Muhterem Okuyucularımız;
Geçtiğimiz ay Sakarya'da yayınlanan bir yerel gazetede ve sonrasında ertesi gün ulusal bir gazetede yayınlanan haberlerde Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin kabri üzerinden bu Zât-ı âli'ye dil uzatılmıştır.
Bu bitmeyen garazın sebebi nedir?
Halbuki kendileri, hayatlarını İslâm hakikatlerini neşretmeye adamış, Allah ve Resul'ünün hükmünü beyan etmekten hiçbir zaman sarf-ı nazar etmemiş büyük bir âlim; İslâm kalesini yıkmaya çalışan güruhlarla mücadele eden büyük bir mücahid idiler.
Binaenaleyh bu Zât-ı âli'nin sevenleri olduğu gibi, sevmeyenleri de oldu. İslâm hükümlerini kendi zanlarına ve keyiflerine göre değiştirmeye çalışanlar rahat hareket edemez oldular. Bu Zât-ı âli'ye düşmanlık yapmak istediler. Bu düşmanlıklarına vefatlarında da devam ediyorlar. Nurlu kabirlerini dillerine dolamak istiyorlar. Halkın teveccühüne haset ediyorlar.
"(De ki: Sabahın Rabb'ine sığınırım.)
Düğümleri üfürüp büyü yapan büyücülerin şerrinden.
Haset ettiği zaman hasetçinin şerrinden." (Felâk: 4-5)
Önce 16 Eylül tarihinde yerel bir gazetede "Ömer Hoca'ya anıt mezar" başlığı ve "Geçen yıl vefat eden Hakikatçiler cemaatinin lideri Ömer Öngüt'ün Erenler Mezarlığı'ndaki mezarı türbeye çevrildi. Mezar 24 saat kamerayla izleniyor." spotu ile bir haber çıktı. Haberde bir de bir diyanet görevlisinin "Bir söz vardır kerameti kendinden menkul", "Söz konusu kimsenin evliya olup olmadığını da kimse tespit edemez.", "Kur'an-ı kerim'de Allah kendine iman edenlerin hepsini Allah dostu, veli olarak tanımlamıştır. Bu kişinin Evliya olduğunu nasıl tespit ederler? Komisyon mu kurmuşlar? Bilindiği üzere gerçekten keramet sahibi olanlar kerametini ifşa etmezler, bu ayıptır." şeklindeki ayıpları "Uyarı" ara başlığı altında takdim edildi.
Gerek gazetenin gerek bu din görevlisinin bu Zât-ı âli'ye düşmanlık yapmak isteyenlere alet olduğu görülüyor. Bu düşmanlığın arkasında kim olduğu, bunu yapanların kim olduğu ehlince ve bizce mâlumdur. Bunlar koyun postuna bürünen kurtlardır.
Bu haberin, ertesi gün ismi lâzım olmayan çıplak-ahlâksız yayını ile bilinen bir gazetede "Hakikat'en abartmışlar." başlığı ile yayınlatılması bu art niyetlilerin ne kadar büyük bir zillet içerisinde olduklarının da delili olmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın hikmeti, gazetede bu Zât-ı âli ile hiçbir alakası olmayan "İskender Evrenesoğlu" isimli kişinin resmi "Ömer Öngüt" diye basılmıştır. Ancak din görevlisiyim diye ahkâm kesenlerin böyle bir gazeteye demeç vermiş gibi neşredilmesi nasıl bir duruma düştüklerinin de acı bir göstergesi olmuştur.
Bu haberlerin arkasındakiler, gizlice düşmanlık yaptıklarını zannederler. Bunlar ehl-i iman gibi görünürler ancak içlerini kaplayan pislik sebebiyle bu tür gazeteleri kullanırlar.
Binaenaleyh bunların durumu budur.
Bu Zât-ı âli'nin kabrinin güzelliğini ve halkın teveccühünü hazmedemiyorlar, kendi akıllarınca hedef göstermek istiyorlar.
Halbuki bu zâtın mezarı kendi tapulu yeridir. Etrafı en güzel şekilde tezyin edilmeye çalışılmış olmakla beraber üzerinde bir yapı yoktur ve kanunların izin verdiği çerçevede çevre düzenlemesi yapılmıştır. Oysa üzerinde yapı bulunan onlarca mezar örneği verilebilir. Buradan da anlaşılıyor ki burada maksat bu Zât-ı âli'nin hatırasına düşmanlık ve halkın teveccühüne duyulan hasettir.
Hadis-i kudsî'de Hakk Celle ve Alâ Hazretleri buyurur ki:
"Velilerimden birisine düşmanlık eden kimseye ben harp ilân ederim." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2042)
Mevlânâ Celâleddin Rûmî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyuruyorlar:
"Kim Allah mumunu üflerse, O mum sönmez. Üfleyenin ağzı yanar."
Niçin? Çünkü o Hazret-i Allah'ın mumu. Hazret-i Allah ileriye sürmüştür.
Peygamber Efendilerimiz'in, Ashâb-ı kiram'ın, Evliyâullah Hazerâtı'nın, bil cümle sâlihlerin kabirleri ziyaret edildiğinde, ziyaret edilen kabir ehli düşünülür, çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Sâlihler düşünüldüğü zaman, Allah-u Teâlâ merhamet eder."
Allah-u Teâlâ, onları düşünene merhamet ediyor. Merhamet ettiği kulunun duâsını kabul buyuruyor.
İbn-i Abidin Hazretleri "Reddü'l-Muhtar" isimli kitabının önsözünde şöyle anlatıyor:
"İmâm-ı Şafii Hazretleri, İmâm-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri'ne karşı çok edepli, saygılı idi. 'Ebu Hanife ile bereketleniyorum. Onun kabrini ziyaret edip faydalara kavuşuyorum. Güç bir sual karşısında kaldığım zaman, iki rekât namaz kılıp, Ebu Hanife'nin kabrine gelerek onun yanında Allah-u Teâlâ'ya duâ ediyorum ve duâm hemen kabul olup isteklerime kavuşuyorum. Cevabı hemen hatırıma geliyor.' buyurmuştur."
Bilindiği üzere Hakikat Vakfı'nın ve dergimizin kurucusu Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri geçtiğimiz yıl Haziran ayında ahirete irtihal ettiler.
Kendileri, hayatlarını İslâm hakikatlerini neşretmeye adamış, Allah ve Resul'ünün hükmünü beyan etmekten hiçbir zaman sarf-ı nazar etmemiş büyük bir âlim; İslâm kalesini yıkmaya çalışan güruhlarla mücadele eden büyük bir mücahid idiler.
Hiç şüpheniz olmasın Allah-u Teâlâ'nın izni ve emri ile tasarrufları vefatlarından sonra da devam ediyor.
Nitekim kendileri hayatta iken şöyle buyururlardı:
"Allah-u Teâlâ'dan şöyle bir niyazım var: 'Allah'ım! Ayaklarımı rızânda sâbit kıl, lütfunla destekle. Alıncaya kadar değil, aldıktan sonra da mücadeleme devam ettir.'"
Binaenaleyh bu Zât-ı âli'nin sevenleri olduğu gibi, sevmeyenleri de oldu. İslâm hükümlerini kendi zanlarına ve keyiflerine göre değiştirmeye çalışanlar rahat hareket edemez oldular. Bu Zât-ı âli'ye düşmanlık yapmak istediler. Bu düşmanlıklarına vefatlarında da devam ediyorlar. Nurlu kabirlerini dillerine dolamak istiyorlar. Halkın teveccühüne haset ediyorlar.
"(De ki: Sabahın Rabb'ine sığınırım.)
Düğümleri üfürüp büyü yapan büyücülerin şerrinden.
Haset ettiği zaman hasetçinin şerrinden." (Felâk: 4-5)
Önce 16 Eylül tarihinde yerel bir gazetede "Ömer Hoca'ya anıt mezar" başlığı ve "Geçen yıl vefat eden Hakikatçiler cemaatinin lideri Ömer Öngüt'ün Erenler Mezarlığı'ndaki mezarı türbeye çevrildi. Mezar 24 saat kamerayla izleniyor." spotu ile bir haber çıktı. Haberde bir de bir diyanet görevlisinin "Bir söz vardır kerameti kendinden menkul", "Söz konusu kimsenin evliya olup olmadığını da kimse tespit edemez.", "Kur'an-ı kerim'de Allah kendine iman edenlerin hepsini Allah dostu, veli olarak tanımlamıştır. Bu kişinin Evliya olduğunu nasıl tespit ederler? Komisyon mu kurmuşlar? Bilindiği üzere gerçekten keramet sahibi olanlar kerametini ifşa etmezler, bu ayıptır." şeklindeki ayıpları "Uyarı" ara başlığı altında takdim edildi.
Gerek gazetenin gerek bu din görevlisinin bu Zât-ı âli'ye düşmanlık yapmak isteyenlere alet olduğu görülüyor. Bu düşmanlığın arkasında kim olduğu, bunu yapanların kim olduğu ehlince ve bizce mâlumdur. Bunlar koyun postuna bürünen kurtlardır.
Bu haberin, ertesi gün ismi lâzım olmayan çıplak-ahlâksız yayını ile bilinen bir gazetede "Hakikat'en abartmışlar." başlığı ile yayınlatılması bu art niyetlilerin ne kadar büyük bir zillet içerisinde olduklarının da delili olmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın hikmeti, gazetede bu Zât-ı âli ile hiçbir alakası olmayan "İskender Evrenesoğlu" isimli kişinin resmi "Ömer Öngüt" diye basılmıştır. Ancak din görevlisiyim diye ahkâm kesenlerin böyle bir gazeteye demeç vermiş gibi neşredilmesi nasıl bir duruma düştüklerinin de acı bir göstergesi olmuştur. (Bkz. sayfa: 6)
Bu haberlerin arkasındakiler, gizlice düşmanlık yaptıklarını zannederler. Bunlar ehl-i iman gibi görünürler ancak içlerini kaplayan pislik sebebiyle bu tür gazeteleri kullanırlar.
Binaenaleyh bunların durumu budur.
Bu Zât-ı âli'nin kabrinin güzelliğini ve halkın teveccühünü hazmedemiyorlar, kendi akıllarınca hedef göstermek istiyorlar.
Halbuki bu zâtın mezarı kendi tapulu yeridir. Etrafı en güzel şekilde tezyin edilmeye çalışılmış olmakla beraber üzerinde bir yapı yoktur ve kanunların izin verdiği çerçevede çevre düzenlemesi yapılmıştır. Oysa üzerinde yapı bulunan onlarca mezar örneği verilebilir. Buradan da anlaşılıyor ki burada maksat bu Zât-ı âli'nin hatırasına düşmanlık ve halkın teveccühüne duyulan hasettir.
Şimdi soruyoruz:
- Siz bu Zât-ı muhterem'i hâl-i hayatında gördünüz mü?
Görmüş olsaydınız ondaki nûru, ilmi, hilmi, tevazu ve mahviyeti, ihlas ve istikameti de görürdünüz.
- Siz bu Zât-ı âli'nin bir kitabını okudunuz mu?
Şayet okusaydınız Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'ten başka bir şeyle konuşmadığını, kitaplarının zahir, batın ve ledün ilmi ile dolu olduğunu görürdünüz.
- Bu beyanları niçin yaptınız?
Bu zâtın sizin mensubu bulunduğunuz ya da muhabbet ettiğiniz bir gruba dair beyanlarından rahatsız mı oldunuz? Garaz ve kininiz bundan mı?
- İslâm üzere, ahkâm üzere, niyet-i hâlisa ile mi konuştunuz, yoksa nefisten, haset ile, suiniyet ile mi konuştunuz? Kendinize bir sorun.
- Bir insan bilmediği meselede susar. Âlimse daha çok susar. Peki siz bu cesareti nereden alıyorsunuz? Şeytandan mı? Kime hizmet ediyorsunuz? Allah'a ve Resul'üne hizmet eden Hazret-i Allah ve Resul'ünün ahkâmı dışında nefsiyle konuşur mu?
Bu haberler sebebiyle bazı hakikatlerin izahatının yapılması zarureti hasıl olmuştur.
1. "Hakikatçiler cemaati" diye bir cemaat yoktur. Bizim için en büyük şeref "Müslüman" ismine sahip olmaktır. Biz her birisi bir isimle bir din kuran bölücülerden değiliz.
"İnsanları Allah'a çağıran, kendisi de sâlih amel işleyen ve 'Doğrusu ben müslümanlardanım!' diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?"(Fussilet: 33)
2. Salih bir zâtın, Allah dostu bir zâtın kabrinin imar edilmesi kimleri rahatsız eder? Vehhabiler Mekke ve Medine'de Resulullah Aleyhisselâm'ın kabri hariç bütün kabirleri yıktılar, dümdüz ettiler, üzerinde isim taşı bile bırakmadılar. Çekinmemiş olsalardı şüphesiz Resulullah Aleyhisselâm'ın kabrini de yıkacaklardı.
3. Bu düşmanlık yapanların bilmedikleri bir husus var. Evliyâullah Hazerâtı için ölüm aslında ten kafesinden kurtulmak demektir. Kınından çıkmış kılıç gibidir.
Onlar ölüye düşmanlık yaptıklarını zanneder. Halbuki düşmanlık ettikleri kişi arkasında bütün bir manevî ordusu ile bütün mehabeti ile ayakta olan "Diri'nin askeri"dir.
Bu gibi ehlullahın tasarrufları vefatlarından sonra da devam ettiği için şeytan da bu zâtlara olan düşmanlığını devam ettirir. Binaenaleyh bu zâtlara düşmanlık yapanlar da şeytandan emir alan ordunun askeridir.
4. Evliyaullah nedir, kimdir? Bir zatın evliya olduğu nasıl anlaşılır?
Allah ehlini Hazret-i Allah tayin eder.
Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadim'inde:
"Allah dilediği kulunu zâtına seçer." (Şûrâ: 13)
"Hamd olsun Allah'a, selâm olsun O'nun beğenip seçtiği kullarına." buyuruyor. (Neml: 59)
O, "Dilediğimi seçerim, çekerim." buyuruyor.
Âhir zaman âlimlerinin dediği gibi komisyon kurup tayin edilmez. Buna benzer uygulamalar Vatikan'da olur. İslâm'da yoktur.
5. Allah-u Teâlâ Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimize mucize bahşettiği gibi, veli kullarından bazılarına da "keramet" bahşetmiştir. Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimizin ellerinde husule gelen harikulâde hallere mucize dendiği gibi bu hallerin Allah-u Teâlâ'nın izniyle, iradesiyle veli kullarından sadır olmasına da keramet denir.
Haberdeki din görevlisinin "Kerameti kendinden menkul", "Bilindiği üzere gerçekten keramet sahibi olanlar kerametini ifşa etmezler, bu ayıptır." gibi sözleri neye binaen söylediği anlaşılmamakla beraber, kendisine uzatılan mikrofona muhalif konuşmak gayretinde olduğu görülüyor. Zira Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin "Yolumuz keramet değil, istikamet yoludur." diye beyanları ortada iken; hayat-ı saadetlerinde, gerek sohbetlerinde, gerek eserlerinde keramete iltifat edilmemesini, bu devirde istikamet üzere olmanın en büyük keramet olduğunu sık sık beyan ederken; hususiyetle mahviyeti, Hazret-i Allah'ta fenayı, hiçliği talim ve tavsiye ediyorken peki bu söz nereden ve niçin çıktı şimdi? Sırf muhalefet etmek için insan değerini bu kadar düşürür mü?
6. Bildiği-bilmediği her konuda ahkâm kesen ahir zaman âlimlerinin durumu nedir?
Hangi hakiki İslâm âlimi evliyaullah'ı inkâr etmiştir? Hangi İslâm âlimi evliyaullahın kabrine gösterilen teveccühü menetmeye kalkışmıştır? Hiçbirisi. Kendisine sorsan "Ben vehhabi değilim." der. Ancak icraatı "Vehhabi icraatı"dır.
7. Bu Zât-ı âli'nin kabrinin kamera ile takip edilmesinden daha tabî ne olabilir. Zira vefatından sonra bile bu zâta düşmanlık yapmak isteyenlerin olduğu bu haberle ortaya çıkmıştır. Resulullah Aleyhisselâm'ın bile kabrine, vücud-u âlilerine kastetmek isteyenlerin olduğu bilindiğine göre bunlardan her şey beklenebilir.
