Akademik târihçiliğin ortaya çıktığı ve gelişmeye başladığı XIX. yüzyıldan günümüze kadar, Osmanlı Devleti'nin kuruluş devri hakkında yazılıp söylenenler basit ve kısır tahminlerden öteye geçememiş; târih metodolojisini yeterince bilmemenin, hattâ başından beri yanlış yönde şekillendirmenin tabii bir neticesi olarak da, bugüne dek Osmanlı Devleti'nin kuruluşu meselesi çözümlenememiş büyük bir problem olarak kalmaya devâm etmiştir.
Târihin hangi devri hakkında olursa olsun, bir bilim olan "târih"in temel dayanakları bilgi, bulgu ve belgeden ibâret olduğu hâlde, son iki asırdır Osmanlı Devleti'nin kuruluşunu kaleme alanların hemen hepsi, sanki bir roman ya da edebî bir metin yazıyormuşcasına dâimâ kendi zihinlerinde canlandırdıkları ve iç dünyâlarında keyiflerine göre şekillendirdikleri hayâl ürünü fantazilerini "târih" diye araştırmacıların önüne koymuşlardır.
İşte Abbâsîler'in iktidâra gelmesiyle birlikte, beş buçuk asrı aşkın bir süre tüm İslâm âleminin hilâfet merkezi olarak kalan Mısır'la Osmanlılar arasındaki bilinmeyen büyük ilişki de, ileride bir cihan devletine dönüşecek olan Osmanlılar'la Anadolu Selçuklu Devleti arasındaki bağlantının mâhiyetini ve kuruluş devri Osmanlı pâdişahlarının o târihlerde kendilerini nasıl bir çizgide gördüklerini ortaya koymakta; bugüne kadar sis perdesi altında kalmış çok büyük târihî gerçeklerin kapısını aralamaktadır.
Osmanlı Devleti'nin özellikle kuruluş devrinde, Osman Gâzî döneminde hilâfet merkezi Mısır'la arasında herhangi bir bağlantı bulunup bulunmadığı meselesi bugüne kadar hiç kimsenin dikkatini çekmemiş, bu yüzden konu üzerinde ciddî herhangi bir araştırmaya da girişilmemiştir. Oysa bu konuda elimizde, tümü bizzat Osmanlı Devleti'nin kuruluş devrine âit çok sayıda târihî kanıt ve materyal mevcuttur.
Osman Gâzî devrinin büyük mutasavvıfı Âşık Paşa'nın kaleminden çıktığını tespit ettiğimiz ve daha adından o asırda yazıldığı açıkça anlaşılan "Târîh-i İbtidâ'-i Âl-i 'Osmân" (Osmanoğulları'nın Kuruluş Târihi) adlı kısa risâlede;(1) bir görgü şâhidi olarak müellif, son Selçuklu sultânı III. 'Alâeddin Keykubâd'ın Dil İskelesi (Bapheus) Savaşı'ndan sonra Osman Gâzî'ye, Mısır sultânının hazînesinden gelme, üçüncü İslâm halîfesi Hazret-i 'Osmân'a âit bir kılıç gönderdiğine ilişkin şu ilginç göndermeyi yapar:
"'Abdü'l-'azîz Sultân 'Alâ'ü'd-dîn katına geldi, ahvâli diyuvirdi, Sultân 'Alâ'e'd-dîn şâz oldı; şükr idüb, Mısır sultânından bir kılıc gelmiş idi, Emîrü'l-mü'minîn 'Osmân'uñ idi, aña gönderdi, istiklâlî ol vilâyeti aña ısmarladı."(2)
XV. yüzyıl Osmanlı müverrihlerinden yalnız Oruç Beg'in kullandığı bu rivâyet, en geç 1302 yazı sonlarında veyâ sonbaharında, Selçuklu Sultânı Alâ'eddîn'in Bizans ordusunu tek başına mağlup eden "sipehbüd-i diyâr-ı uc" Osman Beg'e, Mısır sultânı'nın daha önce kendisine gönderdiği Hazret-i 'Osmân -radiya'llâhu 'anh-e âit bir kılıcı vezîri Abdülazîz'le birlikte gönderdiğine vurgu yapmaktadır. Sultan 'Alâ'e'd-dîn'in yeğeni ve mâliye bakanı olan Abdü'l-'azîz el-Müstevfî'nin gerçek târihî bir şahsiyet olduğu, çağdaş Selçuklu müellifi Kerîmüddîn Aksarâyî'nin "Müsâmeretü'l-Ahbâr"ındaki kayıtları ışığında kesinlik kazanır.(3)
