Muhterem Okuyucularımız;
Tasavvuf'un başlangıcı Resulullah Aleyhisselâm'ın ve Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'nın yaşayışlarında görülmektedir. Bazılarının zannettiği gibi Resulullah Aleyhisselâm'dan sonra başlamış olmayıp, doğrudan doğruya onun zuhuru ile zâhir olmuştur.
Kaynağı Kur'an-ı kerim ve Hadis-i şerif'lerdir.
Böyle olunca tasavvufu inkâr, dini inkârdır. Dindar olduğunu zanneden nice kişiler, tasavvufu inkâr etmekle, kendilerini helâk ettikleri gibi bu fitneyi yaymakla da saf ve temiz müslümanların gönüllerini kirleterek tasavvufa karşı su-i zân beslemelerine sebep olmaktadırlar.
Ashâb-ı kiram ve Tâbiîn devirlerinden sonra muhtelif ilimlerle uğraşanlara, uğraştıkları ilimlere göre isimler verilmişti. Meselâ Tefsir ilmiyle uğraşanlara "Müfessirûn", Hadis ilmiyle uğraşanlara "Muhaddisûn", Kelâm ilmiyle uğraşanlara "Mütekellimûn", Fıkıh ilmiyle uğraşanlara da "Fukaha" gibi isimler verilmişti. İşte bu arada rûhî kabiliyetlerini geliştirmeye çalışan ve Allah yoluna sülûk eden zümrenin yoluna da "Tasavvuf" adı verildi.
İlk devirlerde zühdî bir hareket tarzında başlayan tasavvuf; İslâm dininin kendi bünyesinde doğmuş, gerçek canlılığının ve tazeliğinin bir devamı niteliğinde gelişmiştir. Tasavvuf ismiyle zuhuru, hicrî ikinci asrın ortalarına rastlamaktadır. Tarikat kelimesi ise tasavvufun sistemleşmesinden sonra kullanılmaya başlanmıştır.
Zühd hareketi "Mutasavvıfe" adı ile bir topluluk meydana getirince tasavvuf sistemleşmeye başladı. Fakihler nasıl ki fıkıh ilmini, kelâmcılar kelâm ilmini sonradan meydana getirdilerse; başlangıçta sadece hareket halinde beliren tasavvuf da öteki İslâmî ilimler gibi, sonradan bir ilim haline geldi. Bedenî ameller için hükümler konduğu gibi, kalbî ameller için de hükümler kondu. Böylece "Tasavvuf ilmi" doğmuş oldu.
Tasavvuf; İslâm'ın özünü, dinin inceliğini ve asliyetini yaşama hâlidir. Mânevî ilimlerin tahsil edildiği bir okuldur. Öyle bir okul ki asırlar boyu Allah-u Teâlâ'ya gönül vermiş binlerce Evliyâullah Hazerâtı bu okulda yetişmiştir. Bu mânevî önderler talebelerine hakikat ilmini talim ettirdikleri gibi halka da hak ve hakikat yolunu göstermişlerdir.
İçtihad sahibi gerçek zâhirî âlimlerin hiçbirisi bu mânevî yolu ve bu yolun önderlerini inkâr etmemiş, bilâkis onların ilimlerinden, mâneviyatından istifade etmeye gayret etmişlerdir.
Ancak bu mânevî ilim hakkında hiçbir bilgisi olmayan ve kendilerinin âlim olduğunu zanneden bazı kimseler tasavvufu ve ancak tasavvuf ile tahsili mümkün olan mânevî ilmi inkâra cüret etmişlerdir. Onlar işte bu faydalı ilimden mahrum kaldıkları için itiraz ediyorlar, bilmedikleri için inkâra kalkıyorlar. Bu gibiler hakkında İmâm-ı Gazâlî -rahmetullahi aleyh- Hazretleri "Er-Risâletü'l-Ledüniyye" adlı risalesinde şöyle buyurmaktadır:
"Cahilin bilmediği şeyi inkâr etmesi âdettendir. Bu iddia sahibi de hakikat şerbetinin zevkini tatmamış ve Ledün ilmine vâkıf olamamıştır."
Toplumun bu hakiki âlimlere, bu İslâm yıldızlarına bakarak yön bulduğu asırlarda yaşanan mânevî inkişaf uzun asırlar devam eden İslâm hakimiyetinin, zahiri inkişafın da en büyük dayanağı olmuştur. Hususiyetle Osmanlı bu inkişafın merkezi haline gelmiştir.
Osmanlı'yı ve bu maddi-mânevî üstünlüğü yıkmaya çalışan dış devletler, -İngilizler başta olmak üzere- bu gücün kaynağının tasavvuf olduğunu keşfettikten sonra 1700'lü yıllardan itibaren bu noktadan İslâm'ı yıkmaya karar vermişlerdir.
Nitekim tasavvufu inkâr eden değişik sapkın mezhep, cemaat gibi oluşumlar, sahte peygamberler, sahte âlimler, sahte mutasavvıflar bu tarihlerden sonra hızla çoğalmış, özellikle İngilizlerin hakimiyetindeki Hindistan, Arabistan, Mısır gibi ülkeler başta olmak üzere birçok ülkede bir ur gibi yayılmıştır.
Bugün de İngiliz emperyalizminin takipçisi Amerika olsun, Amerikan devletinin gizli sahibi yahudi olsun, Vatikan olsun, bilumum küffâr milletleri bu yıkımı devam ettirmek istemekte, türeyen sahteleri de el altından destekleyerek İslâm'ı içerden yıkmaya çalışmaktadırlar.
Bu fitnelere kapılan; içi tasavvuf düşmanlığı ile aslında din düşmanlığı ile dolu olan; sözde âlim, dindar gözüken fakat dinin asliyetini inkâr edenlere cevap mahiyetinde olmak üzere âlem-i İslâm'a, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerin nur ışığı altında Tasavvuf'un aslı ve mahiyeti arz edilmiştir.
Tasavvuf; İslâm'ın özü, hem şahsî huzurun hem de toplumsal huzurun yegâne yolu, müslüman milletimizin temel harcı, küffâr fitnelerinin karşısında duran sarsılmaz bir kaledir.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Tasavvuf, İslâmî ilimlerin özü ve kaynağıdır. Esrar odasının ilâhî sırlarına mazhar olabilmek ve hakikati anlamak için kurulmuş ilâhi bir ilim-irfan mektebidir.
Bu tahsil sayesinde bütün ilimlerin özüne inilir. Tasavvufun asıl gayesi süzülmektir. Tereyağının süzüldüğü gibi süzülmek, haddelerden geçmektir.
"Koca bir adam olarak girdim, zerre hakîr olduğumu bildim."
Tasavvuftan gaye budur. Bu hale gelebilmek için, "Fenâ"ya varmak için tasavvuf elzemdir.
Tarikat-ı aliye münevver bir yoldur. Nefsi tezkiye, ruhu tâlim ve terbiye için lüzumlu olan bir yoldur.