8. Bu düşmanlığın sebebi nedir?
Şüphesiz bu zâtın din bölücülerinin içyüzünü ortaya koyan eserleri ve beyanları sebebiyledir. Halkın teveccühü bu sebeple bunların uykusunu kaçırmaktadır.
9. Bu Zâtın kabr-i şerif'ine konulan kitabedeki her bir beyan bu Zât-ı âli'nin zuhurunu ve hususiyetlerini eserlerinde ifşa eden onlarca evliyaullahın beyanlarına dayanır.
Binaenaleyh bu Zât-ı âli'nin Hazret-i Mehdi'nin öncüsü olduğuna dair beyan da Hakim-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri başta olmak üzere birçok evliyaullahın haber verdiği bir hakikattir.
Naim bin Hammad'ın Ka'b'dan rivayet ettiği Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu zâtın zuhuruna işaret buyurmuşlardır:
"Mehdi'nin çıkış alâmetlerinden bir tanesi de batıdan, başlarında Kinde kabilesi'nden ayağı sakat bir adamın bulunduğu bayraklıların çıkmasıdır." (İmâm-ı Suyûtî, Kitab'ü-l Arf'il Verdi Fî Ahbâr'il Mehdi, sh: 99. Kitabın 7. bölümündeki 13. Hadis-i şerif'tir.)
Senin gözün körse güneşin suçu ne?
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz veli kullarına ve hakiki âlimlere gösterilmesi gereken saygı ve sevgiyi şöyle tarif ediyorlar:
"Ümmetimin âlimlerine tâzim ve hürmet ediniz. Zira onlar yeryüzünün yıldızlarıdır." (Münâvî)
"İlmiyle âmil olan âlimlere saygı ve hürmette bulununuz. Zira onlar ilâhi hükümleri tebliğ hususunda peygamberlerin vârisidirler. Onlara hürmet eden Cenâb-ı Allah'a ve Resul'üne hürmet etmiş olur." (Buhari)
"İlmiyle amil olan âlime saygı gösteren mümin, Cenâb-ı Hakk'a saygı göstermiş olur." (Münâvî)
Şimdi bu sayılan hususların izahını; bu Zât-ı âlî Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin eserlerindeki beyanları ile birer birer arzedeceğiz inşaallah-u Teâlâ.
"Hakikat Vakfı" bu vakfın ismidir. Sakın ha, bunu yolumuza atfederek bölücülüğe sapmayın. Sakın sizde bir isimle bir bölücü daha türemesin.
Gayemiz "İSLÂM"dır, isim değil.
Muradımız "HAZRET-İ ALLAH VE RESUL'Ü"dür, bölücülerden herhangi biri değil.
Biz kendimizi Hazret-i Allah ve Resulü'ne boyun bükenlerin hizmetçisi olarak ilân etmişizdir, efendisiyiz dememişizdir. Rızâ-i ilâhî'den başka hiçbir gayemiz yoktur. İslâm'dan daha büyük şeref olamaz.
•
Bu fırka, Fırka-i nâciye'dir. Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"İyi bilin ki, Allah'ın veli kulları için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklar.
Onlar iman edip takvâya ermiş olanlardır. Dünya hayatında da âhirette de onlar için müjdeler vardır. Allah'ın verdiği sözlerde asla değişme yoktur. Bu en büyük saadetin tâ kendisidir." (Yunus: 62-63-64)
Bu fırka bunlardır.
Bu fırkanın alâmeti ise; onlar Allah ve Resul'üne davet ederler. Gönüllere Allah ve Resul'ünün muhabbetini sokmaya gayret ederler. İnsanları arındırıp rızâ yolunda birleştirmeye çalışırlar. Bu kimseler gerçekten Hakk'ın hizmetçisidirler ve ancak Allah'a hizmet ederler.
Âyet-i kerime'de:
"Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk'a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler." buyuruluyor. (A'râf: 181)
Diğerleri ise, şeytanın hizmetindedirler. "Cihad, cihad..." derler. Onların cihadı dinardır. Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bunlar hakkında"Dînuhum dinâruhum = Onların dinleri para olacak." buyuruyorlar. Bunlar cihadı gerçekte mevki ve maddeye açmışlardır. Her biri kendi dalâlet yollarına davet ederler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün yere bir çizgi çizerek "Bu Allah yoludur." buyurdular. Yine bu çizginin sağına ve soluna başka çizgiler daha çizdikten sonra "Bunlar da yollardır, bu yolların her birisinde insanları o yola çağıran birer şeytan bulunur." buyurdular ve:
"İşte bu benim dosdoğru yolumdur, siz ona uyun. Başkaca yollara gidip de onlar sizi Allah'ın yolundan ayırmasın." (En'âm: 153) Âyet-i kerime'sini okudular. (Dârimî-Sünen)
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'de:
"Ve her yolun başına oturup da tehdit ederek inananları yolundan alıkoymaya ve o Allah yolunu eğriltmeye çalışmayın.' buyuruyor. (A'râf: 86)
Zan ilmi hiçbir zaman hakikate erişemez.
•
Biz hiç kimseye bağlı değiliz, kimseden de bir şey beklemiyoruz. Biz ancak Hazret-i Allah ve Resul'üne -sallallahu aleyhi ve sellem- sığınırız. Onun içindir ki cesaretle konuşuyoruz. Kimseden de korkumuz yok.
Biz "İLÂHÎ GÖRÜŞ BİRLİĞİNE DAVET" ederiz. Gelenlerin gönüllerine Hazret-i Allah ve Resul'ünün -sallallahu aleyhi ve sellem- muhabbetini ve emirlerini koymaya, her türlü bölücülükten arındırmakla yalnız Hazret-i Allah ve Resul'ünde -sallallahu aleyhi ve sellem- birleştirmeye, aralarında gerçek bir kardeşliğin tesisine gayret ederiz.
Devlet ittifaktan doğar, devletsizlik ise nifaktan.
Müslümanların birbirine yaklaşmaları, birleşmeleri, aralarında bir dayanışma husule gelmesi en büyük arzumuzdur.
Hakk Celle ve Alâ Hazretlerimiz'den niyaz ederim ki fakirin bu arzularını basiret sahibi din kardeşlerimin ibret kulaklarına ulaştırsın, feyiz ve bereketini de ihsan buyursun.
•
Bizim yolumuzun diğer yollardan asıl ayrılış noktası şudur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar." buyuruyor. (Yâsin: 21)
Ne para toplarız, ne de talebelerden ücret alırız. Bütün yaptığımız iş ve icraatlar kendi gayretlerimizledir. Çalışanlar yalnız rızâ-i ilâhî için çalışırlar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Sizden bir kimse rızkından firar etse bile, rızık ölüm gibi kendisini bulur." buyuruyorlar. (Münâvî)
Vakfın şartlarından birisi olarak da "Kimseden bir şey istemeyin, geleni reddetmeyin." diye ilân etmişizdir. Onlar ise avuç açmakla geçiniyorlar. İsteyip de topluyorlar. Bu doğru değildir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Cenâb-ı Allah haris (aç gözlü) ve çekiştirilen (tenkit edilen) isteyicilere buğzeder." (C. Sağir)
"El açıp isteyenler, o el açıp istemelerindeki zül ve hakareti bilselerdi dünyada hiçbir zaman dilencilikte bulunmazlardı." (C. Sağir)
Kabirleri haftada bir gün, perşembe öğleden sonra, cuma ve cumartesi günleri gidip ziyaret etmek erkekler için menduptur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Bir kimse ebeveyninin veya onlardan birisinin Cuma günü kabrini ziyaret ederek Yâsin-i şerif okursa, küçük günahları affedilir." (Münâvî)
"Kabirleri ziyaret ediniz. Zira ahireti hatırınıza getirir." (İbn-i Mâce)
"Dünyada garip yahut yolcu gibi ol! Nefsini ehl-i kuburdan say!" (Tirmizî)
Hadis-i şerif'lerde kabristana uğrayan bir kimse Yâsin-i şerif veya on bir İhlâs-ı Şerif okuyup sevabını ölenlere bağışlayacak olursa, Allah-u Teâlâ'nın onlara kolaylık vereceği, okuyanlara da ölüler sayısınca sevap ihsan buyuracağı beyan buyurulmuştur.
Kabristana varınca selâm vermelidir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kabristana vardıklarında şöyle buyururlardı:
"Ey müminler yurdunun sakinleri! Allah'ın selâmı üzerinize olsun. İnşaallah biz de sizlere katılacağız." (Ebu Dâvud)
Enes -radiyallahu anh-den rivayete göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Miraca çıktığım gece Musa (Aleyhisselâm)ın yanından geçtim. O kabrinde namaza durmuştu." (Müslim)
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhüma-dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in sahabilerinden birisi çadırını bir kabrin üstüne kurdu. Oranın kabir olduğu bilinmiyordu. Sahabi baktı ki içinde bir insan Tebâreke sûresini sonuna kadar okuyor.
Resulullah'a -sallallahu aleyhi ve sellem- gelip ona durumu anlattı. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
"O koruyucudur, insanı kabir azabından kurtarır." buyurdu." (Tirmizî)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Ben kendimi cennette gördüm. Orada bir adamın Kur'an okuduğunu işittim. 'Kimdir bu?' dedim. 'Hârise bin Numandır.' dediler. İşte hayırlı insan böyledir, böyledir, böyledir." (Beyhâki)
Âişe -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre şöyle demiştir:
"Yâ Resulellah! Ölülere ne diyeyim?" dedim. Buyurdu ki:
"Şöyle de: 'Ey müslüman kabristanlılar, size selâm olsun. Allah bizden öncekileri de sonrakileri de affetsin. İnşaallah biz de size kavuşacağız.'"(Müslim)
Ölüm bir yok oluş değil, bilâkis gerçek âleme intikaldir. İmanı sureta olanlar bu hakikati dili ile söylese bile hakikatini bilmedikleri ve görmedikleri için kabir alimine intikal edenlere toprak olmuş nazarı ile bakarlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Öldükten sonra da hayatta olduğum gibi bilirim ve anlarım." (Deylemi)
"Ölülerinizi sâlih insanların civarına defnediniz. Zira diriler fena komşudan eziyet gördükleri gibi, ölüler de fenaların karşılıklı konuşmalarından rahatsız olurlar." buyurmaktadırlar. (C. Sağir)
Orada konuşuluyor, görüşülüyor, serbest olanlar çıkıyor, gidiyor, geliyor.
Nitekim münafıkların ve kâfirlerin kabirdeki durumu Âyet-i kerime'lerde şöyle haber veriliyor:
"Onlar (kabirlerinde kıyamet gününe kadar) sabah-akşam ateşe sunulurlar." (Mümin: 46)
•
Kabir alemine intikal eden büyük zâtların Allah-u Teâlâ'nın izni ve emri ile dünyadakilere yardım etmeleri ve tasarruflarına gelince;
Bedir Harbi'nde Allah-u Teâlâ yardıma meleklerini göndermişti. Bizzat melekler de savaştılar. İstanbul'un fethinde, Çanakkale Harbi'nde, Kıbrıs Harbi'nde ve daha pek çok harpte velilerin, şehidlerin yardım ettiklerine dair pek çok yaşanmış hadise vardır. O halde Allah-u Teâlâ'nın zâtına seçtiği ve yaklaştırdığı evliyaullah hazerâtının tasarrufuna niçin inanmıyorsunuz?
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcudât (s.a.v) Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Mümin-i kâmil olanlar, Allah katında bazı meleklerden de efdaldır." (Münâvî)
Numune Bir Temsil;
Feth-i mübin'e, Ortaasya'dan tayy-i mekân ederek Ubeydullah Ahrâr -kuddise sırruh- Hazretleri'nin de iştirak etmiş olduğunu, torunu Hâce Muhammed Kasım şöyle nakleder:
"Ubeydullah Ahrar Hazretleri, perşembe günü öğleden sonra aniden atının hazırlanmasını emretti. Atına binip süratle Semerkant'tan dışarı çıktı. Talebelerine: "Siz burada oturunuz!" buyurdu.
Mevlânâ Şeyh adlı bir talebesi, kendisini bir müddet takip etti. Ubeydullah Ahrâr -kuddise sırruh- Hazretleri'nin, atının üzerinde bir sağa, bir sola meylinden sonra kaybolduğunu haber verdi. Ubeydullah Ahrâr -kuddise sırruh- Hazretleri bir müddet sonra döndü. Talebeleri, heyecanla bu ani yolculuğun hikmetini sordular. O da: "Türk Sultanı Mehmed Han, benden istiâne etti. Yardım diledi. Ben de ona yardım etmeye gittim. Allah-u Teâlâ'nın izni ile zafer kazanıldı." buyurdular."
Horasan'dan gelip İstanbul'un fethine iştirak eden Ubeydullah Ahrâr -kuddise sırruh- Hazretleri'nin oğlu Hâce Abdülhâdî şöyle anlatır:
"İstanbul'a gittiğimde Sultan II. Bayezid, babam Ubeydullah Ahrâr (k.s)'ın şekil ve şemâlini şu şekilde tarif etti: '-Babam Fâtih anlattı: Fethin en şiddetli zamanında Rabb'ime ilticâ ederek, zamanın kutbunun imdada yetişmesini istedim. Şu şu vasıfta, bir beyaz atın üzerinde karşıma geldi.
'- Korkma zafer senindir!" buyurdu.
O pîre: 'Küffar askeri çok fazla!' dedim. O da bana cübbesini açarak:
'- İçine bak!" dedi. Hayretle cübbesinin yeninin içinden sel gibi akan bir ordu gördüm.
'- Bu ordu sana yardıma geldi.' dedi.
Devam etti:
'- Şimdi şu tepenin üzerinden üç defa kös'e tokmak vur! Ve bütün askere hücum emrini ver!' buyurdu. Ben de aynen öyle yaptım. O pîr de, ordusu ile hücuma iştirak etti. Feth-i mübin gerçekleşti."
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Her asırda benim ümmetimden 'Sâbikûn=önde gelenler' vardır ki bunlara büdelâ ve sıddikûn ıtlak olunur (söylenir). Haklarındaki ilâhî inâyet ve merhamet o kadar boldur ki sizler de o sayede yer ve içersiniz. Yeryüzü halkı için geleceği tasavvur olunan belâ ve musibetler onlarla kaldırılır." (Nevâdirü'l-usûl)
Enbiyâ-i izam Hazerâtı ümmetlerini kati delillerle Allah yoluna dâvet ettikleri gibi, Vâris-i enbiyâ olan ümmetin seçkinleri de halkı Hakk'a dâvet ederler.
Muhammed bin Abdülvehhâb'dan türeyen Vehhâbîler Osmanlılar'ın devlet otoritesinin zayıflığından istifade ederek Basra Körfezi civarında hâkimiyet kurdular. 1803-1806 yılları arasında Tâif, Medine ve Mekke'yi ele geçirdiler. 1812-13 yıllarında Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa'nın ordusu bu şehirleri geri alıncaya kadar büyük zulüm ve tahribat yaptılar.
İlk olarak Tâif'i kuşattılar ve ele geçirdiler, şehir yağmalandı. Burada pek çok müslümanı, kadın çocuk demeden acımasızca şehit ettiler. Tekke, zâviye, türbe nevinden her yeri yıktılar. Ele geçirdikleri Tefsir, Hadis ve diğer ilimlerle ilgili pek çok kitabı parçaladılar.
Vehhâbîler Tâif'ten sonra Mekke'yi ele geçirdiler. Resulullah Aleyhisselâm'ın, Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Ali, Hazret-i Fâtıma -radiyallahu anhüm- Hazerâtının doğdukları evleri, orada bulunan bütün kubbe ve türbeleri yerle bir ettiler. Cennet'ül-Mualla mezarlığındaki bütün mezarları, türbeleri, Hazret-i Hatice Validemiz'in türbesini yıktılar. Ehl-i sünnet âlimlerinden çoğunu sebepsiz yere astılar. Ehl-i sünnet inancında sebât etmek isteyenleri tehdit ettiler.
