mahkeme-i kübrâ'da ilâhî adaletin hükmü tamamen icra edildikten sonra Hakk Celle ve Alâ Hazretleri:

"Ey günahkârlar! Bugün şöyle ayrılın!" buyurur. (Yâsin: 59)

Kâfirler müminlerden ayrılırlar. Onların artık müminlerle bulunmaya salahiyetleri yoktur. Her suçlu günahkâr inkârcı ister istemez bu buyruğa uyar.

Herkesin hesapları görülüp amellerinin neticesi olarak gidecekleri yerler belli olunca, insanlar fırka fırka ayrılır. Herkes kendi emsaliyle bir fırka, diğeri de ayrı bir fırka olur. Zira müminin mercii cennet, kâfirin mercii cehennemdir.

Ve cehenneme sevkiyat başlar. İşte bu an pişmanlıkların, korkuların, feryat ve figanların ayyuka çıktığı andır. Şefaat için yalvarışların yapılacağı an bu andır.

İnsan hayatta arzu ettiği her şeye kavuşamaz. Onu muvaffak ettirmeyen Hazret-i Allah'tır.

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyuruyorlar ki:

"Cehennem ehlinin dünyada iken en müreffeh yaşayanı, en çok zevk ve safâ süreni kıyamet günü getirilir, cehenneme bir kere daldırılıp çıkarılır ve 'Sen dünyada iken hiç zevk ve safâ sürdün mü?' diye sorulur. 'Hayır! Vallahi görmedim yâ Rabb'i!' der.

Sonra cennet ehlinden dünyada en çok sıkıntı çeken bir mümin getirilir, cennete sokup çıkarılır. 'Sen dünyada iken hiç cefâ gördün mü?' diye sorulur. O da 'Hayır!' der, 'Vallahi hiç cefâ görmedim.'" (Müslim)

Halbuki bütün hayatı cefâdan cefâya, ibtilâdan ibtilâya geçmişti. Fakat bir anın safâsı, bütün hayatın cefâsını unutturmuş. Bir anın cefâsı da bütün anın safâsını unutturmuş.

Bu bakımdan mümin daima ibtilâlarla meşguldur, arzusuna nâil olamaz. Nâil ettirdiğine şükür, diğerlerine sabretmek lâzım.

 

İlâhî İhtar:

Allah-u Teâlâ, şeytanın insanlığın babası Âdem Aleyhisselâm'a olan düşmanlığını, onu yasak meyveden yedirerek nasıl aldattığını, yalan yere yemin ederek ve hile ile Rabb'ine karşı nasıl muhalefet ettirdiğini, neticede cennetten çıkarılmaya sebep olduğunu, Âdemoğulları'na kıyamete kadar süren bir harp ilân ettiğini, Kur'an-ı kerim'inde açıkça haber vermiştir.

Kullarına karşı çok şefkatli, çok merhametli olduğundan şeytanın düşmanlığından korumak ve sakındırmak için şöyle buyuruyor:

"Ey Âdemoğulları! Ben size: 'Şeytana ibadet etmeyin, o sizin apaçık bir düşmanınızdır. Ve bana kulluk edin, bu dosdoğru yoldur.' diye emretmedim mi?" (Yâsin: 60-61)

Kendisini şeytana teslim eden kişi ona ibadet ediyor demektir.

Akıllı insan, hayır görse bile düşmanından bir şey kabul etmez. Çünkü onun tuzağından emin olunmaz.

Binaenaleyh bu ilâhî emre uyarak, şeytana daha şiddetli düşmanlık yapmak, aldatmak istediği hudutlarda onu yalanlamak, muhalefet etmek gerekiyor.

Şeytan cehenneme çağıran bir simsar ve tellâldır.

Onun bundan başka gaye ve maksadı yoktur. Akıllı kimsenin, onun bu çağrısına uyması yakışmaz.

"Andolsun ki o sizden birçok nesilleri kandırıp saptırmıştır." (Yâsin: 62)

Bu yüzden de başlarına ne türlü felâketler gelmiştir. Bu felâketler ve azapların haberleri her tarafa yayılmış ve asırlar boyu izleri devam edegelmiştir.

