Muhterem Okuyucularımız;
Dünya kurulalıdan beri fitne ve fesadın ayyuka çıktığı böyle bir devir gelmiş değil.
Günahların açık olarak işlendiği ve isyana dönüştüğü, böyle bir bunalım geçirilmediği, her türlü fitnenin, her türlü kötülüğün anasının mevcut olduğu seyyiat zamanında yaşıyoruz.
İlâhî emirler arkaya atılıyor ve hükümsüz sayılıyor.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Hayânın azlığı küfür alâmetidir." buyururlar. (Münâvî)
Bu hayâsızlık insanları imansızlığa sevketti. Hayâsızlık ve imansızlık neticesinde de nesil bu hale geldi. Hiçbir hüküm tanımıyor.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"İnsanlara öyle bir zaman gelecektir ki, aralarında dini üzerine sabreden, ateşi elinde tutan gibidir." (Tirmizî)
Bu güçlükler içerisinde azmeden, Allah'ına yönelen, yürümeye çalışan kimseler için hem dünyada hem de ahirette büyük saâdetler vardır.
Kişinin nefsine uyması ise kendisini uçuruma atması gibidir, kişiyi doğru cehenneme atar.
Binaenaleyh çok dikkat etmek, Allah-u Teâlâ'nın hükümlerine teslim olup, kendimizi kurtarmaya çalışmak lâzımdır. Bu zamanda; kadın-erkek, inanan-inanmayan hemen bütün insanların dünyanın cazibesine daldığı bu seyyiat zamanında durum çok daha hassas ve çok daha tehlikeli bir hâl almıştır.
Ukbe bin Âmir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Vallahi ben, vefatımdan sonra Allah'a şirk koşmanızdan korkmuyorum, fakat nefislerinize uymanızdan korkuyorum." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 661)
Dikkat ederseniz Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ashâbını, Ümmet-i Muhammed'i ikaz ediyor.
Neden? Çünkü nefis yedi başlı bir ejderdir. Haset, riyâ, kin, kibir, şehvet, gadap, yalancılık... gibi hayvânî sıfatlardan hangi sıfatta kişiyi yakalarsa, onu alır cehennemin ortasına kadar götürür. Tahribatı dış düşmandan daha büyüktür. Eğer dizginlenmezse Allah-u Teâlâ'nın koyduğu hudutları aşar, gayesine ulaşır. Bu hudutları aşan kimse, kendisini uçurumdan attı demektir.
İşte bu devir.
İşte bugünkü durum. Nefis ne emrediyorsa o yapılıyor. İnsanlar "Müslümanım!" diyor ancak şirk içinde yaşıyor.
"Onların çoğu Allah'a iman etmişler, fakat müşrik olarak yaşarlar." (Yûsuf: 106)
Küffar ve avanesi zaten küfür adeti üzere yaşıyor.
Ancak müslümanların da nefislerine uyduğu, giyimde, içtimai münasebetlerde, günlük hayatta ahkâm-ı ilâhi'ye riayetsizliğin, nefis ve şeytana uymanın had safhaya çıktığı bir durum, büyük bir fecaat yaşanıyor.
Bu haramların yaygınlaşmasının en büyük sebebi helâl lokmaya riayet edilmemesidir. Bugün artık bankaya girmeyen müslüman kalmadı. İnsanlar da yediğine bakmaz oldu. Haram lokma bedene girdiği zaman haram icraat olarak kendisini gösterir. Haram lokma mideyi tahrip eder, harama tahrik eder.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Kesilirken Allah'ın adı anılmayan hayvanlardan yemeyin. Çünkü onu yemek muhakkak ki bir fısktır, Allah'ın yolundan çıkmaktır." (En'âm: 121)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"İnsanlara mutlaka öyle bir zaman gelecek ki, malı helâl yolla mı, haram yolla mı aldıklarına aldırış etmez." (Buhârî)
İşte bugünkü durum.
Müslümanların gerek kendilerine ve gerekse âilesine karşı mükellefiyetleri çok ağırdır.
Zira Cenab-ı Hakk: "Kendinizi ve ailenizi ateşten koruyun!" buyuruyor.
Hani koruyan kim?
"Koru!" diye emrediyor. Kendini de evlâdını da.
Zira Resulullah Aleyhisselâm'ın "Kendini kurtarmaya bak ve halk tabakasını bırak!" buyurduğu zaman bu zaman. Halk tabakasını bırakıp kendini kurtarma zamanı. Rabb'im kurtardıklarından etsin.
Hazret-i Allah ümmet-i Muhammed'i muhafaza etsin. Gerçekten büyük bir afat yaşanıyor.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Her çalışan kabir için çalışıyor. İyi veya kötü. Amma hiçbir şey boşa gitmiyor. Kabir bir amel sandığı olduğu için her çalışan oraya çalışıyor. İyilik yapanlar, ahkâm-ı ilâhî'yi yaşayanlar, salih ameli kazandığı için saadetini büyütüyor. Ebedî selâmetini artırıyor. Cennet-i alâ'ya dahil oluyor. Fakat kötü işleyenler hakikaten dalmışlar; nefisleri peşinden gittikleri için ebedî saadeti hiçe müncer ediyorlar. Halbuki dünya tatlı bir hayalât. Bugün benim yarın senin.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Allah'a tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, oruç tutanlar, rüku ve secde edenler, iyiliği teşvik edip kötülükten vazgeçirmeye çalışanlar ve Allah'ın hududunu koruyanlar var ya, işte bu müminleri müjdele!" (Tevbe: 112)
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"İnsanlara öyle bir zaman gelecektir ki, aralarında dini üzerine sabreden, ateşi elinde tutan gibidir." (Tirmizî)
Bu güçlükler içerisinde azmeden, Allah'ına yönelen, yürümeye çalışan kimseler için hem dünyada hem de ahirette büyük saâdetler vardır.
Kişinin nefsine uyması ise kendisini uçuruma atması gibidir, kişiyi doğru cehenneme atar.
Binaenaleyh çok dikkat etmek, Allah-u Teâlâ'nın hükümlerine teslim olup, kendimizi kurtarmaya çalışmak lâzımdır. Bu zamanda; kadın-erkek, inanan-inanmayan hemen bütün insanların dünyanın cazibesine daldığı bu seyyiat zamanında durum çok daha hassas ve çok daha tehlikeli bir hâl almıştır.
Ruh gibi nefis de insanın yaratılışında mevcuttur.
Nefis süfliyattan, ruh ise ulviyattan yaratılmışlardır.
Nefsin tabiatında şehvete, günaha ve kötülüğe meyil vardır. Gücünü hep o yönde kullanır. Onun özelliği böyle olduğu için, insanoğlu sırf kendi nefsine kalırsa, her türlü fenalığa sürüklenir.
Nitekim Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Rabb'imin merhameti olmadıkça nefis olanca şiddetiyle kötülüğü emreder." (Yûsuf: 53)
Ukbe bin Âmir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Vallahi ben, vefatımdan sonra Allah'a şirk koşmanızdan korkmuyorum, fakat nefislerinize uymanızdan korkuyorum." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 661)
Dikkat ederseniz Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ashâbını, Ümmet-i Muhammed'i ikaz ediyor.
Neden? Çünkü nefis yedi başlı bir ejderdir. Haset, riyâ, kin, kibir, şehvet, gadap, yalancılık... gibi hayvânî sıfatlardan hangi sıfatta kişiyi yakalarsa, onu alır cehennemin ortasına kadar götürür. Tahribatı dış düşmandan daha büyüktür. Eğer dizginlenmezse Allah-u Teâlâ'nın koyduğu hudutları aşar, gayesine ulaşır. Bu hudutları aşan kimse, kendisini uçurumdan attı demektir.
İşte bu devir.
İşte bugünkü durum. Nefis ne emrediyorsa o yapılıyor. İnsanlar "Müslümanım!" diyor ancak şirk içinde yaşıyor.
"Onların çoğu Allah'a iman etmişler, fakat müşrik olarak yaşarlar." (Yûsuf: 106)
Küffar ve avanesi zaten küfür adeti üzere yaşıyor.
Ancak müslümanların da nefislerine uyduğu, giyimde, içtimai münasebetlerde, günlük hayatta ahkâm-ı ilâhi'ye riayetsizliğin, nefis ve şeytana uymanın had safhaya çıktığı bir durum, büyük bir fecaat yaşanıyor.
Süs, lüks, israf, kadınların örtülü-açık giyinmesi, gayr-i meşru hayat, gayr-i meşru kazanç ve daha birçok menhiyat yapılıyor. Tesettür kıyafeti adı altında bile takvaya ve ahkâma uymayan giyim tarzları türedi. Gösteriş, israf, kendini beğenme-beğendirme, gözde-yüzde yaratılışı değiştirme, küfür adetleri işleniyor.
Moda adı altında hem ahkâma mugayir giyim tarzları yaygınlaştırılıyor, hem de büyük bir israf yaşanıyor.
Kadın olsun, erkek olsun bu böyledir.
Nefislere uyulduğu için boşanmalar çok arttı. Hazret-i Allah'ın verdiği ruhsatları nefsin arzusuna göre kullananlar çoğaldı. Evlilik adı altında gizli nikâhlar yapılmaya başlandı. Mute nikâhlı ilişkiler çoğaldı.
Kadının hakkı olan mehir verilmeyen nikâhlar kıyılıyor ve zinâ hayatı yaşadığını bilmiyor.
Hiçbir devirde bu derece nefislere uyulduğu görülmemiştir.
Takva ve zühd gibi imânî hususiyetler, İslâmî şiarlar kayboldu.
"Takva ehliyim" diyenler de mahviyete değil varlığa, hiçliğe değil benliğe yöneldi. Bu devirde her şey madde oldu, menfaat oldu. Nefsin istediği yaşanır, şeytanın dediği yapılır oldu. Zaten ahir zaman, yani seyyiat zamanı. Kötülüklere kapılar açık.
Bu haramların yaygınlaşmasının en büyük sebebi helâl lokmaya riayet edilmemesidir. Bugün artık bankaya girmeyen müslüman kalmadı. İnsanlar da yediğine bakmaz oldu. Haram lokma bedene girdiği zaman haram icraat olarak kendisini gösterir. Haram lokma mideyi tahrip eder, harama tahrik eder.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Kesilirken Allah'ın adı anılmayan hayvanlardan yemeyin. Çünkü onu yemek muhakkak ki bir fısktır, Allah'ın yolundan çıkmaktır." (En'âm: 121)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"İnsanlara mutlaka öyle bir zaman gelecek ki, malı helâl yolla mı, haram yolla mı aldıklarına aldırış etmez." (Buhârî)
İşte bugünkü durum.
Dünya kurulalıdan beri fitne ve fesadın ayyuka çıktığı böyle bir devir gelmiş değil.
Günahların açık olarak işlendiği ve isyana dönüştüğü, böyle bir bunalım geçirilmediği, her türlü fitnenin, her türlü kötülüğün anasının mevcut olduğu seyyiat zamanında yaşıyoruz.
İlâhî emirler arkaya atılıyor ve hükümsüz sayılıyor.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Hayânın azlığı küfür alâmetidir." buyururlar. (Münâvî)
Bu hayâsızlık insanları imansızlığa sevketti. Hayasızlık ve imansızlık neticesinde de nesil bu hale geldi. Hiçbir hüküm tanımıyor.
Allah-u Teâlâ kesin olarak yasak ettiği halde, Âyet-i kerime'sinde:
"Şeytanın pis, murdar işidir!" Buyurduğu halde, kadınlar da erkekler de her çeşit içkiyi içiyor, her türlü kumarı oynuyor.
Fâizcilerin cehennemlik olduğu, eğer fâiz terkedilmezse bunun Allah-u Teâlâ'ya ve Resul'üne karşı açılmış bir harp olduğu haber verildiği halde, fâizle iş görülüyor, hatta fâize "helâl" diyenler bile çıkıyor. Halbuki Allah-u Teâlâ'nın ve Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in emirlerini hiçe sayanlar otomatik olarak küfre girmiştir.
Küffar bu necip milleti hiçbir şekilde yenemedi, bozamadı. Ancak fâizi sokmakla, haram lokmayı tattırmakla, bu güzel millet bozuldu.
"Ey iman edenler! Allah'tan sakınınız. Eğer imanınızda gerçek iseniz, fâizden arta kalanı bırakın almayın. Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah'a ve Peygamber'ine açılmış bir savaş olduğunu bilin. Eğer fâiz almaktan tevbe ederseniz, ana paranız yine sizindir. Böylece ne kimseye haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz." (Bakara: 278-279)
Hüküm budur.
Allah-u Teâlâ nikâhlı yaşamayı meşru kıldığı halde, Âyet-i kerime'sinde:
"Zinâya yaklaşmayın, zirâ o bir hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur." (İsrâ: 32)
Buyurduğu halde gayr-i meşru yollar tutuluyor, Lût kavminin helâkına mucip olan kötülükler yapılıyor, eşine hayızlı ve nifaslı iken mukarenette bulunanlar çıkıyor.
Evlilikte en mühim şart dinî nikâh olduğu halde, mehir şart olduğu halde, kadının bu meşru hakkı verilmiyor. Mehirin adını bile duymayanlar var. Duysa bile yapmıyor, yapsa bile vermiyor, böylece nikâhsız ömür sürüyor.
Dinin öngördüğü nikâha önem verilmediği, ahkâma mucip âile hayatı yaşanmadığı için nesil de böyle oldu.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"Zina gibi fuhşiyatın zuhuru yerin sarsılmasına mucib olur." (Camiü's-sağir)
"Bir memlekette zinâ ve fâiz yaygınlaşırsa, o memleket halkı Allah'ın azabını mutlaka helâl kılmış, hak etmişlerdir." (Taberânî)
Allah'ım sonumuzu hayır etsin. İşte bunlar, hepsi yoldan çıkmanın cezası.
Mehirsiz nikâhları sahih gösteren ahir zaman alimleri, din profesörleri türedi.
