Muhterem Okuyucularımız;
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde kendisine inanan ve Resul'ünü tasdik eden kullarına; İslâm'ın bütün hükümlerini benimsemelerini, buyruklarını uygulamalarını, yasaklarını terketmelerini emir buyuruyor:
"Ey iman edenler! Hep birden tam bir teslimiyetle İslâm'ın sulh ve selâmetine girin." (Bakara: 208)
Allah-u Teâlâ'ya gerçek mânâda teslim olun, O'na itaat edin. İslâm bir bütündür. Hükümlerinden hiçbiri birbirinden ayrılmaz.
İslâm dini ilk insan ve ilk peygamber Hazret-i Âdem Aleyhisselâm ile başlamış, zamanın akışı içerisinde ve her peygamber gelişinde en mükemmele doğru daima bir gelişme kaydetmiştir. Hazret-i Musâ Aleyhisselâm'a indirilen İslâm, Hazret-i Nuh Aleyhisselâm'a indirilen İslâm'dan daha geniş ve daha mükemmeldi. Hazret-i İsa Aleyhisselâm'a gönderilen İslâm, Hazret-i Musa Aleyhisselâm'a indirilen İslâm'dan daha şümullü ve daha mükemmeldi. Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'a gelince de kemâlini buldu ve son şeklini aldı.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı beğendim." buyuruyor. (Mâide: 3)
İslâm dini Allah-u Teâlâ'nın râzı olduğu ve ondan başkasını kabul etmediği bir dindir.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, onunki katiyyen kabul edilmeyecek ve o âhirette kaybedenlerden olacaktır." (Âl-i imrân: 85)
Bu kimseler bütün iyiliklerini kaybetmişler ve cezâya müstehak olmuşlardır. İslâm'dan yüz çevirip bir başka din arayan kimse, faydalıyı kaybedip büyük bir zarara düşmüştür.
İmam-ı Azâm Ebû Hanife Hazretleri Fıkh-ı Ekber'inde şöyle buyurmuşlardır:
"İslâm Allah'a teslim olmak, O'nun emirlerine boyun eğmektir. İman ile İslâm arasında lügat bakımından fark varsa da İslâm olmayınca iman olmaz, iman olmayınca da İslâm olmaz. Bu ikisi içle dış gibidir. Din; imana, İslâm'a ve bütün şeriatlere şâmil olan bir isimdir."
İman mutlak tasdiktir. Söylenen sözü kendi isteği ile kabullenmek, gönülden benimsemek, şüpheye yer vermeyecek şekilde kesin olarak içten inanmak, teslim olmak, karşıdakine güven vermek demektir.
İslâm dinine göre ise; Allah-u Teâlâ'nın varlığına, birliğine, Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'ın O'nun kulu ve peygamberi olduğuna ve onun Allah-u Teâlâ tarafından bize getirip tebliğ ettiği esas ve hükümlerin doğru ve gerçek olduğuna tereddüt etmeden kesin olarak inanmaktır.
İslâm dinine girmenin ilk şartı olan Kelime-i şehâdet'i kalp ile tasdik edip dili ile de söyleyen bir kimseye "İnanmış" mânâsına gelen "Mümin" adı verilir.
Bir insanın müslüman olabilmesi için dili ve kalbi ile şehadet getirmesi gerekir. Dili ile söyleyip de kalbi ile tasdik etmedikçe iman kapısından içeriye girmiş olmaz. İman etmiş gibi görünse de müşrik olarak yaşar. Âyet-i kerime'de:
"Onların çoğu Allah'a iman etmişler, fakat müşrik olarak yaşarlar." buyuruluyor. (Yusuf: 106)
Dili ile inandıklarını söyleyip de kalbi ile tasdik etmeyenler hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Bedevîler: 'İman ettik!' dediler. De ki: 'Siz iman etmediniz, bâri 'Müslüman olduk!' deyin. İman henüz kalplerinize yerleşmedi.'" (Hucurât: 14)
İki hususun şakası olmaz. Bunların şakası da ciddi, ciddisi de ciddidir. Biri iman, diğeri de nikâh.
Bir kimsenin şaka ile dinle alay etmesi ve onu küçümsemesi küfrü gerektirir, imanını yenilemesi gerekir. Bir kimse şaka ile karısını boşasa talâk vaki olur. Bu yüzden iman konusu çok ciddidir.
İman; ebedî saadet hayatının anahtarıdır. İman; insanın yaratılış gayesine teslimiyetinin tezahürüdür. İman; hiçbir şeye feda edilemez. Ahirette en evvel iman aranır. İmanı olmayanlar küfür, kâfir hükmünde sayılır. İnandığını söyleyip imanında samimi olmayanlar münafıktır, onların da sûreta imanlarının ahirette faydası yoktur. Bir müslümana, yeryüzünün bütün hazineleri, dünyanın bütün anahtarları, bütün saltanatları teklif edilse iman ile değiştirilmez. Bir kimsenin iman ile ahirete intikal etmesi, bütün dünya ve içindekilerden daha kıymetlidir. Hatta kıyası bile mümkün değildir.
Allah'ım iman şerefi ile müşerref, İslâm ile müzeyyen eylesin. İman nuru ile muhafaza buyurup, küfürden uzak tutsun. Rızâ ile tuttuğu, iman ile çektiği kullarından eylesin. Zât'ına beğendiği gibi has bir kul, Habib'ine has bir ümmet, rızâ yolunda çalıştırdığı kullarından eylesin. Âmin!..
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Kelime-i şehâdet'i kalp ile tasdik edip dil ile de söyleyen bir kimse,
bu kapıdan müslümanlık dairesine girmiş olur.
Müslüman olan bir kimsenin "Namaz, oruç, zekât, hacc" gibi İslâm'ın esaslarına uyması lâzımdır. Bunlar ilâhî birer emirdir. Bunlara riayet etmekle Hazret-i Allah'a kul, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine ümmetlik etmiş olur. Yapmazsa âsi olur, fâsık olur, İslâm dâiresinden çıkmaz.
Bir de şu var ki "Amentü"ye inanmakla beraber bu ilâhî emirlerden birisini bile inkâr etse veya itiraz etse yine dinden çıkmış olur. Ancak, inkâr veya itiraz etmediği takdirde İslâm'ın geniş hudutları dahilinde bulunur.
İslâm dini ilk insan ve ilk peygamber Hazret-i Âdem Aleyhisselâm ile başlamış, zamanın akışı içerisinde ve her peygamber gelişinde en mükemmele doğru daima bir gelişme kaydetmiştir. Hazret-i Musâ Aleyhisselâm'a indirilen İslâm, Hazret-i Nuh Aleyhisselâm'a indirilen İslâm'dan daha geniş ve daha mükemmeldi. Hazret-i İsa Aleyhisselâm'a gönderilen İslâm, Hazret-i Musa Aleyhisselâm'a indirilen İslâm'dan daha şümullü ve daha mükemmeldi. Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'a gelince de kemâlini buldu ve son şeklini aldı.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı beğendim." buyuruyor. (Mâide: 3)
İslâm dini Allah-u Teâlâ'nın râzı olduğu ve ondan başkasını kabul etmediği bir dindir.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, onunki katiyyen kabul edilmeyecek ve o âhirette kaybedenlerden olacaktır." (Âl-i imrân: 85)
Bu kimseler bütün iyiliklerini kaybetmişler ve cezâya müstehak olmuşlardır. İslâm'dan yüz çevirip bir başka din arayan kimse, faydalıyı kaybedip büyük bir zarara düşmüştür.
Târık bin Şihâb -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre, bir yahudi Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-e gelmiş ve Mâide sûre-i şerifinin 3. Âyet-i kerime'sini kastederek "Siz bir âyet okuyorsunuz ki, bu âyet bize indirilmiş olsa, o günü bayram yapardık." demişti.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- şu cevabı verdi:
"Ben bu âyetin nerede indirildiğini, hangi gün indirildiğini ve o indirilirken Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in nerede olduğunu pekâlâ bilirim. Bu âyet Arafat'ta indirilmiştir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- de vakfe halinde idi." (Müslim: 3017)
Böylece Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- de müslümanların o günü bayram edindiğine işaret etmek istemiştir.
Âyet-i kerime'de Allah-u Teâlâ'ya iman edip sımsıkı sarılanlara müjde vardır:
"Allah kendisine inanıp da O'na sımsıkı sarılanları kendi katından bir rahmete ve lütufa kavuşturacak, onları kendisine götüren doğru bir yola eriştirecektir." (Nisâ: 175)
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde kendisine inanan ve Resul'ünü tasdik eden kullarına; İslâm'ın bütün hükümlerini benimsemelerini, buyruklarını uygulamalarını, yasaklarını terketmelerini emir buyuruyor:
"Ey iman edenler! Hep birden tam bir teslimiyetle İslâm'ın sulh ve selâmetine girin." (Bakara: 208)
Allah-u Teâlâ'ya gerçek mânâda teslim olun, hem dışınızla hem içinizle O'na itaat edin. İslâm'a bir başka şeyi karıştırmayın.
İslâm bir bütündür. Hükümlerinden hiçbiri birbirinden ayrılmaz.
Ayrıca bu Âyet-i kerime müminleri ittifak ve ittihada dâvet etmekte, tefrikadan bölücülükten şiddetle sakındırmaktadır.
Bu gibi ilâhi emirlere muhalif harekette bulunanlar için büyük bir tehdit olmak üzere diğer Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Size açık açık deliller geldikten sonra ayağınız kayarsa, şunu iyi bilin ki Allah Aziz'dir, Hakim'dir." (Bakara: 209)
Kendisine isyan edenlerden intikam almaktan aciz değildir. İntikam alırken bile ancak hak olarak intikam alır.
Diğer Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler! Allah'a ve Resul'üne itaat edin, işitip durduğunuz halde ondan dönmeyin." (Enfâl: 20)
Halbuki sizler, kendisine itaat edilmesinin gerekli olduğunu söyleyen Kur'an-ı kerim'i işitiyorsunuz, ona muhalefet etmeyi yasaklayan öğütleri de dinliyorsunuz.
"İşitmedikleri halde 'İşittik!' diyenler gibi olmayın." (Enfâl: 21)
"Çünkü yeryüzünde dolaşan canlıların Allah katında en kötüsü akletmeyen o sağırlar ve dilsizlerdir." (Enfâl: 22)
Onlar, kabul etmemek ve yüz çevirmek için böyle söylerler. Sanki hiç duymamış, işitmemiş gibi hareket ederler.
Bu Âyet-i kerime'ler Resulullah Aleyhisselâm'ın sözlerini, emir ve yasaklarını işitip de mühimsemeyen veya hafife alan kimseler hakkında bir ihtar mahiyetindedir. Bu gibi kimseler işittiklerini gerçek mânâda işitmedikleri için, söz anlamayan sağır ve dilsiz hayvanlara benzetilmişlerdir.
Binaenaleyh Hazret-i Allah'a ve Resul'üne iman, İslâm dininin ilk şartıdır.
"Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Resûlüh."
İman mutlak tasdiktir. Söylenen sözü kendi isteği ile kabullenmek, gönülden benimsemek, şüpheye yer vermeyecek şekilde kesin olarak içten inanmak, teslim olmak, karşıdakine güven vermek demektir.
İslâm dinine göre ise; Allah-u Teâlâ'nın varlığına, birliğine, Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'ın O'nun kulu ve peygamberi olduğuna ve onun Allah-u Teâlâ tarafından bize getirip tebliğ ettiği esas ve hükümlerin doğru ve gerçek olduğuna tereddüt etmeden kesin olarak inanmaktır.
İslâm dinine girmenin ilk şartı olan bu iki esas "Kelime-i şehâdet"te toplanmıştır. Kelime-i şehâdet'i kalp ile tasdik edip dili ile de söyleyen bir kimseye "İnanmış" mânâsına gelen "Mümin" adı verilir.
İman kalbî ve vicdanî bir durumdur. İmanın esası kalpte olan tasdiktir.
Bir insanın müslüman olabilmesi için dili ve kalbi ile şehadet getirmesi gerekir. Dili ile söyleyip de kalbi ile tasdik etmedikçe iman kapısından içeriye girmiş olmaz. İman etmiş gibi görünse de müşrik olarak yaşar.
Dili ile inandıklarını söyleyip de kalbi ile tasdik etmeyenler hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Bedevîler: 'İman ettik!' dediler. De ki: 'Siz iman etmediniz, bâri 'Müslüman olduk!' deyin. İman henüz kalplerinize yerleşmedi.'" (Hucurât: 14)
•
Mümin olmak için, imanın kalbe nüfuz etmesi ve o kimsenin takvâya bürünmesi lâzımdır.