Kişinin varlığını dağıtması ve Var'ı bulması için yegâne âmildir. Hiç şüphesiz ki bu da, Fenâfillâh'a ermiş bir Mürşid-i kâmil'in taht-ı terbiyesine girmekle gerçekleşir. Ezelî nasibini aldıkça nefis tezkiye olur, ruh tekâmül eder. Nefis derecelerini aştıkça, perdeleri bir bir kaldırdıkça Hakk'a yaklaşmış olur.
Çünkü Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"İçinizde... Görmüyor musunuz?"
buyuruyor ve inananlara duyuruyor. (Zâriyât: 21)
O'nu görünceye kadar bir bir perdeleri kaldırmak gerekiyor, ki O'na vâsıl olmuş olsun. Her yolun çalışması dıştan olur, fakat hiç şüphesiz ki bu yolun çalışması içten olur.
Tasavvuf; İslâm'ın özünü, dinin inceliğini ve asliyetini yaşama hâlidir. Mânevî ilimlerin tahsil edildiği bir okuldur. Öyle bir okul ki asırlar boyu Allah-u Teâlâ'ya gönül vermiş binlerce Evliyâullah Hazerâtı bu okulda yetişmiştir. Bu mânevî önderler talebelerine hakikat ilmini talim ettirdikleri gibi halka da hak ve hakikat yolunu göstermişlerdir.
İçtihad sahibi gerçek zâhirî âlimlerin hiçbirisi bu mânevî yolu ve bu yolun önderlerini inkâr etmemiş, bilâkis onların ilimlerinden, mâneviyatından istifade etmeye gayret etmişlerdir.
Ancak bu mânevî ilim hakkında hiçbir bilgisi olmayan ve kendilerinin âlim olduğunu zanneden bazı kimseler tasavvufu ve ancak tasavvuf ile tahsili mümkün olan mânevî ilmi inkâra cüret etmişlerdir. Onlar işte bu faydalı ilimden mahrum kaldıkları için itiraz ediyorlar, bilmedikleri için inkâra kalkıyorlar. Bu gibiler hakkında İmâm-ı Gazâlî -rahmetullahi aleyh- Hazretleri "Er-Risâletü'l-Ledüniyye" adlı risalesinde şöyle buyurmaktadır:
"Cahilin bilmediği şeyi inkâr etmesi âdettendir. Bu iddia sahibi de hakikat şerbetinin zevkini tatmamış ve Ledün ilmine vâkıf olamamıştır."
Toplumun bu hakiki âlimlere, bu İslâm yıldızlarına bakarak yön bulduğu asırlarda yaşanan mânevî inkişaf uzun asırlar devam eden İslâm hakimiyetinin, zahiri inkişafın da en büyük dayanağı olmuştur. Hususiyetle Osmanlı bu inkişafın merkezi haline gelmiştir.
Osmanlı'yı ve bu maddi-mânevî üstünlüğü yıkmaya çalışan dış devletler, -İngilizler başta olmak üzere- bu gücün kaynağının tasavvuf olduğunu keşfettikten sonra 1700'lü yıllardan itibaren bu noktadan İslâm'ı yıkmaya karar vermişlerdir.
Nitekim tasavvufu inkâr eden değişik sapkın mezhep, cemaat gibi oluşumlar, sahte peygamberler, sahte âlimler, sahte mutasavvıflar bu tarihlerden sonra hızla çoğalmış, özellikle İngilizlerin hakimiyetindeki Hindistan, Arabistan, Mısır gibi ülkeler başta olmak üzere birçok ülkede bir ur gibi yayılmıştır. Arabistan'da mâneviyat ve tasavvuf düşmanı Vehhabiler İngiliz desteği ile iktidar olmuşlardır.
Bugün de İngiliz emperyalizminin takipçisi Amerika olsun, Amerikan devletinin gizli sahibi yahudi olsun, Vatikan olsun, bilumum küffâr milletleri bu yıkımı devam ettirmek istemekte, türeyen sahteleri de el altından destekleyerek İslâm'ı içerden yıkmaya çalışmaktadırlar.
Nitekim günümüzde Vehhabiler gibi tasavvufu, Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in mânevî büyüklüğünü, şefaatini inkâr eden, manevîyattan ve şahsî terbiyeden mahrum bir zümre türemiştir. İslâm'ı beşerî bir ideoloji seviyesine indirgemeye çalışan bu cahil zümre, bugün İslâm dünyasında yaşanan birçok sıkıntının müsebbibi haline gelmiştir. Bu gibi gruplar cihad adı altında terör bezirgânlarının oyuncağı olurken, İslâm adı altında ortaya çıkan bazı gruplar da cihadı, küfürle mücadeleyi ortadan kaldırma propagandasının aleti haline getirmişlerdir. Nihayetinde her ikisi de bilerek veya bilmeyerek küffâra hizmet etmektedirler.
Binaenaleyh, tasavvuf İslâm'ın özü, hem şahsî huzurun hem de toplumsal huzurun yegâne yolu, müslüman milletimizin temel harcı, küffâr fitnelerinin karşısında duran sarsılmaz bir kaledir.
Tasavvuf'un başlangıcı Resulullah Aleyhisselâm'ın ve Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'nın yaşayışlarında görülmektedir. Bazılarının zannettiği gibi Resulullah Aleyhisselâm'dan sonra başlamış olmayıp, doğrudan doğruya onun zuhuru ile zâhir olmuştur.
Kaynağı Kur'an-ı kerim ve Hadis-i şerif'lerdir.
Böyle olunca tasavvufu inkâr, dini inkârdır. Dindar olduğunu zanneden nice kişiler, tasavvufu inkâr etmekle, kendilerini helâk ettikleri gibi bu fitneyi yaymakla da saf ve temiz müslümanların gönüllerini kirleterek tasavvufa karşı su-i zân beslemelerine sebep olmaktadırlar.
Asr-ı saâdet'te tasavvuf adı ve mutasavvıf adı ile anılan zümre yoktu. Sufiliğin hakikati vardı, fakat adı yoktu; yaşanırdı, dâvâsı yoktu.
Saâdet asrında en yüksek mevkiyi, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'le sohbet şerefine eren Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı almışlardı. Hepsi değerliydi, amma içlerinde değerlisinin de değerlisi vardı. Her biri ayrı ayrı kabiliyetlere sahip idiler, vazifeleri ayrı ayrıydı. Bir kısmı ilim öğrenmeye, bir kısmı dini tebliğ etmeye, bir kısmı cihada, bir kısmı yöneticiliğe daha fazla ilgi duyarken, bir kısmı da ibadete daha çok önem veriyordu.
Müslümanlar onlar için "Sahabi" olmaktan daha üstün bir tâzim ünvanı tasavvur etmiyorlardı. Resulullah Aleyhisselâm'dan sonra Ashâb-ı kiram'a yetişenlere ve ilmi onlardan alanlara "Tâbiîn" denilmiştir. Ondan sonra da "Tâbiîn"e erişen "Tebe-i tâbiîn" gelmektedir. Bu üç nesil, en hayırlı insanlar olarak kabul edilmişlerdir.