Şeytan sizden pek çok cemaatleri saptırmasına rağmen nasıl olur da ona tapar ve emrine boyun eğersiniz. Bu cemaatler onun saptırması sonucu doğru yoldan ayrılmışlardır.

"Hâlâ akıl erdirmiyor musunuz?" (Yâsin: 62)

Sizin aklınız yok mu ki, hâlâ şeytanın peşinden gitmektesiniz!

Daha sonra Allah-u Teâlâ onları bekleyen azabı kendilerine müjdeledi:

"İşte bu size vaad edilen cehennemdir." (Yâsin: 63)

Elçilerin sizleri sakındırdığı, sizlerin ise yalanlayıp durduğunuz cehennem budur.

"İnkârınızdan dolayı bugün girin oraya!" (Yâsin: 64)

İnkârda ısrarınızdan dolayı, onun pek acıklı ve yakıcı azabını tadın, o ebedi azaba yaslanarak yanıp yakılın.

 

Organların Şâhitliği:

Cehennem meskunları, dünyada yaptıkları imansızlıkları ve mâsiyetleri inkâr edeceklerse de, hiç ummadıkları bir durumla karşılaşacaklar. Melekler tarafından tutulan amel defterlerinden başka, inkâra kalkışanların bütün organları yaptıklarına bir bir şâhitlik edecekler.

"O gün ağızlarının üstüne mühür basarız. Bizimle elleri konuşur, ayakları da yaptıklarına şâhitlik eder." (Yâsin: 65)

Onlar o müthiş azap merkezlerini görünce titreyecekler, o şaşkınlık içinde dünyada yapmış oldukları çirkin işleri inkâr etmek isteyecekler. Heyhat ki buna imkân olmayacak. Diller bağlanmış eller konuşuyor, neler yaptığını haber veriyor, ayaklar şahitlik ediyor. Bu sahne gerçekten de çok korkunçtur. Hiç görmedikleri beklemedikleri ve alışık olmadıkları bir durumdur. Tasavvur etmek bile kalpleri yerinden oynatır. Böylece bizzat kendi organları kendilerini rezil eder.

Yapılan bir işi doğrudan doğruya el yapar. Ayak ise o işin yapıldığı yerde ve esnada hazır bulunur. Hazır bulunmanın gördüğü şeyi anlatmasına şahitlik denir. O işi yapanın o işi yaptığına dair konuşması ise kendi aleyhinde beyanda bulunmasıdır.

Bu hususta diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"O gün kendi dilleri, elleri ve ayakları yapmış oldukları şeylere şâhitlik edeceklerdir." (Nûr: 24)

İnsanlar aynı ruh ve aynı beden ile dirileceklerdir. Bu dünyada iken nasıl bir bedene sahip iseler, en küçük teferruatına varıncaya kadar orada da aynı bedene sahip olacaklardır. Çünkü yaptıkları günahları olduğu gibi aktarabilmeleri için aynı uzuvların olması gerektiği açık bir gerçektir.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Sonunda oraya varınca kulakları, gözleri ve derileri, yaptıkları hakkında onların aleyhinde şâhitlik ederler." (Fussilet: 20)

İnsanın sadece organları değil, her şey yaptıklarına şâhitlik edecektir.

Bu Âyet-i kerimeler organ nakline, vasiyetine cevaz verenlere ilâhi bir ihtardır. Zira her organ orada şahitlik edecektir.

Bu durumda dünyada organı alınan insanın organı kendisinde mi yoksa, o organı taşıyanda mı şehadet edecek? Kaldı ki o organ da sana ait değildir ki, kimin malını kime veriyorsun? Binaenaleyh organ naklinin caiz olmadığının delillerinden biri de bu Âyet-i kerime'dir.

 

İlâhî İrade:

Allah-u Teâlâ kudretinin kemalini ve insanlar üzerindeki tasarrufunun pek geniş olduğunu bildirmek için şöyle buyurmaktadır:

"Dileseydik gözlerini silme kör ederdik de yol bulmaya çalışırlardı. Fakat nasıl görebilirlerdi ki?" (Yâsin: 66)

Elbette göremezler. Halbuki insanlar Yaratıcı'nın kudret eserlerini görüyorlar, yollarını takip edebiliyorlar. Binaenaleyh bunun şükrünü yerine getirmeleri gerekmez mi?