Müslüman olmanın ilk şartı iman etmektir. İman etmek için de önce Kelime-i şehâdet getirmelidir:
"Şüphesiz şehâdet ederim ki Allah'tan başka ilâh yoktur, yine şehâdet ederim ki Muhammed Aleyhisselâm Allah'ın kulu ve peygamberidir."
İşte İslâm dinine göre iman; şehâdet kelimesinde ifade edilen, Hazret-i Allah'a ve Resul'ü Muhammed Aleyhisselâm'a iman etmekle başlar, imanın altı esası olan;
1- Allah'a
2- Meleklerine
3- Kitaplarına
4- Peygamberlerine
5- Ahiret gününe
6- Kaza ve kadere kesin olarak inanmakla tam ifadesini bulur.
Bu esasların içinde olanlar "Müminler kardeştirler." Âyet-i kerime'si mûcibince kardeştirler. İyilikte birleşmişlerdir, yardımlaşma ve takvâ üzerindedirler.
Şâyet bu şartlardan birisi dahi inkâr edilse "Amentü"nün şartları inkâr edilmiş olur. "Amentü"yü inkâr eden kimse, dinden de İslâm kardeşliği hudutlarından da çıkmış olur. Onun imanla İslâm'la hiçbir ilgisi yoktur, küfre kaymıştır.
Kelime-i şehâdet'i kalp ile tasdik edip dil ile de söyleyen bir kimse, bu kapıdan müslümanlık dairesine girmiş olur.
Müslüman olan bir kimsenin "Namaz, Oruç, Zekât, Hacc" gibi İslâm'ın esaslarına uyması lâzımdır. Bunlar ilâhî birer emirdir. Bunlara riayet etmekle Hazret-i Allah'a kul, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine ümmetlik etmiş olur. Yapmazsa âsi olur, fâsık olur, İslâm dâiresinden çıkmaz.
Bir de şu var ki "Amentü"ye inanmakla beraber bu ilâhî emirlerden birisini bile inkâr etse veya itiraz etse yine dinden çıkmış olur. Ancak, inkâr veya itiraz etmediği takdirde İslâm'ın geniş hudutları dahilinde bulunur.
Bu hususta İmam-ı Azâm Ebû Hanife Hazretleri Fıkh-ı Ekber'inde şöyle buyurmuşlardır:
"İslâm Allah'a teslim olmak, O'nun emirlerine boyun eğmektir. İman ile İslâm arasında lügat bakımından fark varsa da İslâm olmayınca iman olmaz, iman olmayınca da İslâm olmaz. Bu ikisi içle dış gibidir. Din; imana, İslâm'a ve bütün şeriatlere şâmil olan bir isimdir."
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-den rivayete göre, şöyle buyurmuştur:
Günün birinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in huzurunda bulunduğumuz sırada aniden bir adam çıkageldi. Elbisesi bembeyaz, saçları simsiyahtı, üzerinde hiçbir yolculuk eseri görülmüyordu. Hiçbirimiz onu tanımıyorduk.
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in önüne oturdu, dizlerini dizlerine dayadı, ellerini iki dizinin üzerine koydu ve "Yâ Muhammed! İslâm nedir, bana söyle!" dedi.
Resulullah Aleyhisselâm:
"İslâm; Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Resul'ü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve yoluna gücün yeterse Beytullah'a haccetmendir." buyurdu.
O yabancı adam "Doğru söylüyorsun!" dedi. "Hem soruyor hem de tasdik ediyor" diye hayret ettik.
Sonra "İman nedir, bana söyle!" dedi.
Resulullah Aleyhisselâm da:
"İman; Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere yani hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna inanmandır." buyurdu.
O adam yine "Doğru söylüyorsun!" dedi. Devamla "İhsan nedir?" diye sordu.
Resulullah Aleyhisselâm:
"İhsan, Allah'a sanki O'nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen O'nu göremiyorsan da O seni görüyor." buyurdu.
O yine "Doğru söylüyorsun!" dedi. Sonra "Kıyametin ne zaman kopacağını bana haber ver!" diye sordu.
Resulullah Aleyhisselâm "Bu hususta kendisine sorulan kimse, sorandan daha bilgili değildir." buyurdu.
"O halde bana alâmetlerinden haber ver!" deyince Resulullah Aleyhisselâm şöyle buyurdu:
"Cariyenin efendisini doğurması, yalın ayak, üstü çıplak ve fakir koyun çobanlarının yüksek binalar yapmakta birbirleriyle yarışmalarıdır."
Sonra o yabancı kimse çıktı gitti. Ben epeyce bir müddet kaldım. Sonra Resulullah Aleyhisselâm bana "Yâ Ömer! Sual soran bu zâtın kim olduğunu biliyor musun?" buyurdu. "Allah ve Resul'ü bilir." dedim.
Buyurdu ki:
"O Cebrâil Aleyhisselâm idi. Size dininizi öğretmeye geldi." (Müslim)
İki hususun şakası olmaz. Bunların şakası da ciddi, ciddisi de ciddidir. Biri iman, diğeri de nikâh.
Bir kimsenin şaka ile dinle alay etmesi ve onu küçümsemesi küfrü gerektirir, imanını yenilemesi gerekir.
Bir kimse şaka ile karısını boşasa talâk vaki olur. Bu yüzden iman konusu çok ciddidir.
İman üç türlüdür:
Birincisi; suretâ iman. "İman ettim!" diyor, iman ettiğini zannediyor, inandığını söylüyor.
İkincisi; tarikat ehlinin imanı ki aklına göre, akıl derecesine göredir.
Üçüncüsü ise hakikat ehlinin imanıdır. Kâmil iman budur. Yani iman-ı kâmil Hazret-i Allah'a iman etmektir, Hazret-i Allah'ı bilmektir. Her şeyi Hazret-i Allah'tan bilmektir.
İnsan Hazret-i Allah'a iman ettikten ve iradesini O'na tesim ettikten sonra artık kendi reyi kalmaz. Fakat bunu yapabilmek için O'nu bilmek, O'nu tanımak lâzım.
Kendini inkâr ettiğin zaman, O'nu tasdik ettiğin zaman iman etmiş olursun. Gerçek iman budur. Vaktaki kendini inkâr edip "Lâ" dediğin zaman, yani kendini de kâinatı da inkâr ettiğin zaman, Var olan husule gelir, işte imanın hakikisi budur. Kül'ün hakikisi budur.
İnsan, "Ben yaratana iman ettim, ben bir damla pisliğim, zaten onu da O yarattı, öyleyse bana ait hiçbir şey yok" deyip "Kendimi inkâr ettim!" derse, işte o zaman tamamen münafıklıktan kurtulmuş olur.
Binaenaleyh; kendini inkâr etmedikçe Hazret-i Allah'a iman etmiş olamazsın. "Lâ ilâhe illallah" deyince "Lâ"dan ibaret olan şeyi "Lâ" olarak kabul edeceksin. İlâh olarak da O'nu kabul edeceksin. Başka bir ilâh yok. Ne nefsi ne de yarattığı hiçbir şey ilâh olarak oraya girmiyor. Çünkü "Lâ" dediğin zaman evvelâ kendini, kâinatı yok edeceksin ki "İlâh"ı bulmak için. Madem "Lâ" diyorsun, kaldır kendini. Kendini kaldırmazsan haşa sen Allah mısın? Madem ki "Lâ" diyorsun, sen de "Lâ"sın, yaratılanlar da "Lâ". İlâh O... Hadi bul bakalım. Sen ömrün boyunca nefsine tapıyorsun, farkına varmazsın. Bu maneviyat böyledir. Onun için maneviyat ehlinin bir kelimesi şimşek gibidir. Zahiri ilim ehli binlerce sene çalışır, mânevi ehli bir adımda oraya ulaşır.
Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini yürüttüğü gibi, eğer yürütmeyi murad etmişse, vekilini de böyle yürütür. Sidre-i müntehâ son makam olduğu için, oradan öteye onu cezbe ile çeker.
Bu ise:
"Rahman olan Allah'ın cezbelerinden bir cezbe, insanların ve cinlerin âmeline denktir." (K. Hafâ)
Hadis-i şerif'inin tecelliyatı olmuş oluyor. O cezbe ile çekiyor, çektikten sonra dilediğini makamında lütfu ile dolduruyor.
Allah-u Teâlâ'nın çektiği bir anda ulaşır. Öteki bin senede ulaşır. Niçin? Allah-u Teâlâ onu bir anda çekti.
Yaratılan hiçbir şey Allah değildir. Fakat sen Yaratan'ı görmeyip de yaratılanlarda kalırsan "Lâ"da kaldın, "İllallah"a inemedin demektir. Bu o kadar esrarlı bir kelimedir ki...
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Allah o Allah'tır ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur." (Bakara: 255 - Âl-i imrân: 2)
O öyle bir Allah ki, Allah'tan başka ne bir Allah vardır, ne de bir mevcut vardır. Her şeye hayat veren O'dur, her şey O'nunla kâimdir.
Şimdi siz bunu okurken anlarsınız. "O'ndan başka ilâh yoktur." deyince, sanki O'ndan başka bir Allah varmış sanırsınız. "Başka Allah yok" deyince O'ndan başka bir mevcud yok diye anlayacaksınız. "Lâ"lar perdedir, O'nu örten bir perde. Bütün kâinat da böyledir, kendisini örten perde.
İnsan Hazret-i Allah ile olduğunu bir türlü kavrayamaz. Şimdi ömrün bittiği, varlığını içinden çektiği zaman, saman çöpü senden daha kıymetlidir. Niçin? Çünkü saman çöpü kokmaz ama üç gün kalırsan kokarsın, herkes senden kaçar.
Hani sen vardın. Yine sen varsın. Ama leş diye herkes kaçıyor senden. Var ile olduğun zaman ne güzel görünüyordun. Var varlığını çekince ne kadar çirkin oldun. Artık herkes senden kaçıyor, iğreniyor ve ikrah ediyor.
Bir balonu ne kadar şişirirsen o kadar büyük olur. Halbuki onu büyük yapan içindeki havadır, havayı çıkardın mı küçücük kalır. O yaratıyor, her şey O'nunla kâim, ötekiler "Lâ"dan ibaret.
"Lâ"nın neresine tutunacaksın. "Ol!" diyor oluyor, "Öl!" diyor ölüyor.
Sen zannediyorsun ki sen sensin, her şeyin mükemmel. Ruhunu çekti, bir çöp kadar değerin kalıyor mu? Demek ki O... İnsan zannediyor ki hep başkası. Onun için her şey O'nunla kâim. "Her şey O değil, hiçbir şey O'nsuz değil." "Perdeyi geçir sen varsın, perdeyi kaldır O var."
Bir pehlivan hasmını yendiği, devirdiği zaman pehlivan oluyor. Fakat asıl pehlivanlık, âlemleri bir anda devirdiği zaman, yaratılanları değil de, Yaratan'ı bulduğun zaman olur.
Âlim-i billâh olanlar "Elhamdü lillâhi Rabbil-âlemîn" dedikleri zaman kendilerinden zerre kalmaz, "Rabbil-âlemîn" husule gelir. O öyle bir Allah ki, âlemlerin yaratıcısı ve mürebbîsidir. Âlemler maske gibi hükümsüzdür. Çünkü "Ol!" emriyle oluyor, "Öl!" emriyle ölüyor.
Mülkü O yarattı, sen ise O'nu mülkün içinde zannediyorsun, hem de "Elhamdü lillâhi Rabbil-âlemîn." diyorsun. Bu ne biçim iman, ne biçim zan? Halbuki sizin gördüğünüz bu mülk en küçüğüdür, Allah-u Teâlâ'nın yarattığını yalnız O bilir.
İmanlı bir el harama uzanmaz, imanlı bir ayak fena yere gitmez, imanlı bir göz harama bakmaz. Bakıyor! Haa demek oraya nüfuz etmemiş. Çünkü iman edildiği zaman, tuttuğu zaman dalları azalara dağılır.
Ancak gerçek imandan mahrum olanların üzerinde daima münafıklık alâmeti mevcuttur. Çünkü nefis oynar, şeytan oynar, arzular yaşar, yaşar, yaşar.
Allah-u Teâlâ kâmil imanın alâmetini ve hakiki müminlerin vasıflarını beyan etmektedir:
"Onlar gayba inanırlar, namazı kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler.