İslâmî ilimler ilk devirlerde bir bütündü. Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelâm, Tasavvuf gibi bölümlere ayrılmış değildi. Bugünkü şekliyle bir Tefsir, bir Hadis ilmi yoktu, itikadî ve fıkhî mezhepler de yoktu. Bu tasnifler daha sonraki yıllarda ortaya çıkmıştır.
•
Ashâb-ı kiram Tarikat-ı aliye'nin ne olduğunu bilmiyordu, amma yaşıyordu. Nasıl yaşıyordu? O Nur'un sohbetinde kendilerine icabeden her şey veriliyordu. Herkes nasibi kadar alıyordu. Kimisi çok alıyordu, derya oluyordu; kimisi az alıyordu, havuz oluyordu.
O Nur'un sohbetinde bulunmakla, Allah-u Teâlâ onları lütfu ile dolduruyordu. Şu kadar var ki, Ashâb-ı kiram'ın hepsinin dereceleri aynı değildir. Bu dereceler, onların kendi şahsiyetlerine âit faziletlere, İslâm'a yaptıkları hizmete göre farklılık arzetmektedir.
Ashâb-ı kiram Tarikat-ı aliye ile meşgul olmamıştır, çok az olmuştur. Amma hepsi de Tarikat-ı aliye'nin içinde idiler. Hele bunların arasında bir zümre vardı ki;
"Seninle beraber olanlardan bir tâife de kalkıyorlar." (Müzzemmil: 20)
Âyet-i kerime'sinde belirtildiği üzere, fazla ibadetleriyle seçilmişlerdi.
Dikkat edilirse görülür ki, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz zikrullah için çok seyrek halka toplamıştır. Hadis-i şerif'lerde birkaç yerde geçer. Ashâb-ı kiram'ı her yönden yetiştirmeye çalışmıştı. Çünkü her şeyden habersiz bir topluluğun, her yönden eğitime ihtiyacı vardı. Bir yönden, bir noktadan değil, birçok yönlerden onları yönetiyordu.
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimize, Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimize kendilerine göre bir ders vermişlerdi, fakat yaygın değildi.
Çünkü onlar Hazret-i Kur'an'ın nuru ile nurlanmış, feyzi ile feyizlenmişlerdi. Âyet-i kerime'ler sabah akşam nâzil oluyordu. Resulullah Aleyhisselâm'ın nuru ile, şerefli sohbeti ile hemhâl oluyorlardı. O Nur'un karşısında bulunuyorlar, o Nur'dan nur alıyorlardı, ilim alıyorlardı, edep alıyorlardı, feyz alıyorlardı. O Nur'un yanında bulunmak, ona bakmak kâfi idi. Baka baka iman ediyorlardı. Hepsi de Tarikat ehli idi, amma kapalı, meydanda bir şey yok. Öylece yetişiyorlardı.
Bu müridan da aynı şekildedir. Ciddi bir ders almış, terbiye görmüş değil, hususiyetli bir şey yok. Kitaplardan nasibi kadar almış, kimisi derunî noktasına yavaş yavaş inmiş, kimisi cihada eğilmiş, kimisi yolda kalmış, amma o yolun içinde bulunuyor. Herkes nasibi kadar nasibini alıyor. Kimisi açık olarak, kimisi gizli olarak terakki ediyor. Fakat hepsi de kapalı olarak götürülüyor, gizli hallerle terbiye ediliyor. Teslimiyeti, bağlılığı, sadakati ve nasibi nispetinde hiç farkına varmadan mahviyetle yürütülüyor, Allah-u Teâlâ'nın ilâhî lütfuna nâil oluyorlar.
O yol ile bu yol bu noktada da bitişiyor.
Her ne kadar mâneviyat yoluna ağırlık veriyorsa da birçok müridan bunun ciddiyetle farkında değil.
Ashâb-ı kiram da böyle idi. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in aralarında bulunması ve sohbeti onları yetiştiriyordu. Ashâb-ı suffa da aynı şekilde yetişiyordu. Ashâb-ı kiram ile her zaman görüşemese de, Ashâb-ı suffa ile her zaman görüşüyordu. Onlar onun talebeleri idi. Onun feyzi ile gıdalanıyorlardı. Onlar onu tercih etmişlerdi.
•
Ashâb-ı kiram ve Tâbiîn devirlerinden sonra muhtelif ilimlerle uğraşanlara, uğraştıkları ilimlere göre isimler verilmişti. Meselâ Tefsir ilmiyle uğraşanlara "Müfessirûn", Hadis ilmiyle uğraşanlara "Muhaddisûn", Kelâm ilmiyle uğraşanlara "Mütekellimûn", Fıkıh ilmiyle uğraşanlara da "Fukaha" gibi isimler verilmişti.
İşte bu arada rûhî kabiliyetlerini geliştirmeye çalışan ve Allah yoluna sülûk eden zümrenin yoluna da "Tasavvuf" adı verildi.
İlk devirlerde zühdî bir hareket tarzında başlayan tasavvuf; İslâm dininin kendi bünyesinde doğmuş, gerçek canlılığının ve tazeliğinin bir devamı niteliğinde gelişmiştir. Tasavvuf ismiyle zuhuru, hicrî ikinci asrın ortalarına rastlamaktadır. Tarikat kelimesi ise tasavvufun sistemleşmesinden sonra kullanılmaya başlanmıştır.
Zühd hareketi "Mutasavvıfe" adı ile bir topluluk meydana getirince tasavvuf sistemleşmeye başladı. Fakihler nasıl ki fıkıh ilmini, kelâmcılar kelâm ilmini sonradan meydana getirdilerse; başlangıçta sadece hareket halinde beliren tasavvuf da öteki İslâmî ilimler gibi, sonradan bir ilim haline geldi.
Bedenî ameller için hükümler konduğu gibi, kalbî ameller için de hükümler kondu. Böylece "Tasavvuf ilmi" doğmuş oldu.
Zâhirî fıkhın hükümleri Kur'an-ı kerim'de ve Sünnet-i seniyye'de bulunduğu gibi, bâtınî fıkhın hükümleri de Kur'an-ı kerim'de ve Sünnet-i seniyye'de bulunmaktadır.
İslâm dini ruh ile bedenin birleşip kemâle erdiği bir dindir. İnsanın ruh ve beden diye iki cephesi olduğu gibi, dinin de zâhir ve bâtın diye iki yönü vardır.
Namaz, oruç ve diğer amellerin zâhirî bir şekli varsa ve bunlar zâhirî fıkhın mevzusunu teşkil ediyorsa; yine bu ibadetlerin aynı şekilde huzur ve huşû gibi bâtınî bir şekli de vardır. Bu da bâtınî fıkhın yani tasavvufun mevzusunu teşkil eder.
Fıkıh konularının dört mezhep imamı tarafından toparlanıp sistemleştirildiği ve bu imamların adları ile anılmaya başlandığı gibi; zikrin cehri kısmını Abdülkadir Geylâni -kuddise sırruh- Hazretleri, hafi kısmını ise Muhammed Bahaüddin Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri sistemleştirmişlerdir. Bundan dolayı cehri zikir yapanların yoluna "Kadiri tarikatı", hafi zikir yapanların yoluna ise "Nakşibendi tarikatı" denmiştir.