Rivâyette kılıcın özellikle Osman Gâzî'ye gönderilmesi kadar dikkati çeken diğer bir önemli nokta, Selçuklu sultânı'nın fethettiği alanı Osman Gâzî'ye "istiklâlî" olarak bağışlamasıdır. Biz, yine çağdaş başka bir görgü şâhidi olan ünlü İlhanlı vezîri ve târihçisi Hamdullah el-Müstevfî'nin bir kaydından biliyoruz ki, çok geçmeden Gâzân Hân'la arası açılan Sultan 'Alâ'eddîn makâmından uzaklaştırılıp sürgüne yollanacak ve bundan sonra Anadolu Selçukluları'ndan "saltanat" hükmü kalkacaktır.(4)
Son Selçuklu sultânının kılıcı neden başka bir uç beyine değil de Osman Gâzî'ye gönderdiği sorusunun cevâbını başka bir çalışmaya bırakmakla birlikte, biz bugün Topkapı Sarayı Müzesi'nde gerçekten de "Halîfe Osmân bin Affân'ın kılıcı" diye teşhire sunulan, ancak mevcut kayıtların delâletiyle Hazret-i Osman'a mı, Osman Gâzî'ye mi âit olduğu bir türlü anlaşılamayan bir kılıcın(5) var olduğunu çok iyi biliyoruz. Şimdiye kadar dikkatlerden kaçan bu kayıt, kılıcın kime âit olduğunu çözümlemeye çalışan ve iki büyük târihî şahsiyet arasında kalıp, kendisini bunlardan birini seçmek zorunda sanan araştırmacılara aradıkları cevâbı vermektedir; yâni Selçuklu sultânı'nın 'Osmân Gâzî'ye gönderdiği kılıç olması kuvvetle muhtemel bulunan bu kılıç, yukarıdaki rivâyete göre aslında bu iki büyük İslâm büyüğünün her ikisine de, yâni hem Hazret-i 'Osmân -radiyallâhu anh-e, hem de Osmanlı Devleti'nin kurucusu 'Osmân Gâzî'ye âittir.
Bu kılıcın bir yüzünde, Kâşgarlı Mahmûd'un "Dîvân-ı Lugâti't-Türk"ünde ve Reşîdü'd-dîn'in "Câmi'u't-Tevârîh"inde gördüğümüz "IYI" şeklindeki "Kayı damgası" yer alır ki; yukarıdaki rivâyet dikkate alındığında, bu damganın kılıcı teslim alan Osman Gâzî tarafından vurulduğu kendiliğinden anlaşılır.(6) Dolayısıyla bu kılıç, 'Osmân Gâzî'nin ve Osmanlı Devleti'nin temellerini atan ilk Türkmenler'in, Osmanlı rivâyetlerinde açıkça belirtildiği üzre Kayı boyuna mensup olduklarınının da kesin bir kanıtıdır.
Âşık Paşa'nın Selçuklu merkezî yönetimi, Mısır ve Batı Anadolu uç beylikleri ile yakından alâkadar olduğunu gösteren târihî kayıtlar ve rivâyetler göz önünde bulundurulduğunda; onun Mısır Sultânı, Alâ'eddîn Keykubâd ve Osmanlı uç yönetimi arasındaki gelişmeleri menkıbevî bir üslûpla aktardığı yukarıdaki rivâyet güvenilir bir târihî zemine oturmaktadır.
Peki 'Alâ'eddîn Keykubâd'ın 'Osmân Gâzî'ye gönderdiği kılıç daha önce kimin elindeydi ve Mısır sultânına nasıl intikâl etmişti?
İşte bu sorunun cevâbı, berâberinde bir çok sorunun ve hepsinden önemlisi kılıcın 'Osmân Gâzî'ye hangi amaçla verildiği, daha açık bir ifâdeyle; yıkılmak üzre olan bir devletin başında bulunan Sultân'ın, bu kılıcı göndermekle 'Osmân Gâzî'ye nasıl bir târihî misyonu yüklemek istediği sorusunun cevâbını da vermiş olacaktır.