Suûd bin Abdülaziz Cumâ hutbelerinden halifeye yapılan duâyı kaldırttı.
Tevbe sûre-i şerif'indeki: "Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktirler. Onun içindir ki bu yıllarından sonra artık Mescid-i haram'a yaklaşmasınlar." (Tevbe: 28)
Âyet-i kerime'sini delil göstererek müslümanları müşrik ilân etti ve yedi sene Mekke-i mükerreme'ye sokmadı. Tellâllar çıkartarak: "Suûd bin Abdülaziz'in dinine girin!" diyerek müslümanları İbn-i Abdülvehhâb'ın görüşlerini kabule zorladılar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Allah katında din İslâm'dır." (Âl-i imrân: 19)
Buyurduğu halde Hazret-i Allah'a ve Resulullah Aleyhisselâm'a karşı geldi, Kitabullah'ı inkâr etti ve kendi dinini ilân etti. Vehhâbîliği bir din olarak kabul etti.
Vehhâbîler Medine'de de ilk iş olarak ne kadar kubbe varsa hepsini yerle bir ettiler. Cennet'ül-Bâki Mezarlığı'ndaki Ashab-ı kiram'a, ehl-i beyt'e ait bütün türbeleri, kubbeleri, imaretleri acımasızca yıktılar. Her türbenin kubbesini de o türbenin türbedârına yıktırdılar. Ancak halkın galeyanı üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in mübarek kabri üzerindeki Kubbe-i hadrâ'yı bıraktılar.
Abdülaziz bin Suûd Medine halkına hitaben yaptığı küfür dolu konuşmasının bir noktasında:
"Peygamber'in kabri başında önceleri olduğu gibi durarak, tâzim için salât-ü selâm getirmek çirkin bir davranıştır ve çirkin bid'atlardan olduğu için Vehhâbî diyanetince yasaktır." dedi.
Oysa Allah-u Teâlâ:
"Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber (Muhammed)e çok salât ve senâ ederler.
Ey iman edenler! Siz de ona salât-ü selâm getirin ve tam bir teslimiyetle gönülden teslim olun." (Ahzâb: 56)
Âyet-i kerime'si ile Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine Zât-ı akdes'inin ve meleklerin salât-ü selâm getirdiğini duyuruyor ve ümmet-i Muhammed'e emir buyuruyor.
Bu Âyet-i kerime'yi resmen inkâr ettiler.
Kabir ve türbe düşmanlığı bu bidatçilerin mirasıdır.
1)"Dâru'l-hüzn"
2) "Kubbe-i Ehl-i Beyt" Hazret-i Hasan, Hazret-i Hüseyin'in oğlu Hazret-i Zeynelabidin, Hazret-i Zeynelabidin'in oğlu Hazret-i Muhammed el Bâkır, Hazret-i Muhammed el Bakır'ın oğlu Hazret-i Cafer el Sadık ve Peygamber -s.a.v- Efendimiz'in amcası Hazret-i Abbas.
3) "Kubbe-i Benâtu'n-Nebi" Peygamber -s.a.v- Efendimiz'in kızları; Hazret-i Rukiye, Hazret-i Ümmü Gülsüm ve Hazret-i Zeynep.
4) "Kubbe-i Ezvâc-ı Mutahharât" Peygamber -s.a.v- Efendimiz'in Hazret-i Hatice ve Hazret-i Meymune dışındaki bütün zevceleri burada medfundur.
5) Peygamber -s.a.v- Efendimiz'in amcasının oğlu Hazret-i Akîl İbn Ebu Tâlip ve Peygamber -s.a.v- Efendimiz'in amcasının torunu Hazret-i Abdullah el Cevâd bin Cafer el Tayyâr.
6) "Kubbe-i Hazret-i İbrahim İbn Resulullah" Peygamber -s.a.v- Efendimiz'in oğlu Hazret-i İbrahim ve Hazret-i Osman bin Maz'un.
7) "Kubbe-i Hazret-i İmam Malik ve Hazret-i Nafi'"
8) "Kubbe-i Hazret-i Osman bin Affân"
9) "Kubbe-i Murziatü'l-Mürselîn Hazret-i Halimetu's-Sa'diyye" Peygamberimiz'in süt annesi Hazret-i Halime.
10) "Kubbe-i Hazret-i Fatıma bin Esed" Hazret-i Ali -r.anh-ın annesi.
Cennet-ül Bakî'de ayrıca Ashâb-ı kiram'ın ileri gelenlerinden Abdurrahman bin Avf, Sad bin Ebu Vakkâs, Abdullah bin Mes'ud, Suheyl bin Sinan ve Ebu Hureyre -radiyallahu anhüm- Hazerâtı medfundur.
Medine 1806'da istila edilince Cennet-ül Bâki'de yer alan mezar taşları ve türbeler yıkılmıştır. Sultan II. Abdulhamid Han zamanında mezar taşları onarılmış, türbeler yeniden yapılmış olup üste görülen fotoğraf bu zamanı göstermektedir. Fakat 1926'da Osmanlı'nın Kutsal Topraklardan çekilmesiyle yeniden yıkılarak yandaki fotoğrafta görüldüğü gibi bugünkü halini almıştır.
1) "Kubbetü's-Seyyida Âmine" Peygamberimiz -s.a.v- Efendimiz'in annesi.
2) "Kubbe-i Ehl-i Beyt" Peygamberimiz -s.a.v- Efendimiz'in amcası ve diğer akrabaları.
3) "Kubbetü'l Haticetü'l-Kübrâ Peygamberimiz -s.a.v- Efendimiz'in ilk hanımı Hazret-i Haticetü'l-Kübrâ.
Evliya Çelebi "Seyahatname"sinde Osmanlılar döneminde Cennet-ül Muâllâ'da Peygamberimiz -s.a.v- Efendimiz'in dedesi, amcası, diğer Ashâb-ı kiram ve İslâm büyüklerine ait yetmiş beş adet türbe bulunduğundan bahsetmektedir.
Öteden beri işitiliyor ki bazı veliler (hayatlarında da vefatlarında da) bir yerde, iki yerde, birkaç yerde aynı anda bulunabiliyor. Bunun içyüzünü size arzedelim.
Allah-u Teâlâ dilediği kulunu kudsî ruhla destekler.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruhla takviye edip desteklemiştir." (Mücâdele: 22)
Herkeste bir ruh var, onlarda iki ruh var. Onlar doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ'nın desteğiyle hareket ederler. Kalplerine ilmi yazmış, kendi lütfundan bir ruh ile desteklemiştir.
Onlar kudsî ruh'un desteğiyle, dirayetiyle, yardımıyla gider.
"Biz onu kudsî ruhla destekledik." (Bakara: 87)
"Allah dilediğini yardımıyla destekler." (Âl-i imrân: 13)
Rûhâniyet O'nun yürütüp kullandığı bir ruhtur. Onu yalnız O bilir ve kullanır. Onun rûhâniyetinden lâtifeler halkeder. O lâtifeler onun mânevî askeridir. O askerleri Allah-u Teâlâ dilediği yerde yürütür, çalıştırır.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır." (Fetih: 4)
O rûhâniyetin askeri olduğu için, kılına varıncaya kadar herşeyi ona benzer. Kesinlikle ayıramazsınız.
Ne kadar halkettiğini O bilir ve o latifeleri O çalıştırır, bazen kişinin haberi bile olmaz. Bir yerde değil, kırk yerde, dilediği yerde bulundurabilir. Bu gizli bir ilimdir.
Bu gibi kulların ruhâniyetleri daima uyanıktır.
Cismâniyetin uyuması veya uyanık olması rûhâniyeti etkilemez. O daima uyanık olduğu için Hazret-i Allah o rûhâniyetten lâtifeler halkeder ve onları hareket ettirir. Allah-u Teâlâ'nın lütuf izniyle kendisinden mânen istimdat edenlerin yardımına yetişir, ister yakın ister uzak olsun.
Gerek ziyaretine gelen meleklerle, veyahut gayb âlemindeki insanlarla görüşür ve konuşur. Tıpkı insanın yanında başka bir insan bulunuyormuş gibi, rûhâniyet onlara mukabele eder. Neler neler, kimler gelir, akıl almaz.
O kişinin keşfi açıksa onları görür, karşılar, uğurlar. Keşfi açık değilse onları rûhâniyeti karşılar, onlarla konuşur ve onları uğurlar. Allah-u Teâlâ kimi kapalı yürütüyorsa, rûhâniyet onlara mukabele eder. Onun vazifesini o yapar.
Allah-u Teâlâ dilediği kadar tecelli eder, o lâtifeleri çalıştırır. Burada şu hususu arzetmek istiyoruz ki, Mürşid-i hakiki Hazret-i Allah'tır, Mürşid-i kâmil ise bir maske olmuş oluyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Gözlerim uyur kalbim uyumaz." (Buhârî)
Hayatta da olsa, âhirete inkikal ettikten sonra da olsa izn-i ilâhi ile kendisinden istimdat edenlerin imdadına yetişir.
Bunun da delili şu Hadis-i şerif'tir:
"İşlerinizde sıkıştığınız zaman kabir ehlinden yardım isteyiniz." (Keşfül-hafâ)
Bu da ancak Allah-u Teâlâ'nın rûhâniyetle kudsî ruhla desteklediği kullarda olur, başkasında tecelli etmez.
Kabir ehlinden nasıl istimdat edilir? Ruhu alınmış, kabre konmuş, böyle bir kimseden nasıl yardım istenir? Ruh alınmış amma, diğer insanlarda bulunmayan yalnız onda bulunan iki ruh vardır. Ruh gitti, Allah-u Teâlâ'nın takviye ettiği rûhâniyet kaldı. Kudsî ruh bu işi yapıyor. İstimdat edenlere yetişen işte bu rûhâniyettir. Hayatta da olsa, kabirde de olsa yardım isteyenlerin yardımına yetişir. O ölmüş amma, ruhu ve ruhâniyeti ölmemiştir, askerleri de ölmemiştir. On kişi, yirmi kişi, kırk kişi istimdat etse, Allah-u Teâlâ'nın izniyle muradlarına erdirir.
Hazret-i Mevlâna'nın -kuddise sırruh- oğlu Sultan Veled -kuddise sırruh- Hazretleri birgün babasının kendisine şöyle dediğini nakleder:
"Oğlum Allah-u Teâlâ'nın velisi bu dünyadan göçtüğü vakit, onun seyri dünyadaki seyrinden yüz bin kere fazla olur. Çünkü o artık Allah-u Teâlâ'da seyreder. Bunun ise sonu yoktur. Bu Allah-u Teâlâ'nın velisinin, ihvanı ve aşıklar üzerindeki tasarrufu kıyamete kadar devam eder."
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri şu hadiseyi anlatıyorlar:
Bir gün Şam-ı şerif'te geziyorum. Yolum bir türbeye uğradı. O zâta Pamuk dede diyorlar. Merak ettim, içeri girdim ve sordum: İki kişi konuşuyorlarmış. Birisi demiş ki; "Bu zat velidir, Allah-u Teâlâ'nın sevgili kuludur." diğeri; "Yahu bundan veli mi olur?" demiş. O mübarek de ayağını kaldırıvermiş. Ayak şimdi olduğu gibi duruyor, rengi bile değişmemiş. Üzerini pamukla örtmüşler. Herkes gelip ziyaret ediyor.
Demek ki vücudunu nurlandıran bir kimseyi toprak çürütmüyor.
Çünkü rûhâniyeti ölmemişti, rûhâniyeti ölmediği için ayağını kaldırdı.
Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Müminler ölmezler. Ancak bir evden bir eve naklolunurlar." buyuruyor.
Ölmediğini ayağını kaldırmakla hem o ispat etti, hem de bu Hadis-i şerif bunu canlandırıyor.
Bir Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyururlar:
"Kıyamet gününde sırat köprüsünden geçilirken cehennem ateşi:
"Geç yâ mümin! Senin nurun benim ateşimi söndürüyor.' diyerek mümin-i kâmile hitap eder." (C. Sağir)
Niçin? Kalbi nurdur, vücudu nurdur, kefeni nurdur, kabri nurdur, nurun alâ nurdur.
Onların hâlâtı bambaşkadır. Toprak çürütemediği gibi, ateş de yakmaz.
"Aslıhu nûr, cismuhu Âdem!"
Üstündeki kabuktur, elbisedir. Beşeriyet onun cismini görüyor amma aslını görmüyor. Yalnız o nur o tene geçirilmiş. O nur tene geçtiği için toprak çürütmüyor, ateş yakmıyor, hiçbir şey olmuyor. Bu da bir sırdır.
Kabir yalnız bir perdeden ibarettir. Ahirete intikal edenlerle dünya arasında incecik tül kadar bir perde vardır. Senin geldiğini, niçin geldiğini, ne söyleyeceğini, ne okuduğunu bilirler ve her şeyi duyarlar.
İmanla göçen kâmil insanların ölmediğini ve Rabb'imizin onları her şeylerden haberdar ettiğini bilmemiz lâzım.
Bir zât-ı muhterem Allah dostlarından bir zâtın kabri başına gelmiş; "Yâ Rabb'i, Araplar'da bir âdet var, köle azâd edecekleri zaman bir sevgilinin kabri başında azâd ederler. Ben senin aciz bir kölenim, ne olur bu zâtın yüzüsuyu hürmetine beni affet beni azâd et." demiş.
Bu hâl Hazret-i Allah'ın o kadar hoşuna gitmiş ki, ilham vasıtası ile kendisine; "Bu duâyı yalnız kendin için mi yapıyorsun?" denilmiş.
Bandırmalı-zâde Seyyid Mustafa Hâşim el-Üsküdârî -kuddise sırruh- Hazretleri bu hususta şöyle buyuruyorlar:
"Hâtem-i evliyâ Hazretleri'nin mübârek 'unsûrları, cümle cesedleri ve kuvvetleri, cümle rûhları kuşatmıştır ve her biri bir anda hem serâyı hem süreyyâyı seyreder ve dilediği sûret ve cesedlerle istediği zamanda ve mekânda tayy-ı amel (uçarak amel) eder. Bir anda hem doğuda, hem batıda, hem Mekke'de ve hem cesedlerin rûhu olan pâk cesedinin olduğu yerde görünür; belki her anda ve her zamanda, her mekânda bir sûret ile hazır olur ve zuhûr eder."
Onların ruhları dünyada iken de, kabirde iken de tayyi mekân ile diledikleri yerde dolaşır. Hem de âlemi kuşatmıştır diyor.
"Hakk Celle ve Alâ Hazretleri'ne karşı bir kusur işlediğim zaman affeder diye ümidim olur. Fakat Habib'ine karşı bir kusur işlersem, cidden beni affetmez diye korkarım. Ziyaretine giderken de, 'Allah'ım! Lâzım gelen tâzim ve edebi bana lütfet, senin lütfunla gideyim, bunu bana kolaylaştır ve kabul buyur.' diye niyaz ederim.
Hayat boyunca böyle kıymetli zevât-ı kiram'a giderken de, onlara karşı işlenecek küçük bir hatanın büyük olacağını düşünüp Hazret-i Allah'a sığınmak ve öylece gitmek lâzım.
Biz onlara menfaat olsun diye değil, onlardan menfaat için gideriz. Padişah dilenciden bir şey beklemez, dilenci padişahtan bekler..." (Ömer Öngüt -kuddise sırruh-)
İmanla göçen kâmil insanların ölmediğini ve Rabb'imizin onları her şeylerden haberdar ettiğini bilmemiz lâzım.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadırlar:
"Allah-u Teâlâ toprağa peygamberlerini çürütmesini haram etmiştir." (İbn-i Mâce, Ahmed bin Hanbel, Nesâi)
Peygamberlerin ve onların vekillerinin naaşları Allah tarafından korunmaktadır. Niçin? Nur oldukları için.
Peygamber Efendilerimiz'in, Ashâb-ı kiram'ın, Evliyâullah Hazerâtı'nın, bilcümle sâlihlerin kabirleri ziyaret edildiğinde, ziyaret edilen kabir ehli düşünülür, çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Sâlihler düşünüldüğü zaman, Allah-u Teâlâ merhamet eder."