Sana indirilene de, senden önce indirilene de iman ederler. Ahiret gününe de kesinlikle inanırlar.
İşte onlar Rabb'lerinin yolunda olanlardır. İşte onlar saâdete erenlerdir." (Bakara: 3-4-5)
Görmedikleri halde Allah'a, vahye, ahiret safhalarına görüyormuş gibi, hiç şüphe etmeden, inanırlar. "İşittik ve iman ettik!" diyerek Allah-u Teâlâ'nın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın haber verdiği her şeyi kesin olarak kalp ile tasdik, dil ile de ikrar ederler. Onlar bu imanları ile Allah katında hoşnutluk kazanırlar.
Yunus Emre -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
"Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm..."
Bir şeyin üzerine bir örtü örtsek ne olur? Üzerinde örtü olduğu için ne olduğu bilinmez. İşte insan da böyledir; yiyor, içiyor, geziyor. İnsan da buna bakıyor ve ona varlık atfederek insan diyor. Fakat bu mükemmel gibi ve müstakil gibi görünen insandan Hazret-i Allah ruhunu çekince ne oluyor? Hiç. Demek üzerindeki o şey; et, kemik hepsi maske. Yunus Emre Hazretleri'nin tarif ettiği bu.
Bir misal verelim:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Dünyaya muhabbet büyük günahların en büyüğüdür." (Deylemî)
Dünya ve içindekilere, mala-mülke, paraya-pula, makam-mevkiye, çoluk-çocuğa, kadına muhabbet böyledir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz yine bu hususta:
"Amelleri Tihame dağı kadar büyük olan nice topluluklar vardır ki kıyamet günü haşredilecekler ve cehenneme atılmaları emredilecek." buyurdular.
Ashâb-ı kiram:'Namaz kıldıkları halde mi ya Resulellah?' diye sorunca şöyle devam ettiler;
"Evet bunlar namaz kılarlar, oruç tutarlar, geceleri çok az uyurlardı. Ama kendilerine azıcık bir dünyalık arz edildi mi dört elle sarılırlardı." (Irakî, Muğni lll. 204)
Dünya menfaati, dünyalık şeyler insanı helâk ediyor. Değil menfaatten, menfaatin kokusundan bile Allah'ıma sığınırım.
"Allah size imanı sevdirdi ve onu kalbinizde süsledi. Küfrü, fâsıklığı ve isyanı ise çirkin gösterdi. İşte doğru yolda olanlar bunlardır." (Hucurât: 7)
Âyet-i kerime'si mucibince kime imanı sevdirir ve o imanı kalbinde süslerse onu tutuyor demektir. Bu böyledir, esas budur. Kurtulan böyle kurtuluyor, kurtardığı için kurtuluyor.
Onlar Hakk'ı bilir, kendisini bilmez. Hakk'ı görür kendisini görmez.
Kül gibi olmadıkça da bu hakikatler bilinmez.
İnsanı dünya ve içindekiler çekiyor ve münafıklığa sokuyor. Halbuki muhabbet Mevlâ'ya bağlanacak. Yalnız O sevilecek, yalnız O'na yönelinecek.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır." (Ahzâb: 4)
O'nun bulunduğu kalpte nefis ve mâsiva yaşamaz, O'nun bulunmadığı bir kalpte her şey bulunur amma O bulunmaz.
Şimdi gördünüz mü ne kadar mühim iman etmek. Bir de bölücülerin durumunu düşünün. Niçin? O Rabb'ül âlemin'i bırakmış başka ilâh edinmiş, İslâm'ı terk etmiş, başka dine girmiş.
"Onların çoğu Allah'a iman etmişler, fakat müşrik olarak yaşarlar." (Yusuf: 106)
Hakiki iman şudur ki; Hazret-i Allah'a iman edip kendini inkâr etmiş olan Allah-u Teâlâ'ya iman etmiş olur, özü budur.
Onun içindir ki bu ilimlere girilmez. Bu ilimler ilâhî deryâdır, burada yüzülmez. Şimdi siz bunu isimle de olsun kavramış oldunuz. Tasavvur buyurun ki bunları yaşayanın hâli nedir?
Hülasâ-i kelâm; imanın en büyük alâmeti Allah-u Teâlâ'nın emir ve hükmüne teslim olmak, Allah-u Teâlâ'nın hükmünü dünya ve nefsin arzularına tercih etmektir. Bu mihenktir. Birçokları burada soyulmuştur. İsmi İslâm, görüntüsü takvâdır. Ancak nefsine hoş geleni dünya hayatını Allah-u Teâlâ'nın hükmüne tercih eder.
"Onlar dünya hayatını âhirete tercih ettiler." (Nahl: 107)
Dünyayı tercih etti gitti. Öyle bir zamandayız ki ufacık bir dünyalık için nice imanlar kayıyor. Öyle bir devir var ki ufacık bir menfaat için nice kimseler cehennemi boyluyor.
Şimdi gördünüz mü? İman ne kadar mühim imiş. Şimdi anladınız mı? Bu konuları niçin sık sık ele aldığımızı? Zira son nefeste aranan da imandır.
Allah'ımız, cümlemizin hidayetini artırsın, imanımızı kemâlleştirsin. Kâmil imanla aldığı kullarından etsin...
İman; ebedî saadet hayatının anahtarıdır.
İman; insanın yaratılış gayesine teslimiyetinin tezahürüdür.
İman; hiçbir şeye feda edilemez. Ahirette en evvel iman aranır. İmanı olmayanlar küfür, kâfir hükmünde sayılır. İnandığını söyleyip imanında samimi olmayanlar münafıktır, onların da sûreta imanlarının ahirette faydası yoktur.
Bir müslüman yeryüzünün bütün hazineleri teklif edilse bile imanını değişmez. Dünyanın bütün anahtarları, bütün saltanatları teklif edilse iman ile değiştirilmez.
Bir kimsenin iman ile ahirete intikal etmesi, bütün dünya ve içindekilerden daha kıymetlidir. Hatta kıyası bile mümkün değildir. İman en büyük hazinedir.
Şimdi bazı misallerle imanın ne kadar mühim olduğunu arz edelim:
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"İman edenlerin Allah'a sevgileri ise her şeyden sağlamdır." (Bakara: 165)
Hakiki iman edenler Hazret-i Allah'a gönülden sevgi ve muhabbetle, aşkla bağlıdırlar. İnsan sevdiğinin her şeyini sever, emirlerini, yasaklarını sever, her takdirine her tedbirine rızâ gösterir. İman budur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'te şöyle buyuruyorlar:
"İman üryandır, libası takvâ, ziyneti hayâ, semeresi ilimdir." (Beyhakî)
İmanı muhafaza etmek şarttır. Bu da ihlâslı ibadetle olur.
İmanın özü;
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" (Hûd: 112)
Âyet-i kerime'sindeki Emr-i ilâhi'dir.
Yani iman Hazret-i Allah'ın rızâsını gözetmek, Resulullah Aleyhisselâm'ın memnuniyetini aramak, onların vekilinin yürüdüğü yolda yürüyebilmektir.
Doğruluk; bir müslümanın niyetinde, söz ve davranışlarında dürüst olması, yalandan, ikiyüzlülükten uzak olması demektir.
Ashâb-ı kiram'dan bir zât "Yâ Resulellah! İslâmiyet hakkında bana öyle bir söz söyle ki, o hususta sizden başka hiçbir kimseden sormaya ihtiyacım kalmasın." diye sorduğunda Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Allah'a iman ettim de, sonra da dosdoğru ol!" buyurdular. (Müslim)
Dosdoğru olmak Hazret-i Allah'ın emridir, bu Âyet-i kerime'de, ahlâk-ı hamidenin temellerini bulabilirsiniz.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde:
"Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir!" buyuruyor. (Tevbe: 73)
İnanan hakiki iman etmiş bir müminin bu Âyet-i kerime karşısında titremesi lâzımdır.
Diğer Âyet-i kerime'sinde ise Hazret-i Allah şöyle buyuruyor:
"Muhammed Allah'ın Peygamber'idir. Onunla beraber bulunanlar da kâfirlere karşı çok çetin ve sert, birbirlerine karşı çok merhametlidirler. Onları rükuya varırken, secde ederken görürsün. Allah'tan lütuf ve hoşnutluk isterler. Yüzlerinde secde izinden nişanları vardır. İşte bu, onların Tevrat'ta anlatılan vasıflarıdır. İncil'de de şöyle vasıflandırılmışlardır: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış ve gövdesinin üzerine dikilmiş bir ekine benzerler. Ki bu, ekicilerin hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah iman edip sâlih ameller işleyenlere, hem mağfiret hem de büyük bir mükâfat vâdetmiştir." (Fetih: 29)
Bunlar hep imani konulardır. Hazret-i Allah'ın emridir, hüküm O'nundur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyor:
"İmân-ı kâmil iki yarımdır. Bunların birisi yasakların işlenmesinden sakınmak, sabır ve diğeri emirlere uymak ve itâat-i ilâhî'den ibâret olan şükürdedir." (Camius-sağir)
Bu Hadis-i şerif çok mühimdir, imanı tarif eder. Biraz açalım:
Sabır üçtür:
Birincisi; kızdığı zaman sabretmek,
İkincisi; ibtilâya sabretmek,
Üçüncüsü; Allah-u Teâlâ'nın yasaklarından kaçmak, hududu aşmamak, yani günah işlememeye sabır.
Bâtınî sabır ise bütün iradesini Hakk'a teslim etmektir. Onda hiçbir arzu ve istek kalmamıştır. Allah-u Teâlâ'nın lütfuyla nefsinin dizginini vurmuş yok etmiştir.
Şükür de üçtür:
Birincisi; kâli şükür ki haramlardan sakınmaktır.
İkincisi; fiili şükür, bunlar Hazret-i Allah'a yakın olan kulların şükrüdür. Bizâtihi Hazret-i Allah'ın nurunu kalbe akıtması ve dilediğini ona duyurmasıdır.
Üçüncüsü; hâli şükür ise onlar, Allah-u Teâlâ'yı canlarından, cananlarından da hülâsa her şeyden çok severler. Bunlar bâtınîdir.
Yine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Yalandan sakınınız. Zira yalan ile iman bir arada bulunmaz." (Ahmed bin Hanbel)
Demek ki yalan, iftira, gıybet, bunlar imanı kemiriyor, yok ediyor kimse farkında değil.
Bir diğer Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Bir kul zinâ ettiği zaman, iman nûru kalbinden çıkar, bir gölge gibi başının üstünde durur. Ancak tam bir tevbe ettiği zaman dönüp kalbine girer." (Camiüs-sâğir)
Demek ki iman bu kadar hassas.
Şimdi ne kadar korkmamız lâzım?
Şayet Hazret-i Allah'ın dininden, yolundan, hükmünden, istikametinden ayrılırsak O'nun yolundan çıkmışız demektir.
İnsan bilmez ama görünüşte iman etmiş fakat müşrik olarak yaşar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Onların çoğu Allah'a iman etmişler, fakat müşrik olarak yaşarlar." (Yûsuf: 106)
Bu Âyet-i kerime çok önemlidir. Şöyle düşünelim; Hazret-i Allah'a iman eden bir kimse Hazret-i Allah'ın Âyet-i kerime'sini inkâr eder mi? Sorsan etmez. Amma farkında değildir. Hazret-i Allah'ın emri varken, ya da yasakladığı bir nehyi varken kişi kendi imamının dediğini yapar. Âyet okursun, "Okuma âyet!" der. Hadis okursun, "Uydurma!" der. Amma önder edindiğinin her dediğini doğru kabul eder, velev Kur'an'a aykırı da olsa. Ne oldu şimdi, hani sen Allah-u Teâlâ'ya iman etmiştin!
Allah'ımız muhafaza buyursun.
Yine bugün dünya menfaati için imanını terkeden birçok zümreler türemiştir. Ortaya çıkan birçok türeme gruplar imandan kayma pahasına dünya menfaatine, dünya saltanatına dalmıştır. Kurmuş oldukları düzeni, kurmuş oldukları dini yürütebilmek için paraya dört elle sarılmışlardır.
"Hiç şüphesiz Allah yolunda savaşıp düşmanları öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını Allah, cennet kendilerinin olmak karşılığında satın almıştır. Onlara vaad olunan cennet haktır ki, Tevrat'ta da İncil'de de ve Kur'an'da da sabittir. Allah'tan ziyâde ahdine vefa gösteren kimdir? O halde yaptığınız bu hayırlı alış-verişten dolayı sevinin. İşte bu çok büyük bir saâdettir." (Tevbe: 111)
Bunca şehitler bu Âyet-i kerime'nin şerefine nail olmak için canlarını verdiler, mallarını feda ettiler. Allah için!