Bundan sonra çeşitli kollar zuhur etmiş ise de, hepsinin aslı birdir. Tarikat-ı Muhammediye'dir. Gaye, Allah-u Teâlâ'yı en güzel şekilde zikretmek ve O'na kulluk yapmaktır.
Tasavvuf, İslâmî ilimlerin özü ve kaynağıdır. Esrar odasının ilâhî sırlarına mazhar olabilmek ve hakikati anlamak için kurulmuş ilâhi bir ilim-irfan mektebidir. Bu tahsil sayesinde bütün ilimlerin özüne inilir.
Tasavvufun asıl gayesi süzülmektir. Tereyağının süzüldüğü gibi süzülmek, haddelerden geçmektir.
"Koca bir adam olarak girdim, zerre hakîr olduğumu bildim."
Tasavvuftan gaye budur. Bu hale gelebilmek için, "Fenâ"ya varmak için tasavvuf elzemdir.
Tarikat-ı aliye münevver bir yoldur. Nefsi tezkiye, ruhu tâlim ve terbiye için lüzumlu olan bir yoldur. Kişinin varlığını dağıtması ve Var'ı bulması için yegâne âmildir.
Hiç şüphesiz ki bu da, Fenâfillâh'a ermiş bir Mürşid-i kâmil'in taht-ı terbiyesine girmekle gerçekleşir. Ezelî nasibini aldıkça nefis tezkiye olur, ruh tekâmül eder. Nefis derecelerini aştıkça, perdeleri bir bir kaldırdıkça Hakk'a yaklaşmış olur.
Çünkü Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"İçinizde... Görmüyor musunuz?" buyuruyor ve inananlara duyuruyor. (Zâriyât: 21)
O'nu görünceye kadar bir bir perdeleri kaldırmak gerekiyor, ki O'na vâsıl olmuş olsun.
Her yolun çalışması dıştan olur, fakat hiç şüphesiz ki bu yolun çalışması içten olur.
•
Tarikat, kelime mânâsı itibarı ile "Yol" demektir. Tasavvuf dilinde ise; "Allah-u Teâlâ'yı bilmek, bulmak ve O'na yaklaşmak için takip edilecek ibadet yolu"mânâsına gelir.
"Allah'a ulaşan yollar mahlûkatın nefesleri adedincedir."
Lüzumu ise Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerle ispat edilmiştir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik." buyuruyor. (Mâide: 48)
Fahrüddin-i Râzi -rahmetullahi aleyh- Hazretleri ve diğer bazı müfessirler bu Âyet-i kerime'ye:
"Ey kullarım! Sizin her birinize iki şeyi vâcip ettim. Evvelâ şeriat, sonra da tarikat." mânâsını vermişlerdir. Çünkü "Minhac"ın kelime mânâsı "Münevver bir yol" demektir.
"Minhac" kelimesinden kastedilen münevver yol "Şeriatın güzelliklerinin bütünü" olduğuna göre, şeriat yolun başı, tarikat da devamıdır.
•
Bilindiği gibi ümmet-i Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in havassı derecesinde bulunan kâmil zevât-ı kiram'ın en son arzu ve isteği, Allah-u Teâlâ ile sevgi zinciri kurabilmektir.
Bu ise;
"Resul'üm! Onlara söyle:Eğer Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın." (Âl-i imrân: 31)
Âyet-i kerime'sine göre, ancak Sünnet-i seniye'ye harfiyyen uymakla gerçekleşeceğinden, her hâl-ü kârda bir tarikata başvurmak zaruridir.
Ve buna benzer birçok Âyet-i kerime'ler vardır.
Tarikat-ı aliye'ye dahil olan bir sâlik:
"Nefsini temizleyen kurtulmuştur." (Şems: 9)
Âyet-i kerime'sinde buyurulduğu üzere kalbini, mâsivânın bataklık ve bulanıklıklarından temizleyerek mârifet evi ve muhabbet yurdu hâline getirir.
Tarikat, şeriat-ı mutahharanın hâdimidir, yardımcısıdır. Abdest, temizlik, taharet, namaza hazırlık olduğu gibi; tarikat da kalbi temizleyip huzura hazırlar.
Kalb temiz olursa, kişiyi ibâdet ve taate sevkeder. Hasta bir insan güzel yemeklerin lezzetini anlayamadığı gibi, mâsivâ bataklığına dönen bir kalb de ibadet ve taatın lezzetini anlayamaz. Hasta olan kalbin temizlenmesi lâzımdır.
Yeryüzünde mevcut bu kadar sular vardır, menbaı birdir. Kimisi çok güzel, gayet tatlıdır. Kimi ise acı ve bulanık olur.
Kalplerinde nur olanlar hikmetli, feyizli ve tesirli olur. Masivâ bataklığına dönen kalpte ise ne olur?
Bir insan zâhirini süslemek için Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz'in şeriatına; bâtınını ziynetlendirmek, iç dünyasını nurlandırmak için de tarikatına ittiba eylemelidir. Şeriatla dış nizam, tarikatla da iç nizam tesis edilir.
İç âleme intikal etmek ancak farz ve nafile ibadetlerle kazanılır. Çünkü farzların edâsı ile mükellef olan beden olduğu gibi, nafilelerle memur olan da ruhâniyettir.
Bir insan söz ve davranışlarına ilâhî hükümler çerçevesinde yön vermezse onun tarikattan feyz alamayacağı açık bir gerçektir. O kimse doktorun verdiği ilaçları kullanıp, perhize riayet etmeyen bir hasta gibi olur.
Şurası çok iyi bilinmelidir ki, tarikatların hepsine Allah-u Teâlâ'nın emr-i şerif'i ile sülûk edilmiştir. Bütün tarikatların hangisi olursa olsun hepsinin de esası ve değeri Şeriat-ı mutahhara'dır. İslâm'a muhalif olan bir tarikat, zaten tarikat da değildir.
Tasavvuf sadece kâl değil, bir hâl ilmidir, bir tatbikattır. Yaşanılmadıkça, tadılmadıkça, hissedilmedikçe nazari bilgilerle anlaşılmaz ve anlatılmaz.
Tarikat-ı aliye'ye dehalet etmekten maksat, şeriatte inanılması gereken şeylere karşı yakîn hâsıl olmasıdır. Hakiki iman da budur.
Meselâ Allah'ın varlığına önce işiterek inanan insan; bularak, anlayarak inanmaya başlar, imanı kemâle erer.
Diğer taraftan ibadetleri yapabilmek için nefs-i emmâreden ileri gelen güçlükler ortadan kalkar, ibadetler kolaylıkla ve seve seve yapılır.
•
İlmi ve ameli elde etmek için şeriatten istifade edilmiştir. İlmin ve amelin ruhu makamında olan ihlâsı elde etmek için ise tasavvuf yolunda ilerlemek lâzımdır.