"Dileseydik oldukları yerde onların şekillerini değiştirirdik. Ne ileri gitmeye ne de geri dönmeye güçleri yetmezdi." (Yâsin: 67)

Siz O'nun iradesi karşısında âcizsiniz. Halbuki O'nun belli bir süre için verdiği güç ve kuvvet sebebiyle kendinizde bir varlık görüp şımarıyorsunuz. Sizden bu ruhsat alındığında, hiçbir şey olmadığınızı anlarsınız.

Şu halde böyle irâde buyurulmuyorsa, yapılmayacağından değil, cezâları ahirette verileceği içindir.

"Biz kime uzun ömür verirsek, onun yaratılışını başaşağı çeviririz." (Yâsin: 68)

Gençliğinin aksine olarak günden güne kuvvetten düşürüp zayıflığını artırır, ölüme doğru yürütürüz.

Bünyesi zayıflar, şekli ve sureti değişir, zihin kabiliyeti yavaş yavaş gerilemeye yüz tutar. Yaşlılığın yıpranmışlığını durdurmak mümkün değildir.

"Hâlâ akıllarını kullanmıyorlar mı?" (Yâsin: 68)

Ne kadar yanlış düşünce! Ne büyük gaflet!

 

Muhammed Aleyhisselâm ve Kur'an-ı Kerim:

Allah-u Teâlâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in risâletini inkâr edenleri reddetmek üzere buyurur ki:

"Biz ona (Peygamber'e) şiir öğretmedik." (Yâsin: 69)

Kur'an-ı kerim'in ne söz olarak ne de mânâ olarak şiir olmadığı açıktır. O Hakk ve hakikat yolunu gösteren hüküm ve hikmetlerle dolu kesin iman rehberidir.

Şiir ise zorlanarak yazılmış, mesnetsiz, hayallere ve evhamlara dayalı yaldızlı ifadelerdir.

Allah-u Teâlâ Muhammed Aleyhisselâm'a geçmişlerin ve geleceklerin ilmini öğretmiş, fakat şiir öğretmemiştir. Onun tebliğ ettiği Kur'an-ı kerim âyetleri şiir kabilinden değildir.

"Zaten ona gerekmezdi de." (Yâsin: 69)

Ne peygamberlik makamına şâirlik yaraşır, ne de Kur'an-ı kerim'e şiir demek.

Şiir en yüksek üsluba eriştiğinde vecd ve şevkin bir ifadesidir. Peygamberlik ise özünde bulunan hak ve hidâyetle ilâhî vahyin tecellisidir.

"Bu ancak bir zikirdir ve apaçık bir Kur'an'dır." (Yâsin: 69)

Vazifesi itibariyle öğüttür, okunması itibariyle Kur'an'dır. Onu başka bir söze veya şiire benzetmek ve kıyas etmek mümkün değildir.

"Tâ ki diri olan kimseyi uyarasın." (Yâsin: 70)

Çünkü uyarmak ancak kalbi diri, basireti açık olanlara fayda verir. İşte hakiki müminler onlardır.

"Ve verilen söz de kâfirlerin aleyhine gerçekleşsin." (Yâsin: 70)

Çünkü şüphe ortadan kalkınca geriye sadece inat ve ısrar etmek kalır. Bu sebeple söz onların aleyhine tecelli ettiği gibi, azabı hakettiklerini de tescil eder. Allah-u Teâlâ önündeki açık delile rağmen küfründe ısrar edenden başkasını cezaya uğratmaz.

Uyarılara kulak verenler diridirler. Dinlemeyenler ölüdürler, kendilerine söylenenleri anlamazlar.

 

Eserde Müessir'i Görebilmek:

Bütün mahlûkat Allah-u Teâlâ'nın vahdaniyetine, kudret ve azametine delâlet ve şehâdette bulunur dururlar.

Hayvanların yaratılışları ilâhî kudretin birer tezahürü ve tecellisidir. Her birisi birer ibret dersidirler.

Delillerinin çokluğuna ve açıklığına rağmen, bunlara gözü yumuk bakmak, hiç şüphesiz ki büyük bir sapıklıktır.