Halbuki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Bir kimse az veya çok bir mehir üzerine bir kadınla evlenir ve hakkını ödemek niyetinde olmayıp onu aldatırsa ve ödemeden ölürse, kıyamet günü zina yapmış olarak Allah'a mülâki olur." (Taberânî )
İnsanlara mehiri öğretme, hükmünü hatırlatma makamında olanlar mehirsiz nikâh propagandası yapıyor, insanların ailesi ile zina hayatı yaşamasına önderlik ediyorlar. İşte Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in haber verdiği ahir zaman alimleri bu gibi kimselerdir.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki İslâm'ın yalnız ismi, Kur'an'ın ise resmi kalacak. Mescidler dış görünüşleri ile mamur, fakat içleri hidayetten mahrum olacak.
Onların âlimleri gökkubbe altındakilerin en şerlileridir. Fitne onlardan çıktı ve yine onlara dönecektir." (Beyhakî)
İşte böyle bir devirde yaşıyoruz.
Kimisi çocuk olmaması için ilâhî hükmü değiştirmeye çalışarak her türlü çareye başvuruyor, kimisi çocuk daha doğmadan ana karnındayken öldürüp katil oluyor, kimisi de olsun diye her türlü hayâsızlığa ve zinâya râzı oluyor.
Kimisi saçlarını boyuyor, tırnaklarına oje sürüyor, kat olduğu için ve su geçirmediği için cünüp geziyor. Kimisi de saçlarını ondüle yapıyor, düzeni bozulmaması için kafasını yıkamıyor.
Gusül alınmıyor, abdest de öylesine...
"Dinin direği" olduğu halde namaz kılınmıyor. Kılanların yüzde doksanı taharete, istibrâya dikkat etmediği için, abdestsiz namaz kılıyor da haberi olmuyor.
Emr-i ilâhî olduğu halde zekât verilmiyor, öşür verilmiyor.
Haksız yere adam öldürmeler çoğalmış, ticaret ahlâkı bozulmuş.
Adaletle iş yapılmıyor, emanet ganimet biliniyor. Rüşvetin adı hediye olmuş.
Bütün bunların yanında din adına bölünmeler artık çekilmez olmuş. Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde:
"Müminler kardeştirler." (Hucurât: 10) buyurduğu halde:
"Dine bağlı kalın ve dinde ayrılığa düşmeyin!" (Şûra: 13) buyurduğu halde müslümanlar fırka fırka bölünmüşler, bu din-i mübini kendi menfaatlerine âlet ediyorlar.
Günümüz insanları Hakk'tan kopmuşlar. Kimi türeme imamların, kimi de şeyh zannettiği şeytanların peşinde ve izinde. Kimisi küffara hayran, İslâm'ın yalnız ismini taşıyor.
Zenginler sarhoş, kadınlar çılgın, orta tabaka şaşkın ve şuursuz.
Gönüller hep perişan.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Ümmetim önceden geçenlerin yoluna karşı, karış karış, arşın arşın takip edinceye kadar kıyamet kopmaz."
Ashâb-ı kiram:
"Yâ Resulellah! (Yollarından gidilenler) Acem ve Rum gibi milletler midir?" diye sordular.
Resulullah Aleyhisselâm:
"Onlardan başka insanlardan kim var?" buyurdu. (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2175)
Dikkat ederseniz bu Hadis-i şerif olduğu gibi tecellî etmiştir.
Bu iki milletin ahlâk ve yaşayışlarını adeta imrenircesine benimseyenler bulunmaktadır.
Yılbaşısı olsun, balolar, plajlar, çıplaklık, her türlü küfür âdetleri benimsenmiş ve bununla da iftihar ediyorlar. Bunların hangisi İslâm dininde mevcuttur?
Bugünü siz dıştan görüyorsunuz. Hiç de farkında değilsiniz, içi kaynıyor. Küfür içinde yaşıyor, yaşamak istiyor. Ancak helâl-haram katiyen aramıyor. Her birisi kendi nefsinin arzusuna dalmış gidiyor. Kimisi futbol peşinde, kimisi faiz peşinde, kimisi deniz peşinde. Her bir insanın kendine göre tuttuğu bir yolu, muhabbet ettiği yolu var. Fakat Hazret-i Allah'a, Resulullah'a gönül veren çok az.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri buyurur ki: "Bankanın önünden, siyasetçinin önünden, futbolun önünden geçme, bu üç yerden kaç! Çünkü bankada fâiz, siyasette yalan, futbolda şeytan var."
Herkesin haddini bilmesi ve nerede olduğunu görmesi için bu gerçekleri gözler önüne seriyoruz.
Şu futbola, sinemaya, tiyatroya, fuhuşa gösterilen rağbete bir bak.
Bu kadar ihsan-ı ilâhî karşısında ilâhî hükümlere karşı gelmek, şeytana uyup onun peşine gitmek, bunca isyan yakışır mı? Bu isyanlar hiç şüphesiz cezasız kalmaz!
Askerde arkadaşın bir onbaşı rütbesi ile emrettiği zaman, onun emrine riayet ve itaat etmek mecburiyetinde kalıyorsun da; seni yoktan var eden, âzâ nimetleriyle donatan, mülkünde bulunduran Allah-u Teâlâ'ya isyan ettiğinde, cezâsız kalacağını, azapsız bırakacağını mı zannediyorsun?
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"İnsanlar, günahları çoğalmadıkça helâk olmayacaklardır." (Ebu Dâvud: 4347)
Allah-u Teâlâ birçok Âyet-i kerime'lerinde yeryüzünde gezip dolaşılmasını, inkâr edenlerin sonlarının nasıl olduğundan ibret alınmasını emir buyurmaktadır:
"Yeryüzünde gezip dolaşın, sonra da yalanlayanların sonunun nasıl olduğuna bir bakın!" (En'âm: 11)
"Onlar yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı ki kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğratıldıklarını görsünler. Allah onları yerle bir etti. O inkâr edenler için de bunun benzeri vardır." (Muhammed: 10)
Hazret-i Allah ümmet-i Muhammed'i muhafaza etsin. Gerçekten büyük bir afat yaşanıyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz aşağıdaki mucize Hadis-i şerif'lerinde hem bu devri tarif ediyor, hem de "korunma ve kurtulmanın yolu"nu gösteriyor.
Ashâb-ı kiram'dan Sâlebetü'l-Haşenî -radiyallahu anh- Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e:
"Ey iman edenler! Siz kendi nefislerinizi ıslah etmeye bakın. Siz doğru yolda bulundukça yoldan sapanların size zararı olmaz." (Mâide: 105)
Âyet-i kerime'sinin tefsirini sorduğunda, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Yâ Ebu Sâlebe! İyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış. Ne zaman ki aşırı derecede cimrilik hâkim olur, nefislerin arzusu peşinden gidilir, dünya ahiret üzerine tercih edilir, herkes kendi görüşünü beğenir, kimse kimseyi tanımaz bir hâle gelirse, o zaman KENDİNİ KURTARMAYA BAK VE HALK TABAKASINI BIRAK!
Muhakkak ki sizin arkanızda karanlık gece parçaları gibi fitneler vardır. O fitneler içerisinde, sizin üzerinde bulunduğunuz inancın benzerine sımsıkı yapışan bir kimse için, sizden elli kişinin sevabı kadar sevap vardır."
Ashâb-ı kiram: "Yâ Resulellah! Onlardan elli kişinin sevabı kadar sevabı vardır değil mi? (Yani ‘Sizden' kelimesi yanlışlıkla mı kullanıldı?)" diye sorduklarında buyurdu ki:
"Hayır! Sizden elli kişinin sevabı kadar sevap alır. Çünkü siz iyiliklerde yardımcı bulursunuz, fakat onlar bulamazlar." (Ebu Dâvud - Tirmizî - İbn-i Mâce)
İşte o zaman bugün. Çok nazik davranmak lâzım, çok dikkatli davranmak lâzım.
Cenâb-ı Hakk'tan kopmayacaksın, Hakk ile olacaksın, Hakk ile vazife göreceksin. Fazla sivrilmeyeceksin. "Düzelteyim!", "Yapayım!" zamanı değil, kurtulma zamanı.
Zira Resulullah Aleyhisselâm'ın "Kendini kurtarmaya bak ve halk tabakasını bırak!" buyurduğu zaman bu zaman. Halk tabakasını bırakıp kendini kurtarma zamanı. Rabb'im kurtardıklarından etsin.
Bu emre Âyet-i kerime mucibince ehl-ü iyali de dahildir:
"Ey iman edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun." (Tahrim: 6)
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Erkek âile fertlerinin muhafızı durumundadır ve onların hukukundan sorumludur." (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 487 - Müslim: 1829)
Müslümanların gerek kendilerine ve gerekse âilesine karşı mükellefiyetleri çok ağırdır.
Çocuk şayet iyi terbiye edilmezse kötü bir insan olur. Anne-baba onun kötülüğünden mesuldürler. Günahına da ortak olurlar.
Câhiliyet devrinde kız çocuklarını diri diri gömerlerdi. Fakat kız masum olduğu için cennete giderdi. Zalim baba ise cehenneme giderdi.
Eskiden cehalet vardı. Şimdiki cehalet çok daha büyük. Hâlâ farkında değilsiniz. Zalim anne baba, canım yavruyu kendi elleriyle cehhenneme koyuyor. Kendi de gidiyor.
Zira Cenab-ı Hakk: "Kendinizi ve ailenizi ateşten koruyun!" buyuruyor.
Hani koruyan kim?
"Koru!" diye emrediyor. Kendini de evlâdını da.
Çocukların İslâm ahlâk ve âdâbına uygun olarak yetiştirilmeleri ilâhî bir emirdir:
Çocuğa abdesti, gusülü, namazı öğretmez, ehl-i beyt'i, Kur'an'ı, Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-i, Allah dostlarını sevdirmezsen ondan hayır bekleyebilir misin?..
Her tedbiri alacak, ahkâmı öğretecek, her türlü bilgiyi verecek. Baba vazifesini yapacak. Ondan sonrası Allah'a kalmış. Sen hiçbir şey yapmayacaksın. Sonra çocuğum isyan etti. Kabahati kendinde ara.
•
Binaenaleyh kendimizi ve ailemizi kurtarmaya bakalım. Halk israf ediyor, biz etmeyelim. Moda adı altında tefahür, gösteriş yapıyor, caka satıyor, biz Hazret-i Allah'a sığınalım, O'na yönelelim, emir ve hükümlerinden ayrılmayalım.
En büyük rehberimiz Muhammed Mustafa -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hayat-ı saadetlerinde nasıl yaşadılar, bugünkü müslümanlar nasıl yaşıyorlar?
Onun varisi hakiki âlimler nasıl yaşıyordu, bugünkü müslümanlar nasıl yaşıyor?
Onlar her türlü eziyete katlanırlardı. Aç dururlar, hasır üstünde yatarlardı. Misafir geldiğinde iyi bir hurma varsa ikram edebilmek huzur vesilesi idi. Bütün Ashâb-ı kiram Efendilerimiz vefat ettiklerinde geride hemen hiçbir şeyleri yoktu. Niçin? Allah için Allah yolunda, fakir fukaraya garip gurabaya harcamış, infak etmişlerdi.
Binaenaleyh bugünkü müslüman geçinenlere bakarak onlar gibi nefsimize uymayalım. Biz ilâhî ahkâmı, Sünnet-i Resulullah'ı -sallallahu aleyhi ve sellem- yaşamaya gayret edelim.
Dinleyen dinledi, dinlemeyen "Uydum kalabalığa..." Ee... Kalabalığa uydun, gittin!
Kalabalığa uyanların durumu şudur:
"Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, onlar seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar sadece zanna uyarlar ve yalandan başka söz de söylemezler." (En'âm: 116)
İçinde bulunduğumuz bu ahir zamanda durum çok daha vahimdir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuştur:
"İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, öldürme ve zorbalıktan başka yolla devlet idaresine sahip olunamayacaktır. Gasp ve cimrilikten başka yolla zenginliğe, dinden çıkma ve nefsânî duygulara tâbi olmaktan başka yolla da (diğer insanların) sevgisine ulaşılmayacaktır. Kim bu zamana ulaşır ve zengin olması mümkünken fakirliğe sabreder, sevgilerini kazanma mümkünken nefretlerine sabrederse, aziz (onurlu haysiyetli) olmaya gücü yeterken zillete sabrederse, Allah o kuluna beni tasdik eden elli sıddık sevabı verecektir." (Tahavî)
Dikkat ederseniz bu Hadis-i şerif yukarıdaki "Yâ Salebe! ...kendini kurtarmaya bak ve halk tabakasını bırak!" Hadis-i şerif'i ile birleşmiş oldu.
Öyle bir zaman ki, kurtulmak neredeyse mümkün değil, ancak kurtardıklarının da faziletini kavramak mümkün değil. Yani bu kadar zor, bu zorluğa göre de bu derece kıymetli. Sayıları da o kadar az, hatta azın da azı!
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif'lerinde ise buyururlar ki:
"Garipler SAYILARI PEK AZ olan sâlih kişilerdir. Bu kişiler sâlih olmayan bir topluluk içinde yaşarlar. Yaşadıkları bu topluluk içinde kendilerini seven az, buğz eden ise çoktur." (Ahmed bin Hanbel)
İşte öyle bir zaman ki, sâlih bir kimse içinde bulunduğu toplumda sevilmiyor. Dünya bütün cazibesi ile önlerinde durduğu halde, fakirliğe sabrediyorlar; halkın sevgisini kazanmak çok kolay olduğu halde, nefretlerine sabrediyorlar; itibarlı olmak imkânı varken, zillete sabrediyorlar.
Binaenaleyh rahat aramakla, nefse uymakla, hükm-ü ilâhî'yi terkeden kalabalığa karışmakla kurtulmak, bu mazhariyete erişmek mümkün değildir.
•
Resulullah Aleyhisselâm nasıl yaşadı, biz nasıl yaşıyoruz?
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir defasında hasır üzerinde uyumuşlardı. Uykudan kalktığında, hasırın vücudunda iz bıraktığı görüldü.