"Seyr-i ilâllah" mesafesi keşfedilmedikçe, yani Allah-u Teâlâ'ya doğru olan yol gidilmedikçe, "Seyr-i fillâh" hasıl olmadıkça, tam ihlâs elde edilemez. O kimse ihlâsın hakikatinden uzak olup, muhlis zâtların erdiği kemâlâta kavuşamaz.
Avamın hepsi, bazı ibadetlerinde az da olsa, güçlükle elde edebilir.
Asıl ihlâs odur ki, bütün sözlerinde, işlerinde ve hareketlerinde kendiliğinden, kolayca meydana gelir.
Böyle bir ihlâsın elde edilmesi için Allah-u Teâlâ'dan başka hiçbir şeye tapınmamak, bir şeye düşkün olmamak lâzımdır. Bu da ancak "Fenâ"dan, "Bekâ"dan ve has mânâda "Velâyet" derecesine kavuştuktan sonra ele geçer. Zorlama ile ele geçen ihlâs devam etmez.
Zorlama olmaksızın ele geçen ihlâs devamlıdır ve bu ihlâs, Hakk'al-yakîn mertebesinde hâsıl olur.
İşte bu mertebeye varan veliler, her yaptıkları işi Allah için yaparlar, nefisleri için değil.
Tasavvuf yolunda ilerleyenlerin ilimde ve amelde kazançları olur. Başkalarına çalışmakla, öğrenmekle, anlamakla hâsıl olan bilgiler, onlara ilham yolu ile hâsıl olur. Ameller, ibadetler kolayca ve seve seve yapılır. Nefis ve şeytan tarafından gelen gevşeklik kalmaz. Günahlar ve haram olan şeyler çirkin görülür.
•
İlim ve hakikat âleminde imanın kemâlleşmesine büyük bir âmil, zühd ve takvâ ile başlayıp olgun dimağlarda bir felsefe olan tasavvufun; bir takım müfsid telâkkiler altında zan, nam ve menfaatler sebebiyle safiyeti ve aslı kaybettirilmeye çalışılmıştır.
Bazı câhilleri marifet ehli zannıyla aldatan, taassub ehli birkaç sahte mürşidin tasavvuf iddiasında bulunmaları, fikirlerde kararsızlık husule getirmiştir.
İslâm dininin düşmanları çeşitli tertipler kurmuşlar, hakikati insafsızca koparmaya kalkışmışlardır.
Her gülün dikeni, her güzelin bir zıddı ve düşmanı olduğu gibi, hakikat ehlinin de düşmanı çoktur. Herkes yaratılışı üzerine icraatını yapıyor; ağzına bir kemik alıp onu yemeye çalışan kelp gibi, ömürleri böylece hakikati ağızlarına dolamak, koparmaya ve hakikat güneşini söndürmeye çalışmakla geçiyor.
Tarikatın fazilet ve meziyeti, İslâm düşmanlarının tutum ve davranışlarından daha iyi öğrenilir.
Zira dikkat edilirse nerede Allah ve Resul'üne yakın, doğru-dürüst bir insan görülürse, ister tarikat ehli olsun ister olmasın, hemen tarikatçı damgasını vuruyorlar.
Tarikat-ı münevvere Cenâb-ı Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in söz ve davranışlarından ibarettir. Kaynağı Kur'an-ı kerim ve Hadis-i şerif'lerdir. Zamanımıza kadar büyük bir saffet ve samimiyet içinde gelmiş, asliyetinden hiçbir şey kaybetmemiştir. Asırlar boyunca İslâm ahlâkının vücud bulmasında, fitne ve fesadın bertaraf edilmesinde, gerçek kardeşliğin tesisinde, birlik ve beraberliğin sağlanmasında, beşeriyetin ruh hastalıklarının tedavisinde, imanın kemâlleşmesinde yine de en büyük âmil o olmuştur. O sır bereketi ile ahkâm-ı ilâhi kıyamete kadar baki kalacaktır.
Hakikatte tasavvuf gerçek kardeşliği, müminlere kardeş nazarı ile bakmayı, birlik ve beraberliği sağlar. Zirâ hakikat ehlinde dâvâ ve gaye olmaz. Onun bütün arzusu rızâ ve mahviyettir. Mahviyet içinde niyaz, niyaz yolu ile rızâdır.
Bu münevver yolun hakikat erleri din uğruna malları ile, canları ile, aç-susuz olarak sırf Allah için uğraşmışlar, hem ibâdet, hem de mücadele-mücahede etmişler, bu surette İslâm birliğini bozacak en ufak bir fitnenin dahi meydan bulmamasına gayret sarfetmişlerdir.
Çünkü onlar Allah-u Teâlâ'nın biricik Habib-i Ekrem'i Muhammed Aleyhisselâm'ın ahlâkı ile ahlâklanmışlar, tabiatı ile tabiatlanmışlardır. Tam bir teslimiyet, kuvvetli bir iman ile bağlanmışlar, onun izini ve prensiplerini takip etmektedirler.
Bugünkü bu bunalım içinde hayat bulan yine onlardır. Huzur ve saâdet onlarda vardır.
•
Allah-u Teâlâ zâhiri ilimlerin öğrenilmesi için yeryüzünden âlimleri eksik etmediği gibi, bâtınî ilimleri öğretmek için tarikat ehlini de eksik etmemiştir. Her zaman için mürşid-i kâmil bulundurmaktan âciz değildir.
Âyet-i kerime'de:
"Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk'a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler." buyuruluyor. (A'râf: 181)
Bu tertemiz vazife manevî bir miras olarak nebîlerden âlimlere intikal etmiştir. Buradaki âlimlerden murad, kibâr-ı evliyaullahtır.
Her zamanda olduğu gibi bugün de tasavvuf aynen mevcuttur. Bilhassa Tarikat-ı Nakşibendiye'de kıyamete kadar Pîr eksik olmayacaktır. O has oda; odadan odaya, halkadan halkaya geçmiş ve hiç bozulmamıştır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Ebu Bekir'in kapısından başka, mescide açılan bütün kapıları kapatınız." (Buhârî)
Bu Hadis-i şerif'e Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz:
"Allah'ım! Bütün tarikatların pîri kesildiği zaman Ebu Bekir'in yolunu kıyamete kadar baki kıl." mânâsını vermişlerdir.
Allah-u Teâlâ zâhirî ilimlerin öğrenilmesi için yeryüzünden âlimleri eksik etmediği gibi, bâtınî ilimleri öğretmek için tarikat ehlini de eksik etmemiştir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Her asırda benim ümmetimden Sâbikûn (öncüler) vardır." (Nevâdir'ül Usûl)
Bunlar yüz senede bir gönderilirler. Allah-u Teâlâ onları o kadar sever ki, yeryüzü halkına vereceği bütün nimetleri onların yüzü suyu hürmetine verir, bütün beşeriyet ondan istifade eder. Yeryüzüne bir belâ vereceği zaman onların yüzü suyu hürmetine vaz geçer.