Allah-u Teâlâ, onları düşünene merhamet ediyor. Merhamet ettiği kulunun duâsını kabul buyuruyor.
"O Lâtif'tir, Habir'dir." (En'âm: 103)
Lâtif olan, Habir olan Allah-u Teâlâ; bütün işlerin inceliklerini bilir, her şeyden haberdardır. O ruhâniyeti dilediği şekilde hareket ettirir, O ruhâniyeti her şeyden haberdar eder.
Bütün bunlar senden sana yakın olan Allah-u Teâlâ'nın tecellileridir. O ruhâniyet bütün bu işlere vâkıftır. Kabirde de, mahşerde de böyledir. İstedikleri zaman, istedikleri şekilde böyle yetişirler.
Yine Zât-ı âlileri:
"Ben değersiz ve hükümsüz bir mahlûkum. Bütün değer ve hüküm Hazret-i Allah'a âittir." buyurmuştur.
•
Beyazıd-i Bestami -kuddise sırruh- Hazretleri'nin ruhani terbiyesiyle yetişen Ebü'l-Hasan Harkanî -kuddise sırruh- Hazretleri çok güzel bir misaldir.
Öyleki bu Zât-ı muhterem Beyazıd-i Bestami -kuddise sırruh- Hazretleri'nin kabr-i şerif'ine on iki yıl devam etti. Harkan'dan Bestam'a yürüyerek gider gelir, Beyazıd-i Bestami -kuddise sırruh- Hazretleri'ne müteveccih olurdu. Kemâl-i edeple ziyareti yapar, duâsını eder, mânevi alış verişle kemâlata ermiş bir zâttır.
Hacegân yolunun büyüklerinden Hace Muhammed Bakibillâh -kuddise sırruh- Hazretleri de Şah-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri'nin ruhaniyetinden istifade edip ondan zikir telkini almıştır.
Şah-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri'de hafi zikrin emrini kendinden yüz yıl evvel yaşayan Abdülhalık Gücdüvani -kuddise sırruh- Hazretleri'nden bizzat almıştır. Yani bizzat ona ruhani olarak intisap etmiş, üveysi olmuştur.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri de bu ruhani terbiye ve manen yetişmelerini şöyle tarif ediyorlar:
"Tarikat-ı aliyye'ye alındığımızda Şeyh Muhammed Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz'e karşı sonsuz bir muhabbet uyandı. Alındığımızın haftasında tecelli ettiler ve bir daha da bırakmadılar. Geceleri hep onlar meşgul olurlardı. Gündüzleri ise zaten Efendi Hazretleri'nin huzur-u saadetlerinde idik. Bu suretle her iki pîrin himmet ve tasarruflarında bulunduk. Bugün dahi her ikisinin himmetleriyle yürüyoruz. Ve gelenleri de onlara havâle ediyoruz."
Başka bir beyanlarında da Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri'nin kabr-i şerif'ine yaz-kış, sabah-akşam otuz yıl devam ettiklerini beyan etmişlerdir.
Bu hususta, Evliyâullah Hazerâtı'nın çok önemli bazı ifşaatlarını arz edelim:
Sa'deddîn el-Hamevî -kuddise sırruh- Hazretleri "Risâle fî Zuhûr-ı Hâtemü'l-Velâye"nin bir noktasında; Hızır Aleyhisselâm gibi Hâtemü'l-evliyâ'nın da ölümsüz kılındığına işâret ederek şöyle buyurmuştur:
"Kazâ mekânının içine girdiği için, Hızır Aleyhisselâm gibi ölümsüz olmak da onun alâmetlerindendir. O, hakîkat ve mecaz mekânıdır, en ulu mekândır; o, mülk ve akıl içindeki sevinç ve kurtuluş mekânıdır. O, hayâtın aslından tahsis edilen hayat ve ölümün indirildiği 'Hayy' ismine ulaşan 'Kazâ' mekânındaki Rabb'in ismine vâsıl olur. Hattâ ebedî ölümsüz olan Hızır ve gâib olmayan birini Allah, korunmuş olan gökyüzünde asılı duran bir yıldızın altındaki bir mülke, ya da yıldızın en altındaki mülke indirir; Hâtemü'l-evliyâ'ya ise hakîki hayatın ilerleyişini içirir, tâ ki ortaya çıksın ve yok olmasın, ebediyen ölümsüz kalsın." ("Risâle fî Zuhûr-ı Hâtemü'l-Velâye", Süleymâniye Kütüphânesi, Ayasofya, nr.: 2058, vr. 206a-206b)
Hakim-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri "Nevâdir'ül Usûl"ün "İki Yüz Altmış İkinci Asıl"ında Hazret-i Allah'ın, Hatem-i veli'yi, Hızır Aleyhisselâm'ı kullandığı gibi kendi himayesinde kullandığını beyan buyurmuştur:
"İşte Allah velilerinin sonuncusunun mülkü bundan sonra gelir. O Allah'ın himayesinin hâkimiyeti içinde, kendisine Allah'ın yerleşmesiyle hâsıl olmuş bir kalptir. Onu, zâhirdeki ilâhî hudut aşıldığı vakit; ifsadı, tahribi ve herhangi bir kimsenin değiştirmeye kalkışma etkisini önlemek için kullanır. Çünkü bu, Allah'ın halktan gizlediği bâtındaki hudududur. Zâhirdekilere göre ise hudut bundan daha başkadır.
İşte bu kalpte O'nun hâkimiyeti dolup taşmış ve yerleşmiştir. Allah, tıpkı gemiyi sökme ve küçük çocuğu öldürme hususunda Hızır'ı kullandığı gibi, onu da kendi himayesinde kullanır. Bu Allah'ın zâhirde, halkın yanında gizli olan hududuydu. Bu nedenle Musa Aleyhisselâm dahi ona karşı gelmişti."(Nevâdir'ül Usûl. c. 2 sh: 482)
Sultan Veled -kuddise sırruh- Hazretleri "Maârif" adlı eserinde Hâtem-i veli'den ve onun hikmetli işlerinden bahsetmiştir.
"Bu zât:
"Allah dilediğini yapar." (İbrahim: 27)
Sırrına mazhar olmuştur." (Maârif. s. 257)
•
İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri "Kitâbu'n-Netîce" adlı eserinin 1. cildinin 436. sayfasında ise, Hatemü'l-evliyâ olan zâtın kitaplarının Hazret-i Kur'an'la dolu olacağını, bu ilmin has bir ilim olduğunu iki asır öncesinden haber vermekte, o devirde yaşayacak bütün ehl-i imânı bu zâta tâbi olup kurtulmaya teşvik etmektedir:
"Hatm'ül-evliyâ'ya muhabbet eyle, tâ ki bununla dahi şefaate muhtaç olmayasın.
Zirâ bu bir muhabbettir ki adâvetleri ref' eder. (Düşmanlıkları kaldırır.)
Ve bu bir ikrardır ki kabirde, münker ve nekiri hayrette kor.
Ve bu bir intisabdır ki selâtin ona reşk eyler. (Sultanlar gıpta ederler.)
Ve bu bir ilimdir ki, hakîmin aklı bunda müncemid olur. (Hikmet sahiplerinin akılları donar kalır.)
Ve bu bir dergâhtır ki, havâss (zâtlar) ona meşyen ale'l-vücuh (yüzüstü sürünerek) gelir.
Ve bu türbeye kubbedir ki, seri eflâkin (süratli feleklerin) fevkindedir.
Ve bu türbenin sırrı bir sırr-ı azîmdir ki, (öyle büyük bir sırdır ki), cemî'i emsâra sâridir. (Bütün şehirlere sirayet etmiştir.)
Ve bu bir kitabdır ki, kütüb-ü ilâhiyye umumen bunda mündericdir. (İlâhî kitaplar bunun içinde dercedilmiştir.)
Ve bu bir kalemdir ki onun levhi âriflerin kalpleridir.
Ve bu bir nakş-ı garib (bambaşka bir nakış)dır ki, her kim onun sıbğıyla masbuğ olursa (onun boyasıyla boyanırsa) ebedî solmaz.
Ve bu bir şekildir ki, bunun neticesine kimse ermez ve ilmî dairesine bir fert girmez." ("Kitâb'ün-Netice"; cilt: 1, sh: 436)
Onun desteği doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ'dır. O sıfatı ona vermesi, O'nun desteği demektir. Sıfatı nerede ise O da oradadır. O ezelde nasıl takdir ettiyse öyle olur. Ezeli yapar, ebedi yapar, dilediğini yapar. Çünkü o O'nun hükmünün içindedir, kendi arzusunun içinde değil.
Allah-u Teâlâ'nın kendi veli kulları hakkında, şöyle bir ferman-ı ilâhiyesi var:
"İyi bilin ki, Allah'ın veli kulları için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklar.
Onlar iman edip takvâya ermiş olanlardır. Dünya hayatında da âhirette de onlar için müjdeler vardır. Allah'ın verdiği sözlerde aslâ değişme yoktur. Bu en büyük saâdetin tâ kendisidir." (Yunus: 62-63-64)
Bu veli kullar "Sâdık"lardır:
"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve sâdıklarla beraber olun." (Tevbe: 119)
Bu "Sâdık"lardan murad Evliyâullah Hazerâtıdır.
Bu ilâhî emre uyarak ümmetin büyüklerinin ruhânî yardımlarıyla kuvvet kazanmak gerekir.
Hadis-i kudsî'de Hakk Celle ve Alâ Hazretleri buyurur ki:
"Velilerimden birisine düşmanlık eden kimseye ben harp ilân ederim.
Kulumu bana en çok yaklaştıran şey, farz kıldığım ibâdetleri yapmasıdır. Nâfile ibadetlerle de bana o kadar yaklaşır ki, nihayet ben o kulumu severim. Sevince de artık onun duyan kulağı olurum, o benimle işitir. Gören gözü olurum, o benimle görür. Eli olurum, o benimle dokunur. Ayağı olurum, o benimle yürür, (Kalbi olurum, o benimle anlar. Söyleyen dili olurum, o benimle konuşur.) Ne dilerse onu yerine getiririm. Herhangi bir şeyden bana sığınırsa ben onu muhafaza ederim." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2042)
Demek ki velilik Hazret-i Allah'ın lütfu ihsanıymış. Velilik O'nun vergisi, O'nun ikramı. O dilediğini ezelden veli yapar, dilediğini nefsî tekâmülleriyle, çalışması, istidadı ile veli yapar. Lütuf O'nundur, dilediğine verir. Ahmet'in, Mehmet'in demesiyle veli olunmaz, alemin lâfıyla da velilik zâil olmaz. Bunlar ilâhi tayinle olur. Hazret-i Allah'ın sevip seçmesi ile olur.
Hadis-i şerif'lerde de şöyle buyuruluyor:
"Her asırda benim ümmetimden sâbikûn = öncüler vardır." (Nevâdir-ül usûl)
"Öyle ilimler vardır ki, gizlenmiş mücevher gibidir. Onu ancak Arifbillâh olanlar bilirler. Bu ilimden konuştukları vakit, Allah'tan gafil olan kimseler anlamazlar.
Binaenaleyh Allah-u Teâlâ'nın kendi fazlından ilim ihsan ettiği âlimleri sakın tahkir edip küçük görmeyin. Çünkü Allah Azze ve Celle onlara o ilmi verirken tahkir etmemişti." (Erbain)
Bu Hazret-i Allah'a ve Resul'üne iman edenlere âittir.
Bunun hangi birisini yalanlayabilirsiniz?
"Ve her yolun başına oturup da tehdit ederek inananları yolundan alıkoymaya ve o Allah yolunu eğriltmeye çalışmayın." (A'râf: 86)
Bir Hadis-i şerif'lerinde ise buyururlar ki:
"Garipler sayıları pek az olan sâlih kişilerdir. Bu kişiler sâlih olmayan bir topluluk içinde yaşarlar. Yaşadıkları bu topluluk içinde kendilerini seven az, buğz eden ise çoktur." (Ahmed bin Hanbel)
İslâm'ın ilk yıllarında İslâm garipti, nur ile nurlanıyordu. Bugün de İslâm garip hâle düştü. Seven azdır, bunu Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdu. Buğz eden çoktur, düşmanı çoktur. Niçin? Şeytan öyle gösterdiği için.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir defasında:
"Allah'ın rahmeti benim vekillerimin üzerine olsun!" buyurmuşlar.
"Senin vekillerin kimlerdir yâ Resulellâh!" diye sorulduğunda ise:
"Benim sünnetimi ihyâ eden ve Allah'ın kullarına öğreten kimselerdir." cevabını vermişlerdir. (İbn-i Abdi'l-Berr)
Bunların bu derece faziletli oluşları nereden geliyor?
Böyle bir ortamda bir avuç müslüman Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a sığınarak adalet-i ilâhî'yi ayakta tutmaya çalışıyorlar.
Hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmeyerek bu zulümâtı delmek için, nûr-î ilâhî'yi yaymak için, insanları Hazret-i Allah'a ve Resulullah'a götürmek için azimle, gayretle cihad ediyorlar.
Düşmanlıklarının sebebini şimdi gördünüz mü?
Ebu Derdâ -radiyallahu anh-den, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Allah-u Teâlâ İsa Aleyhisselâm'a hitaben:
'Ya İsa! Ben senden sonra öyle bir ümmet getireceğim ki, onlar sevdikleri bir şeyle karşılaşırlarsa Allah'a hamd ve şükrederler. Hoşlanmadıkları bir şeye rastlarlarsa sabrederler ve Allah'tan ecir beklerler. Bunların ilimleri ve hilimleri yoktur.' buyurdu.
İsa Aleyhisselâm:
'Yâ Rabb'i! İlimleri, hilimleri olmadığı halde, onlardan bu işler nasıl sadır olabilir?' diye sordu.
Cenâb-ı Hakk:
'Onlara kendi ilmim ve hilmimden ihsan ederim.' buyurdu." (Ahmed bin Hanbel)
Hazret-i Allah "İlmimden veririm, hilmimden veririm." buyuruyor.
Allah'tan gelen bir ilim bu. Biri halktan biri Hakk'tan geliyor.
Bunlar ise ne o ilmi bilir, ne hilmleri bilir, yok ki bilsin, onların ilimleri zahiri ilimdir.
İşte bunlar Allah-u Teâlâ'nın tuttuğu, lütfu ile desteklediği kullarıdır.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Lütuf ancak Allah'ın elindedir. Onu ancak dilediği kimselere verir. Allah büyük lütuf sahibidir." (Hadîd: 29)
"Salihlerin işlerini O görür." (A'râf: 196)
Böyle mümtaz kullarını dilediği kemâlâta nâil, ulvî makamlara vâsıl buyurur.
Zâhir ulemâsının muttaki olanları kalp erbâbının ve bâtın ulemâsının üstünlük ve faziletini daima tasdik ederlerdi.
İmam Şâfii -rahmetullahi aleyh- Hazretleri Şeybân Râî -kuddise sırruh- isminde evliyâ-i kiramdan bir zâtın huzurunda, mektebe giden bir çocuk gibi diz çöker ve yapacağı işleri kendisinden sorardı.
Onun bu durumunu bazı âlimler hazmedemediler. "Senin gibi bir âlim nasıl olur da bir çobandan bilgi alır?" dediklerinde "Bu zât bizim bilmediklerimizi bilir." cevabını verdi. (İhyâ-u ulûm'id-dîn)
Bir defasında İmam Ahmed bin Hanbel -rahmetullahi aleyh- Hazretleri ile İmam Şâfii -rahmetullahi aleyh- Hazretleri kazaya kalmış namazların nasıl kılınacağı hususunda konuşurlarken, yanlarına Şeybân Râî -kuddise sırruh-Hazretleri gelmişti. İmam-ı Ahmed, İmam Şâfii'den o çobanı imtihan etmek için izin istemiş. Fakat İmam-ı Şâfii Hazretleri o çobanın kalbine dokunmayı lâyık görmemiş iken İmam-ı Ahmed Hazretleri çobana: "Bir mümin bir vakit namazını kaçırsa, sonra da beş vakitten hangisini kaçırdığını unutsa, hangi vakti kaza etmelidir?" diye sordu. Çoban dikkatle baktı ve: "O kimse gaflette kalmıştır, beş vakti de kaza etmelidir." cevabını verdi.