Bunun üzerine orada bulunanlar:
"Yâ Resulellah! Sizin için yatak tedarik etsek olmaz mı?" diye sorunca:
"Benim dünya ile ne işim var? Ben, dünyada bir ağaç altında gölgelenip de bırakıp giden bir yolcu gibiyim." buyurdu. (Tirmizî)
Yolcu ise eline çantasını almış yol almakla meşguldür.
Senin de çantan elinde bulunsun. "İrcıîy!" dâvetinin ne zaman geleceği belli değil, amma gelecek. Her aldığın nefes seni kabre doğru çekiyor, ömrün tükeniyor. Hayat yolculuktur, sen yolcusun.
Otelde olduğunu, muhakkak ki evine gitmen gerektiğini daima göz önünde bulundur.
Bir gün yolculuk bitecek, yolcu evine varacak. Amma orası öyle bir ev ki dönüşü yok, amel sandığı.
Sonra, kabirde bulunanların hâli ile hallenmemiz tavsiye ediliyor. Şimdiden kabre girmiş gibi. Çünkü ölüme mahkumuz.
Kabir ehlinin hâliyle yaşayan insan dünyadan zevk almaz. Dünyadaki zevki Hazret-i Allah ile ve Allah dostları ile olduğu zamandır.
Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Dünyada garip, yahut yolcu gibi ol, nefsini kabir ehlinden say!" (Tirmizî)
Geldik gitmek için. Bugün varız yarın yokuz. Bugün üstte, yarın alttayız. Bu akşam yatakta, yarın akşam topraktayız.
Ne oldu?
Öldü!
Nasıl öldü?
Bunu Resulullah Aleyhisselâm haber veriyorlar:
"Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz." (Münâvî)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde, bugünkü durumu 1400 yıl önce olduğu gibi haber vermişlerdir.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün:
"Gençlerinizin fıska düştüğü, kadınlarınızın azdığı zaman haliniz ne olur?" buyurdu.
(Yanındakiler hayretle):
"Yâ Resulellah! Yani böyle bir hâl mi gelecek?" dediler.
"Evet, hatta daha beteri!" buyurdu ve devam etti:
"Emr-i bil-ma'ruf'ta bulunmadığınız (iyilikleri emretmediğiniz), nehy-i anil-münker yapmadığınız (kötülüklerden nehyetmediğiniz) vakit haliniz ne olur?" diye sordu.
(Yanındakiler hayretle):
"Yani bu olacak mı?" dediler.
"Evet, hatta daha da beteri!" buyurdular ve sormaya devam ettiler:
"Münkeri (kötülüğü) emredip, ma'rufu (iyiliği) yasakladığınız zaman haliniz ne olur?"
(Yanında bulunanlar iyice hayrete düşerek):
"Yâ Resulellah! Bu mutlaka olacak mı?" dediler.
"Evet, hatta daha da beteri!" buyurdular ve devam ettiler:
"Ma'rufu münker, münkeri de ma'ruf saydığınız zaman haliniz ne olur?"
(Yanındakiler):
"Yâ Resulellah! Bu mutlaka olacak mı?" diye sordular.
"Evet olacak!" buyurdular. (Mecma'uz-zevâid)
İslâm'ın en parlak devirlerinde, asırlarca sonra gelecek bozuklukları olduğu gibi görüp tasvir etmek, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in apaçık bir mucizesidir.
•
Sevban -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Size çullanmak üzere yabancı kavimlerin, tıpkı sofraya çağrışan yiyiciler gibi birbirini çağıracakları zaman yakındır." buyurdu.
Orada bulunanlardan biri:
"O gün sayıca azlığımızdan mı?" diye sordu.
"Hayır! Bilâkis siz o gün çoksunuz. Fakat sizler bir selin getirdiği çer-çöpler gibi hiçbir ağırlığı olmayan çer-çöp durumunda olacaksınız. Allah düşmanlarınızın kalbinden size karşı korku duygusunu çıkaracak ve sizin kalplerinize zaafı atacak!" cevabını verdi.
"Zaaf nedir yâ Resulellah." denildiğinde:
"Dünya sevgisi ve ölüm korkusu!" buyurdu. (Ebu Dâvud: 4297)
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Şu beş şey sizin aranızda vuku bulsa nasıl olursunuz? Onların aranızda vuku bulmasından veya onlara ulaşmanızdan Allah'a sığınırım.
Bir toplulukta kötülükler ortaya çıktığı, fuhuş açıktan yapıldığı zaman, orada tâun ve geçmiş nesillerde görülmeyen hastalıklar ortaya çıkar.
Bir topluluk zekât vermeye mâni olduğunda, gökyüzünden gelen yağmur onlardan kesilir. Hayvanlar olmasaydı hiç yağmur yüzü görmezlerdi.
Bir topluluk ölçü ve tartıyı eksik tuttuklarında, kıtlık, geçim sıkıntısı ve zâlim idareci ile cezalandırılırlar.
Âmirleri Allah'ın indirdiğinden başka şeylerle hükmettiklerinde Allah, onların üzerlerine düşmanları musallat kılar ve ellerinde bulunan şeylerin bir kısmını tüketir.
Allah'ın kitabını ve Resulullah'ın sünnetlerini bir kenara bıraktıklarında, Allah onları birbirine düşürür." (İbn-i Mâce)
•
İmran bin Husayn -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Bu ümmette yere batma, kılık değiştirme ve taşlaşma olacaktır."
Bunun üzerine müslümanlardan bir kimse:
"Yâ Resulellah! Bu ne zaman olacak?" diye sordu.
Buyurdu ki:
"Şarkıcı kızlar ve çalgı âletleri türediği ve şaraplar içildiği vakit!" (Tirmizî: 2309)
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyurur ki:
"İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki gayretleri mideleri, şerefleri servetleri, kıbleleri karıları, dinleri dirhemleri ve dinarları olacak. Onlar mahlûkatın en şerlileridir ve onların Allah katında hiçbir nasipleri yoktur." (Deylemî)
•
Ebu Âmir el-Eş'arî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Ümmetimden muhakkak ki birtakım zümreler türeyecektir. Bunlar zinâ etmeyi, ipekli elbiseler giymeyi, şarap içmeyi, çalgıları helâl ve mübah sayacaklar (yani bunu, utanmayıp açıkça yapacaklar).
Yine bunlardan birtakım zümreler gelip, yüksek tepelerin yanlarına konacaklar. Onların çobanları, hayvan sürüsünü sabah akşam güdüp (evlerine) getirecek.
Onlar mutluluk içinde refah bir hayat yaşarken, yanlarına ihtiyaç içinde bir fakir gelince: ‘Yarın gel!' diyecekler.
Bunun üzerine Allah bunlara gadap ederek (sevip eğlendikleri) dağı üzerlerine yıkarak bir kısmını helâk edecek, bir kısmını da maymuna ve domuza çevirecek. Onlar kıyamet gününe kadar böyle kalacaklardır." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1892)
Bir insan kötü iş ve icraatları yaparken, Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri ona kötü sıfatlar taktığından ötürü; imanını alıyor, İslâm'dan çıkarıyor, sıfatını sıfat-ı hayvâniyeye çeviriyor, kalbini mühürlüyor, artık onu cehenneme gönderiyor.
Allah'tan başka hiç kimse onun suretini bir daha çeviremez.
Her müslüman için, avret mahallini örtecek, sıcaktan ve soğuktan kendisini koruyacak elbise giymek farzdır.
Allah-u Teâlâ örtünme ihtiyacının ilk insan Hazret-i Âdem ve Hazret-i Havva ile başladığını, çıplaklığın çirkin bir şey olduğunu Âyet-i kerime'sinde beyan buyurmaktadır:
"Ey Âdemoğulları! Şeytan ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak ana-babanızı cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın."(A'raf: 27)
Onun hedefi, insanın örtüsünü yırtmak, hissi ve mânevî faziletlerden onu mahrum bırakmaktır.
Erkeklerin avret mahalli, göbek altından diz kapağının altına kadar olan kısımdır. Kadın ve kızlarda yüz, el ve ayaklardan başka bütün bedendir.
İslâm dini, vücudun bakılması haram olan yerlerini açmayı yasaklamış ve bunu büyük günahlardan saymıştır.
Çünkü İslâm dini, zinâyı yasaklayıp haram kılarken zinaya vasıta ve vesile olan bütün yolları da haram kılmış, bir kısmını mekruh saymıştır. Böyle olmamış olsaydı, zinayı haram kılmanın bir mânâsı kalmazdı.
Dinimiz kötü bakışlardan korunmak, fitne ve fesadı engellemek, şerefine dil, namusuna el uzatılmasını önlemek için hususiyetle müslüman kadınların örtünme ve korunmalarını açık ve kesin olarak emir buyurmuştur.
Bugün kimisi Allah-u Teâlâ'nın kesin emri olan tesettür emr-i şerif'ini hafife alıp inkâr ediyor, kimisi kabul ettiği halde riayet etmiyor, kimisi de tesettür adı altında ahkâma mugayir kıyafetler giyiyor.
Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Resul'üm! Mümin kadınlara da söyle. Gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar, ırzlarını namuslarını korusunlar. Ziynet yerlerini açıp göstermesinler. Ancak bunlardan görünmesi zaruri olan (yüz ve eller) müstesnâdır. Başörtülerini (göğüs ve boyunları görünmeyecek şekilde) yakalarının üstüne koyup örtsünler." (Nur: 31)
Mahrem yerlerin korunmasından önce gözlerin sakınmasından söz edilmesinin sebebi, bakışın zinanın aracısı olmasındandır. Çünkü bakış, fiiliyata geçmeye dâvet eder. Göz, her şeyi kalbe ulaştıran en büyük kapıdır. Bakış tebessüme, tebessüm konuşmaya, konuşma anlaşmaya, anlaşma da gayr-ı meşru bir şekilde bir araya gelmeye vesile olur.
Allah-u Teâlâ bu ilâhî beyanında bakış tehlikesinin büyüklüğüne dikkat çekmek için, harama bakmanın yasaklanışı ile namusu korumayı bir arada zikretmiştir.
"Ziynetlerini açıp göstermesinler." (Nûr: 31)
Ziynetlerden kasıt, küpenin takıldığı kulak, kolyenin takıldığı boyun gibi kadınların süs olarak kullandığı şeylerin takıldığı yerlerdir. Bunların yabancılara gösterilmesi tesettür emrine aykırıdır.
Süs ve ziynet kadının yaratılışında olduğu için, süs ve ziynetten menetmek kadına ağır gelir. Dinimiz kadına bu hususta ruhsat vermiştir. Şu kadar var ki namahrem olan yabancı erkeklerden sakınmalarını, süslerini ve ziynet yerlerini göstermemelerini emir buyurmuştur.
"Ancak bunlardan görünmesi zaruri olan kısımlar müstesnâdır." (Nûr: 31)
Bu kısımlar yüz ve ellerdir.
"Başörtülerini (göğüs ve boyunları görünmeyecek şekilde) yakalarının üstüne koyup örtsünler." (Nûr: 31)
Saçlarını, kulaklarını, küpelerini, boyunlarını, gerdanlarını, sinelerini yabancılara karşı örtmek üzere başörtülerini yakalarının üzerine alsınlar.
Allah-u Teâlâ bu ilâhî beyanı ile kadınlara başlarını örtmelerini ve örtüsünün fazlasını da boyun ve yakayı kapamak üzere aşağıya indirmelerini emir buyuruyor.
İslâm dini, kadını erkeğin kötü nazarından korumak için ona en uygun örtünme şeklini, kıyafet ölçüsünü getirmiştir. İslâm'ın terbiye sistemi hem âilenin namus ve şerefini, hem de insan haysiyetini korur.
Tesettür emrinin kuvvet ve şümulünü bir daha hatırlatmak üzere Allah-u Teâlâ yürüyüş tavırlarının bile düzeltilmesi için şöyle buyurmaktadır:
"Gizledikleri ziynetleri bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar." (Nûr: 31)
Allah-u Teâlâ hem ziynetlerinin sesinin duyulmasını istememiş, hem de ses çıkartan, nazar celbedici, rahatsız edici ayakkabılara dikkati çekmiştir.
Allah-u Teâlâ, mümine hanımların şereflerinin muhafazası için tesettüre riâyet etmekle mükellef olduklarını beyan etmek üzere Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmuştur:
"Resul'üm! Zevcelerine, kızlarına ve müminlerin hanımlarına söyle. Zaruri bir ihtiyaçları olup dışarı çıkmak istedikleri zaman, dış elbiselerini üzerlerine giysinler." (Ahzâb: 59)
"Cilbab", kadınların elbiselerinin üstüne giydikleri, kadını tepeden tırnağa örten her çeşit büyük örtüdür.
Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz buyururlar ki:
"Ahzâb sûresinin ‘Dış elbiselerini üzerlerine giysinler.' âyeti nâzil olunca, Ensâr hanımları dışarı çıktılar. Giydikleri örtülerden dolayı sanki başlarının üzerinde siyah kargalar vardı." (Ebu Dâvud: 4101)
Âyet-i kerime'nin devamında şöyle buyuruluyor:
"Bu onların ahlâksız kadınlardan olmadıklarının bilinmesi ve incitilmemesi için daha elverişlidir. Allah çok bağışlayandır, merhamet edendir."(Ahzâb: 59)
Tesettürü emreden hicab Âyet-i kerime'leri inmeden önce müslüman kadınlar başörtülerini omuzları arasından salıverirlerdi. Bu yüzden saçlarının bir kısmı, kulakları, boyun ve gerdanları açık kalırdı.
Tesettür emri geldiğinde, hiçbir kadın kalmayıp başlarından aşağı hemen örtündüler. Bu emr-i şerif zaten fıtratlarına da uygundu.