Bunlar Resulullah Aleyhisselâm'ın vekilidir. Allah-u Teâlâ onu seçmiş, sevmiş, o dostuna akıtacağını akıtmış.
Akıtılan bu mânevî ve ruhânî feyizlerle kalbinin diriltilmesini arzu edenler, kalplerini evliyâullahın ruhâniyetinin teveccühüne arzetmelidirler.
Tasavvuf, esrar odasının ilâhi sırlarına insanı mazhar eden bir yoldur.
Asıl mânâ süzülmektir. Tereyağının süzüldüğü gibi süzülmek, haddelerden geçmek... Bu hâle gelebilmek için tasavvuf elzemdir.
Ruhu tâlim ve terbiye, nefsi tezkiye sayesinde insandaki ahlâk-ı zemimeler, kötü huylar gider. Emmâre olan, yani her kötülüğü emreden ve yaptıran nefis "Sâfiye"ye vardığı zaman sâfileşir, öğülmeye lâyık olur. Buna da âmil tasavvuftur.
Bütün gaye varlığı ifnâ etmek ve Var'ı bulmaktır. Varlığımız Var'ı bulmaya mânidir. Varlık yok edilip, Var bulunduğu zaman yapılan her iş Allah ile yapılır. Tasavvufun en son sınırı budur ve tasavvufun özüdür. Zira ancak Allah ile yapılan esastır. Bu hâle gelmeyen kimselere nefis müdahale eder, yaptıklarını nefisle yaparlar.
Burada bir sırrı size şöyle arzedelim:Nefsin kalkanı vardır, Kelime-i Tevhid çekildiği zaman kalkan tutar ve o tevhid tohumunu kalbe düşürmez, boşa düşürür. Ve fakat ince yollardan geçe geçe, haddelerden süzüle süzüle varlık yok edilirse, her yapılan iş Allah ile yapılır, nefsin ve şeytanın attığı iğva taşları ona isabet etmez. O yok ki isabet etsin. Erimiş, yok olmuş, varlığını tamamen ifnâ etmiş. Bu ince ayrılığı kavrayabildiniz mi? Yani var olanda nefsin kalkanı var, Kelime-i Tevhid'i içeriye düşürmüyor. Yok olanda ise O var, her yaptığını O'nunla yapıyor. Nefsin ve şeytanın müdahalesi ona tesir edemiyor. Tasavvuf işte onu bu noktaya erdirir.
Tasavvuf bir ilim-irfan mektebidir. Esrar odasının ilâhi sırlarına mazhar olabilmek ve hakikati anlamak için kurulmuş bir mektep. Bu tahsil sayesinde bütün ilimlerin özüne inilir. Altı mektep var, her mektebin de sınıfları var.
Bu ilim ve irfanı tahsil etmek için Mürşid-i kâmil'i bulmak şarttır ve elzemdir. Hakikat yolunun rehberini Allah-u Teâlâ yetiştirmiştir.
Onu mahviyetin en aşağı derecesine indirmiştir. Yalnız Allah ve Resul'ünden bahseder, başka hiçbir şeyden bahsetmez. Hep O'nun varlığını, O'nun verdiğini ortaya koyar. Allah yolunu o tarif eder.
Mürşid-i kâmil Allah-u Teâlâ'nın ona bahşettiği tasarruf ile yürütür. Oldukları yerde müridânı tekâmül ettirir. Az dersle çok yol aldırır. İstidatları nispetinde geldikleri makamlara tekrar çıkarır. Yâni misâl âleminden gelmişlerdi, tekrar o âleme kadar çıkarmaya muvaffak olur. Bu bir lütf-u ihsandır. Allah-u Teâlâ o kişiye ihsan edecek ki, Mürşid-i kâmil bunu yapsın. Kalbi bozuk, yani cılk yumurta gibi olan hiçbir şey alamaz. Binaenaleyh bir insanın dünyaya gelerek birinci turu yapmasına anne-baba vesile olduğu gibi, ikinci turu yapıp dâireyi tamamlamasına da Allah-u Teâlâ Mürşid-i kâmil'i vesile kılmıştır.
Dikkat edilirse Mürşid-i kâmil'in anne-babadan çok daha mühim olduğu görülür.
Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz'in:
"Dünyaya gelmekten murad Mürşid-i kâmil'i bulmaktan ibarettir." buyurmaları bu hakikatin bir ifadesidir ve intisab bu bakımdan lüzumludur.
İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri: "Şeriat üç şeyle tamamlanır:İlim, amel, ihlâs." buyurmuşlardır. İlim okumakla, amel çalışmakla elde edilirse de, ihlâs ve ihlâsta daimi kalmak ancak tasavvufla elde edilir. Onlar hıfz-ı himâyede tasarruf-u ilâhî'de oldukları için, o ihlâsı elde ediyorlar.
Tasavvuf, Allah sevgisine yegâne vesiledir.
İntisab etmek istendiği zaman evvelâ istihâre yapılır. "Eğer bana nasip etmişsen ve kime nasip etmişsen bana göster, bileyim ve ona göre gireyim." diye Allah-u Teâlâ'dan istimdat edilir. Bir alâmet zuhur ederse ehli bulunup ehline tabir ettirilir. Ehli olmazsa, yanlış bir tabir ile kişiyi dalâlete sevk eder. Ehli bulunacak ve o tabire göre hareket edilecek. Tarikat-ı aliye'ye böyle girilir. Bu kadar lüzumlu bir yol, Ahmed'e Mehmed'e intisab etmek demek değildir. Rehber bulununcaya kadar aramak icabediyor. "İntisab ettim, bağlandım." gibi sözler boş sözlerdir.
Allah-u Teâlâ ezelden nasipdar ettiği kimsenin nasibini, yolun hakiki rehberine teslim eder ve kişiyi ona ulaştırır. Mürid günâ gün o nasibi alır ve terakki eder. Mevlâ o nasibi koymasaydı, mürşidde o nasip yoktu. Mürşid O'nun koyduğu nasibi vermiş oluyor. Daha doğrusu o kanaldan almış oluyor. Çünkü veren yalnız Allah-u Teâlâ'dır.
Meselâ çocuk annesini emiyor. Annesi: "Sütü ben verdim." diyebilir mi? "Ben verdim" dese, peki ona sütü kim verdi? Evet hakikaten çocuğu annesi emzirdi ama, süt ona ait değil. Sütü vereni kimse düşünmüyor. Her şeyde Allah-u Teâlâ'nın ikram ve ihsanı vardır.
Mürşid de böyledir, bir ana gibidir. Nasipdar olanlara Allah-u Teâlâ'nın ezelden yerleştirdiği nasiplerini verir. Kendisine ait hiçbir nesnesi yoktur.