İmam Ahmed -rahmetullahi aleyh-, çobanın mehâbetinden dolayı kendinden geçip yere düşmüş, ayılınca velilerin çobanı böyle olursa, âlimlerinin ne mertebede oldukları üzerinde düşünmüş ve muhabbet yoluna sülûk etmiştir.
Nitekim İmam-ı Âzam -rahmetullahi aleyh- Hazretleri, evliyâ-i kiram'dan İbrahim Ethem -kuddise sırruh- Hazretleri için: "Seyyidimiz, efendimiz İbrahim" buyururlardı. Yakınları kendisine bu tazimin, bu hürmetin sebebini sorduklarında: "Biz ilmimizle nefsimizi düşünürüz. Onlar ise kendilerini unutup hikmetle Mevlâ'larını düşünürler." cevabını vermiştir. (Marifetname)
Onlar bütün bu hakikatlere vâkıf ve vâris olduktan sonra imametten velâyete nâil olmuşlardır.
İmam-ı Âzam -rahmetullahi aleyh- Efendimiz o kadar büyük bir âlimdir ki, İbrahim Ethem -kuddise sırruh- Hazretler'inin Hakk ile olduğunu gördü, bildi ve söyledi.
Bunu biraz açalım. Ağzı mühürlü iki teneke var. Birisinin içi mücevher dolu, diğerinin ise taş. Bunu dışarıdan görebilmek için kalp gözünün açık olması lâzımdır. O ise gördü ve seçti, tâzim etti. Görülüyor ki bilmek başka, olmak başka.
Bilen ve görebilen için zâhiri ilimle batınî ilimler arasında bu kadar açık farklar vardır.
Onların içinde Hakk var. O ise bir maskeden ibaret, vücudu ise elbiseden ibaret. İmam-ı Âzam Hazretleri ona bunun için tâzim etti. Niçin tâzim etti? Hakk'a vâsıl olduğu için ve Hakk ile olduğu için tâzim etti. Vaktaki bu tecelliyata mazhar olunca:
"Eğer şu iki sene olmasaydı, Numan helâk olurdu." buyurdu ve anlayanlara duyurdu.
Fakirin kanaatine göre bu ene kabuğunu son iki senede delmiş, hiçliğini bilmiş ve Hakk'a vâsıl olmuş.
Esas budur. Bu hususta boşuna münakaşa edilmiştir.
Ey kendinde ilim ve varlık gören kendini bilmeyenler! Bu beyandan ibret al da, helâk olmaktan kurtul.
İmam-ı Âzam -rahmetullahi aleyh- Efendimiz böyle buyurdu, sen kim oluyorsun?
İmâm-ı Gazâli -kuddise sırruh- Hazretleri hicrî beşinci asrın en büyük âlimlerindendi ve kendisine "Hüccetül-İslâm" ünvanı verilmişti.
Tasavvuf yolu hakkındaki beyanları şöyledir:
"Yakinen anladım ki, sûfiler hakikaten Allah yolunu bulan kimselerdir. Onların gidişleri, gidişlerin en güzelidir. Gittikleri yol, yolların en doğrusu, ahlâkları ahlâkların en temizidir.
Dünyadaki bütün akıllı insanların akılları, hikmet sahiplerinin hikmetleri, şeriatın bütün teferruatını bilen zâhir ulemâsının ilimleri, onların gidişat ve ahlâkından bir şey değiştirmek ve yerine daha iyisini koymak üzere bir araya gelseler, buna muvaffak olamazlar.
Onların zâhir ve bâtınlarındaki hareket ve duyguların hepsi, Nübüvvet kandilinin nûrundan alınmıştır. Yeryüzünde ise nübüvvet nûrundan başka hidâyet rehberi, nûr kaynağı yoktur." (El-munkizu min'ed-dalâl)
Eğer insanlar bu nurdan istifade etseydi, onlar da İmam-ı Gazâlî -kuddise sırruh- Hazretleri gibi hakikati anlardı.
Allah-u Teâlâ bu seçtiği kullarından Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'e mucize bahşettiği gibi, veli kullarından bazılarına da keramet bahşetmiştir.
Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'in ellerinde husule gelen harikulâde hallere mucize dendiği gibi bu hallerin Allah-u Teâlâ'nın izniyle, iradesiyle veli kullarından sadır olmasına da keramet denir.
Hadis-i şerif'te:
"Mü'min-i kâmil'in ferasetinden korkunuz. Çünkü o Aziz ve Celil olan Allah'ın nûru ile bakar." buyuruluyor. (Münâvî)
Gerek mucize gerekse keramet, hakikatte Allah-u Teâlâ'nın ezelî ve ebedî kudretinin o andaki tezahüründen ibarettir.
Keramet o velinin tâbi olduğu peygamber için de bir mucize sayılır. Zira o keramet, peygambere uymasının bir mükâfâtı olarak kendisine bahşedilmiştir.
Keramet veli olmanın şartı değildir. Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimize mucize göstermek vâcip olduğu gibi, evliyâullah hazerâtına da kerametleri gizlemek vâciptir.
Allah dostları olan bu velileri keşif ve kerametleri ile takdir etmek doğru değildir. Bir velide hiç keramet görülmeyebilir de.
Sahâbe-i kiram'ın en üstünü olduğu halde, Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh-dan bile hiç keramet nakledilmemiştir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde onun hakkında:
"Peygamber hariç, Ebu Bekir herkesten hayırlıdır." buyurmuştur. (C. Sağir)
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerimiz'e: "Efendim, sizden hiç keramet husule gelmiyor." denildiğinde:
"Sırtımızda taşıdığımız bunca vebal yüküne rağmen, ayakta durmamızdan büyük keramet mi olur?" diye cevap veriyorlar.
Onlardan hayatları boyunca pek az keramet husule gelmiştir.
Bir defasında da bir müridi ile bir yere doğru yolculuk yapıyorlar. Gidecekleri yer uzakça, akşam yaklaşıyor. Gidiyorlar gidiyorlar, akşam olmuyor. Gidecekleri yere varıyorlar, güneş birden batıyor. Müridine dönüyorlar ve buyuruyorlar ki:
"Oğlum bunlar tarikat oyunlarıdır. Gaye Allah'tır."
"Onun için deriz ki; bizim yolumuzdaki keramet istikamettir. Allah korkusunu kalbinde taşıyan, O'nun rızâsı ve istikametinde bulunmaya çalışan kimse, keramet sahibi demektir. Keramet itimatsızlıktan, güvensizlikten beklenir.
Herşeyin fevkinde O'nun rızâsıdır. Her türlü tecelliyât, keşf-ü keramet dahi O'nun rızâsının yanında hükümsüzdür."
•
Ehl-i hakikat keramete hiç kıymet vermedi. Çünkü ona Allah yeter.
Hasan Basri -kuddise sırruh- Hazretleri postekisini denize serdiği zaman, Rabia-i Adeviye -kuddise sırruh- Hazretleri de havaya serdi. O havada, o denizde otururken şu cevabı verdi:
"Yâ Hasan! Senin yaptığını balıklar, benim yaptığımı da kuşlar yapar. Bunlar iş değil, iş rızâyı tahsil etmek."
Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz bir hadise husule geldiği zaman: "Şeyhimin kabirdeki tasarrufu." buyururlarmış, hiçbir şeyi kendilerine bağlamamışlar.
Kemâlât keramet ile kâim değildir. Sakın siz de keramet ehli olayım demeyin. Şeytanın varlık tuzağına düşersiniz, nefsiniz sizi o noktada helâk edebilir ve soyulup gidersiniz.
•
Evet keramet de bir lütf-i ilâhî'dir. Buna rağmen keramet ehli olmak istemenin sırrını şöyle arzedelim.
Evliyâullahtan bazılarının yüzü Hazret-i Allah'a dönüktür. O ister ki O'nun hükmü olsun. Daha doğrusu o Hazret-i Allah'ı istiyor, O'nunla olmayı istiyor. Tasavvur buyurun Mevlâ onları ne kadar temizlemiş ki, kendisinden gayrı hiçbir şey istettirmemiştir.
Bazılarının yüzü ise halka dönüktür. O, Hakk'ın verdiğini halka göstermek ister. Birçok veliler burada soyulmuştur. Evet Hakk'ın ihsanını gösterir, fakat halkı tercih ettiği için Hakk onu sevmez. Meğer ki lütfu ile tutsun. Helâk olmak an işi, bıraktığı an kişi helâktadır.
Keramet ehli olmayı istemek kendini beğenmekten ileri gelir, çalışması da ona göre olur. Allah-u Teâlâ Hazretleri kulunu kendisi ile kerameti arasında bırakır, onunla imtihan eder. Her şeyin O'nun ve O'ndan olduğunu bilecek mi, yoksa kendisinin imiş gibi gösteriş mi yapacak?
Bir düşün ki birisi sana bir dükkân açıvermiş, sermaye de vermiş. "Çalış, kârı senin olsun." demiş. Doğru çalışırsan sermaye toplarsın, ihanet edersen iflâs edersin. İlimse O'nun, irfansa O'nun, edepse O'nun, irşadsa yine O'nun, hülâsa her şey O'nun... "Benim" dediğin zaman emanete hıyanetlik etmiş oluyorsun, hem riyakâr hem de yalancı oluyorsun.
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İnsanlar helâk olmuşlardır, ancak âlimler müstesna. Âlimler de helâk olmuşlardır, ilmi ile amel edenler müstesna. İlmiyle amel edenler de helâk olmuşlardır, ihlâs sahipleri müstesna. İhlâs sahipleri de büyük bir tehlike üzerindedirler." (Keşf-ül Hafâ)
Kur'an-ı kerim'de keramete âit birçok misaller vardır.
Zekeriya Aleyhisselâm her mescide girişinde, mescidin bitişiğindeki bir odada barınan Hazret-i Meryem'in yanında kendisinin getirmediği, o bölgede o mevsimde yetişmeyen çeşit çeşit taze meyveler görürdü. Bunların nereden geldiğini sorunca da:
"Allah tarafından!" cevabını alırdı. (Âl-i imrân: 37)
Hazret-i Meryem vâlidemiz peygamber olmadığına göre, onun yanında bulunan bu yiyecekler onun için bir keramettir.
•
Kehf sûre-i şerif'inde beyan buyurulduğuna göre Ashâb-ı kehf adı ile anılan iman kahramanı gençler yıllarca mağarada kalmışlar, daha sonra uyanarak hayata dönmüşlerdir. İşte onlar hakkında Kur'an-ı kerim'de anlatılanlar, bu sâlih gençler için bir keramettir.
•
Süleyman Aleyhisselâm Belkıs'ın tahtını kimin getireceğini maiyyetine sorduğu zaman Hızır Aleyhisselâm: "Sen gözünü açıp yummadan ben onu sana getirebilirim." dedi.
Bu hassas ve ince nokta Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kitap'tan ilmi olan kimse ise: 'Sen gözünü açıp kapamadan, ben onu sana getiririm.' dedi." (Neml: 40)
Süleyman Aleyhisselâm tahtı yanında yerleşivermiş görünce şöyle buyurdu:
"Bu Rabb'imin lütfundandır. Lütfuna şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak istiyor. Şükreden kendisi için şükretmiş olur, nankörlük eden de bilsin ki Rabb'im müstağnidir, çok kerem sahibidir." (Neml: 40)
Bu Âyet-i kerime kerametin ispatı hususunda bir delildir.
Süleyman Aleyhisselâm: "Filân kişi getirdi." demedi. "Rabb'im beni deniyor." dedi. Allah-u Teâlâ onu peygamber seçtiği için, lütfunu da koyduğu için hemen anladı.
Çünkü O'nun izni ve iradesi olmadan hiçbir şey olmaz. Kime ne verdiyse o olur.
•
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'ndan da bazı kerametler nakledilmiştir.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- hilafeti döneminde Medine-i münevvere'de Cuma hutbesi okurken, Suriye taraflarında Nihâvend'de savaş halinde bulunan Sâriye -radiyallahu anh-e: "Yâ Sâriye! Dağa çık dağa!" diye bağırmış, bu sözü gerek o anda mescidde bulunanlar ve gerekse yüzlerce kilometre uzaktaki kumandanı Hazret-i Sâriye -radiyallahu anh- işitmiş, bu ikaz onun savaşı kazanmasına sebep olmuştur. (Keşf'ül-Hafâ. 2, 380)
Halid bin Velid -radiyallahu anh-, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin nübüvvetinin hak olduğunu ispat edebilmek için, kâfirlerin kibir ve inatçılığına karşı, kâmil bir iman ve kalp kuvveti ile okuduğu Besmele-i şerife'nin ardından hiç tereddüt etmeden bir kâse zehir içtiği halde hiç tesir etmemiştir. (Taberânî)
İlim içinde ilimler mevcuttur. Zâhir, bâtın, ledünni ilimler ehlince bilinir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen vardır." (Yûsuf: 76)
Oysa bugün bu ilimlerden haberi olmayan, hatta hiçbir bilgisi olmadığı halde zâhiri ilmine dayanarak "Ben biliyorum" zannıyla ortaya çıkanlar sahayı işgal etmiştir. Bunlar gerçek anlamda zâhiri âlim bile değildir. Zirâ zâhiri alim ahkâm bilir, dinin zahiren bile olsa inceliklerine vakıftır. Hududunu bilir, gayrıya tecavüz etmez.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde:
"Onların çoğu zanna uyarlar. Gerçekte ise zan, hakikat karşısında hiç bir şey ifade etmez. Şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını tamamen bilmektedir." (Yunus: 36)
"Doğrusu bir çokları bilmeden hevâ ve heveslerine uyarak halkı şaşırtıyorlar." buyuruyor. (En'am: 119)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Ahir zamanda yaşları küçük, tecrübeleri kıt, aklını kötüye kullanan bir zümre yetişecektir. Onlar iyiler gibi peygamberin tebligatından -Âyet ve hadisten- bahsedecekler. Fakat onlar tıpkı okun hedefi delip geçtiği gibi, İslâm'dan hemen çıkıvereceklerdir. İmanları boğazlarından ileri geçmez. Siz onlara nerede rastgelirseniz hemen öldürünüz. Zira bunları öldürene kıyamet gününde sevap vardır." (Buhârî. Tecrîd-i sarih: 1472)
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimizden rivayet edilen bir başka Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
"İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki, İslâm'ın yalnız ismi, Kur'an'ın ise resmi kalacak. Mescidler dış görünüşleri ile mamur, fakat içleri hidayetten mahrum olacak.
Onların âlimleri gökkubbe altındakilerin en şerlileridir. Fitne onlardan çıktı ve yine onlara dönecektir." (Beyhakî)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Ümmetim için saptırıcı imamlardan korkarım." (Müslim)
Zira bunlar yalancıdırlar. Böyle oldukları halde sûret-i haktan görünürler. Saptırıcı imam; müslümanların Hakk'tan ayrılarak sapıklığa, bâtıl yollara gitmelerine sebep olan kimsedir.
Diğer bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Ümmetimden yalancılar deccaller vücuda gelir." (Münâvî)
Diğer bir Hadis-i şerif'te ise şöyle buyuruluyor:
"Allah-u Teâlâ ilmi size ihsan buyurduktan sonra (hafızanızdan) zorla çekip almaz. Lâkin âlimleri, ilimleri ile beraber cemiyet içinden alır, ruhlarını kabzeder. Artık kara cahil bir zümre kalır. Halk bunlardan dini ihtiyaçlarını sorarlar, onlar da (Âyet Hadis gözetmeden) kendi düşünce ve arzularına göre fetvâ verip, hem kendileri saparlar hem de başkalarını saptırırlar." (Buhârî. Tecrid-i sarih: 2174)
İfsad ediciler hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Kendilerine 'Yeryüzünde fesad çıkarmayın.' denildiği zaman 'Biz ancak ıslah edicileriz' derler. İyi bilin ki asıl ortalığı ifsad edenler kendileridir, lâkin anlamazlar." (Bakara: 11-12)
Allah-u Teâlâ Secde sûresi 22. Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Kendisine Rabb'inin Âyetleri hatırlatılarak öğüt verildikten sonra, onlardan yüz çeviren kimseden daha zâlim kim olabilir? Muhakkak ki biz suçlulardan öç alacağız!"