Vasıtasız, numunesiz ve modelsiz yaratılan hayvanlardan her biri, insanlardan yana pek büyük menfaatleri beraberinde taşımaktadırlar.

"Onlar görmediler mi ki, biz kudretimizin eseri olmak üzere kendilerine nice hayvanlar yarattık. Onlar da bunlara sahip olmaktadırlar." (Yâsin: 71)

Mülk sahibinin malında dilediği şekilde tasarruf ettiği gibi, o hayvanlar da istedikleri gibi tasarruf ederler.

"O hayvanları kendilerine boyun eğdirdik." (Yâsin: 72)

Bu sebepledir ki oldukça güçlü ve kuvvetli olmalarına rağmen binmek, yük taşımak, diledikleri yere götürmek ve kesmek gibi kendilerinden istenen hiçbir hususta onlara karşı gelemezler. Hiç birisi bundan kaçınmamaktadırlar. Bütün hayvanlar vahşi olsalardı, insanlar onlardan bu derece istifade edemezlerdi.

Bu apaçık bir nimettir.

"Kimine binerler, kiminin de etinden yerler." (Yâsin: 72)

Hayvanlardan her birinin insan hayatına, beslenmesine, sağlığına ve iktisadi hayatına sağladığı faydalar sayılamayacak kadar çoktur.

Allah-u Teâlâ bu lütuf ve ihsanları hatırlatarak insanları şükretmeye dâvet ediyor:

"O hayvanlarda kendileri için daha nice faydalar ve içecekler vardır." (Yâsin: 73)

Onlarda binmekten ve yemekten başka süt, yağ, iç yağı, yün, deri gibi bazı menfaatler de vardır. Tezyinat ve süslemeye varıncaya kadar en zaruri ihtiyaçların giderilmesinde, beşer hayatının devam etmesinde mühim bir yer tutarlar. Yedikleri bitkileri süt haline getirmeleri bile kudretinin büyüklüğünü gösteren apaçık bir delildir.

"Hâlâ şükretmezler mi?" (Yâsin: 73)

Allah-u Teâlâ onların kendisine şükretmesine vesile olsun diye nimetlerini sere serpe yaymış, onlar ise bu nimetleri nankörlüğe vasıta kılmışlardır.

"Onlar kendilerine yardım edilir ümidiyle Allah'tan başka ilâhlar edindiler." (Yâsin: 74)

Şirk çeşit çeşittir. Zaman ve mekânın değişmesiyle şirkin mahiyeti de değişir. Günümüzde nice insanlar putlara tapmadıkları halde, Tevhid akidesine de bağlanmamışlar, şirkten tamamen kurtulamamışlardır.

Nitekim bu hususta bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"Onların çoğu Allah'a iman etmişler, fakat müşrik olarak yaşarlar." (Yusuf: 106)

Bu gibi kimselerin şirki; Allah-u Teâlâ'nın kuvvet ve kudretinden başka kuvvetlerin varlığına inanmaları, O'ndan başka şeylere itimat etmeleri şeklinde tezahür etmektedir.

Büsbütün inkâr etmeseler de, açık veya gizli bir şirk karıştırmadan, halis tevhid ile inanmazlar. Dünya nimetlerine taparcasına düşkünlük gösterirler.

Allah-u Teâlâ bu gibi kimselerin bu yaptıklarının bâtıl olduğunu beyan ettikten sonra şöyle buyurmaktadır:

"Oysa onlara yardım etmeye güçleri yetmez." (Yâsin: 75)

Çünkü onlar güçsüz, kuvvetsiz, zelil ve hakir nesnelerdir.

"Aksine kendileri o ilâhlar için yardıma hazır askerlerdir." (Yâsin: 75)

Kendilerine tapan kimseler onlara yardımda bulunuyorlar, savunmaya çalışıyorlar, propaganda yoluyla halkı onlara inanmaya davet ediyorlar, onların aleyhinde bulunanlara düşman kesiliyorlar. Şayet bağlıları böyle çalışmasalar hiç kimse bu sahte ilâhların peşinden gitmez.

"Sözleri seni üzmesin." (Yâsin: 76)

Rabb'ine gönülden inanan, güvenen ve sığınan bir mümin, böylelerini bir varlık olarak karşısında görmez bile. Bu kadar akılsız, basiretsiz, köksüz ve ruhsuz kişilerin ne kıymetleri olabilir?