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz buyururlar ki:
"Allah-u Teâlâ Mekke'den Medine'ye hicret eden muhâcir kadınların iyiliğini versin. ‘Başörtülerini yakalarının üstüne koyup örtsünler.' Âyet-i kerime'si indiği zaman, entarilerinin eteklerini keserek başlarını örttüler." (Buhârî)
Ümmül-müminin Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz bir başka rivayette ince bezlerin bırakıldığını, başörtüsü için kadınların kalın bez seçtiklerini söylemiştir. (Ebu Dâvud)
Ümmü Halid -radiyallahu anhâ- isminde bir hanımın oğlu Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in de bulunduğu bir gazâda şehid düşmüştü. Yüzü örtülü olduğu halde huzur-u saâdete oğlunu sormaya geldi. Ashab-ı kiram'dan bazıları, "Oğlunu sormaya geldin, yüzün de örtülü!" deyince buyurdu ki:
"Oğlumu kaybettimse hayâmı da kaybetmedim ya!" (Ebu Dâvud)
•
Örtünmeyi, setri hafife alan ve inkâr edenlere ise, yine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde cevap veriyorlar:
Bir gün Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'in kız kardeşi Esmâ -radiyallahu anhâ- üzerinde ince ve şeffaf bir elbise olduğu halde, kendisini ziyarete gelmişti. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ondan yüzünü ters istikamete çevirerek:
"Ey Esmâ! Büluğ çağına ermiş bir genç kızın, yüz ve ellerinin dışında hiçbir yerinin görünmesi doğru değildir." buyurdu ve yüzü ile ellerini işaret etti. (Ebu Dâvud: 4104)
Tesettür hakkında emr-i ilâhî budur. Ahkâm budur.
Tesettür, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz zamanında savaş sebebi dahi sayılmıştır.
Asr-ı saâdet yıllarında Beni Kaynuka yahudilerinden bir kuyumcunun mümin bir kadının tesettürüne, başörtüsüne el uzatması savaş sebebi sayılmış ve savaşılarak yahudi erkekleri öldürülmüştür. (Hişam:c. 3, sh: 66)
Allah'ın hükmü bu kadar önemli bir meseledir.
•
Allah-u Teâlâ emir ve hükümlerini koymuş, onu yasaklarıyla sınırlamıştır:
"Bu hükümler Allah'ın hudutlarıdır." (Talâk: 1)
İnananlar için tesettür kesinlikle uyulması gerekli bir farzdır.
Örtünme emri, kıyamete kadar bâki kalacak bir hükümdür.
Allah-u Teâlâ'nın emr-i ilâhi'si olduğu bir şeyde, mahlûkun hükmü yoktur. Bu noktada akıl yürütmek yersizdir. Akıl büyük bir nimet olmasına rağmen; vahiy ışığı, peygamber nuru olmadan ne önünü görebilir, ne de doğruyu ve doğru yolu bulabilir.
Örtünülmezse kâfir mi olunur? Hayır. Örtünmezse günâhkâr olur, tesettürü inkâr ederse kâfir olur.
"Kim Allah'ın hudutlarını aşarsa kendisine yazık etmiş olur." (Talâk: 1)
Allah-u Teâlâ, yolunda gidenlerin kurtuluşu için emir ve yasaklarla birtakım sınırlar çizmiştir. O sınırları geçtikleri zaman hak yoldan çıkarlar ve karanlıklara saparlar. Bu ise nefislere karşı en büyük zulümdür ve bu yüzden cehennem azabını hak etmiş olurlar.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Bunlar Allah'ın koyduğu hudutlardır. Sakın bunları çiğnemeyin. Kim Allah'ın hudutlarını çiğnerse, işte onlar zâlimlerin tâ kendileridir." (Bakara: 229)
Hakikat budur. Hüküm Allah-u Teâlâ'nın hükmüdür. Hüküm vermek Allah-u Teâlâ'ya mahsustur.
•
Evli kadınların örtünmesinden kocaları mesul olduğu gibi, kız çocuklarının evleninceye kadar örtünmelerinden birinci derecede babaları, ikinci derecede anneleri mesuldür.
Allah-u Teâlâ müslümanların helâlinden temiz ve güzel giyinmelerini, kendileri için yarattığı ziynet ve elbiseden faydalanmalarını mübah görmüştür. Nimetlerinin eserini kullarının üzerinde görmek ister.
Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurur:
"Ey Âdemoğulları! Size utanç yerlerinizi örtecek bir elbise ve bir de süs elbisesi indirdik." (A'râf: 26)
Bu ilâhî beyanda, insanoğlunun utanç yerlerini örtecek ve ona vakar sağlayacak iki türlü elbise indirildiği bildiriliyor. Utanç yerlerini örten ev kıyafeti, şeref ve vakar veren dış kıyafeti.
İnsanı mükerrem yaratan Allah-u Teâlâ, Âyet-i kerime'nin devamında ona vermiş olduğu iradeyi örtmesini dilemiş ve bunu insanoğlu hakkındaki kanunlar arasına koymuştur.
"Takvâ elbisesi ise bunlardan daha hayırlıdır." (A'râf: 26)
Elbise nimetinden faydalanma ve istifade asıl bununladır. Takvâ duygusundan mahrum olan günahkârlar ne kadar giyinseler yine de açılmaktan kurtulamazlar.
Ölçü "Takvâ" iledir. İlle şu kıyafet diye bir zorlama yoktur. Bir müslüman hanım, bir müslüman erkek giydiği kıyafeti gönlünde tartsın, kalbine baksın. Kendi durumunu "Takvâ" ölçüsüne vursun.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Bilin ki Allah takvâ sahipleriyle beraberdir." (Tevbe: 123)
Bir de manevî elbise vardır ki, onu da Allah-u Teâlâ giydirir. Herkesin durumuna göre bir elbisesi vardır. Kimisi de çıplaktır.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri bir sohbetlerinde şöyle buyurmuşlardı:
"Geçenlerde tanıdığımız bir kimse geldi. Dedi ki: ‘On sene evvel vefat eden hanımımı rüyada gördüm, çıplak bir hâlde idi. Gel sana yerimi göstereyim deyip, beni bir yere götürdü, uzunboylu simsiyah bir adamın yanına yattı. Yahu diyorum, yabancı bir adamla bir kadın nasıl yatar?'
Kardeşim dedik, senin hanımın çok çok günah işlemiş. O siyah adam onun ameli idi, sen onu adam olarak gördün. Hanım sana diyor ki: ‘Ben bu cezâya bu çıplaklığımın yüzünden müstehak oldum, çok şiddetli azap içindeyim. Ne olur bana merhamet et de Cenâb-ı Hakk'a benim için duâ ediver.'"
İnsandaki edep ve hayâ duygusu örtünmeyi gerektirir.
Bu erkek için de kadın için de bir emirdir.
Tesettüre riâyet etmemek fitne kapısını açar, kadının cazibesini düşürür, vakarını zedeler. Saygı dolu bakışları, şehvet kokan bakışlara çevirir. Utanma duygusunu kökünden yıkar. Örtünmek kadının fıtratında olan bir şeydir. Binaenaleyh utanma iman ile küfür arasında bir perde gibidir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Hayânın azlığı küfür alâmetidir." (Münâvî)
Çıplaklık arttıkça iffet ve hayâ da azalır.
"Hayâ ile iman bir arada bulunur, birbirinden ayrılmazlar. (Yani biri gidince öteki de kalmaz)." (Câmi'üs-sağîr)
Hayâ, bir müminde bulunması gereken en mühim hususiyetlerden birisidir.
"Utanmazsan dilediğini yap!" (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2002)
Hadis-i şerif'i müslümanların en belirleyici ahlâki vasfını ve terbiyesinin karakterini belirlemektedir.
Enes -radiyallahu anh-in rivâyet ettiği diğer bir Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
"Her dinin bir ahlâkı vardır, İslâm'ın ahlâkı da hayâdır." (İbn-i Mâce: 4181)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde kadınların vücut hatlarını belli eden ve şeffaf elbiseler giymelerini yasaklamıştır:
"Cehennemlik bazı kadınlar vardır ki, örtülü fakat çıplaktırlar. Her iki tarafa salınırlar. Onlar cennete girmeyecek ve onun kokusunu da duymayacaklardır." (Müslim)
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz ise, ince ve şeffaf elbiseler giymiş oldukları halde yanına gelen Temim oğulları kabilesinden bir takım kadınlara:
"Eğer siz mümin iseniz, bu elbiseler müminlerin elbisesi değildir." demiştir.
Bir defasında da huzuruna ince başörtülü bir gelin getirilmişti. Ona şöyle dedi:
"Nûr suresine inanan bir kadın bunu örtünmez."
Bir defasında da yanına ince bir başörtü ile giren Hafsa binti Abdurrahman -radiyallahu anhâ-nın başörtüsünü yırtmış ve ona kalın bir başörtü örtmüştür.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- evden dışarı çıkacak olan kadının örtünmesi ile ilgili olarak da şu sözü söylemiştir:
"Müslüman kadın, bir ihtiyacı olduğu zaman, vücudunu gizleyen bir elbise içinde evden dışarı çıkmaktan menedilemez. Ancak bu öyle bir örtü olmalıdır ki, eve dönünceye kadar onu kimsenin tanımaması gerekir."
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Ümmetimin son zamanlarında döşeli süslü oturaklara benzeyen eyerler üzerinde cami kapılarına gelip inen erkekler olacaktır. Karıları ise giyinik fakat çıplaktırlar. Başları üzerinde arık melez develerinin hörgüçlerine benzer durum vardır. Onları lânetleyin, çünkü onlar lânetlenmişlerdir.
Şayet önünüzde başka milletlerden bir millet bulunacak olsa, sizden önceki ümmetlerin kadınlarının size hizmet ettikleri gibi, bu kadınlar da onlara hizmet etmekten çekinmezler." (İbn-i Hibban)
Cidden Allah-u Teâlâ'dan çok korkmamız lâzım.
Kadının açılıp saçılması, erkeklerin nazarını çekmek için süslenmesi, şehvâni hislerin uyanıp kamçılanmasına sebep olur. Örtülmesi gereken yerlerin örtülmesi, namusu korumanın ilk şartıdır.
Müslüman bir hanım, meziyet ve güzelliklerini sadece evine ve eşine hasreder.
Erkeklerin gözlerini sakınması, kadınların iffetini korumak içindir.
Allah-u Teâlâ büyük bir rahmet olmak üzere erkek ve kadın müminlere ayrı ayrı hitap ederek gözlerini bakılmaya uygun olmayan yerlere bakmaktan sakınmalarını emir buyurmuştur:
"Resul'üm! Mümin erkeklere söyle. Gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar!" (Nûr: 30)
Müminlere yakışan yabancı kadınlara bakmamaktır.
"Mümine kadınlara da söyle. Gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar." (Nûr: 31)
Allah-u Teâlâ kadının örtünmesini emrederken, buna riâyet hususunda erkeği de kadını da uyarmaktadır.
Göz, kalbin anahtarı; bakış, fitne ve fesadın elçisidir. Gözler ne derece korunursa şeytana o derece fırsat verilmemiş, kötü düşüncelerden ve alışkanlıklardan uzaklaşılmış olur.
Vedâ haccında Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Medine-i münevvere'den hareket ettiğinde, terkisine amcası Abbas -radiyallahu anh-in oğlu Fazl -radiyallahu anh-i almıştı. Yolda genç bir kadın bir mesele sormak için yaklaştığında Fazl kadına bakmaya başladı. Kadın da son derece güzel olan Fazl'a bakıyordu. Bu durumu gören Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Fazl'ın çenesinden tutup öbür tarafa çevirdi. (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 752)
Böylece, arzuyla bakmanın haram olduğunu fiilen açıklamış oldu.
Harama bakmakla bir kısım hayaller başlar ve insanı Allah'ı anmaktan alıkoyar. Kalp aynası lekelenir, hafıza dağılır. İnsan böylece şeytanın menziline girmiş olur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Helâl olmayan şeylere bakmak, şeytanın zehirli oklarından bir oktur."
Gözler ne derece korunursa şeytana o derece fırsat verilmemiş, kötü düşüncelerden ve alışkanlıklardan uzaklaşılmış olur. Gözleri menhiyata kapamak, korunmanın en güzel yoludur. Ani göze çarpan bir harama ısrarla tekrar bakılmamalıdır.
Bir müslümanın şehvetle bakabileceği kadın yalnızca eşidir. Karı-kocanın birbirine karşı avreti yoktur. Bunun dışında hiç kimseye şehvetle bakmak câiz değildir. Şehvetle bakmanın ölçüsü "Devamlı bakmak"tır.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazret-i Ali -radiyallahu anh-e şöyle buyurmuştur:
"Yâ Ali! Yabancı kadınlara ısrarla ve arka arkaya bakma. İlk bakış için bir vebâl yoktur. İkinci defa bakman ise sana yasaktır." (Ebu Dâvud)
Zira bu görüş, insanın iradesi dışında olmuştur. Görür görmez gözünü başka tarafa çevirirse bunda bir günah yoktur. Fakat bakmaya devam ederse günahkâr olur.
Cerîr -radiyallahu anh- der ki:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e ansızın görmeyi sordum. Bana gözümü çevirmemi emretti." (Müslim: 2159)
Namahrem bir kadının elinden ve yüzünden başka yerlerine bakmak haramdır. İhtiyaç olmaksızın eline ve yüzüne bakmak bile mekruhtur.
Vücut hatları belli olacak kadar ince veya bedene yapışık dar elbise üzerinden bakmak, doğrudan bakmak gibidir.
Erkeklerin avret mahalli olan göbek altından diz kapaklarının altına kadar olan kısımlara bakmak haramdır. Bir kadının diğer bir kadının bu kısımlarına bakması da haramdır.
Gözü sakınmakla Allah-u Teâlâ'nın emri tutulmuş, bir ok gibi kalbi yaralayan manzaralardan korunmuş olunur. Kalp kuvvetlenmiş ve nurlanmış, şeytanın giriş yolları kapatılmış olur.