Âşık Paşa rivâyetindeki bilginin doğruluğunu, şimdi üzerinde duracağımız Orhan Gâzî'ye âit nâdir bir sikkenin, bilinmeyen pek çok târihî gerçekle birlikte tartışmasız bir biçimde ortaya çıkardığını göreceğiz.
Günümüz araştırmacılarının birçoğunun, eldeki sayısız târihî materyale rağmen, kuruluşla ilgili meseleleri hâlâ kendi kuruntuları doğrultusunda çözümlemeye çalıştıklarını belirtmiştik. İşte Mısır, Selçuklu ve kuruluş Osmanlı'sı arasındaki bu ilişkiler üçgeninin mâhiyetini kuvvetle çözmemizi sağlayacak Orhan Gâzî'ye ait önemli bir sikkenin varlığı, hâl-i hazırda târihçilerin çoğunun varlığından haberdar dahî olmadıkları bu mühim delillerden bir tânesidir.
Bahsettiğimiz sikke, Orhan Gâzî tarafından Bursa'da bastırılmış olup târihli ve târihsiz çeşitli versiyonlarına rastlanmaktadır. Bu sikkelerin bulunan ilk örnekleri, ilim âlemine ilk kez Şerafettin Erel tarafından duyurulmuş(7) ve bunu İbrahim Artuk'un(8) ve Cengiz Babacan'ın(9) sikkeleri analiz etmeye ve yeni örneklerini neşretmeye yönelik iki makâlesi tâkip etmiş; ancak târih câmiâsından hiç kimse bunları dikkate alıp da târihçi gözüyle değerlendirmemiştir. Bizim burada örnek olarak üstünde duracağımız sikke örneği, daha önce Şerafettin Erel tarafından yayınlanmış olan sikkenin bir benzeridir. Yukarıdaki Mısır'dan gönderilmiş Hazret-i 'Osmân'a âit bir kılıcın son Selçuklu sultânı tarafından 'Osman Gâzî'ye teslim edildiğini gösteren Âşık Paşa rivâyetini doğrulayacak şekilde, bu sikkenin bir yüzünde "Orhân bin 'Osmân", diğer yüzünde ise "el-İmâm Mustansır Bi'llâh" yazılıdır.
Sikkenin ön ve arka yüzlerinin okunuşu aynen şöyledir:
Orhan Gâzî'nin Bursa'da bastırdığı bu sikkedeki ifâdeler başka hiçbir beylik sikkesinde yer almaz. Bu da Orhan Gâzî'nin kendisini diğer beyliklerden daha üstün; İlhanlı hâkimiyetini tanımayıp, bastırdığı sikkelerde kendisini hilâfet makâmının onayladığı büyük bir "Sultân" olarak gören ve bunu açıkça ilân eden bir bey olduğuna ışık tutmaktadır. Sultan 'Alâeddîn'in gönderdiği kılıcın da bu mânâyı temsil ettiği son derece açıktır. Demek ki bu durumun farkında olan Orhan Gâzî, kendisini Rum sultanlığının, 1243 Kösedağ Savaşı'ndan sonra bağımsızlığını yitiren Anadolu Selçuklu Devleti'nden sonraki yegâne haklı vârisi olarak görüyor ve babasının zamanından beri bilindiği âşikâr olan bu misyonu, Türkmen beyleri arasında kendisinin temsil ettiğini sikkelerine yansıtmaktan çekinmiyordu. Bu, 1333 yılında gördüğü Orhan Gâzî'yi, "Seyâhat-nâme"sinde bize büyük bir "Sultân" ve "Türkmen hükümdarlarının en büyüğü, en güçlüsü ve mal ve asker bakımından en üstünü" olarak tanıtan İbn-i Battuta'nın tasvirlerine birebir uygun düşmektedir.(10)