"Şüphesiz ki biz, onların gizlediklerini de açığa vurduklarını da biliriz." (Yâsin: 76)

İçlerinde ne gibi düşmanlıklar, bâtıl düşünceler beslediklerini; dilleriyle neler söylediklerini, İslâm'a karşı ne gibi melânetler yapmak istediklerini bütünüyle biliriz ve onları buna göre cezalandırırız.

 

Kendi Yaratılışını Unutan İnsan:

Allah-u Teâlâ zât-ı ulûhiyetine kulluk yapmanın gereğini, ehadiyetini belirten âfâkî delilleri zikrettikten sonra, enfûsî delilleri beyan etmek üzere şöyle buyurmaktadır:

"İnsan, bizim kendisini kerih bir nutfeden yarattığımızı görmüyor mu?" (Yâsin: 77)

Topraktan yaratılan Âdem Aleyhisselâm'ın zürriyeti de toprağın hülâsası olan nutfeden yaratılmaya devam etmiştir.

Düşünmeli ki bir nutfe (sperma) ne kadar değersiz bir sıvı, ne kadar güçsüz ve zayıf bir şeydir. Bu değersiz şeyden çok değerli bir insan yaratmak ne büyük bir kudrettir! Böyle bir yapıyı tanzim eden büyük kudret karşışında, düşünen insan iki büklüm olur.

Fakat insan aslını unutuyor da yaratıcısına karşı açık bir düşman oluyor. O'na karşı şirk koşmaya, mantık yürütmeye kalkışıyor.

"Böyle iken nasıl oluyor da apaçık bir hasım kesiliyor?" (Yâsin: 77)

Halbuki insan Yaratan'a karşı çıkmak için değil, O'na tapınmak ve kulluk yapmak için yaratılmıştır.

Câhil ve gâfil her insanın durumu budur.

"Kendi yaratılışını unutur da: 'Şu çürümüş kemiklere kim can verecekmiş?' diyerek bize misal vermeye kalkışır." (Yâsin: 78)

Harikulâde yaratılışını ve harikulâde bir şekilde ilk yaratılışını unutur. Allah-u Teâlâ'nın cesetleri ve çürümüş kemikleri yeniden yaratmasını uzak bir ihtimal görerek inkâr eder. Kendisini yoktan vârettiğini düşünmez. Düşünseydi bu sapıklığa düşmezdi.

Zorluk ve kolaylık insanlara göredir. "Pek kolaydır." demek beşerin anlayışına göre demektir.

Dilerse yeryüzündeki bütün insanları yok eder, siler süpürür de, hiç görülmedik bambaşka yeni bir mahlûk, tanımadığımız bir âlem yaratır.

O'nun bu azameti, insanların O'na olan ihtiyacının ve O'nun da ihtiyaçsızlığının bir tecellisidir.

Dağılmış, ufalanmış kemikleri bir araya getirerek, sonra da üzerlerini etle kaplamak; o kemikleri yoktan vâretmekten daha güç değildir.

Nitekim Allah-u Teâlâ: "Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?" diyen bir müşriğe karşı Âyet-i kerime'sinde şu cevabı vermiştir:

"De ki: Onları ilk defa yaratan diriltecek." (Yâsin: 79)

Mükevvenatı yaratan ilâhi kudret, elbette insanları ikinci defa yaratabilir. İlkin yaratmaya gücü yeten, yeniden yaratmaya da kâdirdir. Onun için daha büyük, daha küçük, daha zor, daha kolay diye bir şey düşünülemez.

"O her türlü yaratmayı hakkıyla bilir." (Yâsin: 79)

Cesetler yok olduktan sonra onları diriltmek O'na güç gelmez, hiçbir şey O'na gizli kalmaz.

Öldükten sonra dirilmenin misalleri âlemde ne kadar çoktur. Kurumuş otlar ilkbaharda nasıl canlanıyor? Kış uykusuna yatan bazı hayvanlar yaz gelince nasıl hareketleniyor?