Bir dış düşman saldırdığında Allah için onunla cihad eden bir müslüman hayatını kaybettiği zaman şehid olur, ebedî saadete nail olur.
Ebedî saadet deyince, kelime olarak geçiyor. Halbuki ahiret hayatının sonsuzluğu ve orada müslümanların yaşadığı saadet hayatı kelimelere sığmaz. Sonsuz bir saadet, sonsuz bir nimet. Akıl ile anlaşılacak, kelime ile izah edilebilecek bir şey değil.
"İman edip sâlih ameller işleyenlere gelince, şüphesiz ki Rabb'leri imanları sebebiyle altlarından ırmaklar akan nimet cennetlerine erdirir.
Oradaki duâları: "Seni tesbih ve tenzih ederiz Allah'ım!"dır. Aralarındaki temennileri: "Selâm"dır. Duâlarının sonu da şudur: "Hamd, âlemlerin Rabb'i olan Allah'a mahsustur." (Yunus: 9-10)
Dış düşmanın harpte şehid ettiği bir müslümanı bekleyen bu ebedî saadettir.
İman kalesi çöktüğü zaman kişi ebedî felâkete düçar olduğu gibi, İslâm da asliyetini kaybeder. İslâmiyet'in asliyetinin bozulması en büyük tehlikedir.
Binaenaleyh hiçbir dış düşmanın yapamadığını bu iç düşmanlar yapıyorlar. Dikkat ederseniz dış düşmanlar maksatlarına ulaşmak için bu iç düşmanları desteklerler, barındırırlar, kullanırlar.
Bütün bunlar dünyayı ahirete tercih etmiş olmaları yüzündendir.
"Allah'ın âyetlerini az bir dünya menfaati karşılığında sattılar da insanları O'nun yolundan alıkoydular. Onların yaptıkları gerçekten ne kötüdür!"(Tevbe: 9)
İmanları imân-ı kâmil olsa idi, Allah için hareket etmeleri gerekmez miydi? Küfür ve kâfirlerle beraber olmamaları gerekmez miydi?
Kâmil iman sahipleri hakkında ise Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Müminler o kimselerdir ki, Allah'a ve Resul'üne iman etmişlerdir. Sonra şüpheye düşmemişler, Allah yolunda canları ve malları ile cihad etmişlerdir.
İşte onlar sâdıklardır." (Hucurât: 15)
Sâdıklar; imanlarında sâdık olup, verdikleri ikrara kalpleriyle ve icraatlarıyla içten bağlılık göstermiş samimi müslümanlardır. Onlarda şüphe yoktur.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Müminler içinde öyle erler vardır ki, Allah'a vermiş oldukları ahde sadâkat gösterirler. Onlardan kimi bu uğurda canını fedâ etti, kimi de bu şerefi beklemektedir.
Ahidlerini hiç değiştirmemişlerdir." (Ahzâb: 23)
Gönüldeki gerçek imanı açığa çıkaran en büyük ölçü, en büyük delil; Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a itaat etmek, hükümlerine rızâ göstermektir. İnananlar tereddüt etmeksizin boyun eğerler. Bu ise Allah-u Teâlâ'ya ve O'nun aziz Peygamber'ine karşı takınılması gereken edep tavrıdır.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Aralarında hüküm verilmek üzere Allah'a ve Peygamber'ine çağırıldıkları zaman, müminlerin sözü sadece: "İşittik, itaat ettik!" demekten ibarettir. İşte saâdete erenler onlardır.
Kim Allah'a ve Peygamber'ine itaat ederse, Allah'tan korkar ve O'ndan sakınırsa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Nûr: 51-52)
Buradaki itaatin mânâsı; bütün ilâhî emirlere uymak ve yasak edilen şeylerden de tamamen sakınıp çekinmek demektir. İtaat etmek farz olup, aykırı hareket etmek ise haramdır.
Kim ki itaat etti mümindir, kim ki itaat etmedi imandan çıkmıştır, kâfirdir.
Bir müslüman amentü esaslarını kalben tasdik, lâfzan ikrar ettikten sonra bunun tezahürü olarak amel ve ibadetle desteklemelidir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"İman kalp ile bilip lisan ile ikrar, âzâ ve cevahirle amel ve ibadet eylemektir." (İbn-i Mâce)
"Cenâb-ı Allah amelsiz imanı ve imansız ameli kabul buyurmaz." buyurdular. (Münâvî)
Hâl böyle olunca iman esaslarından sonra İslâm'ın; Namaz, Oruç, Zekât, Hacc, Kelime-i şehadet gibi temel esaslarına azami riayet yine imanın alâmetlerindendir.
İman; Hazret-i Allah'a, Resulullah'a ve Kelâmullah'a tam teslim olmaktır.
Daha evvel de arz etmiştik; imanlı bir el harama uzanmaz, imanlı bir ayak fena yere gitmez, imanlı göz harama bakmaz. Ancak gerçek imandan mahrum olanlarda münafıklık alâmeti bulunur.
Ebu Zerr -radiyallahu anh- rivayet ediyorlar:
"Ey Allah'ın Resul'ü! Amellerin en hayırlısı nedir? diye sordum.
"Allah'a iman etmek ve Allah yolunda cihat etmektir." buyurdular." (Buhârî)
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"İman yetmiş veya altmış küsur şubedir. En üstünü Allah'tan başka ilâh olmadığını söylemektir. En düşüğü ise yolda bulunan rahatsız edici şeyleri kaldırmaktır. Hâya da imandan bir şubedir." (Müslim)
Demek ki insan; namaz kılıyorsa, zikrullah ile meşgulse, cihat ediyorsa, en basitinden yoldaki bir taşı kaldırıyorsa imanın bir neticesidir. Amma günah ve isyanlar, kötülük ve küfürler imanın zaafından, şeytana ve nefse uymaktandır. Hakiki iman ehli Hazret-i Allah'a, Kur'an'a, emir ve nehiylerine, Resulullah Aleyhisselâm'ın sünnetine bağlıdır.
İmanın gereği amellerden bazılarını da kısaca arz edelim:
Hazret-i Allah'ı bir bilip zikretmek, O'na şirk koşmamak, Resulullah Aleyhisselâm'a itaat etmek, Kur'an'ın hükümlerine uygun hareket etmek. Allah için cihat etmek. Tevbe etmek, şükür etmek, sabır etmek. Kötü huy ve çirkin işleri terk etmek. Tefekkür etmek. Emanete hıyanet etmemek. Nefis ve şeytana uymamak, onları düşman bilmek. Helâl yemek, gurur ve kibirden sakınmak. Ana-baba'ya itaat etmek, akrabayı ziyaret etmek, muhtaçlara yardım etmek. Kanaat edip, israftan sakınmak. Gıybet etmemek, yalan söylememek, iftira etmemek. Zinâ etmemek, fâiz yememek, içki içmemek, hırsızlık yapmamak. Temiz olmak, ticarette doğru olmak, insan ve hayvanlara merhametli olmak, kâfirlere şiddetli, müminlere şefkatli olmak. Allah'ın sevdiklerini sevmek, sevmediklerini sevmemek. Her an Hazret-i Allah'ı düşünmek, ölümü tefekkür etmek, âilesine, çocuklarına şefkat ve adaletli olmak, komşu ve arkadaş haklarına riayet etmek. Hülâsa güzel amel ve güzel ahlâk sahibi olmak imandandır.
Kısacası; nefsin isteklerini, hoşlandığını yapmamak, nefsin istemediklerini, hoşlanmadığını yapmak...
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"İyi bilin ki yaratmak da emretmek de O'na mahsustur. Âlemlerin Rabb'i olan Allah'ın şanı ne yücedir!" buyuruyor. (A'râf: 54)
Mülk O'nundur, O'ndan başka hiç kimsenin hiçbir şeye müdahale etmesine hakkı ve salâhiyeti yoktur. Hükmünü hiç kimse değiştiremez, verdiği kararı hiç kimse bozamaz. Emir, yasak, tedbir ve idare, tam tasarruf O'na aittir.
Diğer Âyet-i kerime'lerde ise şöyle buyuruluyor:
"Hüküm yücelerin yücesi Allah'ındır." (Mümin: 12)
Çünkü O, mülkünde yücedir, dilediğini yapar, dilediği hükmü verir. O'nun verdiği hükümler belirli bir zaman ve asır ile sınırlı değildir. Kıyamete kadar geçerlidir.
"Rabb'inin sözü doğruluk bakımından da adalet bakımından da tamamlanmıştır, tam kemalindedir. O'nun sözlerini değiştirebilecek hiç kimse yoktur." (En'âm: 115)
Tatbikini emir buyurduğu bütün hükümler kemâle ermiş, tamamlanmıştır. Hiçbirisinde noksanlık ve eksiklik tasavvur edilemez, hükmünde yanılması düşünülemez. O'nun haber verdiği her şey gerçeğin ta kendisidir. O'nun emrettiği her şey adaletlidir, O'nun dışında hiçbir şey adaletli değildir. O'nun yasakladığı her şey bâtıldır. Hiç kimse O'ndan daha doğru söz söyleyemez, hiç kimse O'ndan daha âdil hüküm koyamaz. Hükmünde hikmet sahibidir, her şeyi hikmetle yapar.
O'nun sözlerini değiştirecek, temyiz edecek, tashih yapacak hiçbir kimse olamaz.
Söz O'nun sözü, hüküm O'nun hükmü, Kitap O'nun Kitab'ıdır.
Binaenaleyh bütün insanlar ve cinler birleşerek bir araya gelseler, kasten bir Âyet-i kerime'yi inkar etseler hepsi kâfir olurlar. Çünkü mahlûkun hükmü yoktur, O'nun hükmü esastır.
O'nun hükmünü kim bozabilir? O'nun hükmünden kim kurtulabilir?
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Yoksa onların, Allah'ın izin vermediği bir dini ortaya koyan ortakları mı var? Eğer erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilirdi.
Şüphesiz ki kâfirlere can yakıcı bir azap vardır." (Şûrâ: 21)
Bu beyan kötü alimler için en büyük bir ihtar-ı ilâhîdir.
Çünkü haram ve helâl ahkâmını beyan etmek, bir şeyi meşru kılmak, Allah-u Teâlâ'ya ve O'nun gönderdiği Peygamber'e mahsustur. Hüküm koyucu tek makam O'dur, hükmünde asla kimseyi ortak kabul etmez. O'nun koyduğu ahkâmdan başka bir hükmü ortaya koymaya kimsenin hakkı yoktur.
Âyet-i kerime'de geçen "Ortaklar"; insanların kendilerine Allah ile beraber hüküm koymada ortak kabul ettiği kimseler demektir. Allah'tan başkasına kulluk yapmak nasıl şirkse, bu da onun gibi şirktir. Bu sefihler Din-i mübin'in ahkâmını kendi arzularına uydurmak suretiyle değiştirmek isterler. Çünkü şeytanları onlara bu yolda talimat verir ve yaptıklarını kendilerine güzel gösterir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Şeytan onlara yaptıkları işleri güzel gösterip, onları doğru yoldan çıkardı." (Ankebût: 38)
Allah-u Teâlâ'nın hüküm olarak koymuş olduğu dosdoğru dine uymayıp muhalefet etmeye kalkışmak, dünya hırsı adına yapılan fenalıkların ve şirklerin başında gelir.
Allah-u Teâlâ bunlara karşı ne kadar gazaba gelmiş ki, ecelleri sayılı bir zamana kadar geciktirmemiş olsaydı, ahkâma muhalif olarak başka yollara sapanları âcil bir ceza ile hemen cezalandırır, lâyık oldukları azaplara kavuşturulmuş olurlardı.
Ashâb-ı kiram, Resulullah Aleyhisselâm'a tam bir teslimiyetle iman etmişlerdi. Zira onlar Allah-u Teâlâ'nın hükmünü içlerinde yaşıyorlardı. Onlar imanın, fıkhın, akaidin adeta canlı ve mücessem haliydi. İslâm'ı bizzat Resulullah Aleyhisselâm'dan öğrenmişlerdi. Bu öğrenme zahiri öğrenmeden ibaret değildi. O nurdan kalplerine, manevî varlıklarına mütemadiyen ilim, irfan, feraset dolduruyorlardı. Daha doğrusu onları dolduran Hazret-i Allah idi.