Mektebe giden bir talebenin, mektepte sınıf programına göre hareket edip, sınıflarını geçtikçe kitaplarını değiştirdikleri gibi, onun da merhalesinin tablosunu boynuna takarlar. Bu gizlidir. O merhale bitinceye kadar o tablo mucibince harekette bulunur. O tablo vazifesini ifâ edip bitirince, onu kaldırırlar ikincisini koyarlar. Yani sizin anlayacağınız, kitabını değiştirirler. Bu kitaplar Mürşid-i kâmil vasıtası ile değişir. Mürid bunun farkında bile olmaz. Ezeli nasibi günâ-gün iner. Bunu ancak tasarruf sahibi Mürşid-i kâmil yapabilir, mürşid sûret-i katiyyede buraya giremez. Tasarrufu olmadığı için bunu yapamaz. Bütün yükü müridâna yükler. O yalnız yolu gösterir, "Yürü de git." der, gayrıya tecavüz etmez.
Birisi yürütüyor, diğeri yürü diyor. Birisi sütü vereni görüyor, diğeri memede kalıyor. Daha doğrusu birisi O'nun diyor, diğeri benim diyor. Aradaki fark bu kadar büyüktür. Mürşidleri de Mürşid-i kâmil yetiştirir.
Evet Mürşid de vazifelidir. Bir kaymakamın idaresi bir kazayı, bir valinin idaresi bir vilâyeti, bir Reisicumhur'un idaresi de devleti içine alır. Mâneviyat da böyledir. Hepsinin kendilerine göre vazifeleri ve salâhiyetleri vardır. Allah-u Teâlâ nasıl tecelli ederse, nasıl murad ettiyse öyle olur.
Hakikate ulaşmak için merdiven basamaklarından çıkmak gerekiyor. Bu basamaklar üç merhaledir:Mürid Fenâfişşeyh'te varlığını, Fenâfirrasûl'de yokluğunu, Fenâfillâh'ta hiçliğini yok eder. Daha doğrusu hiç olduğunu gözü ile görmeye başlar. Allah-u Teâlâ dilediği zaman hakikati duyurur.
Hep ezeli nasip, başka hiçbir şey değil.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Onlar sözün en güzeline hidayet edilmişler, kendisine çok hamdedilen Allah'ın doğru yoluna eriştirilmişlerdir." (Hacc: 24)
Bu ilim-irfan mektebinin görünüşte mektebi de hocası da yoktur. Lâkin bilen için çok ince bir disiplin, hâli terbiye mevcuttur. Bu mânevi terbiye onu takvâ kalıplarına sokar, Kur'an-ı kerim ve Sünnet-i seniye rayları üzerinde yürütür.
Bazı kimse "Kâl"den anlar, bazısı bizzat "Hâl"den anlar, bazısı da "Hâlât"a mazhardır. Hâl, Allah-u Teâlâ'nın duyurduğu, fakat kişinin ifade edemediği şey; hâlât ise hâli kavramak ve karşıdakinin anlayabileceği hâli tarif etmeye çalışmak demektir.
Bedeni hastalıkların teşhis ve tedavisi için hâzık bir tabibe müracaatı emir buyurmuş olan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, mânevi hastalıklardan kurtulmak için de mânevi bir tabibe, Rabbânî bir âlime başvurmayı dini bir ihtiyaç olarak göstermiştir.
Mühim olan bu mânevi hastalıklardır.
"Onların kalplerinde hastalık vardır." (Bakara: 10)
Âyet-i kerime'si ile işaret buyurulan bu korkunç hastalıklar, tedavi edilmezse insanın ebedî ahiret hayatını öldürdüğü için çok tehlikelidir.
Hasta olan bir insan güzel yemeklerin lezzetini anlayamaz. Ağız tadının geri gelmesi, hastalığının tedavisine bağlıdır. Bunun gibi nefs-i emmâreye mağlup olan masivâ bataklığına dönen bir kimsenin kalbi hastadır, ibadet ve taatlarından lezzet alamaz.
Kin, kibir, gadap, şehvet, hased, riyâ, tamah, ucb... gibi kötü sıfatlar kalp hastalıklarıdır. Kâmil bir mümin olabilmek için kalpten bu sıfatları bir bir izâle etmek gerekmektedir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Kötülüklerin zâhir ve bâtın olanlarından (açığından gizlisinden) uzak bulununuz." buyuruyor. (En'âm: 151)
Kalp temiz olursa, kişiyi ibadet ve taate sevkeder.
İmam-ı Gazâli -rahmetullahi aleyh- Hazretleri, bu bâtıni kötülüklerden sakınabilmek ve korunma yollarını bulmak için bir Mürşid-i kâmil'e intisabın zaruri olduğuna dair "Adâb-ı Zikr" Risâlesinde şöyle buyurmaktadır:
"Terbiye etmek suretiyle kötü ahlâkını atıp onun yerine güzel ahlâkı yerleştirmesi için, sâlikin mürşid ve mürebbi bir şeyhin terbiyesine girmesi şarttır.
Burada sözü edilen terbiye, topraktan diken ve yabani otları söküp nebâtını güzelleştirmek ve neşv-ü nemâ bulmasını ikmâl etmek için çalışan çiftçinin işine benzer.
Çünkü Allah-u Teâlâ kullarını kendi yoluna irşad edecek peygamberler göndermiştir. Bu mânâdan dolayı Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ahirete irtihal edince mahlûkatı Allah-u Teâlâ'ya irşad ve isâl etmek için hulefâsı onun makamına halef olmuşlardır. Onun için sâlikin, kendisini terbiye ve Hakk Teâlâ'nın yoluna irşad edecek bir şeyhe mutlak ihtiyacı vardır."
İmam-ı Rabbâni -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
"Onun bir nazarı, kalp hastalıklarını giderir. Bir teveccühü, beğenilmeyen kötü huyları siler süpürür." (285. Mektup)
Medresede müderris ne ise, tarikatta mürşid odur.
Müderris akla hitâb eder, nakli akla tatbik eder, metni açıklar, ilminin derecesine göre tahlile girişir, vazifesi bununla biter.
Mürşid-i kâmil ise, ruh ile meşgul olur. Mürebbidir, terbiyecidir. Kendisine intisâb eden müridin bütün hususiyetlerini göz önünde bulundurarak herkese ayrı ayrı yol gösterir. Yaratılışındaki firasetin ve edindiği mârifetin derecesine göre müridin kalbindeki kudreti, micazındaki sertliği, ahlâkındaki fesadı tedricen izâleye çalışır. Mürid tam teslim olduysa çabuk yol alır, olgunlaşır, safây-ı kalbe ulaşır.
Bu yolun terbiye sistemi, siret-i Nebevî ile ahenklidir. Gaye onu numune almaktır.
Bütün bu güzel hâller, ancak kâmil bir mürşidin taht-ı terbiyesi altında bulunmakla husule gelir.
Yolumuzun pîri Muhammed Es'ad Erbilî -kuddise sırruh- Hazretleri bu hususta şöyle buyururlar:
"Tarikat ricâlinden bir zâta müracaattan maksat, sâlikin kabiliyet toprağına ilâhi mârifet tohumlarının ekilmesidir. Yalnız zikir talimi ve telkini değildir. Zira bu cihet, tasavvuf kitaplarını okumakla da müyesser olabilir." (4. Mektup)
"Kulların bilgisizlik ve cehâlet felâketinden kurtulmaları, ilâhi ilim ve irfan ile kendilerini süslemeleri için sadece kitap okumanın kâfi gelmeyeceği, bildiklerini kemâl derecesinde yaşayan kâmil ve terbiyeci bir mürşidin huzurunda mutlaka diz çöküp onun terbiyesi altında yetişmek zarureti açık bir gerçektir.