Yine bir görgü tanığı olan müellifin Eğridir'de karşılaştığı, Mısır, Şam ve Irak'ta yetiştiğine işâret ettiği(11) ve Orhan Gâzî'nin oğlu Gâzî Süleymân Paşa adına bir "Tebâreke Tefsîri" kaleme alarak, mukaddimesinde onu: "Hüdâvendigâr-zâde'-i mu'azzam, Mâlik-i rikâbi'l-ümem, …Sultânü'l-guzât ve'l-mücâhidîn, Celâlü'l-milleti ve'd-dîn" olarak vasıflandıran(12) Ankara'lı Muslihu'd-dîn Mustafâ bin Mehmed'in varlığı da, Osmanlılar'ın zannedildiği gibi Mısır'a ve oranın kültürel alt yapısına yabancı olmadığına; asırlar boyu İslâm hilâfetinin merkezi olan bu coğrafyada yetişerek, oradaki siyâsî protokolü tüm canlılığıyla Osmanlı coğrafyasına aktaran büyük âlimleri bünyesinde barındırdığına ışık tutmaktadır. Babasını, hükümdarlığı Moğol tahakkümünden önceki son İslâm halîfesi tarafından tasdik edilmiş ve bu yüzden Moğollar'ın gücünü ve etkisini tamâmen kaybetmesiyle kendisini tüm İslâm âleminin önderi makâmına yükselmiş gören Orhan Gâzî'nin, Rumeli topraklarını sür'atle fethedip İslâm'laştıran oğlu Murâd Hüdâvendigâr da, Temmuz 1385 (Cemâziye'l-evvel 787) târihli vakfiyesinde ve yaptırdığı pek çok hayır eserinin kitâbesinde, bu misyonu yüklenmiş bir sonraki vâris sıfatıyla, haklı olarak kendisini: "Melik-i mülûki'l-'Arab ve'l-'Acem …Sultân İbnü's-Sultân Murâd bin Orhân" diye tanıtacak(13) ve zamanla bu unvan nesilden nesile geçerek, tüm Osmanlı pâdişahlarının değişmez vasfı olacaktır.
(1) Onun hakkında, bk. "Târihten Sayfalar: Osman Gâzî'nin 'Bapheus Savaşı' ve Osmanlı Devleti'nin Kuruluşunu Anlatan En Eski Osmanlı Kaynağı", Hakikat AİD, Ağustos/2009, s. 44-46.
(2) Krş. Âşık Paşa, "Târîh-i İbtidâ'-i Âl-i 'Osmân", Koyunoğlu Müze Ktp. nr.: 13821, vr. 4a; Süleymâniye Ktp. Ayasofya, nr.: 2705, vr. 71b.
(3) Kerîmüddîn Aksarâyî, "Müsâmeretü'l-Ahbâr fî Müsâyeretü'l-Ahyâr", s. 256, haz.: Osman Turan, TTK, Ankara, 1944.
(4) Hamdullah el-Müstevfî, "Târîh-i Güzîde", Süleymâniye Ktp. Fâtih, nr.: 4458, vr. 126a-126b.
(5) TSM, Env. nr.: 21/136.
(6) Bu damgadan, bizden önce araştırmacı Oktan Keleş de sözetmiş; ancak yukarıdaki rivâyetten habersiz olduğu için üzerindeki Kayı damgasını, eski tabâkat kitaplarında Türk olduğu belirtilen kılıç ustası Osman bin Talha'ya atfetmiştir.
(7) Şerâfettin Erel, "Nadir Birkaç Sikke", İstanbul, 1970.
(8) İbrahim Artuk, "Early Ottoman Coins of Orhan Ghazi as Confirmation of His Sovereignty", "Near Eastern Numismatics Iconography, Epigraphy and History", Studies in Honor of George C. Miles, s. 457-463. Beyrut, 1974.
(9) Dr. Cengiz Babacan, "Orhan Gazi'nin Abbasi Halifesi al-Mustansir'i Anan Gümüş Sikkeleri ve Bunların Tarih Taşıyan Üç Örneği", Türk Nümismatik Derneği Bülteni: Sevgi Gönül Hatıra Sayısı, s. 96 vd. İstanbul, 2005.
(10) İbn-i Battuta, "Tuhfetü'n-Nüzzâr", s. 308, bas.: Beyrut, 1960.
(11) İbn-i Battuta, "Tuhfetü'n-Nüzzâr", s. 288.
(12) Muslihu'd-dîn Mustafâ bin Muhammed, "Tefsîr-i Sûretü'l-Mülk", Süleymâniye Ktp. Hafîd Efendi, nr.: 479, vr. 107b.
(13) BOA, MMD, nr.: 162/5.