Bu iman, bu nur ile o Resul'e -sallallahu aleyhi ve sellem- öyle büyük bir sadakat öyle büyük bir aşkla bağlanmışlardı ki; Bedir Savaşı'nda; müşriklere karşı az bir kuvvete sahip oldukları ve büyük zorluklarla karşılaşacaklarını bildikleri hâlde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e şöyle söylemişlerdi:
"Yâ Resulellah! Allah sana ne emrettiyse yerine getir. Bize denizi geçelim desen, seninle birlikte geçeriz. Dünyanın öbür ucuna gidelim desen, seninle beraber gideriz.
Kavminin Musa Aleyhisselâm'a dediği gibi 'Sen ve Rabb'in varın savaşın, biz burada oturacağız.' demeyiz. Fakat biz deriz ki 'Sen dilediğin yere git, seninle beraber olacağız."
Onlarda iman böyleydi.
İman zaten bu. Resulullah Aleyhisselâm'a teslimiyetsiz iman olmaz.
Oysa bugün ortaya çıkan ve "Resulullah Aleyhisselâm'a imanı şart görmeyen, küfür ehline hoş görünmek için Kelime-i tevhid'in ikinci rüknünü ağzına almaya çekinen zümreler o devirde yaşamış olsaydı Ashab-ı kiram'ın -radiyallahu anhüm- yanındaki durumunu elinize vicdanınıza koyarak kendiniz karar verin.
Şu hadise ne kadar dikkate şayan bir numunedir:
Asr-ı saâdet'te iki kimse huzur-u Nebevî'de hasımlaştılar. Resulullah Aleyhisselam hak sahibi lehine hükmetti. Aleyhine hüküm verilen "Râzı olmam! Bir de Hattab oğlu Ömer'e gidelim." dedi ve Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-ın yanına vardılar. Lehine hüküm verilen "Yâ Ömer! Biz Peygamber Aleyhisselâm'a giderek hasımlaştık. Benim lehime bunun aleyhine hükmetti. Bu ise râzı olmayıp reddetti." deyince Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- "Böyle mi oldu?" diye sordu, öteki "Evet" dedi. Bunun üzerine "Ben sizin aranıza gelip aranızda hüküm verinceye kadar yerinizden ayrılmayın." diyerek evine girdi ve kılıcı elinde olduğu halde yanlarına geldi. Râzı olmayı reddedeni bir vuruşta öldürdü. Öteki arkasını dönerek Resulullah Aleyhisselâm'ın yanına kaçtı ve "Yâ Resulellah! Vallahi Ömer, arkadaşımızı öldürdü. Eğer müdahale etseydim beni de öldürecekti." dedi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Ömer'in bir mümini öldürmeye kalkışacağını sanmazdım." buyurdu.
Bunun üzerine Allah-u Teâlâ:
"Hayır, öyle değil!.. Rabb'in hakkı için, onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı yüreklerinde hiçbir sıkıntı, bir burukluk duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar." (Nisâ: 65)
Âyet-i kerime'sini indirdi. (İbn-i Kesir)
Onlar daha hüküm inmeden gönüllerinde hükmü yaşıyorlardı. Çünkü iman etmişlerdi.
Açık hükümleri çiğnemeye, iman ile küfrü karıştırmaya çalışanların durumunu buradan ölçün.
Şayet Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- devrinde yaşamış olsalardı, dünyadaki âkıbetlerinin ne olacağını görüyorsunuz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Allah ve Resul'ü bir işe hüküm verdiği zaman, mümin bir erkekle mümin bir kadın için, artık o işte kendi arzularına göre seçme hakkı yoktur. Allah'a ve Resul'üne başkaldırıp isyan eden kimse hiç süphesiz ki apaçık bir şekilde sapıklığa düşmüş olur." (Ahzâb: 36)
Bunlar bir değil birçok hükmü hiçe sayıyorlar.
Âyet-i kerime'lerde ise şöyle buyuruluyor:
"Hüküm yalnız Allah'ındır." (Yusuf: 67)
"Hüküm yalnız O'nundur ve siz ancak O'na döndürüleceksiniz." (Kasas: 88)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in irtihalinden sonra bazı kabilelerin zekât vermek istememesi üzerine Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimiz ordu sevketmek istemiş, Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz de dahil Sahabe-i kiram Efendilerimiz'den bazıları kendisine muhalefet edip tartıştığı zaman şu meşhur sözünü söylemişti:
"Allah'a yemin ederim ki Hazret-i Peygamber'in döneminde ödediklerini ödememekte direnecek olurlarsa, bu bir deve yuları bile olsa onu tahsil edinceye kadar kendileriyle mücadele edeceğim."
Fakat Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- şöyle bir itirazda bulundu, dedi ki:
"Hazret-i Peygamber:'Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur deyinceye kadar insanlarla savaşmak için emrolundum. Ancak 'Lâ ilâhe illâllah' deyince bir kimse bu takdirde canını ve malını bana karşı korumuş olur. Onun hesabı da Allah'a aittir.' dememiş miydi? Peki biz hangi gerekçeyle onlara karşı savaş açacağız?"
Ne var ki Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- şu sert karşılığı verdi:
"Allah'a yemin ederim ki namazla orucu birbirinden ayıranlara karşı amansızca savaşacağım. Zekât malın hakkıdır. Yemin olsun, zekât olarak tahakkuk etmiş olan şey bir oğlak bile olsa onu vermemekte direndikleri takdirde kendileriyle dövüşeceğim."
Bu dinden çıkma mevzuu hafife alınıyor. Halbuki ortada iman var. Ebedî hayat mevzubahis.
Abdullah İbn-i Mesud -radiyallahu anh- Hazretleri şöyle buyurmuşlardır:
"Ben Resulullah'ın yanında Kur'an okurdum. Bana:
'Çok güzel okuyorsun. Kim benim okuduğum şekilde okuyorsa onu bırakmasın. Ondan tek harf bile değiştirmesin. Çünkü Kur'an'ın bir harfini inkâr eden hepsini inkâr etmiştir.' dedi." (İbn-i Asakir, Kenz, 1/232)
İmanlar yanıyor. Öyle bir devirde yaşıyoruz ki, bütün dünya manevî bir yangın yeri olmuş.
Müslümanların gönülleri manevî bir yangın yerine dönmüş. Manevî bir afat yaşanıyor. Allah'ım muhafaza buyursun.
İslâm akaidinin bilinen bir kuralı vardır: Allah-u Teâlâ'nın hükmünü inkâr eden kâfir olduğu gibi, Allah-u Teâlâ'nın hükmünü hafife alan da kâfir olur. Bu sebeple küfre rıza göstermek, küfrü hoş görmek de kişinin küfrüne delalet eder.
Zira:
"Hüküm ancak Allah'ındır." (En'âm: 57)
Oysa bugün nice müslümanlar Allah-u Teâlâ'nın hükmünü hafife alıyor. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'leri görmezden geliyorlar.
Bu gibi durumlar, iman zaafiyetinden, ilim eksikliğinden, dine uyması gerektiği halde dini kendine uydurmaya çalışanların ifsatlarından kaynaklanıyor.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in mahrem-i esrârı olan Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretleri buyururlar ki:
"Münafıklık Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- devrinde vardı. Şimdi ise imandan sonra küfür vardır." (Buhârî. Fiten 21)
Ya imandadır, ya da küfürdedir.
Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretleri'nin bu sözü ile ne demek istediğine dair bazı alimler şöyle söylemişlerdir:
"Cemaate tefrika sokmak Allah-u Teâlâ'nın "Velâ teferrekû=Tefrikaya düşmeyin." emrine aykırıdır. Bütün bunlar artık gizli-kapaklı değildir. Öyleyse bu, imandan sonra küfür gibidir."
İman o kadar mühimdir ki iman ve küfür ayrılmıştır. Aradaki berzah kıl kadar incedir, hassastır. Bu yüzdendir ki eğer Hazret-i Allah'a imanınız olsaydı elbette bölücülere iman etmezdiniz.
"İnandıktan sonra yoldan çıkmış olmak ne kötü bir addır. Kim de tevbe etmezse işte onlar zalimlerdir." (Hucurât: 11)
Demek ki çıkılıyormuş ama bilerek, ama bilmeyerek.
"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" (Furkân: 43)
Nefsin arzusu ile hareket edenler nefsinin oyuncağı olur. Bilmez! Bu Âyet-i kerime'de de şirkte olduklarını buyurur.
O sanır ki Hazret-i Allah'a kulluk ediyor, bilmez ki nefsinin, nefsini ilâh edinenlerin kuludur. Hâlık'ın âyetini dinlemez amma mahlûkun sözünü dinler.
Zira Âyet-i kerime'de:
"Şeytan kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş." buyuruluyor. (Neml: 24)
İşte insan hakiki rehberi bulamazsa, yoldan kayar gider haberi bile olmaz. Nefis bir taraftan, şeytan bir taraftan, şeytanlaşmış insanlar bir taraftan, saptırıcı imamlar bir taraftan, şeytan şeyhleri diğer taraftan insanları dinden, imandan ediyor. Peki nasıl?
Sûret-i hak'tan görünerek.
Halbuki Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Biz onları ateşe çağıran önderler yaptık." (Kasas: 41)
Kiminleyiz, kimi seviyoruz, kimin peşindeyiz?
Hak mı, bâtıl mı? Sırat-ı müstakim mi, değil mi?
Hakk'a mı götürüyor, dalâlete mi?
Bakan eden yok, uydum kalabalığa...
Allah-u Teâlâ buyurur ki:
"Âyetlerimizi yalanlayan ve onlara iman etmeyi kibirlerine yediremeyenlere göğün kapıları açılmaz. Deve iğnenin deliğinden geçmedikçe de cennete giremezler. Suçluları işte biz böyle cezalandırırız." (A'râf: 40)
Ama onlar Allah-u Teâlâ'nın;
"Allah katında din İslâm'dır" (Âl-i imrân: 19)
Buyurduğu hükümleri değiştirip "Hayır Allah katındaki din budur!" diyerek -Allah-u Teâlâ'ya isyan etmiş olmakla kalmıyorlar- Allah-u Teâlâ'yı karşılarına almış, hasım kesilmiş oluyorlar.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Ümmetim benden sonra yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bir fırka müstesna, diğerleri hep ateştedir.
- Onlar kimlerdir Yâ Resulellah?
Benim ve Ashâb'ımın yolunda olanlardır." (Ebû Dâvud)
"Onlar Kur'an ehli, Allah ehli ve Allah'ın has kullarıdır." (İbn-i Mâce: 215)
Bu, Kur'an-ı kerim'e iman edenlere mahsustur. Hem Allah'ın emir ve yasaklarına azami riayet ederler, hem Resulullah Aleyhisselâm'ın Sünnet-i seniyye'sine sımsıkı yapışırlar.
Kur'an'ın hükümlerini inkâr eden, ya da değiştirmeye kalkışanlar hakkındaki husus çok ağırdır.
Nitekim mezhep imamımız İmam-ı Âzam -rahmetullahi aleyh- Hazretleri bu hususta; mü'min olduğu halde küfre düşüp dinden çıkan kimseler hakkında şöyle buyurmuşlardır:
"Kur'an'da açıkça belirtilen hükümleri kabul etmeyen, günah işlemeyi helâl sayan ve Kur'an'ın bir harfirini bile inkâr eden kimse tekfir edilir."
İmam Ebu Musa el-Eşarî -rahmetullahi aleyh- Hazretleri'de şöyle söylemiştir:
"Bu Kur'an sizin için bir ecirdir ve aynı zamanda boynunuza bir yüktür. Siz Kur'an'a tabi olun ve sakın ola ki Kur'an size tabi olmasın. Zira her kim Kur'an'a tabi olursa Kur'an onu cennet bahçelerine indirir. Ve her kime ki Kur'an tabi olur, onun ensesine basar ve onu cehenneme yuvarlar."
İslâm âlimleri İslâm'a göre, Kur'an-ı kerim ve Hadis-i şerif'e göre konuşuyorlar, zannını hüküm yerine koymak isteyenlerin âkıbetini ifşa ediyorlar.
İmanın sahih ve muteber olması için gerekli şartlardan birisi de Allah için sevmek ve Allah için buğz etmektir. Yani sevgisi de buğzu da Allah için olmaktır.
Allah-u Teâlâ Resul'üne imanı; kendisine duyulan sevginin delili, Allah tarafından sevilmenin ve bağışlanmanın da ön şartı kabul ve emir buyurmuştur:
"Resul'üm! Onlara söyle: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir.'" (Âl-i imrân: 31)
Resulullah Aleyhisselâm'a tâbi olmayanları hoş görenler bu tâbiyetten ve bu iyilikten mahrumdur.