Ümmü'l-müminin Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'in şöyle söylediği rivayet edilmiştir:
Sevde -radiyallahu anhâ-, hicâb âyetinin gelişinden sonra bir lüzum ve ihtiyaç için bir yatsı vakti dışarıya çıkmıştı. Ömer bin Hattab -radiyallahu anh-, uzun boylu Sevde'yi önceden tanıdığı için onun olduğunu anladı, evin dışına çıkmasına itiraz ederek:
"Yâ Sevde! Bil ki vallahi sen bizce tanınmamış değilsin. Düşünsene, sen ne cesaretle evin dışına çıkıyorsun?" dedi.
Sevde dönerek odama geldi. O sırada Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- benim odamda akşam yemeğinde idi. Elinde etli bir but vardı.
Sevde:
"Yâ Resulellah! Bazı hâcetim için evimden çıkmıştım Ömer bana şöyle şöyle söyleyerek itiraz etti." diye şikâyet etti.
Bu sırada Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'a vahiy gönderdi. Vahiy halindeki terleme gidince, elinde tutmakta olduğu et parçasını yere koymaksızın şöyle buyurdu:
"Siz kadınların lüzum ve ihtiyaç üzerine örtünerek evlerinden çıkmalarına izin verildi." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1723)
Şu kadar var ki bu izin istismar edilmemelidir. İlâhî hilkat, kadına nezâket ve nezâhet bahşetmiştir. Her haliyle buna riâyet gerekir.
Erkeklerin bakışlarını üzerine celbedecek her şey kadına haramdır.
Allah-u Teâlâ mümin kadınlara şöyle sesleniyor:
"Vakar ile evlerinizde oturun. İlk cahiliye çağı kadınlarının açılıp saçılması gibi açılıp saçılarak yürümeyin." (Ahzâb: 33)
•
Pek ihtiyar kadınların kılık kıyafetleri hakkında Allah-u Teâlâ bazı kolaylıklar getirerek Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Evlenme ümidi kalmayan yaşlı kadınların, ziynetlerini açığa vurmamak şartıyla dış örtülerini çıkarmalarında kendilerine bir günah yoktur." (Nûr: 60)
Gizlemeleri gereken ziynetlerden hiçbirini göstermemek şartıyla üzerlerindeki dış elbiselerini bırakıp yalnız başörtüsüyle çıkabilirler. Fakat kadının kendisini süsleyip sokağa çıkması, gençler için günah olduğu gibi, ihtiyarlar için de günahtır. Süslenmeleri değil, süsle yabancı erkeklere görünmeleri günahtır.
Onlar bu dış örtülerini bırakırken, süslenmek kastı ile bunu yapmazlar, sadece örtülerini hafifletmek maksadı ile yaparlar.
"Yine de iffetli olmaları kendileri için daha hayırlıdır." (Nûr: 60)
Ziynetli olmadıkları halde de iffet ölçülerine uymaları ve genç hanımlar gibi örtülerini bırakmamaları haklarında daha hayırlıdır. Çünkü töhmetten daha uzaktır.
"Allah işiten ve bilendir." (Nûr: 60)
Bundan dolayı müslümanız diyen hanımlar bu hükümleri dinlesinler, düşünsünler ve hayatlarını nezih bir şekilde tanzime çalışsınlar.
Mümin bir kadın, yabancı erkekle konuşmasında ölçülü olmalı ve ihtiyaç kadar konuşmalıdır.
Nitekim Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Eğer takvâ sahibi olmak istiyorsanız edâlı konuşmayın. Kalbinde hastalık bulunan kimse kötü şeyler ümit eder. Dâima ciddi ve ağırbaşlı söz söyleyin." (Ahzâb: 32)
Dinimiz fitne ve fesadı önlemek için, kadın ve erkeğin mahrem olanların dışındakilerle bir arada bulunmalarını ve konuşmalarını yasaklamıştır. Dinin süzgecinden geçmeyen fenâ lâf ve fâhiş sözler, kalpte uyuyan gizli düşünceyi ortaya çıkartır. Kötülüklerin filizlenip hayat bulmalarını sağlayarak zinâya meyli artırır ve imanı felâkete sürükler.
Nefsin arzu ve isteklerine uyarak dilinin dizginlerini salıverip fuhşun yayılmasına sebep olanlara Allah-u Teâlâ, acıklı bir azap vereceğini beyan etmektedir:
"Müminler arasında hayâsızlığın, kötü sözlerin yayılmasını arzu edenlere dünyada da ahirette de can yakıcı bir azap vardır." (Nûr: 19)
Tevbe ve istiğfar etmeksizin ahirete gidince de orada cehennem azabına ve Allah-u Teâlâ'nın bildiği daha nice felâketlere uğrarlar.
Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime'sinde ise Ashâb-ı kiram'a hitap ederek şöyle buyurmaktadır:
"Peygamber'in zevcelerine herhangi bir şey soracağınız vakit perde arkasından sorun." (Ahzâb: 53)
Bundan böyle "Harem" farz kılınmıştır ki, o zamana kadar Araplar'da âdet değildi.
"Böyle yapmakla hem sizin gönülleriniz hem de onların gönülleri daha temiz kalır." (Ahzâb: 53)
Şeytânî düşüncelerden, vesveselerden uzaklaşırsanız hem kadınların, hem erkeklerin iffet ve ismet hisleri daha fazla yükselir, hürmet duyguları artar. Fitne ve su-i zannı giderir. Birbirini görmedikleri zaman kalplerinden kötü bir şey geçmez.
Fitne, erkekle kadın arasında müşterektir. Erkekten geleceğinden ne kadar endişe edilirse, kadından gelmesinden de o kadar korkulur.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Kadın avrettir. Evinden çıkınca şeytan onu daha çekici yapar." (Mişkât'ül-mesâbih)
Birbirine nikâh düşen kadın ve erkeklerin bir arada yalnız bulunmaları haramdır. Çünkü bu beraberlik birçok günahın işlenmesine sebep olmaktadır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurur:
"Hiçbir erkek nikâh düşen yabancı bir kadınla yalnız kalmasın. Hiçbir kadın yanında nikâh düşmeyen birisi bulunmadıkça yolculuğa çıkmasın." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1260)
Mümin hanımların görüşüp-konuşabileceği mahremi olan erkekleri Allah-u Teâlâ Nûr sûre-i şerif'inin 31. Âyet-i kerime'sinde bir bir beyan buyurmuştur:
"Ziynetlerini kocaları veya babaları veya kayınpederleri veya oğulları veya kocalarının oğulları veya kardeşleri, veya erkek kardeşlerinin oğulları veya kızkardeşlerinin oğulları veya müslüman kadınları veya cariyeleri veya kadına ihtiyacı bulunmayan (iktidarsız) hizmetçiler veya kadınların mahrem yerlerini henüz anlamayan çocuklardan başkasına göstermesinler." (Nûr: 31)
Bilhassa bugün müslümanların para ve kadın hususunda hiç kimseye itimat etmemeleri gerekir. Hatta kendi öz kardeşlerine bile.
Zira Ukbe bin Âmir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Yanında mahremi olmayan kadınların yanına girip yalnız kalmaktan sakının."
Buyurduklarında Ensar'dan bir zât: "Yâ Resulellah! Kocanın öz kardeşi de, akrabaları da mı bizim kadınlarımızla bir arada, yalnız kalamazlar?" diye sordu.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise:
"Asıl felâket buradadır!" cevabını vermiştir. (Buhârî-Müslim)
Bu Hadis-i şerif'e göre müslüman bir kadının; kocasının kardeşi, kocasının yeğenleri, amca ve dayı oğulları gibi hısımlarının yanına tesettürsüz çıkması ve onlarla yalnız kalması yasaklanmıştır. Çünkü bunlar yengeye nâmahremdir.
Ölüm veya boşanma hâlinde evlenilebilecek akraba fertleri ile bir arada yalnız bulunmanın tehlikesi yabancıdan daha fazladır. Fitne fücuru daha kuvvetlidir. Çünkü yabancıya nazaran akraba hiçbir mâni olmadan evin içine ve kadının yanına serbestçe girip çıkar.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif'te de şöyle buyurulmaktadır:
"Sizden biriniz, yakını olandan başka bir kadınla başbaşa kalmasın." (Müslim: 1341)
Dikkat edilirse Nûr sûre-i şerif'inin 31. Âyet-i kerime'sinde kadının mahremleri sayılırken öz kardeş bu sayıya dahil edilmemiştir. O halde haramdır. Öz kardeşin durumu bu olursa, diğerlerinin durumu ne olur? Yine Âyet-i kerime'ye göre müslüman bir hanımın kâfir kadınlara da ziynet yerlerini göstermesi haramdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde bir erkekle kadının yalnız bulunmaları halinde üçüncülerinin şeytan olacağını haber vermişlerdir. (Ahmed bin Hanbel)
Bu Hadis-i şerif, bir kimsenin eşi ve nikâh düşmeyen yakın akraba ve hısımları dışında kalan kadınlarla yalnız kalmasını haram kılmaktadır. Böyle bir durum hem karşı cins için tahrik edicidir, hem de dedikoduya sebep olabilmektedir.
Bir Hadis-i şerif'te de şöyle buyuruluyor:
"Benden sonra erkeklere, kadınlardan daha zararlı bir fitne bırakmadım." (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 1795)
Müslüman erkekler hanımlarını kıskanmalı ve yabancı kimselerden korumalıdırlar.
Asr-ı saâdet'te tesettür tatbikatını gösteren bu Hadis-i şerif'ler, tesettürle ilgili Âyet-i kerime'lerin birer tefsiri mâhiyetindedirler.
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"İki sınıf var ki bunlar cehennemliktir, fakat henüz onları göremiyorum. (Bunların biri) giyimli fakat çıplak; (erkeklere) meyleden, (kendilerine) meylettiren kadınlardır. Bunların başında yana yatmış deve hörgücünü andıran şeyler vardır. Bunlar asla cenneti göremeyecek, kokusunu da alamayacaklardır." (Müslim)
"Henüz göremiyorum." buyurmaları, ileride, ahir zamanda çıkacaklarına işarettir. Biri giymiş ama çıplak. Niçin? Vücut hatları belli olduğu için. İkincisi erkeklere meyleden ve kendilerine meylettiren kadınlar, ki saçlarını deve hörgücü gibi yaparlar. Bu iki hususta ciddi ikazlar var.
Hazret-i Allah bizi muhafaza etsin.
Tesettür kıyafeti yüz ve ellerin dışında kalan bedenin tümünü örtecek şekilde ve vücudun çizgilerini göstermeyecek şekil ve bollukta olmalıdır. İçini gösterecek şekilde (şeffaf) olmamalı. Dikkatleri çekecek şekilde, renk ve desende olmamalıdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Allah, dövme yaptıranlara, kaşlarını inceltenlere, dişlerini seyrekleştirenlere, Allah'ın yarattığını bozanlara lânet etsin" (Riyazüs-salihin: 3/1677)
Oysa bugün birçok kadın güzel görünmek adına kaşında gözünde değişiklik yapıyor, hatta yüzünden ya da vücudundan estetik ameliyat oluyor. Kapalısı da yapıyor, açığı da yapıyor.
Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"(Şeytan dedi ki:) ‘Onlara emredeceğim, Allah'ın yaratışını değiştirecekler.'" (Nisâ: 119)
Değil kaşta, gözde, şurda burda değişiklik yapmak, kadın İslâm'da kocasından başkası için süslenemez, makyaj yapamaz.
Hatta ve hatta kadın koku sürünerek dışarı çıkarsa, başkalarının dikkatini çekerse "Zinaya bir adım atmış olur" buyuruluyor.
Hadis-i şerif'te:
"Bir kadın koku sürünerek dışarı çıkar ve kokusunu başkalarının duymasını arzularsa, zinaya bir adım atmış olur." buyurulmuştur. (Tirmizî Edep : 35)
Kadın kokular sürüp camiye bile gidemez. Birgün koku sürünen bir kadın, Ebû Hureyre -radiyallahu anh-in yanından geçerken ona "Nereye gidiyorsun?" diye sordu. Kadın: "Camiye" diye cevap verince Ebû Hureyre -radiyallahu anh-:
"Kokulandığın halde mi?" diye tekrar sordu. Kadın "Evet" dedi.
Ebû Hureyre -radiyallahu anh- Hazretleri bunun üzerine şöyle buyurdu:
"Dön ve yıkan. Çünkü Peygamberimizden dinledim:
‘Kokulanan bir kadın mescide giderse, dönüp gusletmedikçe Allah onun namazını kabul etmez.'"
Kadınlar âile içinde veya kendi cinsleri ile bir araya geldiklerinde koku sürünebilirler. Ancak evden dışarı çıkarken, câmide veya yabancı erkeklerin bulunduğu yerlerde koku sürünmeleri, bu erkeklerin dikkatlerinin kadınların üstüne çekilmesine yol açar.
Ebu Musa -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Bir kadın güzel koku sürünüp bunu hissetsinler diye bir topluluğa uğrarsa, zinâ etmiş olur." (Ebu Dâvud: 4174 - Tirmizî: 2787)
Çünkü bu hâl erkeklerin kalbini meşgul eder, nazarlarını kendisine çeker. Bu duruma koku sürünen kadın sebep olduğu için, zâniye olarak tavsif edilmiştir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir başka Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
"Kendisine buhur (koku) değen bir kadın sakın bizimle yatsı namazına katılmasın." (Müslim: 444)
Buhurdan maksat, kadının üzerinde koku duyulmasıdır. Şu halde ne suretle sinmiş olursa olsun, üzerinde koku bulunan kadın camiye gelemez.
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre:
"Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- kadının saçını başka saçla çoğaltan, başka saç ilâvesiyle saçını çoğalttıran, dövme yapan ve dövme yaptıran kadınları lânetlemiştir." (İbn-i Mâce: 1987)
Renkli ipekten mâmul ipliklerin ve saça benzemeyen diğer maddelerin saça takılması ve bağlanması, bu yasağın dışında kalır. Çünkü bunlar süslenmek için takılır.
Dinimiz kadının erkeğe, erkeğin kadına benzemesini şiddetle yasaklamıştır.
Bu sebeple bir erkek kadın elbisesi, bir kadın da erkek elbisesi giyemez.