Siz kupkuru zanna dayanıyorsunuz.
•
İlmin en üstün derecesi kalbe tecelli eden bilgidir. Allah-u Teâlâ'nın koyduğu bilgi esastır.
Nitekim Karabaş Velî -kuddise sırruh- Hazretleri "Kâşifü'l-Esrâri'l-Fusûs" adlı eserinde şöyle buyuruyorlar:
"İşte bunu düşündüğün zaman artık senin için, tek bir kişiye nisbet edilen ilim hakkında yararlı bir bilgi ortaya çıkmıştır. O zâhirî ve bâtınî, başlangıçta ve önde olup, ilimlerin hepsinin kaynağıdır. 'Ahmed'in içinde 'mim' olduğunda nasıl ki şüphe yoksa, onda da şüphe yoktur." ("Kâşifü'l-Esrâri'l-Fusûs", Hacı Mahmud Efendi, nr.: 2225, vr. 26b-27a)
Bu zât-ı muhterem; "Bu ilim öyle bir ilimdir ki hiç kimseye verilmemiş olup bir tek kişiye verilmiştir. Bütün zâhir ve bâtın ilimlerin kaynağı odur." diyor ve şüphe edenleri de ikaz ediyor.
Bu böyledir. Murâd-ı ilâhi olduğu için, hem O'dur, hem O'ndandır.
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretlerimiz de:
"Bu mârifet ve ilimler, ulemânın ilimleri, evliyânın da mârifeti ötesindedir. Hatta, onların ilimleri, bu ilimlere nisbetle kabuk kalır." buyuruyorlar. ("Mektûbât"; 317. Mektûb)
Bu öz ilimdir, ilm-i billâh'tır, has ilmullah'tır. Diğer velilerin ilmi bu ilmin yanında kabuk kalır.
Mârifetullah ilminden yoksun ve mahrum olanlar ise zaten gerçeği bilemedi, zahirde kaldı. Kalbin kilidini açamadı, kalp kulağını, kalp gözünü açamadı. Hazret-i Allah'ı görüp bilemedi, nefsini ilâh edindi. Esrâr-ı ilâhi'ye vakıf olamadı, imanı sureta kaldı, hem de yaratılmışlarda kaldı. Âlimim zannetti, cahil olduğunu bilemedi. İşte bunların konuşmaları boştur, dili ile konuşurlar, hem boştur hem tesir etmez. İlimleri de zandır, zandan ibarettir. Okumuş ve fakat nefsin kara tahtasını delememiştir. Bâtına geçememiştir.
Süflî âlim, nefsine dayanarak zan ile hareket eder. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'e bakmaya lüzum bile görmez. O "Biliyorum" der. Kendi hükmünü koyar. Bazısı Âyet-i kerime, Hadis-i şerif ortaya koyar ve fakat "Ben âlimim!" demekten kendisini alamaz. Onun için Allah-u Teâlâ'nın önüne geçmiş olur.
Câfer-i Sâdık -rahmetullahi aleyh- Hazretleri'nin güzel ve öğüt dolu sözlerinin birinde şöyle buyururlar:
"Takvâdan daha değerli bir azık yoktur. Susmaktan güzel bir şey yoktur. Cehaletten daha zararlı düşman yoktur. Yalandan daha öldürücü bir hastalık yoktur."
Zahiri ulema batıni bilemediklerinden el ve dil uzatmakta beis görmediler.
Hor ve hakir gördüler, varlık ve benlikleri bu zâtlara düşman etti. İlimlerine dayandılar, zanlarıyla hareket ettiler.
Mevlânâ Celâleddin Rûmî -kuddise sırruh- Hazretleri bu hususu şöyle tarif ediyorlar:
"Kim Allah mumunu üflerse, O mum sönmez. Üfleyenin ağzı yanar."
Niçin sönmez? Çünkü o Hazret-i Allah'ın mumu. Onu Hazret-i Allah ileriye sürmüştür.
Şimdi bunlara sormak lâzım:
Vaaz kürsüsünden kaç kişi namaz kılmaya başlamış, kaç kişi haramı terketmiş? İçkiyi-kumarı terketmiş? Kaç kişiye hayra hidayete vesile olmuş?
Kaç kitap yazmış, kaç tane ilim ehli insan yetiştirmiş?
Demek istiyoruz ki, Evliyaullah hazerâtı insan yetiştiriyor. Hazret-i Allah'a kul, Resul'üne ümmet olsun için çabalıyor. Ruhun talim ve terbiyesine nefsin tezkiyesine gayret ediyor.
Oysa nefsinin heva ve hevesine göre konuşan ahir zaman alimlerinin durumunu Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde haber veriyor:
"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" (Furkân: 43)
Mesrûk -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Bir kimseye ilim olarak Allah'tan korkar olması yeterlidir. Bir kimseye cehâlet olarak da kendini beğenmesi, nefsine mağrur olması yeterlidir." (Câmiüs-sağîr: 6240)
Bu en büyük tehlikeyi hiç kimse bilmiyor ve görmüyor.
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Onlar insanları Kitabullah'a çağırırlar, fakat Kitap'tan zerre kadar nasipleri yoktur." (Ebu Dâvud: 4765)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Onlar Allah'ın kelâmını değiştirmek isterler." (Fetih: 15)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İlim ikidir. Biri dilde olup (ki bu zâhiri ilimdir) Allah-u Teâlâ'nın kulları üzerine hüccetidir. Bir de kalpte olan (marifet ilmi) vardır. Asıl gayeye ulaşmak için faydalı olan da budur." (Tirmizî)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri buyururlar ki: "Ben Resulullah'tan iki kap ilim aldım. Birisini yaydım (söyledim), eğer ötekisini de yaymaya kalksam bu boğaz kesilir." (Buhârî)
Bu Hadis-i şerif'leri görmüyorlar mı?
İşte size bu ilimden bahsediliyor. Buna Hakkal-yakîn ilmi denir. Bu ilimden bahseden bazı zevât-ı kiramın bazısı âlimler tarafından bazısı zalimler tarafından yok edilmişlerdir. Âlim, fakat bilmedi, hased etti, yok olsun gitsin dedi. Size numune olarak bunlardan bir kaç tanesini arzedeceğim.
Şeyh-ül ekber Muhyiddin İbnül-arabî-kuddise sirruh- Hazretleri bir âlemdir. Efendiler! O zaman bilmediler, astılar ve çöplüğe gömdüler. Ne büyük cehalet değil mi?
Seyyid Nesimi Hazretleri Allah dediği için derisini yüzdüler. Şu zulme bakın. Bunu ben âlimim diyenler yaptı.
Hallâc-ı Mansur Hazretlerini hapishanede sürüklediler, neler neler yaptılar. Neden? Hakk dediği için.
Ve kimisini zehirle öldürdüler.
Bunların sayısı yüzlercedir. Fakat ibret için size bir tanesini arzedeceğim.
Bir gün Üsküp'teyim. Bir mevzu açıldı. Dediler ki "Üsküp'ün üstünde bir perde var, bu perde hiç kalkmıyor." Ve şöyle anlattılar: Bir gece halk büyük bir telâşa kapılmış, yangın çıktı diye. Hatta zamanın valisi pijama ile koşmuş. Halk ateşe doğru yaklaştıkları zaman bakıyorlar ki ateş değil, İsmail Hakkı Hazretlerinin evinden nur parlıyor. Vali duruma vâkıf oluyor, halkı dağıtarak hane-i saâdetine giriyor. Bakıyor ki İsmail Hakkı Hazretleri küçücük bir odada mum ışığında "Allahu nûrussemâvâti vel-ard" Âyet-i kerime'sini tefsir ediyor. Durumu gören vali özür diliyor ve çıkıyor.
Hadise ertesi günü şehre yayılıyor. Fakat dedik ya bilemediler, haset ettiler diye. Zâhiri bazı âlimler ne yapıyor biliyor musunuz? Bir tertip hazırlayarak "Bu adam zındıktır, ayakkabısının içinde Âyet-el kürsî var." diyorlar. Bakıyorlar Âyet-el kürsî çıkıyor ve bu zâtı Üsküp'ten sürüyorlar. Hanımı da hamile, şehirden çıkarken gayr-i ihtiyari Üsküb'e bir bakmış, Üsküb'ün işi bitmiş. O perde inmiş bir daha da kalkmamış.
Diyorlar ki; bir daha yerli halkı Allah-u Teâlâ burada tutundurmadı, yabancılar ona hürmet ettiler, ondan sonra bu memlekete yabancılar sahip oldular.
Neden? Allah-u Teâlâ'nın bu nurunu oradan çıkardıklarından. Bu bir ibrettir. O zaman bunlar bu hakikatı açarken anlayamadılar. Âlim hased etti, zâlim ise zulmetti, zulmünü yürüttü. Fakat şunu iyi bilin ki Hazret-i Allah'ın bu sevgililerini yok etmeleri, tıpkı yahudilerin peygamberlerini yok etmeleri gibidir.
Amma Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde ne buyuruyor?
"Ümmetimin âlimleri benî İsrail'in peygamberleri gibidir." (K. Hafâ)
Bu Hadis-i şerif'e dikkat edin, bu ne büyük bir cehalet değil mi? Marifetullah ilminden bahsettiklerinden ötürü bu haller onların başına geldi.
Ve size bu ilimden bahsediliyor, ibret alın.
Bu gazete haberinde bu mübarek zâtın kabrinin kamera ile takip edilmesini de dillerine dolamışlar.
Tarih boyunca büyük zâtların kabirleri gerek bunların konumlarına hürmet sebebiyle, gerekse kötü niyetli kişilere karşı koruma altına alınmıştır.
Nitekim Abdülgâni Nablusi Hazretleri "Keşf'ün-Nur" isimli eserinde şöyle buyururlar:
"Âlimlerin, velilerin kabirleri üzerine türbe yapmak cahillerin hakaretlerinden korumak içindir."
Nitekim ehl-i küfür bilhassa Peygamber Efendimiz'in -sallallahu aleyhi ve sellem- naaş-ı şerif'lerine kastetme niyetinde olmuştur.
İki tane gayr-i müslim, Endülüs'ten Medine'ye gelerek Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-in vücud-u şeriflerini kaçırmak niyetiyle müslüman kılık ve kıyafetine girerek hacca gelmiş gibi Medine'ye girmişler, Mescid-i Nebevî'nin kıble tarafından Kabr-i şerif'e çok yakın bir eve yerleşmişlerdi.
Bunlar, namazları mescidde kılıp Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-in kabrini ziyaret ediyorlar, her sabah Bâkî Kabristanı'na, cumartesi günleri de Kuba Mescidi'ne gidiyorlardı.
Kılık kıyafetleri ve fakirlere yaptıkları yardımlarla halkın güvenini kazanmayı başaran bu kişiler, geceleri bulundukları evden Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-in kabrine doğru gizlice tünel kazmışlar, çıkan toprakları torbalara doldurarak kabirleri ziyaret bahanesiyle Cennet'ül-Bakî Kabristanı'na dökmüşlerdi. Kazdıkları tünel, Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-in kabrine iyice yaklaşmıştı.
İşte tam bu sırada adaletli bir hükümdar olan Selçuklu Atabeyi Nureddin Mahmud Zengi (1146–1174) teheccüd namazını kılıp yatmıştı. Rüyasında Resulullah Aleyhisselâm'ı gördü. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz iki yabancıyı göstererek, "Ey Nureddin! Beni bunlardan kurtar!" dedi.
Hükümdar, bu rüyanın tesiriyle bağırarak uyandı. Abdest alıp namaz kıldıktan sonra yattı. Yine aynı rüyayı gördü. Yine feryat ederek uyandı. O gece aynı rüyayı üç defa görünce kalktı ve iyi bir insan olan veziri Cemaleddin Mavsilî'yi yanına çağırdı ve gördüğü rüyayı anlattı. İstişare ederek Medine'ye gitmeye karar verdiler. Kimseye duyurmadan hükümdar, veziri ile beraber yirmi süvari ve pek çok eşya ile Şam'dan yola çıktılar, gece-gündüz devam ederek 16 günde Medine'ye vardılar. Hükümdar, abdest alıp, Mescid-i Nebevî'ye girerek iki rekat namaz kıldı ve Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-i ziyaret etti.
Medine halkı hükümdarın yanına toplanmıştı. Vezir, "Hükümdar, peygamberimizi ziyaret maksadı ile gelmiş, yanında da sizlere hediye getirmiştir. Medinelilerin isimlerini yazın." dedi. Onlar da bütün Medinelilerin isimlerini yazdılar. Bu isimlere göre herkes gelip hükümdardan hediyesini almaya başladı. Bundan maksat, Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-in rüyada "Beni bunlardan kurtar." dediği o iki kişiyi tanıyıp tespit etmekti. Bunun için halk hediyeleri hükümdarın huzuruna gelerek aldılar. Bu esnada hükümdar gelenlere dikkatle bakıyordu.
Herkes hediyelerini aldı. İsim listeleri bitti. Fakat hükümdar bu gelenler arasında peygamberimiz tarafından rüyada kendisine gösterilen iki kişiyi gösteremedi. Bunun üzerine; "Hediye almayan kimse kaldı mı?" diye sordu. Orada bulunanlar dediler ki:
"Kimse kalmadı. Ancak Endülüs'ten gelen iki kişi var. Onlar kimseden bir şey almazlar. İhtiyaç sahiplerine sadaka vermektedirler."
Hükümdar onların da yanına getirilmesini istedi. Onlar huzura getirildiler. Hükümdar onların rüyada kendisine gösterilen kişiler olduğunu tanıdı ve kendilerine, nereli olduklarını sordu. Onlar da: "Biz Endülüs'ten hac maksadıyla geldik ve bu sene peygamberimizin yakınında bulunmayı arzu ettik." dediler.
Hükümdar nerede kaldıklarını sordu. Mescidin yakınında olduklarını söylediler. Hükümdar onlarla beraber evlerine gitti. Evde süslü kitaplar ve değerli eşyalar gördü. Bu arada halk, onların her gün oruç tuttuklarını, namazları mescidde kıldıklarını ve hiçbir dilenciyi boş çevirmediklerini söyleyerek bunları övüyorlardı.
Nureddin Zengi, odayı dolaştı ve burada serilen hasırı kaldırdı. Baktı ki, altında kazılmış bir tünel var. Tünel, Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-in kabrinin yanına kadar uzanıyordu. Halk methettikleri kişilerin ihanetini görünce hayretler içerisinde kaldı.
Bunun üzerine hükümdar bu iki kişiyi sorguladı. Onlar da gerçekten Müslüman olmadıklarını ve peygamberin vücudunu buradan alıp ülkelerine kaçırmak için görevlendirildiklerini itiraf ettiler. Bunu yapabilmek için derviş kıyafetlerine bürünerek halkı kandırdıktan sonra geceleri tünel kazmaya devam ettiklerini ifade ettiler ve "Peygamberin kabrine iyice yaklaştığımız gece, gök gürültüsü ve şimşekler öyle bir sarsıntı meydana getirdi ki, sanki dağlar yerinden oynayacaktı. Bundan fena halde korktuk ve sabahleyin de sizin geldiğinizi haber aldık." dediler.
Nurettin Zengi Peygamber Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-in kabrinin çevresinde derin hendek kazdırdı ve bu hendeği kurşun eriterek doldurdu. Böylece kabr-i Saadet, çepeçevre kurşunla muhafaza altına alınmış oldu. (H. 557, Miladi 1162)
Yine "Saltuknâme" adlı eserde belirtildiğine göre; hıristiyan hükümdarlar bir gün papanın huzurunda toplanmışlar, Türklere karşı ne gibi tedbirler alacaklarını konuşuyorlardı. Bir papaz "Peygamberlerinin naaşını çalalım. Türkler'in enselerine sille vurup Peygamber'lerini ziyaret ettirelim!" diye akıl verdi. Küffar beyleri papazın bu fikrini çok beğendiler. Ancak Papa, bu suikastin ne büyük tehlikeler doğuracağını tahmin edebilecek kadar zeki bir kimse idi: "Aman ha! Türkler'i üstümüze salarsınız, 'Bizim Peygamber'imiz nerede ise biz de oraya varalım!' derler!" diyerek, onları bu sakat ve tehlikeli fikirden vazgeçirmeye çalıştı. (Ebu'l-Hayr-ı Rûmî, "Saltuknâme", s. 315-316)
Bu yolun tahmin edemediğinizden fazla düşmanı var. Zira bu yol Resulullah Aleyhisselâm'dan gelir. Ona öyle düşmanlık ettiler ki aynı şekilde onun yolunun yolcusu, hizmetçisi olan, gerek Ashâb-ı kiram gerek Evliyâullah Hazerâtı da aynı düşmanlığa maruz kaldılar.