Bu hususu biraz daha açıklığa kavuşturmak için mütebâki Âyet-i kerime'de insanın nutfeden yaratılmasından daha harikulâde bir hadiseyi anlatmaktadır:

"O ki, sizin için yeşil ağaçtan ateş çıkardı. Siz de ondan ateş yakıyorsunuz." (Yâsin: 80)

Bu öyle benzersiz bir hârikulâdeliktir ki, yeşil bir şeyden ateş çıkmaktadır. Su ateşi söndürdüğü halde, ateş su ihtiva eden yeşil şeyden çıkıyor.

Zıtları bir araya getiren Allah-u Teâlâ bu ilâhî beyanı ile ağaçtaki odun ve kömürün yanıcılığını değil, sürtme ve temasla yeşil ağaçtan meydana gelen hararet ve tutuşmayı haber vermektedir. Bu ise şimdi bildiğimiz bir elektrik hadisesidir. Âyet-i kerime aynı zamanda elektriğe işaret etmektedir.

Ağaç anılırken yeşil sıfatına yer verilmesi, yeryüzünü kaplayan bitki tabakasının durmadan yakıcı madde olan oksijen neşrettiğini, yanmanın oksijenle gerçekleşebileceğini belirtmektedir.

 

"Kün Feyekün":

Allah-u Teâlâ insanları kıyamet günü tekrar dirilteceğini, bunun ise Zât-ı akdes'ine son derece kolay olduğunu haber vermektedir:

"Gökleri ve yeri yaratan, kendileri gibisini yaratmaya kâdir değil midir? Elbette kâdirdir." (Yâsin: 81)

İlkin yaratmaya kadir olduğu gibi, daha sonra da tekrar yaratmaya da kâdirdir. Öldükten sonra diriltme de tıpkı ilk yaratma gibidir.

"O her şeyi yaratandır, her şeyi bilendir." (Yâsin: 81)

İçindekilerle birlikte bütün kâinata "Ol!" emr-i şerifi ile yaratan, kudret, azamet ve ululuk sahibi Allah-u Teâlâ, bir şeyin var olması için bir tek emir verir. Bu emrin tekrarına ihtiyaç yoktur. "Ol!" dediği şey kaçınılmaz olarak o anda var olur.

"Bir şeyi dilediği zaman, O'nun emri sadece: 'Ol!' demekten ibarettir. O da hemen oluverir." (Yâsin: 82)

Allah-u Teâlâ'nın iradesinin sonsuz olduğunu gösteren bu ilâhî beyan, bir şeyi yokluk âleminden varlık âlemine çıkarmayı ve bunun süratini gösteren bir temsildir. Yoksa burada kendisine emir verilen bir şey yoktur. Her şey O dilediği an meydana geliverir.

Bu hususta diğer Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:

"'Ol!' dediği gün her şey oluverir." (En'âm: 73)

Bir şeyi yaratmak istediğinde; onu düşünüp tasarlamaya, zamana, mekâna ve numuneye muhtaç değildir. Kâinatı ve içindeki her şeyi misilsiz, benzersiz yaratmıştır. Her şeyin en güzelini, en güzel hikmetlerle yaratan O'dur.

İnsanların yaptığı, sadece O'nun verdiği akıl sayesinde yaratılanların sırlarını keşfetmekten ibarettir.

"Bizim buyruğumuz bir göz kırpması gibi bir tek andır." (Kamer: 50)

Bir kere bir şeyi buyurduğu zaman o, göz açıp yumma süresi gibi kısa bir zamanda oluverir.

Her şeye sahip olmak Allah-u Teâlâ'ya mahsustur. İnsanların bir şeye sahip olmaları hakiki değil, geçicidir.

Göklerin ve yerin anahtarları O'nun yed-i kudretindedir. Yaratmak da emretmek de yalnız O'na mahsustur.

"Her şeyin melekûtu (tasarrufu) elinde olan ve sizin de kendisine döneceğiniz Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir." (Yâsin: 83)

Göklerin ve yerin hükümranlığı kudret elinde bulunan, yaratmak da emretmek de yalnız kendisinin olan, kıyamet gününde kullarının kendisine döneceği, Hayy ve Kayyûm olan Allah-u Teâlâ'yı tenzih ve takdis ederiz.


  Önceki Sonraki  

Diğer Yazıları
TÜM YAZILAR