Erkeklerin kadın elbisesi, kadınların da erkek elbisesi giymelerini Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz yasaklamıştır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- der ki:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-, kadın elbisesi giyen erkeğe ve erkek elbisesi giyen kadına lânet etti." (Ebu Dâvud)
Erkeğin giydiği kadınların giydiğine benzemeyecek, kadının giydiği de erkeğin giydiği elbiselere benzemeyecek. Pantalon da bir erkek giysisidir.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-; erkeklerden kadınlaşan, kadınlardan da erkekleşenlere lânet etti ve:
"Bu gibi kimseleri evinizden kovunuz!" buyurdu.
Hatta falancayı çıkardı. Ömer -radiyallahu anh- de falancayı çıkardı. (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1954)
Buna benzer başkaları hakkında ise:
"Bunlar sizin yanınıza girmesin." buyurmuştur. (Müslim: 2180)
Küffar "Moda" ile hem kendi sapmışlığının bir neticesi olan çıplaklığı yaygınlaştırmak ister, hem de insanların nefsânî zaaflarından istifade ederek para kazanmaya çalışır.
Bu şekilde ahkâm-ı ilâhî harici Sünnet-i Resulullah'a aykırı takva ve hâyâ dışında giyinip kuşanan, eşyasını değiştiren kişiler şu tehlikelerin altındadır:
1. Hazret-i Allah'a Karşı Gelme
2. İsraf ve Lüks
3. Küffara Benzeme
4. Çıplaklık
5. Riya (Gösteriş)
6. Kendini Beğenme
7. Hırs ve Haset
Hazret-i Allah Âyet-i kerime'leri ile Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'leri ile müslümanın tâbi olacağı hükümleri, riayet edeceği ölçüleri ortaya koymuş iken bir müslümanın bütün bu hükümleri hiçe sayarak nefsinin arzularına göre hareket etmesi Hazret-i Allah'a karşı gelmesi demektir.
Bütün bu ahkâma mugayir hareketler zaten Hazret-i Allah'ın emirlerine aykırı davranmak değil midir? Hazret-i Allah'a karşı gelmek değil midir? Hazret-i Allah tefahürden hoşlanmaz. Mütevazı giyimi, yaşamayı sever.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"İnsan, bizim kendisini kerih bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki, şimdi o apaçık hasım kesilmektedir." (Yâsin: 77)
Bir diğer Âyet-i kerime'de onlar hakkında şöyle buyurmuştur:
"Aklınızı kullanmıyor musunuz?" (Bakara: 44)
Nedir bu yaptığınız hareketler?
Çünkü aklı başında olan her insan geleceğini düşünür, ona göre tedbirini alır, tedarikini yapar.
İlâhî bir lütuf olan aklını, vicdanını suistimal ederek Hakk'tan ayrılan, Hakk ve hakikati kabul etmeyen, bâtıl peşinde koşup duran kimseler, cezâ günü geldiğinde pişmanlık ve hasretler içinde kendilerini kınayacaklar.
Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsi'de buyurur ki:
"Benim cinlerle ve insanlarla önemli bir hadisem var! Ben yaratıyorum, benden başkasına ibadet ediliyor! Ben rızıklandırıyorum, benden başkasına şükrediliyor." (Taberânî)
Hazret-i Allah bu kadar gadab ediyor.
Tevbe edip rızası mucibince, istikamet üzere hayatını idame ettirenler ise Hazret-i Allah'ın mükâfatına nail olurlar.
Zirâ Âyet-i kerime'de:
"Yaptığı zulümden sonra tevbe edip hâlini düzelten kimse, bilsin ki Allah onun tevbesini kabul eder. Allah çok bağışlayıcı ve merhamet edicidir." buyuruluyor. (Mâide: 39)
Her sene yeni bir "Moda" icat edildiği için insanlar eskimediği halde çok sık bir şekilde yeni kıyafetler almaya; çok pahalı markalı ürünleri kullanmaya; lüzumundan fazla eşyaya sahibi olmaya sevkedilmeye çalışılmaktadır.
Bu gibi israflar özellikle zenginler arasında çok yaygınlaşmıştır.
Yabancı markalar, yabancı modalar, fahiş fiyatlara alınıp giyilmektedir.
Halbuki israf dinimizde haram kılınmıştır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Yiyin için, fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez." buyuruyor. (A'râf: 31)
Haksız yere başkasının malını yemeyi yasaklayan dinimiz, insana kendi malını dahi ölçülü harcamasını emretmiştir. Kişi, Allah ve Resul'ünün koyduğu ölçülere göre harcama yapmazsa, sarfiyatının her zerresinden mesuldür.
Malın haram olan yollardan harcanması, kişiye ve başkalarına hiçbir faydası olmayan harcamalar, başkalarına muhtaç hale gelecek derecede ölçüsüzce yapılan bağış ve harcamalar, Allah için değil de gösteriş için infakta bulunmak hep israftır ve haramdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, deniz kenarında bile olsa, abdest alırken suyu ölçülü kullanmayı tavsiye etmişlerdir.
İsraf, cömertliğin ifrat dereceye varmış olan şeklidir. Cömertlik ise müslümanda bulunması gereken güzel huylardan birisidir.
Hadis-i şerif'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Cömert insan Allah'a yakın, insanlara yakın, cennete yakın ve cehennem ateşinden uzaktır." (Tirmizi)
Allah'ımız bize itidali, orta hâli emir buyuruyor:
"Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme! Büsbütün de saçıp israf etme ki, sonra kınanır, hasret içinde eli boş kalırsın." (İsrâ: 29)
Buradan anlaşılıyor ki, korunması gereken yerde malı korumalı, sarfedilmesi gereken yerde de bolca harcamalıdır.
Korunması gereken yerde bolca harcamak israftır. Bolca sarfedilecek yerde sıkılık etmek ise cimriliktir. Her ikisi de kınanmaktadır.
En makbul ve övülmüş olanı sehavettir.
Âyet-i kerime'de:
"Rahman'ın o kulları ki, harcadıkları zaman ne israf ederler, ne de cimrilik ederler. Harcamaları bu ikisinin arasında dengeli olur." buyuruluyor. (Furkan: 67)
Meşru yollardan helâl kazanç temin edip muhafaza etmek ve rızâya uygun olarak yerli yerinde kullanmak farz olduğu gibi, lüzumsuz yerlere ve bilhassa şer'î sınırları aşacak derecede günah yollara sarf edip israf etmek de haramdır.
İslâm'da nezafet vardır, temizlik vardır. Kişi kendi bütçesine göre israfa kaçmadan nezih bir şekilde ve takvâ ölçüsünde giyinebilir. Ancak ifrata kaçmak, hele israfa dalmak kesinlikle yasaktır.
"Moda" küffar memleketlerinden çıktığı için, onlara benzemeye çalışmak kişiyi küfre kadar götüren bir tehlikedir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Kim, hangi kavme benzerse o da onlardandır." (Ebu Davud)
"Kalıplar birbirlerine benzeyince, kalpler de birbirine benzer."
Yabancıların giyim tarzları da müslümanlar arasında yaygınlaşmaya başladı. Çıplak giyim tarzlarını zaten mevzu etmiyoruz.
Dikkat edilirse Avrupa'daki kadınlar bile yüz yıl önce bu kadar çıplak değildi. Adım adım kadını bu hale getirdiler.
Nefis ve şeytan hem kadınlara hem erkeklere yularını geçirmiş, nereye sürüklerse insanlar oraya gidiyor.
Hiçbir kadının giyinip sokağa çıkmayı aklına dahi getirmeyeceği kıyafetler önce "Moda" adı altında reklam edilmekte, her geçen gün ortalık "Örtülü çıplaklar" ile dolmaktadır.
"Tesettür modası" denilen bidat da aynı şekilde her geçen gün tesettürlü kadınları iffet ve takvâ ölçüsünden uzaklaştırmaktadır. Tesettür adı altında bu tür kıyafetlerin giyilmesi kadınların açık olmasından daha büyük bir fitne ve tehlikedir. Zira İslâm'ın yasakladığı bu menhiyat "İslâmî giyim" adı altında işlenmektedir.
İslâm'ın "Tesettür" hükümleri ise yukarıda izah edilmiştir.
Riyâ, insanın kendisini başkalarına üstün göstermek, onların kalplerinde yer etmek, hürmet ve tâzim beklemektir.
Riyâ haramdır. Riyakâr kimselerin gadâb-ı ilâhi'ye maruz kaldıklarına dair Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Yazıklar olsun o namaz kılanların hâline ki, onlar kıldıkları namazdan gafildirler. Onlar gösteriş yaparlar." (Mâun: 4-5-6)
Allah-u Teâlâ, rızâsından gayrı hiçbir karşılık beklemeyen ihlâslı kullarını Âyet-i kerime'sinde övmüştür:
"Biz sizi sadece Allah rızâsı için yediriyoruz, sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür beklemiyoruz." (İnsan: 9)
Münafıklar hakkında Allah-u Teâlâ buyurur ki:
"Onlar insanlara gösteriş yaparlar ve Allah'ı pek az zikrederler." (Nisâ: 142)
Bir Hadis-i kudsî'de şöyle buyuruluyor:
"Her kim ki yaptığı bir işe benimle birlikte başkasını ortak koşarsa, onu şirki ile baş başa bırakırım." (Müslim)
Cenab-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Duysunlar diye iyi işler yapanı Allah duyurur. Gösteriş için iyi iş yapanları kıyamet gününde teşhir eder." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2039)
Riyâ, karıncanın ayak sesinden daha da gizli ve sessizdir. Nefsin ani çıkışlarını, riyânın sızmasını önleyecek olan Allah-u Teâlâ'nın hıfz-u himaye'sidir. Kurtulmasını murad ettiği kulunu, riyâ yolundan gelecek tehlikelerden muhafaza eder.
Giyim-kuşamda dikkat edilecek bir husus da kibirlenmek maksadıyla giyinmenin ne kadar büyük bir günah olduğudur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Dünya hayatında şöhret elbisesi giyen (kibirlenerek kendini beğenerek) bir kimseye kıyamet günü Allah zillet elbisesi giydirir." (Ebu Dâvud)
Müslüman temiz ve güzel giyinir. Temiz ve güzel giyim ile kibir ve gösteriş için yapılan giyim arasında fark vardır.
Kibir ve gösteriş kendini beğenmekten gelir. Kendini beğeneni Hazret-i Allah hiç sevmez ve beğenmez.
Zira Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e sahabeden birisi:
"Kişi elbisesinin ve ayakkabısının güzel olmasını ister?" diye sorduğu zaman Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdu:
"Muhakkak Allah güzeldir, güzeli sever. Kibir ise Hakk'a karşı direnmek ve insanları da küçük görmektir." (Müslim)
•
Hadis-i şerif'lerde yasaklanan bir başka kıyafet de, dikkatleri üzerine çekmek gayesini güden şöhret elbisesidir. Elbiseyi örtünmeden çok, çeşitli süs ve renklerle dikkatleri üzerine çekme vasıtası olarak kullananlar da bu sınıfa girerler.
Ümmü'l-müminin Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'den rivayet edilmiştir:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Mescid'de otururken Müzeyne kabilesinden bir kadın girdi. Çok süslüydü. Ziynetleriyle Mescid'in içinde bile eteğini sürüyüp böbürlenerek yürüyordu.
Bunun üzerine Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
"Ey insanlar! Kadınlarınızı Mescid'de süslü elbise giymekten ve çalımlı yürümekten menediniz. Zira İsrâiloğulları, kadınları mescidlerde süslü elbise giyip çalımlı yürüyünceye kadar lânetlenmediler." (İbn-i Mâce: 4001)
Allah-u Teâlâ'nın bir kimseyi lânetlemesi, onu rahmetinden uzaklaştırması demektir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in bir kimseyi lânetlemesi ise, o kimsenin Allah-u Teâlâ'nın rahmetinden uzaklaştırılmasını dilemesi demektir.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Kıyamet yaklaştı. Halbuki insanların dünyaya karşı ancak hırsları artıyor, Allah'tan uzaklaşıyorlar." (Hâkim)
Bu Hadis-i şerif'lere bakan bir ayna gibi kendisini görür, ona göre kendisini ayarlar.
Haset, Allah-u Teâlâ'nın bir kuluna ihsan ettiği nimetlere karşı kıskançlık duymak, o nimetin ondan çıkmasını istemektir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Yoksa onlar, Allah'ın lütfundan verdiği kimselere haset mi ediyorlar?" (Nisâ: 54)
Allah-u Teâlâ şeytanın şerrinden korunmamızı emir buyurduğu gibi;
"Haset ettiği zaman, hasetçinin şerrinden sabahın Rabb'ine sığınırım." (Felâk: 5)
Âyet-i kerime'si ile, haset edenin şerrinden de sakınmamızı tavsiye buyuruyor.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Birbirlerinize buğzetmeyin, birbirinize haset etmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, birbirinizle alâkayı kesmeyin. Kardeş olun ey Allah'ın kulları!" (Buhârî - Müslim)
Allah-u Teâlâ dilediğini dilediğine verir, dilediğini dilediğinden alır. O'nun bir kuluna lütuf buyurduğu herhangi bir nimeti kıskanmak, ilâhi taksime itiraz etmek demektir.
Haset eden kimse gıybet ettiği için, ibadetlerinin sevabını da gidermiş olur.
Hadis-i şerif'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Hasetten sakınınız. Şüphesiz ki ateş odunu mahvettiği gibi, haset de sevap ve iyiliklerin yok olmasına sebep olur." (Ebu Dâvud)
"İman ile hased bir mümin-i kâmilin kalbinde katiyyen birleşmez." (Nesâî)
"Ateş odunu yakıp imhâ ettiği gibi başkasında olan nimetin zevâlini arzu eylemek mânâsında olan ‘haset' dahî insanın amel ve ibâdetini mahveyler." (Ebu Dâvud)
Gıpta ise güzel bir huydur. Bir kimsede bulunan güzel huyların kendisinde de bulunmasını istemek demektir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz her şeyde sadeliği tercih ederdi. Sade yer, sade giyinir, sade yaşardı. Bulduğunu yer, bulduğunu giyerdi. Tam mânâsı ile ferâgat sahibi idi.