Kaldı ki bu Zât-ı âli ahir zamanda türeyen din bölücüleri ile vazifesi icabı eserler neşrederek, İslâm hakikatlerini müslümanlara açık-seçik duyurarak mücadele etti. Bu mücadele sebebiyle kendisine düşmanlık etmek isteyenler çok daha fazla oldu.
Halbuki o: "Benim hiç kimseye kinim yok amma, dinime ve vatanıma el uzatana da hiç müsamaham yok." buyururdu.
Bu zümrelerin iç durumları şudur:
Allah-u Teâlâ Müminûn sûresi'nin 52-56. Âyet-i kerime'lerinde ümmetin "Bir tek ümmet" olduğunu beyan buyurduğu halde, bu emr-i ilâhi'yi dinlemeyip bölücülüğe sapanların dalâlette olduklarını ve dinden çıkarıldıklarını görüyoruz.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Müminûn sûre-i şerif'inin 52. Âyet-i kerime'sinde:
"Şüphesiz sizin bu ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabb'inizim. O halde benden korkun." buyuruyor. (Müminûn: 52)
Oysa bu bölücüler bu ilâhî emir ve hükmü dinlemediler, Allah-u Teâlâ'ya isyan ettiler ve dinden çıktılar.
Bunlar Allah-u Teâlâ'nın dinine sahip çıkmak ve parselleyip parça parça yapmak istediler. Her bir parsele her bir sapıtıcı imam birer din kurmak istedi ve bu suretle İslâm dininden çıkmış, küfre girmiş oldular.
İslâm'dan çıktıklarına dair 53. Âyet-i kerime'sinde de şöyle buyurmaktadır:
"Amma ne var ki, insanlar din hususunda kendi aralarında parçalara bölündüler, çeşitli kitaplara ayrıldılar. Her bölük, her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan (din veya kitapla) sevinmektedir." (Müminûn: 53)
Dinden murad isimleri, kitaptan murad ise zan ve tüzükleridir.
İslâm'dan çıktıktan sonra her bir bölücü birer isim yaptı. Bu isimler birer dindir. Oysa İslâm'da bir tek ümmet bir tek din vardır.
Bunların İslâm dini ile hiçbir ilgileri yoktur.
"Şimdi sen onları bir süreye kadar kendi sapıklıklarıyla başbaşa bırak!" (Müminûn: 54)
"Kendilerine verdiğimiz servet ve oğullar ile onların iyiliklerine koştuğumuzu mu zannediyorlar. Hayır onlar işin farkında değiller." (Müminûn: 55-56)
Buradan da anlaşılıyor ki, Allah-u Teâlâ bunlara gerçekten gazab etmiştir. Onlara birçok geçici nimetler vermesiyle birçok azaba düçar edeceğini de görmüş oluyoruz
Âyet-i kerime'lerden kendisine has isim verenlerin hepsinin dinlerinin ayrı olduğu anlaşılmaktadır.
Bir diğer Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle senin hiçbir ilgin yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır. Sonra O, yaptıklarını kendilerine haber verecektir." (En'âm: 159)
Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime'sinde bütün bölücülerin İslâm dâiresinden atıldıklarına dair hudut çizmektedir.
Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime ile kendisi ilgiyi kestiği gibi, Hakk'a bağlı olanlara da "Sen de ilgiyi kes!" diye emir veriyor.
Amma sen onlarla olursan elbet bu Âyet-i kerime'yi ya inkâr eder emr-i ilâhiyi işlememiş olursun.
Eğer müslümanlar bu Âyet-i kerime'leri görüp iman etselerdi, bunların tuzağına düşmezlerdi. Hem imanlarını hem maddelerini kurtarmış olurlardı. Maddelerini götürdükleri gibi imanlarını da götürdüler.
Allah-u Teâlâ Yâsin-i şerif'in 21. Âyet-i kerime'sinde:
"Sizden hiç bir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar." (Yâsin: 21)
Buyurduğu halde müslümanlar bu Âyet-i kerime'yi göremedi, anlayamadı ve bu sapıtıcılara çok rahat yolundular.
Bir taraftan din-i İslâm'ı ifsada ve çürütmeye çalışıyorlar, bir taraftan da kendi kurdukları dini ayakta tutmaya gayret ediyorlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Sizin için Deccal'dan daha çok Deccal olmayandan korkarım.
- Onlar kimlerdir?
Saptırıcı imamlardır." (Ahmed bin Hanbel)
Niçin Deccal'den daha korkunç ve daha tehlikelidir?
Deccal resmen Deccal olarak çıkacak. İşaretleri de bellidir, doğrudan doğruya allahlık dâvâsı ile çıkacak. Kâmil iman sahipleri hiçbir zaman ona aldanmaz, tuzağına düşmez.
Ve fakat bu sapıtıcı imamlar olsun, âhir zaman uleması olsun, hepsi de sûret-i haktan göründüler, İslâm'ın önderi, kurtarıcısı gibi göründüler. Saf ve temiz müslümanlar büyük kitleler halinde onlara iltihak etti ve intisap etti.
Kurdukları dini ayakta tutabilmek için İslâm dininin haram kıldığı hükümleri helâl saydılar. Kitleler halindeki müslümanları hem kurdukları dine çekerek imandan ettiler, diğer taraftan dünyalıklarını soydular ve yoldular.
Nitekim bu sapıtıcıların durumu onlara uyanların ağzından Âyet-i kerime'de şöyle haber veriliyor:
"Siz bize sağdan gelir, sûret-i haktan görünürdünüz." (Sâffât: 28)
Ahiretteki mazeretler geçersizdir. Tâbi olanlar tâbi oldukları önderleriyle beraber haşredilirler.
Nitekim Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"İnsan sınıflarından her birini biz o gün imamlarıyla (önderleriyle) beraber çağıracağız." (İsrâ: 71)
Cenâb-ı Hakk Hadis-i kudsî'de şöyle buyuruyor:
"Âhir zamanda öyle kimseler türeyecektir ki, bunlar dinlerini dünyalığa âlet edeceklerdir. İnsanlara karşı koyun postuna bürünmüş gibi yumuşak ve güzel huylu görünürler. Dilleri şekerden bile tatlıdır, amma kalpleri kurt gönlü gibidir.
Azîz ve Celîl olan Allah-u Teâlâ (bu gibi kimseler için) şöyle buyurur:
'Bunlar acaba benim sonsuz affediciliğime mi güveniyorlar, yoksa bana karşı meydan mı okuyorlar? Ululuğum hakkı için, onlara öyle ağır bir musibet vereceğim ki, aralarında bulunan yumuşak başlılar şaşakalacaklardır.'" (Tirmizî)
Buna da âmil olan, İslâm maskesi altında Din-i mübin'e yaptıkları büyük tahribattır.
Fakat bu nur-i ilâhî çıkınca zulümâtı deldi. Nur yayıldı, hem de dünyanın bir çok yerlerine.
Bunların iç yüzleri meydana çıktı, küfürleri meydanda kaldı. Ne cevap verebildiler, ne de tevbe ettiler, şaşırıp kaldılar.
Çünkü her isim bir dindir. Bunların her biri kendi yolunu beğendi.
Oysa Allah-u Teâlâ'nın dini İslâm dinidir. Onun hükümleri ayrıdır.
"Allah katında din İslâm'dır." (Âl-i imrân: 19)
Oysa bunların hepsi de halkı o kadar soydular ki, trilyonlar vurdular, bankalar kurdular. Böylece Allah-u Teâlâ ile harbe tutuştular.
Zira Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah'a ve peygamberine açılmış bir savaş olduğunu bilin." (Bakara: 279)
Hem din-i mübin'e hem de vatanımıza ihanet ettiler. Hem dini hem vatanı parçalamak istediler ve bu zümreler müslümanlara karşı cephe aldılar, düşman kesildiler.
"Allah'ım! Nurunla bu fitne ateşini söndür. Sapıtıcı imamlar ile İslâm'a düşman olan kâfirleri kahret ve öldür."
İslâm'ın yalnız kendileri olduğunu söyleyenler olduğu gibi, iman-küfür berzahını kaldıranlar, fâize helâl deyip insanlara haram yedirenler, sahte mehdiler, sahte halifeler, sahte dabbeler, sahte isalar... bu sahteler çok türedi.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin bunların hepsi hakkında ayrı ayrı kitapları mevcuttur.
•
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde ümmetinin yetmiş üç fırkaya ayrılacağını, yetmiş ikisinin dalâlette ve cehennemde olacağını, ancak Resulullah Aleyhisselâm'ın ve ashâbının yolunda olanların cennete gireceğini resmen beyan ederken; diyeceksiniz ki "Bunlar Âyet-i kerime'leri ve Hadis-i şerif'leri görmüyorlar mı?"
Evet, görmek istemiyorlar. Nefsâni ve dünyevî arzularına uyarak bu Âyet-i kerime'lerin apaçık mânâlarını görmemezlikten ve bilmemezlikten gelip, bâtıl ve mesnetsiz fikir ve iddiâlarını Hakk ve hakikat gibi göstermek isteyen bu gibi kimseler dalâlet batağına kaymışlardır, onlar bir şey görmezler. Her bölücü kendi yolu ile öğündüğü için yalnız kendilerinin müslüman olduklarını, doğru yolda bulunduklarını zannederler.
Halbuki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle beyan buyurur:
"Her kim Rahman olan Allah'ın zikrinden göz yumarsa, biz ona şeytanı musallat ederiz. Artık o onun ayrılmaz bir arkadaşıdır. Hiç şüphesiz ki şeytanlar o insanları yoldan çıkarırlar. Onlar da kendilerinin hidayete erdirilmiş olduklarını zannederler.
Nihayet o bize geldiği zaman der ki 'Ey şeytan! Keşke benimle senin aranda gün doğusu ile batısı kadar uzaklık olsaydı. Ne kötü arkadaşmışsın sen." (Zuhruf: 36-37-38)
Kıyâmet'in küçük alâmetlerinden çıkmayanı kalmadı; hepsi çıktı, şimdi iş büyüklere kaldı. Böyle bir zamanda Allah-u Teâlâ Hâtem-i veli'yi kalemle mücâdele ile vazifelendirdi. Haber verdiklerine göre bu kitaplar ondan sonraki boşluğu Hazret-i Mehdî'ye ulaştıracak, ona köprü olacak.
Bu yüzden vasiyetlerinde; "Bize göre yol kesilmiştir, Hazret-i Mehdi'yi gözleyin. O niyette olun, o niyetle ölün!" demişlerdir.
Hazret-i Ali -kerremallahu veche- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Tâ ki onları, onlardan sonra gelenlere emânet etsin ve kendileri gibi olanların kalplerine nakşetsin." (Ebû Tâlib el-Mekkî, "Kûtu'l-Kulûb", c. 1, s. 134)
Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri Kur'an-ı kerim Âyet-i kerimelerine bakarak Sâffât sûresinde geçen bir Âyet-i kerime'de Hazret-i Mehdi Aleyhisselâm'ın onun kardeşi olduğunu ve kardeşine evlâtlarını emanet edeceğini haber verir.
Buyururlar ki:
"Sâffât'ta, beraberindeki oğullarının cümlesini kardeşine sunup takdim edeceği mevzu edilir." ("Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ ve Şemsü'l-Mağrib", s. 72-75, bas.: Muhammed Ali Sabîh Matbaası, Mısır, 1954)
Mevlânâ Abdurrahmân Câmî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin talebesi Hüsâmeddîn Ali el-Bitlisî -kuddise sırruh- Hazretleri "Şerhu Hutbetü'l-Beyân" isimli mecmuadaki risalesinde Hâtem-i veli'nin Mehdi ile olan ilgisini şöyle işaret buyuruyorlar:
"Onun kalbi ise, Mehdî'nin kalbinin de üzerindedir, onun davetçisi olduğunu açıkça ibrâz eder ve hidâyete davet eder." ("Mecmû'a-i Şerhu Hutbeti'l-Beyân li'l-Hüsâm el-Bitlisî", Konya Bölge Yazma Eserler Ktp. Akseki, nr.: 164, vr. 268)
Bu zât-ı muhterem tâ o zaman bu hakikati dile getirmiş, kaleme almış. Allah râzı olsun.
"Allah-u Teâlâ kime o lütfu vermişse, hâl ile yetişen hâl ile o işi bitirir. Tabii ki fakirin gizli niyazlarımız var, arzularımız var. Bu nuru Hazret-i Mehdi'ye ulaştırmak. Zaten Hazret-i İsa Aleyhisselâm'la Hazret-i Mehdi birleşecek, ondan sonra bu nur kıyamete kadar gidecek, O'nun seçtiği esastır, halkın seçtiği esas değil.
Allah-u Teâlâ, Mehdî Hazretleri'ni ise kılıçla cihad etmek için gönderecek. Onun ömrü sırf cihadla geçecek. O bir şey yazmayacak, çünkü yazmaya vakti olmayacak."
Nitekim Bedîüzzaman Saîd-i Nursî -kuddise sırruh- Hazretleri bu vazifeye işâret eder.
"O zât (Mehdî), o tâifenin uzun tasdîkâtı ile yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak." buyurmuşlardır. ("Emirdağ Lâhîkası", s. 259)
"Hâtemü'l-velâye" ile ıslahat başladı. Birinci ıslahat nûrla, "Hâtem'lik"le olacak. Mehdi Hazretleri kılıçla ıslahat yapacağı gibi, İsâ Aleyhisselâm da müslümanlarla hıristiyanlar arasında hakemlik yapacak ve Deccal'i öldürecek.
Şeyhü'l-Ekber Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri "Fütûhâtü'l-Mekkiye"sinde, Hâtemü'l-evliyâ'nın ve ihvânının Hazret-i Kur'ân'ın hükmüyle yürüyeceklerine ve onu değiştirmek isteyenlerle mücâdele edeceklerine dâir açık bir işâret vererek, onun vazifesi ile Hazret-i Mehdî'nin vazifesi arasındaki bağı gözler önüne sermiştir:
"Hatmü'l-velâyeti'l-Muhammediyye, O'nun hükmünün vâki' olmasıyla, kendi zamânından sonra Allah'ı bilen birinin yapamayacağı bir biçimde yaratılanları Allah ile bilir. O ve Kur'an ihvânı, tıpkı Mehdî ve kılıç ihvânı gibidir." ("Fütûhâtü'l-Mekkiyye", c. 6, s. 67, Beyrut, 1994)
Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri burada Hâtemü'l-evliyâ'nın ihvânını "Kur'ân ihvânı" olarak vasıflandırmıştır. Bu ise onun ve ihvânının Kur'an âyetleriyle, yâni Ahkâm-ı İlâhî ile iş ve icraat yapacağına delâlet eder. Onun kalemle yürüttüğü bu mücâdeleyi Mehdî kılıçla devâm ettirecek; yâni o kalemle yürüdü, Mehdî kılıçla yürüyecek. Hazret bu beyanları ile iki vazifeyi birleştirmiş, mütemmim hâle getirmiş oluyor.
Bunun delilini mi istiyorsunuz?
Sa'deddîn el-Hamevî -kuddise sırruh- Hazretleri "Risâle fî Zuhûr-ı Hâtemü'l-Velâye" adlı eserinin son satırlarında bu vazifeye bizzat işâret etmiş; Hâtemü'l-velî'nin Allah tarafından verilmiş mânevî bir kılıca sâhip olduğuna dikkati çekerek, onu "Din kâfirleri"ne gâlip getirecek olan bu kılıcın "kalem"inden başka bir şey olmadığını haber vermiştir:
"Bil ki, onun alâmetlerinden birisi de; onun kılıcının, mukâbele ettiğinde kendisini gâlip getiren 'kalem'i olmasıdır.