Allah için sevgi, Allah için buğz, imanın en sağlam kulpudur. İmanın tekâmülünde en büyük bir âmildir.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Amellerin en üstünü Allah için sevmek, Allah için buğz etmektir." buyuruyorlar. (Ebû Dâvud)
Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde ise meâlen şöyle buyuruyorlar:
"Şu üç haslet kimde bulunursa imanın tadını tatmıştır: Allah ve Resul'ünü herkesten ve her şeyden fazla sevmek. Sevdiğini ancak Allah için sevmek. İman ettikten sonra, ateşe atılmaktan nefret eder gibi küfre dönmekten nefret etmek." (Buhârî-Müslim)
"Kıyamet ne zaman kopacak yâ Resulellah?" diye soran bir zâta Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:"O gün için ne hazırladın?" buyurdular. O da:"Farz namazlarından, oruçlardan, sadakalardan başka fazla bir ibadetim yoktur. Fakat Allah ve Resul'ünü çok seviyorum." dedi. Bunun üzerine ona şu müjdeyi verdiler:
"Sen sevdiklerinle berabersin!" (Tirmizî)
Hadis-i şerif'i rivayet eden Enes bin Mâlik -radiyallahu anh- Hazretleri ise:"Müslümanların İslâm'la müşerref olmalarından sonra, bu habere sevindikleri kadar hiçbir şeye sevindiklerini görmedim." buyuruyorlar.
Hazret-i Allah'ın biricik Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-i, Allah sevgisine vasıta olduğu için, onu seven Allah'ı sevmiş olur. Dostun dostları da dosttur.
Bütün sevgiler Allah sevgisi ile bütünleşince kemâle erer. Çünkü Muhabbetullah bütün sevgilerin kaynağıdır. Sevgiye vesile olabilecek bütün sıfatlar, O'nun Cemâl sıfatının tecellileridir.
İslâm inancı ise şudur:
"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir milletin; babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa, Allah'a ve Peygamber'ine muhalefet eden kimselere sevgi beslediklerini göremezsin." (Mücâdele: 22)
Hadis-i şerif'lerde şöyle buyuruluyor:
"Allah'ın düşmanlarını düşman bilmeyen, hakiki iman etmiş olmaz. Müminleri Allah için seven ve kâfirleri düşman bilen, Allah'ın sevgisine kavuşur."(Ahmed bin Hanbel)
"Allah-u Teâlâ'nın dostunu seven, düşmanına buğzedenin imanı kâmildir." (Ebu Davud)
"İsyan edenlere düşmanlık ederek, Allah-u Teâlâ'ya yaklaşın!" (Deylemi)
"Üç şey imanın lezzetini artırır:
Allah ve Resul'ünü her şeyden çok sevmek,
Kendisini sevmeyen müslümanı Allah rızası için sevmek,
Kâfirleri (onlar kendisini sevseler de) sevmemektir." (Taberani)
İşte iman ve sevgi budur. Kalpte küfür ehline karşı buğz ve düşmanlık taşımak imanın alâmetidir.
"Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa, Allah ile bir dostluğu kalmaz." (Âl-i imrân: 28)
Bu büyük tehdit, kâfirleri dost edinmedeki çirkinliğin çok büyük olduğunu gösteriyor. Çünkü küfrün kendisi çirkindir. Kâfiri dost edinen kimse de büyük bir çirkinlik yapmış olur.
"İbrahim'de ve onunla beraber olanlarda sizin için gerçekten güzel bir misal vardır. Onlar kavimlerine şöyle demişlerdi: 'Biz sizden ve sizin Allah'tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz de bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.'" (Mümtehine: 4)
Kâfirleri sevmek, Allah-u Teâlâ'yı sevmemektir. İki zıt şey, birlikte sevilemez. Bir kimse, seviyorum dese, fakat O'nun düşmanlarından yüz çevirip uzaklaşmazsa, bu sözüne inanılmaz.
"De ki: Ey kâfirler!
Ben sizin taptıklarınıza tapmam.
Benim taptığıma da siz tapmazsınız.
Ben de sizin taptığınıza aslâ tapacak değilim.
Benim taptığıma da sizler tapmıyorsunuz.
Sizin dininiz size, benim dinim banadır." (Kâfirûn: 1-6)
Bu hususta İslâm büyüklerinin beyanları da gayet açıktır.
İmâm-ı Rabbani Hazretleri buyururlar ki:
"Size gereken, emirlerinde ve yasaklarında ona (Resulullah Aleyhisselâm'a) tam tâbi olmaktır. Ona tabi olmak, ona karşı beslenen sevginin bir parçasıdır. Bir mısra:
'Seven odur ki, sevilene tâbi olur.'
Tam manası ile onu sevmenin âlameti odur ki: Onun düşmanlarına tam manası ile buğzedile ve onun şeriatına muhalif olanlara dahi, düşmanlık izhar edile. ...
Allah-u Teâlâ'nın ve Resûl'ünün düşmanı olan kâfirleri kendine düşman bilmelidir. İslâm düşmanlarını aşağı tutmalı, kıymetsiz ve rezil olmaları için uğraşmalıdır. O alçaklara hiçbir zaman ve hiçbir yerde saygı göstermemelidir! Onlarla görüşmemeli, hiç mi hiç buluşmamalıdır. O düşmanlara hep sert davranmak, elden geldiği kadar yüzlerini görmemek ve işe karıştırmamak lâzımdır!..
Şayet onlara müracaat zarurî bir durum alırsa, istemeyerek zorunlu kalmışçasına yapılmalıdır. Tıpkı; insanın kaza-i hacet (tuvalet ihtiyacı) zarureti gibi..." (Mektûbât; 165. Mektub)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Âyetlerimizi hükümsüz bırakmak için yarışırcasına uğraşanlar için de acıklı bir azap vardır." (Sebe: 5)
Âyet-i kerime'de geçen "Ricz", azabın gayet çirkini ve en murdarı mânâsına gelmektedir. Allah-u Teâlâ'nın âyetlerini çürütmek isteyen, hükümsüz bırakmak ve kendi arzusunu hüküm yerine koymak isteyenlerin bu cürümleri pek büyük olduğu için kendilerine verilen ceza da o nispette iğrenç ve acıklı olacaktır.
Bu gibi kimselere Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle cevap veriyor:
"Küfre varıp âyetlerimizi yalanlayanlar ise cehennem ehlidirler. Onlar o ateşte ebedî olarak kalacaklardır." (Bakara: 39)
Hiçbir şekilde oradan çıkmaları veya kurtulmaları bahis mevzuu değildir.
•
Abdullah bin Ebu Câfer -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Sizden cehennem ateşine en ziyade cesur olan kimse, sağlam bilgisi olmaksızın dini meselelerde fetva vermeye cesaret gösterendir." (C. Sağîr: 182)
Onlar kendilerine fetvâ için gelenlere akıllarına cazip olan şeyleri söylerler. Hazret-i Allah'ın ahkâmını inkâr eder, kendi zannını ahkâm yerine koyar ve halka fetva verirler. Gerçekten hakikatten mahrumdurlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Dillerinizin yalan yere vasfettiği şeyler hakkında 'Bu helâldir, bu haramdır.' demeyin. Çünkü Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz.
Allah'a karşı yalan uyduranlar ise iflâh olmazlar." (Nahl: 116)
Bir şeyin helâl veya haram olduğunu beyan etmek, peygamberler vasıtasıyla ancak Allah-u Teâlâ'ya mahsustur. Hüküm verme yetkisi sadece O'na aittir. İnsanların kendi görüş, anlayış ve mantıklarına göre rastgele hüküm vermeleri, Allah-u Teâlâ'nın haram kıldığı bir şeyi kendi cehalet ve heveslerine uyarak helâl kılmaları; Allah-u Teâlâ'nın hükmüne muhalefet etmektir, O'nun şeriatını tahrif, ahkâmını tağyir arzusundan başka bir şey değildir. Bu iddiaların her biri Allah-u Teâlâ'ya karşı uydurulmuş bir yalan ve iftiradır.
Hidayeti dalâletle değiştiren, sapıklığı satın alan bu iftiracılar her zâlimden daha zâlimdirler. Doğruyu yalanlamak, gerçeği reddetmek hiç şüphesiz ki Hakk'a karşı bir zulümdür, suçların da en büyüğüdür.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Allah'a karşı yalan uydurandan ve kendisine gelmiş olan doğruyu yalanlayandan daha zalim kim olabilir?
Cehennemde kâfirler için bir yer yok mudur?" (Zümer: 32)
Elbette vardır! Onların ebedî ikametgâhları cehennemden başka bir yer olmayacaktır.
Çünkü onlar çok kötü bir çığır açmışlar, beşeriyete çok kötü bir numune olmuşlar, kendi nefislerini de en acıklı azaplara maruz bırakmışlardır.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Allah'a karşı yalan uydurandan veya O'nun âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kim olabilir?
Zâlimler şüphesiz ki iflâh olmazlar." (En'âm: 21)
En büyük gadab-ı ilâhiye maruz kaldıkları husus, Allah-u Teâlâ'nın kesinlikle yasak etmiş olduğu şeylere "Allah-u Teâlâ böyle emrediyor." diye kendi zanlarını ortaya koymaya çalışmalarıdır.
Bilmeden veya kasten fetva verenler Allah-u Teâlâ'nın Âyet-i kerime'sini inkâr etmiş, kendi hükmünü âyet yerine koymuş olur.
İşte bunlar Hazret-i Allah'ı, dinini bırakmış, nefislerini ilâh edinmişlerdir. Bunlara uyanlar da Hazret-i Allah'ı, dinini bırakmış, bunlara tapmış olur.
Çünkü yahudi ve hıristiyan ulemâsı bir delile isnat etmeksizin birçok mesele ihdas ederek, dinlerinde haram olan şeye helâl, helâl olan şeye haram demişler, avam tabakası da bunları kabul etmişlerdir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i rableri olarak kabul ettiler. Oysa kendilerine, bir olan Allah'a ibadet etmeleri emredilmişti.
O'ndan başka ilâh yoktur. O, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir." (Tevbe: 31)
Bu Âyet-i kerime'nin manasını bizzat Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kendisi açıklamıştır.
Şöyle ki:
Daha önceleri hıristiyan olan Adiy bin Hâtim, boynunda gümüşten bir haç olduğu halde, İslâm hakkında bilgi edinmek niyetiyle Medine'ye gelmişti. Şüphelerini gidermek için Resulullah Aleyhisselâm'a bazı sorular sordu.
"Bu âyet bizi âlimlerimizi, rahiplerimizi rabler edinmekle suçluyor. Halbuki biz onları rabler edinmeyiz. Bunun mânâsı nedir?" dedi.
Resulullah Aleyhisselâm:"Onlar helâlı haram kıldılar, haramı helâl kıldılar. Siz bunu öylece kabul etmiyor muydunuz?" diye sorunca, Adiy "Evet böyledir." diye tasdik etti.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"İşte bu sizin onları rabler edinmenizdir." buyurdu. (İbn-i Kesir)
Allah-u Teâlâ'nın emrine ve hükmüne değil; onların görüşlerine, zan ve vehimlerine uydular. O'nun dinine ve Kitab'ına açıktan açığa muhalif olan hususlarda isyan ettiler. Haram kılınan şeyleri onların emriyle helâl gördüler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde onları:
"Allah'ın ve Peygamber'inin haram kıldığını haram saymayanlar." (Tevbe: 29)
"Hak dini kendilerine din edinmeyenler." olarak vasıflandırmaktadır. (Tevbe: 29)
İlâhî hükümler üzerine onların batıl fikirlerini tercih edip benimsemekle, onları mabud edinmiş oldular ve şirke düştüler.
Nasıl ki onlar Allah-u Teâlâ'nın emirlerini ve hükümlerini bırakıp rahiplerini, hahamlarını ve İsâ Aleyhisselâm'ı ilâh edindilerse;
"Allah tarafından kendilerine, yanlarında bulunanı doğrulayan bir Peygamber gelince, ehl-i kitaptan bir grup Allah'ın kitabını sanki bilmiyorlarmış gibi sırtlarının arkasına attılar." (Bakara: 101)
Âyet-i kerime'si ile haber verildiği üzere yahudi âlimlerinin bir kısmı da Tevrat'ı terkedip ondan yüz çevirdiler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde ehli kitaptan ve özellikle yahudilerin Tevrat hükümlerini bir tarafa itip kendi menfaatleri, arzu ve istekleri doğrultusunda hareket ettiklerinden haber vererek şöyle buyurmaktadır:
"Onların çoğunun günaha, düşmanlığa ve haram yemeye koşuştuklarını görürsün.