Sade ve mütevazi bir hayat yaşamış, hiçbir zaman dünya nimetlerinin cazibesine kapılmamıştır.
Hicretin üçüncü senesinden sonra fütuhatlar çoğalmış, dokuzuncu senesinde ise elde edilen ganimetler Medine-i münevvere'ye sel gibi akmış, müslümanların durumu düzelmiş, çoğu zengin olmuştu. Mısır azizi, Bizans imparatoru ve diğerleri kendisine kıymetli hediyeler gönderiyorlardı. Fakat o bunlara zerre kadar iltifat etmedi, eski yaşama biçimini sürdürmeye devam etti. Eline geçen her şeyi, bir gün bile yanında tutmadı; fakirlere, gazilere, müslümanların yükselmesine sarfetti.
Kendisine bağışlanan çok kıymetli bağları halkın istifadesine bıraktı. Mahsulleri fukaraya ve muhtaçlara dağıtılırdı.
Ahzab sûre-i şerif'inin 28. Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğuna göre; diğer müslümanlar seviyesinde bir hayata kavuşmak isteyen hanımlarına küsmüş ve onlardan dünya ile ahiret arasında bir tercih yapmalarını istemiştir.
Müellefet-ül kulûb adı verilen birtakım gayr-i müslimlerin kalplerini İslâm'a ısındırmak için onlara yaptığı iyilikler anlatmakla bitmez.
Ümmetinden en fakir bir kimsenin yaşayışı gibi hayat sürmeyi, sadelik içinde yaşamayı tercih etti.
Hadis-i şerif'lerinde:
"Sade hayat imandandır." buyurmuşlardır. (Ebu Dâvud)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz sadeliği severlerdi. Süsten-lüksten hoşlanmazlardı.
Sadelik en güzel nezafettir, tevazuya meyletmektir. Süs ise kibre vesile olur. Yani güzel giyinmek güzeldir ve fakat sadeliği tercih etmek daha güzeldir.
Hane-i saâdetleri, eski halini muhafaza ediyordu. Tevazu ve sadeliği o kadar ileri götürmüştü ki, bütün mefruşat; bir yatak, bir hasır, toprak bir su kabı gibi eşyadan ibaretti. Süse ve lükse hiç önem vermedi.
Günlerce bacası tütmez, aylarca evinde ışık yanmadığı olurdu.
Yiyecek bir şey bulamadıkları için, hanımları ve çocukları ile beraber, birçok geceler yemek yemeden yatarlardı.
Hiçbir zaman hiçbir yemeği beğenmemezlik etmez; arzu ederse yer, etmezse bırakırdı.
Zenginliği kendisinin ve âile fertlerinin bir yıllık nafakasından fazla değildi. Asıl zenginliği de Rabb'ine güvenerek beslediği gönül zenginliği idi.
•
Fakat Ümmehât-ı müminîn -radiyallahu anhünne- Hazerâtı, kadınlığın fıtratında bulunan ziynet ve dünya malına karşı meyil sebebiyle yiyecek ve giyecek hususunda Resulullah Aleyhisselâm'dan bazı isteklerde bulundular. "Bizler de başka kadınların istedikleri ziynetlerden isteriz." dediler. Her biri birtakım şeyler istiyordu. Onların bu teklifleri, uygunsuz tutum ve davranışları kalbinin kırılmasına sebep olmuştu. Çünkü kendisi sade yaşadığı gibi, onların da sade bir hayat sürmelerini arzu ediyordu.
Resulullah Aleyhisselâm onlarda gördüğü bazı dilekleri ve birbirlerine arka çıkmaları karşısında sırf bir ibret dersi olmak üzere, bir ay müddetle onları kendi hallerine bırakarak yakın alâkadan mahrum etti. Büyük bir irfan sahibi olan Ezvâc-ı tâhirat'ın daha fazla ıslah olmaları için bu şekilde acı bir dersin olması gerekiyordu.
Bu bir ay müddetince meşrebe diye anılan çardakta yalnız başına kalmıştı, sabah ve akşam yemeğini yalnız başına yedi.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- izin alarak Resulullah Aleyhisselâm'ın huzuruna girdi. Beline bir ihram bağlayıp hurma lifinden yapılmış bir hasır üzerine uzanmış olduğunu gördü, selâm verdi. Vücudundaki hasır izlerini görünce dayanamadı, ağlamaya başladı.
Resulullah Aleyhisselâm:
"Niye ağlıyorsun yâ Ömer!" diye sorduğunda:
"Yâ Resulellah! Ne diye ağlamayayım ki? Kisrâlar, Kayserler dünyanın zevk ve sefâsını sürerken, siz Allah katında en seçkin kul olduğunuz halde böyle bir hayat sürüyorsunuz!" dedi.
Resulullah Aleyhisselâm buyurdu ki:
"Yâ Ömer! Dünya onların, ahiretin de bizim olmasına râzı değil misin?"
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-: "Râzıyım!" diye cevap verdi. (Ahmed bin Hanbel)
Bir ay dolunca Resulullah Aleyhisselâm inzivadan çıkarak hanımları ile görüşmeye başladı.
Bu sırada Ahzâb sûre-i şerif'indeki ilgili Âyet-i kerime'ler nâzil oldu:
"Ey Peygamber! Hanımlarına söyle: Eğer dünya hayatını ve onun ziynetini istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerini vereyim de sizi güzellikle salıvereyim." (Ahzâb: 28)
"Eğer Allah'ı, Peygamber'ini ve ahiret yurdunu istiyorsanız, bilin ki Allah içinizden güzel davranan hanımlara büyük bir mükâfat hazırlamıştır." (Ahzâb: 29)
Bu hadiseye "Tahyir" adı verilir. Bir erkeğin hanımını boşanma veya yanında kalma hususunda karar vermede serbest bırakması demektir.
Bu duruma göre Resulullah Aleyhisselâm hanımlarını dünya ziyneti ile Allah ve Resul'ünü tercih etmekte serbest bırakmaya memur edilmiş bulunuyordu.
İlk olarak meseleyi Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'e açtı.
"Yâ Âişe! Sana bir şey soracağım, cevap vermekte acele etme, anne-babana sor, sonra karar ver." buyurdu ve nâzil olan Âyet-i kerime'leri okudu. O ise derhal cevap verdi. "Yâ Resulellah! Ben bu hususta anneme babama hiç danışır mıyım? Elbette Allah'ı, Allah'ın Resul'ünü ve ahireti tercih ederim." dedi. Diğer Ezvâc-ı tâhirat da aynı şekilde Allah ve Resul'ünü, dünya ziynetine tercih ettiler. Böylece sadâkatlerini ispat etmiş oldular.
•
O, Allah'tan gafil olmaya sebep olacak fakirlikten ve azdıracak zenginlikten hoşlanmayarak Allah'a sığınmıştır.
Bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Her zengin ve her fakir kıyamet günü dünyada rızkının geçinecek kadar verilmiş olmasını muhakkak arzulayacaktır." (İbn-i Mâce: 4140)
Bir duâları ise şöyledir:
"Alllah'ım! Muhammed'in ev halkının rızkını geçinecek kadar kıl!" (İbn-i Mâce: 4139)
Böyle bir rızık sahibi ne fakir ne de zengin sayılır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hâdis-i şerif'lerinde, İslâm dinine erdirilerek Rabb'ine itaat eden, ihtiyacına cevap verebilecek derecede helâl rızık verilen ve kanaatkâr olan müminin kurtuluşa ereceğini beyan buyurmuşlardır:
"İslâm dinine erdirilen, yetecek derecede rızık verilen ve buna kanaatkâr olan kimse muhakkak ki felâh bulmuştur." (İbn-i Mâce: 4198)
Amr bin Hâris -radiyallahu anh- buyurur ki:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- vefat ettiği vakit geride ne dinar, ne dirhem, ne köle, ne cariye, ne de başka bir şey bıraktı. Onun bıraktıkları beyaz katırı, silâh ve yakınları için tasadduk ettiği bir tarladan ibaretti." (Buhârî. Vesâya, 1)
Hiçbir kimseye mal vasiyetinde bulunmamıştır. Zira arkasında mal bırakmamıştır.
Hadis-i şerif'lerinde:
"Bize mirasçı olunmaz, bıraktığımız sadakadır." buyuruyorlar. (Müslim: 1761)
Gerçi Hayber ve Fedek'te hissesine düşmüş arazisi vardı ve fakat onları sağlığında tasadduk etmiştir.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz dileseydi Hazret-i Allah ona dünyayı verirdi. O istemedi. Nitekim Hazret-i Allah onu "Hükümdar peygamber" veya "Kul peygamber" olmak arasında muhayyer bırakmış, o "Kul peygamber" olmayı tercih etmişti. Allah-u Teâlâ da bu tevâzusuna karşı onu, kıyamet günü insanların şefaatçisi yaptı.
"İyi bilin ki dünya hayatı bir oyun, bir eğlence, bir süstür. Aranızda övünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olmak isteğinden ibarettir. Bu, tıpkı bir yağmur gibidir ki, bitirdiği şeyler ekicilerin hoşuna gider. Sonra o bitki kurur, sapsarı olduğu görülür, sonra çer çöp olur. İşte hayatı bu şekilde olan kimse için ahirette şiddetli azap, müminler için ise, Allah'ın mağfireti ve rızâsı vardır. Dünya hayatı insanı oyalayan aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir." (Hadîd: 20)
İşte dünya hayatı budur.
"Dünya hayatı aldatıcı zevkten başka bir şey değildir." (Âl-i imran: 183)
Dünyayı ahirete değişen, tercih eden nice kavimler helâk olmuş gitmişlerdir.
"Zâlim olan nice memleketleri kırıp geçirdik ve onlardan sonra da başka bir topluluk var ettik.
Onlar bizim azabımızı hissettiklerinde oradan hızla uzaklaşıp kaçıyorlardı.
Kaçmayın! İçinde şımarıp azdığınız nimetlere ve meskenlerinize dönün! Çünkü sorguya çekileceksiniz.
Dediler ki: ‘Vay başımıza gelenlere! Biz gerçekten zâlimlermişiz.'
Biz onları kuruyup biçilmiş ekin haline, sönmüş ateşe çevirinceye kadar bu haykırmaları sürüp gitti." (Enbiyâ: 11-15)
Dünya hayatının bir oyun, bir eğlence olması, nefsinin heva ve hevesine uyanlar içindir. Yoksa Allah-u Teâlâ bu dünyayı oyun ve eğlence olsun diye yaratmamıştır:
"Biz göğü, yeri ve ikisi arasındaki şeyleri oyun olsun diye yaratmadık.
Eğer biz oyun-eğlence edinmek isteseydik, herhalde onu kendi katımızdan edinirdik. Bunu yapsaydık böyle yapardık.
Hayır! Biz hakkı bâtılın tepesine şiddetle indirip atarız da, onun beynini parçalar. Bir de görürsünüz ki bâtıl yok olup gitmiştir. Allah'a yakıştırdığınız sıfatlardan dolayı yazıklar olsun size!" (Enbiyâ: 16-18)
Dünyanın geçici oyun ve eğlencesini tercih edenlerin âkıbeti işte budur.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Bir memlekette zinâ ve fâiz yaygınlaşırsa, o memleket halkı Allah'ın azabını mutlaka helâl kılmış, hak etmiştir." (Taberâni)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Çalgıcı kadınlar ve çalgı aletleri türediği zaman... Kızıl rüzgâr, zelzele ve yere batma gibi... Afetleri bekleyin." buyuruyorlar.
Bunlara itibar ediliyor. Bütün fuhuş, fenalık, rezalet alenen meydanda ve bunlara rağbet ediliyor. Sanat adı altında yapılıyor ve televizyonlarda gösterilerek onca imanlar söndürülüyor. Allah-u Teâlâ onlara lânet eder, hiçbir surette onlara rahmet nazarı ile bakmaz.
Cahş'ın kızı Zeynep -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz buyururlar ki:
"Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- bir kere telaşla: ‘Lâ ilâhe illâllah' diyerek odama girdi. Baş parmağıyla onu takip eden (şehadet) parmağıyla halka yaparak;
"Yaklaşan fitne ve belâdan vay Arapların haline! Bugün Ye'cüc ve Me'cüc seddinden bu kadar delik açıldı."
Bu sırada ben; ‘Yâ Resulellah! İçimizde bu kadar sâlihler varken biz de helâk olur muyuz?' diye sordum.
"Evet fısk-ı fücür, fuhuş, masiyet çoğalınca (helâk olursunuz)" diye cevap verdi." (Buhârî Tecrîd-i sarîh: 1372)
O gün gelmezden evvel tevbe edip Allah ve Resulü'ne yönelenlere ne mutlu! Allah-u Teâlâ dilediğini dilediği şekilde kurtarır. Bu gibi kimselerin dünyası saâdet olur. Çünkü o Hakk ile idi halk ile değil.
Hadis-i şerif'te ise:
"Allah bir topluluğa azap indirince, bu azap onların hepsine dokunur. Sonra kıyamet gününde herkes kendi ameline göre haşrolunur. (Sâlihler mükâfatını görür, fâsıklar azap olunur.)" buyuruluyor. (Buhârî Tecrîd-i sarîh: 2119)
İyiler saâdet-i ebediye'ye nâil oldukları gibi cennet-i âlâ'ya girerler, en güzel bir hayatla yaşarlar, kendilerine vadolunan ilâhi mükâfatlara nâil olurken sonsuz bir hayatla müşerref olurlar.
Ve fakat azgın nankörlere gelince küfürleri sebebiyle bu azgın cahillere hazırlanmış ilk ziyafet kaynar sudur. Sonra cehenneme atılırlar. Ateş içinde yiyecekleri zakkum, içecekleri kanlı irindir. İsyan edip karşı gelenlerin cezası budur.
•
Memleketimizin yüzde şu kadarı müslüman diyoruz ancak bu kadar menhiyat işlenirken kimse bunlara mani olmuyor, ikaz etmiyor, hatta hoş görüyor. Allah-u Teâlâ'nın bir azab göndermesinden korkulur.