Peygamber Aleyhisselâm kâfirlere kendi kılıcıyla vurup onları öldürürdü; Hâtemü'l-velî de onlara bâtında kendi kalemiyle vurur ve onları helâk eder. Böylelikle Allah onu, Zât'ıyla mukâbelede bulunan bir 'kılıç' kılar." ("Risâle fî Zuhûr-ı Hâtemü'l-Velâye", Süleymâniye Kütüphânesi, Ayasofya, nr.: 2058, vr. 207b)
Nitekim fakir bundan seneler evvel, daha bu ifşaatların hiçbiri yokken şöyle demiştik: "Bize kalemle mücâdele verilmiş, Hazret-i Mehdî'ye ise kılıç ile biçerek ifsâdı kaldırma verilse gerek." Bu zâtların bu ifşaatları yıllar sonra bizim bu sözümüzü tasdik etmiş oluyor.
Dikkat ederseniz Hazret, onun "din kâfirlerini bâtında kendi kalemiyle vurup helâk edeceğini" beyan buyuruyor. Onun vazifesi bâtınî, Mehdî Hazretleri'ninki ise zâhirîdir. Çünkü o Resulullâh'ın "Velâyet"ine vâris olarak gelmişti, o ise "Nübüvvet"ine vâris olarak gönderilecek. Bu vazifenin, bâtında gizli olan "İlmullah"a dayandığı daha önce çok defâ size arzedilmişti, şimdi tasdîkini bizzat bu zâttan işitiyorsunuz.
Dışarıdan bakınca o vurmuş gibi gözüküyor. Oysa kalemi veren de, kılıcı vuran da O'dur. O'nun vuruşu olduğu için hiç kimse de cevap veremiyor, onun karşısında hiç kimse duramıyor.
Niçin? O desteklediği için...
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruhla takviye edip desteklemiştir." (Mücâdele: 22)
Sa'deddîn el-Hamevî -kuddise sırruh- Hazretleri onun kalemle mücâdele edeceğini beyan buyurduğu gibi; herhangi bir dalâlet ehline mukâbele ettiğinde bir "kılıç" mesâbesindeki bu "kalem"le, "din kâfirleri"ne her defâsında gâlip geleceğini de açıkça ifşâ ediyor.
İlim O'nun ilmidir, kalem O'nun kalemidir; mahlûka âit hiçbir şey yoktur.
Hâtem-i evliyâ, âhir son zamanda gelecek velilerin sonuncusu demektir.
Allah-u Teâlâ Hâtem-i veli'nin gönderileceğini veli kullarına bildirmiştir. Allah-u Teâlâ'nın sevdiği, seçtiği birçok veli kulları, Hâtem-i veli'nin âhir son zamanda gönderileceğini Allah-u Teâlâ kendilerine bildirdiği için biliyorlar ve bildiriyorlardı.
Böyle bir kimsenin geleceği halk için meçhul, fakat onlar için açıktı. Eserlerinde bu noktaya parmak basıp izahlı bir şekilde ayrı ayrı anlatıyorlardı.
Dünya bozulmaya yüz tuttuğu, fitne ve fesadın arttığı bir zamanda Allah-u Teâlâ sevdiği ve seçtiği bu kullarından birini gönderir, onunla o ifsadı kaldırır.
Hele dünyanın son zamanında; dinsizliğin, ahlâksızlıkların her türlüsünün son haddine vardığı, bilhassa Deccâl'den daha beter olan sapıtıcı imamların türeyip, din-i İslâm'ı aslından çıkarmak istedikleri bir anda, bu en büyük fitne zamanında ise; Allah-u Teâlâ'nın hükümlerini ayakta tutmak için, kâfirlerin küfrünü ortaya koymak için, bu fesadı yok etmek için Hâtem-i veli'yi gönderir.
Nitekim Hâtem-i veli'nin geleceği mevzusuna bin küsur sene önce yaşamış olan Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri çok eğilmiş, birçok vasıflarını olduğu gibi bir bir sıralamış, hatta sırf bu mevzuda "Hatm'ül-evliya" isminde bir kitap yazmıştır. İlk ifşaatta bulunan da odur.
Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurmuşlardır:
"Âhir zamanda Mehdi yokken, henüz yaklaştırılıp seçilmemişken; aradaki boşlukta, Hâtem'ül-velâye'den başka adâleti (hakkâniyeti) ayakta tutacak kimse olmaz. Ve o, bütün veliler üzerine o devirde, Allah'ın hücceti olmaya muvaffak olur."
Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri'ne Hâtem-i veli'yi bildirmek emri ve vazifesi verilmiş.
O da nurunu ve ilhamını Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz'in Hadis-i şerif'lerinden aldı. Allah-u Teâlâ dilediğini ona bildirdi ve gösterdi. O nur ışığı altında, Allah-u Teâlâ'nın ilhamı ile gördü, bildi ve yazdı.
Allah-u Teâlâ Hâtem-i veli'nin hakimiyet kesbedeceğini, galip geleceğini ve muvaffak olacağını Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri'ne o zaman göstermiş. Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri böyle buyurdu ve gerçekten de dediği gibi oldu. Allah-u Teâlâ böyle murad etmiş, böyle tecelli etti, böyle oldu.
•
Ayrıca Muhyiddin-i İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- ve Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- gibi zevât-ı kiram eserlerinde tarif ettikleri gibi, hususiyetle İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Mektûbat" adlı eserinin sekiz kadar mektubunda ayrı ayrı beyanlarla, bilinmeyen bu zâtı bildirmiştir.
•
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri çok kesin ve açık olarak beyan ederek: "Mehdi'den evvel adâlet-i ilâhîyi ayakta tutacak başka kimse olmayacak ." buyuruyor.
Böyle bir devire mukabil Allah-u Teâlâ adaletini ayakta tutmak için bu ilmi bugün indirdi. Bu devir böyle gidiyor ve hamdolsun mücadele devam ediyor.
Hâtem-i veli'nin Türkiye'de gelmesinin ve vazifelendirilmesinin sebebi; bölücüler, türemeler hep Türkiye'de türedi. Büyük fitne Türkiye'de koptu ve Allah-u Teâlâ bu ilmi Türkiye'ye indirdi. Sonra Hicaz tarafında çok büyük fitne kopacak, Allah-u Teâlâ o zaman da Mehdi Hazretleri'ni gönderecek. Bugün buraya gönderdi, o gün oraya gönderecek. Yerine göre, zamana göre tayin ediyor.
Allah-u Teâlâ öyle murad etmiş. Yoksa bu bölücüler İslâm dini'nin hiç bir esasını bırakmayacaklardı. Hak ile bâtıl tamamen birbirine karışmıştı ve bâtıl galebe etmişti. Niçin galebe etti? Onları müslüman zannıyla çoğunluk onlara kaydı. İslâm'ı bölüm bölüm böldüler ve parsellediler, dinde şirket kurdular. Her biri kendi ismiyle bir din kurdu, dini dünyaya âlet ederek halkı alabildiğine yoldular ve soydular. Hem imandan ettiler, hem de maddelerini aldılar. "Sen çalış bana ver!" Sahte şeyhler gibi.
Fakat Allah-u Teâlâ'nın izniyle "Bu küfürdür, bunlar kâfirdir." deyince küfürleri meydanda kaldı. Nur galip geldi, küfrün üzerini ezdi geçti.
Bu sapıtıcı imamların ve türemelerinin örümcek ağı gibi örmek istedikleri tuzakları bu cihadla bertaraf edildi.
Musa Aleyhisselâm'ın asasının sihirbazların sihirlerini yuttuğu gibi, hakikat da ortaya çıkınca sahtelerin hepsini de yuttu gitti. Ancak donan dondu, imanını kurtaramadı.
Bu nurun girdiği yerde zulümât çökmeye, yok olmaya mahkûmdur.
Allah-u Teâlâ dilerse nurunu yayacak, bu nur bu zulümâtı delecek, bunlara bu sahayı bırakmayacak. Buna emin olun.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ilk cihadı bayraklıların başlatacağını, hemen ardından da Hazret-i Mehdi'nin geleceğini Hadis-i şerif'lerinde beyan buyurmuşlardır:
"Sonra Doğu tarafından siyah bayraklılar çıkarak hiçbir kavmin yapmadığı bir şekilde savaş yaparlar. Ve ardından Allah'ın halifesi Mehdi gelir." (İbn-i Mâce - Hâkim)
Bakınız Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu "Bayraklılar"la Hazret-i Mehdi'yi birbirine nasıl bitiştirdi?
•
Bediüzzaman -kuddise sırruh- Hazretleri de "Emirdağ Lâhikası" isimli eserinin 259. sahifesinde Mehdi Aleyhisselâm'ın vazifesinden bahsederken, Mehdi Aleyhisselâm'dan evvel gelecek bu zâttan haber vermiş; bu ilmin, bu kitapların Mehdi Aleyhisselâm'a hazır bir program olarak hazırlandığını işaret ve ifade ederek şöyle buyurmuşlardır:
"Ehl-i imanı dalâletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman tedkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, Hazret-i Mehdi'nin, o vazifesini bizzat kendisi görmeye vakit ve hal müsaade etmez. Çünki hilafet-i Muhammediye (Aleyhisselâm) cihetindeki saltanatı, onun ile iştigale vakit bırakmıyor. Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir tâife bir cihette görecek. O zât, o tâifenin uzun tasdikatı ile yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak, onun ile o birinci vazifeyi tam yapmış olacak."
Bediüzzaman -kuddise sırruh- Hazretleri, vefatından yirmi sene sonra neşredilmeye başlayan kitapları böylece tanıtmış olmaktadır.
Bu beyanlarında o kimseyi "İman kurtarıcısı" olarak vasıflandırmakta ve ilân etmekte, aynı zamanda kendisi ile Hazret-i Mehdi arasındaki zâtı tarif etmektedir.
İşte o kimse bu vazife ile gönderilecek. Bu türemelerin hakikat ile dalâleti birbirine karıştırmak azminde ve niyetinde oldukları bir zamanda, bütün bâtıl fikirleri çürütecek, hakikati meydana koyacak, ortalığı istilâ eden din ve iman hırsızlarının elinden imanı kurtarmak için vazifeli olacak. Gaye imanı kurtarmaktır. İslâm'ı yok etmek isteyen bütün fitne ve fesadın üzerine hiç kimseden çekinmeden gidecek ve hakikatleri söyleyecek, dâvâsını Âyet-i kerime ve Hâdis-i şerif'lerle ispat edecek, Allah ve Resul'ünün emir ve hükümleriyle hakikati ortaya koyacak.
Ve bunlar mânen biçilmiştir. Kelime itibariyle de susturulmuşlardır.
•
Bundan sonra Hazret-i Mehdi Aleyhisselâm arasında çok az bir boşluk olacak. Nur gelecek, kitaplar tutulacak ve bu boşluğu dolduracaklar. Bu boşluk sırasında nasipdar olanlar bu kitaplara çok sarılacak. Allah-u Teâlâ nuru indirince dilediğine hidayet verecek. Halkın çoğu boşlukta kalacak, nasipdar olmayanlar büsbütün laçka olacak.
Abdülkâdir-i Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
"Bir kurtarıcı olarak ellerinden tutar, dünya denizinden çeker çıkarır. Tabii ki nasibi olanı, Hakk'a uyanı." (5. Meclis)
Nasibi olan onu bulacak, nasibini alacak. Nasibi olmayan onu bulamayacak ve hüsranda kalacak. Ruhu ölmüş bir kimsenin hakikatla ne işi var?
Bu meyanda ortalık çok bozulacak, daha da karışacak. Çok büyük sıkıntılar olacak. Harp sıkıntıları, geçim sıkıntıları, telâşlar başgösterecek.
Dikkat ederseniz hadiseler başladı. Bu zelzeleler, yere batmalar, kılık değiştirmeler şimdiden başladı. Dünyanın birçok yerleri sallanıyor. Artık bu dalga böyle gidiyor. Bu zelzele hadisenin başıdır, sonu değil.
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazret-i Mehdi hakkında birçok beyanlarda bulunduğu gibi, Hâtem-i veli hakkında da, sahtelerinin çıkmaması için, beyanlarda bulunmuş ve işaretler vermiştir.
Nitekim Naim bin Hammad'ın Ka'b'dan rivayet ettiği Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Mehdi'nin çıkış alâmetlerinden bir tanesi de batıdan, başlarında Kinde kabilesi'nden ayağı sakat bir adamın bulunduğu bayraklıların çıkmasıdır." (İmâm-ı Suyûtî, Kitab'ü-l Arf'il Verdi Fî Ahbâr'il Mehdi, sh: 99. Kitabın 7. bölümündeki 13. Hadis-i şerif'tir.)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
"Allah-u Teâlâ bu ümmete, her yüzyıl başında dinini yenileyecek bir müceddid gönderir." (Ebu Dâvud)
Görülüyor ki bunlar doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ tarafından gönderilmiş vazifedarlardır.
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri'ne öğüt ve nasihatte bulunurken, kurtuluşa erişebilmesi için ona âhir zamanda gelecek olan bu topluluğa uymasını tavsiye etmiş, bu esnada onlara duyduğu iştiyaktan dolayı ağlamış ve Hadis-i şerif'inin bir noktasında şöyle buyurmuştur:
"Ey Ebu Hüreyre! Sen onların yolu üzerinde bulun! Onların yoluna karşı gelen, vereceği hesâbın şiddetinden tir tir titreyecektir!" ("el-Vesâyâ li-İbnü'l-Arâbî"; Hâlet Ef. no.: 198/2 486a yaprağı)
Seyyid Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
"Yolunu bu ülkeye vardırmayan kurtulamaz." ("Fütûhü'l-Gayb"; 33. Makale)
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri ise:
"Bir kimse o zâtı inkâr eder beğenmezse veya o zât bu kimseye incinmişse; Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri'nin zikri ile meşgul olsa bile, irşadın ve hidayetin hakikatinden mahrumdur." buyuruyorlar. (260. Mektup)
İşte size bu yol tarif ediliyor. Allah ve Resul'ünün yolu!..
Şeyhü'l-Ekber Muhyiddîn-i İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri, Allah-u Teâlâ'nın Kelâm-ı kadîm'i Âl-i imrân sûre-i şerif'inde geçen âyetlerden birinde ona güzel eserler verileceğini haber vermiş, "Onu tasdik etmenin halka vacip olduğunu" şöyle beyan buyurmuştur:
"Âl-i imrân'daki dört Âyet'te ise; asıl vücudundan önce ona gösterilen itinâ, cismî yaratılışının öncesinde onun şerefinin kıvama erdirilişi, güzel eserleri ve müşâhade edilen fiilleri; nâkıslığa, hatalara ve aykırılıklara karışıp, onları iyice şiddetlendikten sonra çözmesi ve (neticeye) bağlaması, korku ve çekingenliğin hiç değişmediği evi, peşinden gidenlerin onu bilemeyişi, onu tasdîkin halka vâcip olduğu ve Şer'î vesikaların ona tevdî edildiği mevzu edilir." ("Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ ve Şemsü'l-Mağrib", s. 72-74)
Seyyid Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Gayb âleminden sesler" mânâsına gelen "Fütûhü'l-Gayb" adlı eserinde şöyle beyan buyurmaktadır:
"Sana bu insan lâzım, bunu ara, bulunca muhalefet etme, sözlerine darılma, uzak kalmaktan hoşlanma. Onu sev ve sözlerine bağlan, her nereye varsan böyle birini ara ve zihninde onu gezdir.
Şunu bil ki: O ne söylerse selâmet ondadır. Helâk, bataklık başkadadır.
Allah'tan onu iste; yol bundan başkaya varmaz. Himmet başkalarında yoktur." ("Fütûhü'l-Gayb"; 33. Makale)
Böyle bir zâta düşmanlık etmek öldürücü bir zehirdir. Kişinin helâkine mucip bir harekettir.
Niçin? Hazret-i Allah sevdiği, seçtiği, vazifedar kıldığı için.