Yaptıkları şey ne kötüdür!" (Mâide: 62)
Günah demeden, haram demeden bâtıl yollarla halkın mallarını yiyerek bu hususta birbirleriyle yarışırlar.
Tevbe sûre-i şerif'inin 32. ve 33. Âyet-i kerime'lerinde ise şöyle buyuruluyor:
"Allah'ın nûrunu ağızlarıyla üfleyip söndürmek istiyorlar. Halbuki kâfirler hoşlanmasalar da Allah nûrunu mutlaka tamamlayacaktır." (Tevbe: 32)
Allah-u Teâlâ hakkı ve hakikati açığa çıkarmak, Tevhid'in nûrunu parlatmak, İslâm'ı yüceltmek ve aziz etmek istiyor.
Bunun açıklaması şudur:
"Dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamber'ini hidayet ve hak din ile gönderen Allah'tır. İsterse müşrikler hoşlanmasınlar." (Tevbe: 33)
İslâm dininin diğer dinlerden üstün olması sadece Asr-ı saâdet'e mahsus olmayıp, kıyamete kadar bu hüküm bâkidir. Bu bir vaad-i sübhânî'dir.
Hâlen de hak din bütün dinlere üstündür ve bütün dinlere hâkimdir.
Kelâmullah'ın ahkâmını iptal ve tekzib için her neye teşebbüs ettilerse de hiçbir hükmünü değiştiremediler, hiçbir harfini kaldıramadılar.
Her ne kadar Nûr-i İlâhî'yi söndürmeye çalıştılarsa da, Allah-u Teâlâ karşılarına hakikat ehlini çıkardı, emellerine muvaffak olamadılar. Nûr zulmeti söndürdü, hakikat dalâleti dağıttı. Asırlar boyunca bu hep böyle oldu.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz, ona insanlar arasında bir nûr verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayan kimse gibi olur mu hiç?
Kâfirlere yaptıkları böylece süslü gösterilmiştir." (En'âm: 122)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Onların çoğu Allah'a iman etmişler, fakat müşrik olarak yaşarlar." (Yûsuf: 106)
Bu Âyet-i kerime çok incedir. Daha evvel geçmişti amma çok mühim olduğundan, imana taalluk ettiğinden arz ediyoruz.
Niçin şirk içindedir?
Çünkü; müslüman gibi görünürler, iman etmiş görünürler fakat içlerinde iman yoktur.
Nefisleri peşinden giderler, şeytanın yolunda yürürler. Böylece Hazret-i Allah ve Resul'ünün dinine karşı gelir, emir ve nehiylerini alaya, hafife alır, tiksinip hoşlanmazlar.
Ebu Said-i Hudrî -radiyallahu anh-den rivayet edilen Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:
"Sizin aranızda öyle zümreler türeyecektir ki; siz onların namazlarının yanında kendi namazlarınızı, oruçlarının yanında kendi oruçlarınızı, iyi işleri yanında kendi iyi işlerinizi küçük göreceksiniz. (Yani onların yaptığı işler dıştan sizinkinden üstün gibi görünecektir.)
Onlar Kur'an da okuyacaklar. Fakat Kur'an(ın) feyzi onların boğazlarından öteye geçmeyecektir. (Yalnız dilde kalacaktır.) Nitekim onlar, okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkacaklar. Okun sahibi (avı delip geçen) okun demirine bakar (kana benzer) bir şey göremez. Sonra ağaç kısmına bakar, bir şey göremez, yelesine bakar, orada da bir kan izi göremez. Daha sonra (Acaba ava dokunmadı mı?) şüphesiyle, kirişe gelen ve fok denilen çatal yerine bakar, orada da bir iz göremez." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1783)
Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerden anlaşılıyor ki bunların yaptıkları dine hizmet değil, din-i mübini parçalamaktır.
"Ey iman edenler! Allah'tan korkun! Eğer imanınızda gerçek iseniz, fâizden arta kalanı bırakın almayın.
Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah'a ve Peygamber'ine açılmış bir savaş olduğunu bilin. Eğer fâiz almaktan tevbe ederseniz, ana paranız yine sizindir. Böylece ne kimseye haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz." (Bakara: 278-279)
Hazret-i Allah "Fâiz haram" buyururken, birileri alenen Âyet-i kerime'yi inkâr ediyor, karşı geliyor kimsenin kılı kıpırdamıyor... Hazret-i Allah'a mı iman edeceksin, bu sözü söyleyene mi? İmamına mı, önderine mi? "Hüküm Hazret-i Allah'ındır!" Ama dinleyen yok. "Hayır! Helâl" der, şimdi bunu diyen müslüman görünüyor amma dedi. İşte müşrik olarak hayat yaşıyor, farkında değil.
"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" (Furkân: 43)
Bu Âyet-i kerime'ye bir bak! Durum ne kadar vâhim. Hazret-i Allah'ı bilemeyişimizden, tanıyamayışımızdan, kalbimizde O'ndan başka her şeye yer var, ama O yok.
Bilerek, bilmeyerek Hazret-i Allah'a karşı geldiğimizin, O'nu gadaplandırdığımızın hiç farkında değiliz. Uydum kalabalığa gidiyoruz. Nereye gittiğimizi de bilmiyoruz.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Ümmetim üzerine öyle bir zaman gelecektir ki İslâm'ın yalnız ismi, imanın resmi, Kur'an'dan ise harf ve hurufat kalacak.
Gayretleri mideleri, dinleri para, kıbleleri karıları olacak. Onlar aza kanaat etmeyecekler, çok ile de doymayacaklar."
O devir bu devir. Âhir zaman, seyyiat zamanı, Allah'ım korusun! Hidayetimizi artırsın, imanımızı kemâlleştirsin inşallah.
Allah-u Teâlâ bizi hudutlarla çevirmiştir. Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah'a tevbe edenler, ibadet edenler, hamdedenler, oruç tutanlar, rüku ve secde edenler, iyiliği teşvik edip kötülükten vazgeçirmeye çalışanlar ve Allah'ın hududunu koruyanlar... İşte bu müminleri müjdele!" (Tevbe: 112)
Nasıl ki her memleketin bir hududu, her kanunun bir hududu varsa, bu da Allah-u Teâlâ'nın çizdiği bir huduttur. Bu huduttan çıkıp inkâr eden, İslâm dâiresinden çıkmış olur.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Bu hükümler Allah'ın hududlarıdır. Kim Allah'ın hudutlarını aşarsa, kendine yazık etmiş olur." (Talâk: 1)
O'nun hükmü karşısında mahlûkun hiç hükmü yoktur.
İmanı ve İslâm'ı kabul etmeyen kimse apaçık kâfirdir. Artık onu İslâm kardeşliğinin içerisine dahil etmek, müslüman demek, Allah-u Teâlâ'nın Âyet-i kerime'lerini inkâr etmek demektir.
"Bir kimse müslüman kardeşine fısk ve küfür isnad etmesin. Zira o kimsede bu haller yoksa, sözler sahibine döner." (Buhârî)
Hadis-i şerif'i mucibince inanan bir müslümana küfür isnat etmek insanı küfre götürdüğü gibi, iman dairesinde olmayan bir kâfiri iman hudutları içine koymak da insanı küfre götürür. Neden küfre götürür? Karşıdaki alenen küfrettiği halde İslâm dairesine sokmak istediği için, bile bile söylediği için, Allah-u Teâlâ'nın koyduğu hudutları kaldırdığı için.
Onların dediği olsaydı Allah-u Teâlâ'nın; melekler ve peygamberler göndermesine, kitaplar salmasına lüzum kalmazdı. Bunların inişi, iman ile küfrün ayrılmasıdır.
Onlar ise iman ile küfrü birleştirmeye çalışıyorlar.
"Kim Allah'a ve Resul'üne iman etmezse, bilsin ki biz kâfirler için çılgın bir ateş hazırlamışızdır." (Fetih: 13)
Cenâb-ı Hakk, Kelâm-ı kadim'inde şöyle buyuruyor:
"Yazan, Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin, yazsın!" (Bakara: 282)
Âyet-i kerime'si mucibince hiçbir şekilde yazmaktan, hakikati söylemekten çekinmedik;
"Hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar." (Mâide: 54)
Âyet-i kerime'si mucibince de hiçbir kınayıcının kınamasına aldırmadan ilâhî hükümleri olduğu gibi tebliğ etmeye çalıştık. Bizâtihi Zât-ı âlileri;
"Bu tebliği yapmakla ben de kendimi kurtarmak istiyorum. İlâhî huzura çıktığımda: 'Onlara karşı ne gibi bir müdahalen oldu?' denildiği zaman: 'Yâ Rabbel-âlemîn! Senden korktuğum için, sana sığınarak; elimden geldiği, gücümün yettiği kadar dinden sapanlarla mücadele ettim! Senin dinini, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Sünnet-i seniye'sini zedelemek isteyenlerin üzerine amansızca gittim!' diyebileyim." buyurmuşlardır.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah öyle bir Allah'tır ki kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. Müminler yalnız Allah'a dayanıp güvensinler." (Teğabün: 13)
Allah-u Teâlâ şerefi en üstün olan Şerif'tir, azameti en yüce olan Azîm'dir, hilmi en mükemmel olan Halîm'dir, ilmi en mükemmel olan Âlim'dir. Her türlü şeref ve yücelikte mükemmelin kendisidir. O'ndan başkası için bu sıfatlar kullanılmaz.
"Gücünüzün yettiği kadar Allah'tan korkun. Dinleyin, itaat edin, kendi iyiliğinize olarak mallarınızdan infak edin. Kim nefsinin mala olan hırs ve cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Teğabün: 16)
Hiçbir gayemiz ve maksadımız olmaz, fakat hakikati söylemekten de hiçbir zaman geri kalmayız.
Bütün gayemiz Allah-u Teâlâ'nın emir ve hükümlerinin mevcudiyetinin, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Sünnet-i seniye'sinin varlığının dimdik ayakta durmasıdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"De ki: Hak geldi, bâtıl zâil oldu. Çünkü bâtıl yok olmaya mahkûmdur." (İsrâ: 81)
Eğer ilâhî hükümlere uymazsanız artık suçu kendinizde arayın.
"Resul'üm! De ki: 'Allah'a ve Peygamber'e itaat edin.' Şayet yüz çevirirlerse şüphesiz ki Allah kâfirleri sevmez." (Âl-i imrân: 32)
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz'in bu husustaki bir hutbeleri ne kadar arza şayandır:
Şöyle buyurmuşlardır:
"Ey insanlar! Sizden önce helâk olanlar, günahlara dalmaları, yol göstericilerinin ve dinde derinleşen âlimlerinin de onları men etmemeleri yüzünden helâk olmuşlardır.
Onlar günah işlemeyi aralıksız sürdürüp, diğerleri de onları men etmeyince, kötü bir sonuç onları yakalayıvermiş, başlarına cezalar gelmiştir.
Öyleyse onlara gelen azabın bir benzeri sizin başınıza gelmeden önce iyilikle emredin, kötülükten de men edin.
Bilmiş olun ki iyilikle emretmek ve kötülükten men etmek; ne rızkı keser, ne de eceli yaklaştırır." (İbn-i kesir)
Allah-u Teâlâ ehl-i kitaptan birçoklarının günaha ve harama koşuştuklarını beyan ettiği gibi; onların isyana dalmalarını, haram yemelerini gördükleri halde susarak bu kötülüklerden menetmeyen ileri gelenlerini ve âlimlerini kınamaktadır:
"Rabbaniler'in ve Ahbar'ın onları günah söz söylemekten ve haram yemekten men etmeleri gerekmez miydi?
İşledikleri sanat ne kötüdür!" (Mâide: 63)
Dini dünyaya âlet edip, her türlü isyan ve küfre dalanlara müdahale edilmezse, herkes bu Âyet-i kerime mucibince mesuliyet altına girer.
Kur'an-ı kerim'de; yol gösteren, uyaran, doğruyu telkin eden, Hakk'a iletip Hakk ile hüküm veren, Hakk'tan yana irşat vazifesini yerine getiren âlimlere Rabbanî denilmiştir. Onlar Hakk'ın muallimleridirler. Ahbar ise dinde derinleşen, geniş bilgisi olan fakihler demektir.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- "Bu âyetten daha çok ihtar edici âyet yoktur." buyurmuştur.