Nitekim Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz'in bu husustaki bir hutbeleri ne kadar arza şayandır.
Şöyle buyurmuşlardır:
"Ey insanlar! Sizden önce helâk olanlar, günahlara dalmaları, yol göstericilerinin ve dinde derinleşen âlimlerinin de onları men etmemeleri yüzünden helâk olmuşlardır.
Onlar günah işlemeyi aralıksız sürdürüp, diğerleri de onları men etmeyince, kötü bir sonuç onları yakalayıvermiş, başlarına cezalar gelmiştir.
Öyleyse onlara gelen azabın bir benzeri sizin başınıza gelmeden önce iyilikle emredin, kötülükten de men edin.
Bilmiş olun ki iyilikle emretmek ve kötülükten men etmek; ne rızkı keser, ne de eceli yaklaştırır." (İbn-i kesir)
•
Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Ümmetim içinde açıktan kötülükler işlenirse, o zaman Allah-u Teâlâ katından hepsine birden azap eder.
– Yâ Resulellah! Onların içinde sâlih insanlar yok mudur?
– Evet vardır.
– O halde onlara bunu nasıl yapar?
– İnsanların başına gelen onların da başına gelir. Sonra Allah'tan bir bağışlanma ve hoşnutluğa ulaşırlar." (Ahmed bin Hanbel)
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Aramızdaki beyinsizlerin yaptıklarından ötürü bizi helâk eder misin Allah'ım!" (A'râf: 155)
Bu bir nevi Hazret-i Allah'a sığınmak ve yalvarmaktır.
Uyan be kardeş! Şu Âyet-i kerime'yi düşün ve günahlarına tevbe et! Hazret-i Allah'tan affını iste! Allah'ın dinini, Resulullah Aleyhisselâm'ın sünnetini yaşamayı gaye edin ve azmet!
"Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. O yine de çoğunu affeder." (Şûrâ: 30)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'na hitaben şöyle buyurdular:
"Siz öyle bir zamanda yaşıyorsunuz ki, kim memur olduğu vazifenin onda birini terk ederse helâk olur. Fakat öyle bir zaman gelecek ki, onlardan her kim kendisine emredilenlerin onda birini işlerse kurtulacaktır." (Tirmizî)
Çok tehlikeli, çok müzayakalı, çok da kıymetli bir zaman.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Hadis-i şerif'lerinde:
"Ümmetim fesada düştüğü bir zamanda Sünnet-i seniyye'me sarılanlara yüz şehid sevabı vardır." buyuruyorlar. (Beyhakî)
Ma'kıl bin Yesar -radiyallahu anh-den rivayet edilen diğer bir Hadis-i şerif'lerinde ise buyururlar ki:
"Fitne-fesadın çoğaldığı bir zamanda ibadet etmek, bana hicret etmek gibidir." (Müslim: 2948)
Fitne zamanında yapılan ibadetin faziletli olması, insanların ekserisi fitneye karışarak ibadetten gafil kaldıkları içindir. Allah-u Teâlâ bir kulunu muhafaza edip hıfz-u himâye ve tasarruf-u ilâhîsine aldığı zaman böyle oluyor.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah'a tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, oruç tutanlar, rüku ve secde edenler, iyiliği teşvik edip kötülükten vazgeçirmeye çalışanlar ve Allah'ın hududunu koruyanlar var ya, işte bu müminleri müjdele!" (Tevbe: 112)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"İnsan üzerine öyle bir zaman gelecek ki, sünneti eskitecekler ve bid'atları tazeleyeceklerdir. O gün benim sünnetime bağlanan garip kalır ve yalnız kalır. Bid'atlara bağlı olan kişi ise elli ve daha fazla arkadaş bulabilir."
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı Resulullah Aleyhisselâm'ın bu beyanı üzerine:
"Yâ Resulellah! Allah'ın selâmı senin üzerine olsun! Bizden sonra daha faziletli kullar gelecek mi?" diye sorduklarında:
"Evet! Bizden sonra daha faziletli kullar gelecek!" buyurdu.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı:
"Seni onlar görürler mi?" diye sorduklarında:
"Hayır!" cevabını verdi.
"Peki onlara vahiy mi iner?" dediklerinde:
"Hayır!" buyurdu.
"Onlar o zamanda nasıl olurlar?" dediler.
Buyurdu ki:
"Tuzun suda eridiği gibi kalpleri erir."
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı: "Onlar o devirde nasıl yaşarlar?" diye sorduklarında:
"Onlar o devirde kurdun sirkede yaşadığı gibi yaşarlar!" buyurdu.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı son olarak:
"Dinlerini nasıl muhafaza ederler?" dediklerinde:
"Avuçtaki kor gibidir ki; elinden onu bıraksan söner, tutsan ve sıksan elini yakar." cevabını verdi. (Abdüllâtif)
İşte bu zaman.
Nitekim yukarıdaki Hadis-i şerif'te Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"O gün benim sünnetime bağlanan garip kalır ve yalnız kalır. Bid'atlara bağlı olan kişi ise elli ve daha fazla arkadaş bulabilir."
Bugün İslâm'ı yaşamaya ve tebliğ etmeye çalışan bir kimsenin durumu böyle değil mi?
Nefis ister ki; "Halkın arasına karışayım, rağbetim olsun, arkadaşım olsun."
Olsun, olsun ama imanın ne olacak?
Bu zamanda imana talip olana çok büyük müjdeler, çok büyük mükâfatlar var.
Bu müjdelere ve mükâfatlara nâil olmak hem çok kolay, hem de çok zor. Kolay çünkü bizden öyle uzun riyâzatlar, mücadeleler beklenmiyor, iman bekleniyor. Zor çünkü bu zamanda iman sahibi olmak, imanı tercih etmek gerçekten çok müşkil duruma düşmüştür.
Zaman ahir zaman, iman kurtarma zamanı.
Dikkat ederseniz, yukarıdaki birinci Hadis-i şerif'te Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ne buyurdu?
"O fitneler içerisinde, sizin üzerinde bulunduğunuz inancın benzerine sımsıkı yapışan bir kimse için, SİZDEN ELLİ KİŞİNİN SEVABI KADAR SEVAP VARDIR." (Ebu Dâvud - Tirmizî - İbn-i Mâce)
İşte bu fitne zamanında Asr-ı saadet'teki gibi yaşamaya çalışanların mükâfatı budur.
Allah-u Teâlâ'nın hıfz-u himayesine tasarruf-u ilâhîsine aldığı kimseler hiç şüphesiz ki bu fitnenin dışında kalacaklardır.
Nitekim Ebu Ümâme -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"Birtakım fitneler olacaktır. Kişi o fitnelerde mümin olarak sabahlayacak ve kâfir olarak akşamlayacaktır.
Ancak Allah'ın, ilim ile (kalbini) ihyâ ettiği kimseler (bu tehlikeden) müstesnâdır." (İbn-i Mâce: 3954)
•
Allah-u Teâlâ kıyamet gününde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine ve beraberindeki müminlere ikram ve ihsanların en büyüğünü yaparak taltif eder, onları mahçup edip rüsvaylığa sürüklemez.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"O gün Allah Peygamber'ini ve iman edip onunla beraber olanları rüsvay etmeyecek, utandırmayacak." (Tahrîm: 8)
Zira Allah-u Teâlâ'nın vaad-i Sübhânî'si vardır. Günahları olsa bile onları örtecek ve affedecek, yüzlerini aslâ kara çıkarmayacak. Çünkü onlar o nurlu Peygamber'e uymuşlar ve o nur izinde yürümüşlerdir.
"Nurları önlerinde ve sağlarında koşup parlayacak." (Tahrîm: 8)
O nur onları cennete götüren yollarını aydınlatacak.
Gece ceryanlar kesildiği zaman insan karanlıkta kalıyor, gideceği yeri de bilemiyor bulamıyor. Mahşer karanlığını bir tasavvur buyurun. Ancak nur ihsan ettiği kimse, o nur ışığı ile önünü görür, yolunu bulur, gideceği yere gider. Nuru olmayanlar nereye gidecek?
Onları Peygamber'ine bağlayarak herkesin başının derdine düşüp perişan olduğu o günde bu şerefe erdirmesi, gerçekten de son derece imrendirici bir lütuftur.
Kendilerinden başka kimselerin yürekler acısı durumlarını görünce şöyle derler:
"Ey Rabb'imiz! Nurumuzu tamamla ve bizi bağışla. Şüphesiz ki sen her şeye kâdirsin." (Tahrîm: 8)
•
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"-Müferridler yarışı kazandılar!"
"-Müferridler kimlerdir yâ Resulellah?"
"-Onlar o kimselerdir ki, Allah-u Teâlâ'nın zikrine bütün benlikleri ile dalmışlardır, başka şeylerle uğraşmazlar. Bu zikir onlardan yüklerini indirmiştir, kıyamete hafif olarak gelirler." (Hâkim)
Din adına fetva vermek, Allah adına konuşmak çok ciddi ve mesuliyetli bir iştir. Hele yanlışa sürükleyenler, arkalarından onca insanı sürükledikleri halde yoldan çıkaranlar Hakk'ı ve hakikati söylemeyenler büyük vebal altındadırlar.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz buyururlar ki:
"Ben size Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-den bir şey haber verdiğimde onu hakikat olarak kabul ediniz. Onun dilinden yalan uydurmaktansa gökten düşerek ölmem bana daha hoş ve sevimli gelir. Ancak harp gibi hayırlı bir hile olursa, onun için söyleyeceğim sözler müstesna. Çünkü harp hiledir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-den kulağımla duydum şöyle buyurdular:
‘Âhir zamanda yaşları küçük, tecrübeleri kıt, aklını kötüye kullanan bir zümre yetişecektir. Onlar iyiler gibi peygamberin tebligatından (âyet ve hadisten) bahsedecekler. Fakat onlar tıpkı okun hedefi delip geçtiği gibi, İslâm'dan hemen çıkıvereceklerdir. İmanları boğazlarından ileri geçmez.'" (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1472)
•
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz'den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'te Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Ümmetimden birtakım zümreler türeyecektir. Onlar Kur'an'ı öyle okurlar ki; sizin okuyuşunuz onlarınkinin yanında hiç kalır. Namazınız da namazlarına göre bir hiç kalır. Orucunuz da oruçlarının yanında bir hiç kalır. Kur'an'ı okurlar, onu lehlerine zannederler, halbuki o aleyhlerine olacaktır. Namazları köprücük kemiklerinden öteye geçmez.
Nitekim onlar, okun yaydan çıktığı gibi İslâm'dan hemen çıkacaklar. Onlarla harp eden ordunun askerleri Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-inin dilinden kendilerine ne (kadar ücret)ler takdir edilmiş olduğunu bilselerdi (başkaca) çalışmaktan mutlaka vazgeçerlerdi."
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- bu Hadis-i şerif'i ve devamını rivayet ettiği zaman Ubeyden es-Selmânî -radiyallahu anh-: "Ey müminlerin emiri! Kendisinden başka ilâh olmayan Allah aşkına söyle! Sen bu Hadis'i Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-den bizzat işittin mi?" diye sordu.
O da: "Kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a yemin ederim ki evet!" dedi. Ubeyde -radiyallahu anh- ona üç sefer yemin verdi, o da üç sefer yemin etti. (Müslim: 1066)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Saîd ve Enes -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinin bir noktasında da şöyle buyuruyorlar:
"Onlar insanları Kitabullah'a çağırırlar, fakat Kitap'tan zerre kadar nasipleri yoktur." (Ebu Dâvud: 4765)
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Onlar Allah'ın kelâmını değiştirmek isterler." (Fetih: 15)
•
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyor:
"Âhir zamanda öyle kimseler türeyecektir ki, bunlar dinlerini dünyalığa âlet edeceklerdir. İnsanlara karşı koyun postuna bürünmüş gibi yumuşak ve güzel huylu görünürler. Dilleri şekerden bile tatlıdır, amma kalpleri kurt gönlü gibidir.
Aziz ve Celil olan Allah-u Teâlâ (bu gibi kimseler için) şöyle buyurur:
‘Bunlar acaba benim sonsuz affediciliğime mi güveniyorlar, yoksa bana karşı meydan mı okuyorlar? Ululuğum hakkı için, onlara öyle ağır bir musibet vereceğim ki, aralarında bulunan yumuşak başlılar şaşakalacaklardır.'" (Tirmizî, Zühd)
•
Abdullah İbn-i Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"İleride genç bir grup ortaya çıkacak. Bunlar Kur'an'ı okuyacaklar, ancak okudukları gırtlaklarından aşağıya geçmeyecek.
Onlardan bir grup çıktıkça kökleri kazınacaktır. Nihayet onların bu sürdürdüğü hile ve aldatma esnasında Deccal çıkacaktır."
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ- der ki:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in: "Onlardan bir grup çıktıkça kökleri kazınacaktır.' ibaresini yirmi kereden fazla işittim." (İbn-i Mâce: 6034)
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Dikkat edin! Birtakım adamlar benim havuzumun başından kayıp, develerin kovulduğu gibi kovulacaklardır. Ben onlara: ‘Hey, beri gelin!' diye nidâ edeceğim. Bunun üzerine bana: ‘Onlar senden sonra hakikaten (dinde) tebdilât (değişiklik, bidat) yaptılar.' denilecek. Ben de: ‘Öyleyse uzak olsunlar, uzak olsunlar!' diyeceğim." (Müslim: 249)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Dünyaya karşı zühd dilde kalmadıkça, takvâ da yapmacık hâline gelmedikçe kıyamet kopmaz." (Câmiu's-sağîr: 9856)
Nice müttaki görünen kimseler vardır ki, uzaktan baktığın zaman onu müslümanların en ön safında görürsünüz, fakat takvâ içine nüfuz etmemiştir.
•
Allah'ım iman şerefi ile müşerref, İslâm dini ile müzeyyen etsin.
Rızası dairesince, ahkâm mucibince, nur yolunda yürümeyi de bizlere nasib etsin. Amin.