Bazı müfessirler ise "Kur'an-ı kerim'de âlimlere hitap eden Âyet-i kerime'ler içinde en şiddetlisi ve en korkutucusu budur." demişlerdir.
•
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde geçmişte yaşamış milletlerin aralarında, bozgunculuk yapanlara mani olan kimselerin çok az bulunmuş olduğunu haber veriyor:
Sizden önceki asırlarda faziletli kimselerin yeryüzünde bozgunculuğu önlemeye çalışmaları gerekmez miydi?
Ancak onlar arasından kendilerini kurtardığımız pek az kişi böyle yaptı.
Zulmedenler ise, kendilerine verilen refahın peşine düştüler. Zaten onlar günahkâr idiler." (Hûd: 116)
Âyet-i kerime'de az kişinin kurtulduğu haber veriliyor. Yani yapan kurtuldu, yapmayan kurtulmadı.
Abdullah bin Mes'ud -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Benden önce Allah'ın gönderdiği her peygamberin mutlaka ümmetinden havarileri ve ashâbı olmuştur. Bunlar onun sünnetiyle amel ederler, emirlerini de yerine getirirlerdi.
Sonra onların ardından öyle kötü nesiller zuhur etmişti ki, yapmadıklarını söyleyip, kendilerine emredilmeyen şeyleri de yapmışlardır.
Kim bunlara karşı eliyle cihad ederse o mümindir. Kim onlara karşı diliyle cihad ederse o da mümindir. Kim de onlara karşı kalbiyle cihad ederse o da mümindir. Amma bunun ötesinde bir hardal tanesi iman yoktur." (Müslim: 50)
Geçmiş ümmetlerden pek az kimse yeryüzünde fesat çıkarmayı engellediler ve kurtuldular.
Diğerleri ise dünyevi lezzetlere daldılar, isyan edip yoldan çıktılar, diğerlerinin ikaz ve irşatlarına kulak asmadılar, sonunda da beklemedikleri bir anda azap başlarına geliverdi.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Halkı ıslah olmuş (salih ve ıslahtan yana) kimseler olsaydı, Rabb'in o memleketleri haksız yere helâk edecek değildir." (Hûd: 117)
Allah-u Teâlâ Âdil-i kerim'dir. Halkı ıslah olmuş, hakka hukuka riayet etmiş olan beldeleri felaketlere uğratmaz, hak etmeden helâk etmez, böyle bir ihtimal yoktur.
Çünkü Âyet-i kerime'sinde:
"Rabb'in kullarına zulmedici değildir." buyuruyor. (Fussilet: 46)
Bu vazife herkesindir, herkese şamildir, yapmayan mesuldür.
Taif'te yaşamış olan Sakif kabilesinden bir heyet Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e gelerek biât etmek için bazı imtiyazlar vermesini istemişlerdi.
Şöyle diyorlardı:
"Namazda rüku ve secdeler için eğilmeyeceğiz, zekat ve cihadla mükellef olmayacağız. Putlarımızı kendi ellerimizle kırmayacağız. Ona tapınmaksızın lât adındaki puttan bir yıl faydalanmamıza müsaade edeceksin. Şayet Araplar 'Onu niçin böyle yaptın?' diye soru soracak olurlarsa 'Böyle yapmamı Allah bana emretti.' deyiverirsin."
İstedikleri imtiyazları Resulullah Aleyhisselâm'ın kendilerine vereceğini umarken Allah-u Teâlâ şu Âyet-i kerime'yi nazil buyurdu:
"Neredeyse onlar sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı uydurman için akıllarınca seni bile fitneye düşürecek ve o takdirde seni samimi bir dost edineceklerdi." (İsrâ: 73)
"Eğer biz sana sebat vermemiş olsaydık, neredeyse onlara birazıcık meyledecektin." (İsrâ: 74)
"Ve o takdirde sana hayatın da ölümün de sıkıntılarını kat kat tattırırdık. Sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın." (İsrâ: 75)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in, Sakif'lilerin istedikleri imtiyazı vermesi halinde dünya azabının da ahiret azabının da kendisine kat kat tattırılacağını bildirmesi; önder durumundaki kişilerin işledikleri suçun çok büyük olacağını, dolayısıyle bu gibi suçların cezalarının da büyük olacağını göstermektedir.
Âyet-i kerime'ler Resulullah Aleyhisselâm'ın şahsında, iman ve İslâm esaslarını muhafaza bakımından ümmetine büyük dersler vermektedir. Allah-u Teâlâ'nın hükümlerini küçümseyip önemsememenin ne kadar büyük tehlike doğuracağına, böyle bir sapıklığa cüret eden bir kimsenin dünyada da ahirette de çok ağır bir ceza göreceğine işaret edilmektedir.
Ayrıca müslümanların bu gibi Hazret-i Allah'a ve Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e isyan edenlere karşı susması, onlara hoş bakması da bu kapsama girer. Bu unutulmamalıdır.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Böylece onlar kıyamet gününde hem kendi günahlarını tam olarak yüklenirler, hem de bilgisizce saptırdıkları kimselerin günahlarının bir kısmını yüklenirler.
Dikkat edin! Yüklendikleri yük ne kötüdür." (Nahl: 25)
Yani onlar her ne kadar başkalarının günahlarını yüklenemeyeceklerse de, iki katı bir azap yüklenmekten kurtulamayacaklardır. Birincisi kendi sapıklıklarının vebali, ikincisi de önderlik edip saptırdıkları kimselerin yükü. Sapanla saptıran azapta ortaktırlar. Birisi öbürünü saptırmış, öbürü de onun saptırmasına boyun eğmiştir. Böylece günahı ikisi beraberce yükleneceklerdir. Bu da tek başına iyi niyetin yetersizliğini göstermektedir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Onlar kendi yüklerini, kendi yükleriyle beraber daha nice yükleri taşıyacaklar ve uydurdukları şeylerden kıyamet günü mutlaka sorguya çekileceklerdir." (Ankebût: 13)
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri iman ile küfrü, inananlarla inanmayanları birbirinden kesin olarak ayırmıştır. Dünyada ayırdığı gibi, ahirette de inananların saâdete, inanmayanların felâkete uğrayacaklarını haber vermiştir.
Âyet-i kerime'de:
"İman ile küfür birbirinden kesin olarak ayrılmıştır." buyuruluyor. (Bakara: 256)
İslâm'ın hak din olduğu, imanın insanı aydınlığa çıkardığı; küfrün ise sapmışlık olduğu, insanları karanlıklarda bıraktığı apaçık ortadadır.
İman nûru ile münevver olan "Hakikat ehli", iman yolunu seçtiği için dünya saâdetine ahiret selâmetine kavuşacak; küfür karanlığında kalan "Dalâlet ehli" ise dünyada ve ahirette cezasını çekecektir.
Kim ki iman ile küfrü karıştırmaya kalkarsa kendileri küfre daldıkları gibi inananları da küfrün içine daldırmaya çabalıyor demektir.
Hazret-i Allah'ın dostluğu, yardımı, inayeti iman edip, Hakk yolda yürüyenler ve Hakk'ı savunanların üzerinedir.
"Allah iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan kurtarıp nûra çıkarır." (Bakara: 257)
Küfrün ve müdafilerinin dostları ise tağuttur. Onlar nûra değil, nâra götürürler.
"İnkâr edip kâfir olanların dostları ise Tağut'tur. Onları nûrdan alıp karanlıklara götürür. İşte onlar cehennemliklerdir, orada ebedî kalacaklardır."(Bakara: 257)
İmanın nûr ile ifade edilmesinden daha derin ve şümullü bir tabir bulunamaz. Küfrün ise zulümat ile ifade edilişi de aynıdır. Hakk'ın nûrundan başka bütün yollar hiç şüphe yok ki zulümatın tâ kendisidir.
Allah-u Teâlâ hiçbir müminin kendi yolundan başka yollara gitmesine asla izin vermez.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Allah ve Peygamber'i bir işe hüküm verdiği zaman, mümin bir erkekle mümin bir kadın için artık o işte kendi arzularına göre seçme hakkı yoktur. Allah'a ve Peygamber'ine baş kaldırıp isyân eden kimse hiç şüphesiz ki apaçık bir şekilde sapıklığa düşmüş olur." (Ahzab: 36)
Daha evvel de arz ettiğimiz bu Âyet-i kerime hususi bir hadise hakkında nâzil olmakla beraber hükmü umumidir. Buradaki emir ve talimat kıyamete kadar geçerlidir.
Bütün bu beyanlarımız bir kişinin kurtulması içindir, belki Allah-u Teâlâ bir kişiye hidayet verir. Yoksa O'nun nur vermediğine hiç kimse hidayet veremez.
Gayemiz iman kurtarmaktır. Hazret-i Allah'a ve Resul'üne dâvet etmek ve iman esaslarının ne olduğunu duyurmaktır. İmanın ne kadar hassas olduğunu arz etmektir.
"Allah'ın hidayet edip doğru yola sevk ettiği kimse doğru yolu bulmuştur." (A'raf: 178)
Dünya saadetine, ahiret selametine ancak hidayet sayesinde erişilir. Kul; iradesini imana sarf ettikçe, hidayet arzusunda bulundukça, o yolda yürüdükçe Allah-u Teâlâ hidayetini de artırır.
"Hidayeti kabul edenlere gelince, Allah onların hidayetini artırmış ve onlara takvâ yollarını ilham etmiştir." (Muhammed: 17)
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Onlar hidayeti verip sapıklığı, mağfireti bırakıp azabı satın almış kimselerdir. Ateşe ne kadar da dayanıklıdırlar!" (Bakara: 175)
Ateşe hiç kimsenin dayanması mümkün olmadığı halde, Allah-u Teâlâ'nın onlara dayanıklılık isnad etmesi, onlarla alay etmek, rezil etmek içindir. Ateşe götürecek günahlar yapmakta ne kadar sabırlılık gösteriyorlardı, ebedî olarak ateşte yanmak için neler neler yapıyorlardı.
Kendilerine şöyle denilecektir:
"Girin oraya! İster dayanın ister dayanmayın, sizin için birdir." (Tûr: 16)
Dayansalar da dayanmasalar da netice değişmeyecektir. Bu acılar çekilecek, bu işkencelere katlanılacak, bu mutlaka böyle olacaktır.
Hak kendisine gelmişken, hakikatler bütün açıklığı ile duyurulmuşken; vurdumduymaz olmak, yüz çevirmek, umursamamak hiç şüphesiz ki büyük bir zulümdür.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Allah'a karşı yalan uydurandan veya hak kendisine gelmişken onu yalanlayandan daha zâlim kim vardır?" (Ankebût: 68)
Bu gibi kimseler bütün zâlimlerden daha zâlimdirler.
"Cehennemde kâfirlere barınacak yer mi yok?" (Ankebût: 68)
Onlar hakkı reddettikleri halde cehennemde barınmayacaklar mıdır?
İnanan bir mümin için hidayete ererek dünya saadetine ve ahiret selâmetine nail olmaktan daha büyük bir lütuf tasavvur edilemez.
Binaenaleyh ihsan olunan hidayet-i ilâhinin muhafaza ve bekası için ısrarla Rabb'ül-âlemin'e iltica edilmelidir:
"Ey Rabb'imiz! Bizi doğru yola hidayet ettikten sonra kalplerimizi saptırıp döndürme. Bize kendi nezdinden bir rahmet ver. Şüphesiz ki bağışı en bol olan sensin." (Âl-i imrân: 8)
Allah-u Teâlâ'nın dininden söz edebilmek için ancak O'nun indirdikleriyle hükmetmek gerekir. Çünkü O'nun hükümranlığının tecellisi budur.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Kim Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerdir." (Mâide: 44)
"Kim Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, işte onlar zâlimlerdir." (Mâide: 45)
"Kim Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, işte onlar fâsıklardır." (Mâide: 47)
Allah-u Teâlâ bu ilâhî beyanlarında kendi indirdiğiyle hükmetmeyenlerin "Kâfir", "Zâlim", "Fâsık" olduklarını belirtmektedir. Bu ilâhî hükümleri bırakıp, kendisinin veya başkalarının ortaya koyduğuyla hükmeden bir kimse bu üç suçu da işlemiş olur.
Önce O'nun indirdiğini reddetmekle küfür suçu işlemiştir. İkinci olarak O'nun hükümlerini çiğnemekle zulüm suçunu işlemiştir. Üçüncü olarak ise sapmakla fâsık olmuştur.