Nefs-i emmâre'nin duygu ve temayüllerinden sıyrılıp, mânevi yüceliklerle donanma ve ilâhi tecellilerle hemhâl olma gibi yüce bir gaye sadece Allah'ı zikretmekle elde edilemeyeceğinden bu hususta dahi bir yol göstericiye ve uyanık bir gönül sahibi mürşide kalbi bağlamak gerekir." (68. Mektup)
"Zamanımızda yaşayan din kardeşlerimizin tarikat talimi almak için evvelce yaşamış sâlih zâtlara müracaat edemeyecekleri âşikâr bulunduğundan, hâl-i hazır yaşamakta olan meşâyıha müracaatla ihtiyaçlarını arzetmeleri gerekmektedir." (3. Mektup)
Allah-u Teâlâ zâhiri ilimlerin öğrenilmesi için yeryüzünden âlimleri eksik etmediği gibi, bâtınî ilimleri öğretmek için tarikat ehlini de eksik etmemiştir. Her zaman için Mürşid-i kâmil bulundurmaktan âciz değildir. Dini, bütün tazeliği ile ayakta tutan onlardır.
Tarikat-ı aliye'ye intisab etmek ve mürşidin öğretip telkin edeceği zikir ile kalbini ihyâ eylemek her mümin için önemli ve lüzumludur.
Binaenaleyh:
"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve sâdıklarla beraber olun." (Tevbe: 119)
Şeklindeki ilâhî emre uyarak Tarikat-ı aliye'ye dahil olmak ve o Tarikat-ı aliye'de mevcut olan ümmetin büyüklerinin ruhânî yardımlarıyla kuvvet kazanmak gerekir.
Bu emr-i şerif'e uyarak bir Mürşid-i kâmil aramak vâciptir.
"Sâdıkîn"den murad "Mürşidûn" yani mürşidler olduğu "Bahr-ul Hakâyık" tefsirinde beyan buyurulmuştur.
Allah-u Teâlâ ehl-i imânı bu Âyet-i kerime ile mükellef kılmış, vâris-i enbiya olan bir Mürşid-i kâmil'in maiyyetinde bulunmalarını emretmiştir.
Allah-u Teâlâ'nın "Teklif-i mâlâ yutak" buyurmayacağı yani kuluna güç getiremeyeceği şeyi teklif etmeyeceğini bildiğimiz halde; sâdıklarla beraber olmayı emredince, her zaman için sâdıkları bulundurmayı hem de bildirmeyi temin etmiş demektir.
Sâdıklar, Allah-u Teâlâ'nın veli kulu olan mürşid-i kâmillerdir.
Bu sâdıklar üç merhaleden geçer.
Birincisi, dünyaya gelir. Fakat şu bir gerçektir ki dünyaya gönderilmeden evvel o sâdıklardandır, o sâdık olarak gelir.
İkincisi, bir rehber-i sâdık ile geldiği makamlara tekrar çıkar, Hakk'a ulaşır.
Üçüncüsü Allah-u Teâlâ onu vazifelendirmeyi murad etmişse onu o makamdan aşağıya indirir ve vazifedar yapar. Bir veli ikinci turda ne kadar çok yükselirse, üçüncü turda o kadar çok aşağıya iner, irşad ve terbiyesi de o kadar çok tesirli olur.
Allah-u Teâlâ onlarla olmayı emir buyuruyor. Çünkü o kulunun varlığını boşaltmış, kendi lütfu ile doldurmuştur. Ona kendini bildirmiş, mahlûka âit hiçbir şey olmadığını, her şeyin O'nun ve O'ndan olduğunu ona duyurmuştur. Sonra onu irşad için vazifelendirerek mânevî makamından indirmiştir. "Ben seni gönderiyorum, bildirdiklerimi bildir." diye. Bunların muallimi Allah-u Teâlâ'dır. Başkasına o sermayeyi vermediği için, hiç kimse O'nu bilip öğretemez. Vermediği için kimse bilemez. Dolambaçlı yollardan gider. İşte bu hakikati öğrenmek için Allah-u Teâlâ sâdıklarla beraber olmayı emrediyor. Bu sebepledir ki, onu bulamamak Hakk'ı bulamamak kadar mühim oluyor. Bu mühimliği kavrayabilmek de mühimdir.
Tasavvuf kelimesi her harfi itibâriyle birçok mânâlar ihtivâ etmektedir. Şöyle ki:
TE harfi tevbeye delâlet eder, tevbeye çağırır. Sâlikin, bütün ahlâk-ı zemimelerden içtinap etmesi gerekir. Aynı zamanda o noktada devamlı durulması icabediyor. Kötülüklere aslâ dönmediği gibi onları hatırlamayacak bile. Bu zâhiri tevbedir.
Bâtınî tevbe ise; kötü işler tamamen iyiliğe çevrilecek. Kişi iyi işlerde sabır ve sebat edecek. Bu ikisine de muvaffak olursa ve bunlarda karar kılarsa ikinci harfe geçilir.
SAD harfinden murad, insanın sâfileşmesidir. Bunun için de az yemek, az içmek, az uyumak, az konuşmak ve çok ibadet etmek gerekiyor. Diğer taraftan sâlikin dünyaya celbedici şeylere değer vermesi, mal-mülk ile fazla ilgilenmesi, çoluk-çocuğuna fazla muhabbet bağlaması, helâl olan şeylere fazla meyletmesi de sâfileşmesine mâni olur. Bunlardan sıyrılmadıkça; süzülüp sâfileşmeye ve temizlenmeye imkân yoktur. Nerede kaldı ki, onu zikirden-fikirden alıkoyan işler!
VAV Velâyet makamını ifade eder. Üftâde -kuddise sırruh- Hazretleri bu hususta ne güzel buyurmuşlar:
Çünkü bu yola giren insanın gayesi Hakk'a kavuşmaktır. Hakk'a erişebilmek için de O'na erişeni bulmak gerek. Bulamadınsa sev onu, o seni bulur.
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri buyuruyorlar ki:
"Ben kendiliğimden Hakk'a ulaşmak istedim. Hakk Celle ve Alâ Hazretleri beni bu yola rehberlik yapanlara ulaştırdı. Onlar da beni Hakk'a kavuşturdu. Mürşid-i Hakiki Hazret-i Allah'tır."
Velâyet makamına çıkan insanlar şu Âyet-i kerime'nin mazharı olurlar:
"İyi bilin ki, Allah'ın veli kulları için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır." (Yunus: 62)
Niçin Evliyâullah'a korku yoktur? Çünkü onlar dünyada çok korktular, hiçbir zaman emin olmadılar. Daima mahzun idiler. Onun için orada mahzun olmayacaklardır.
Hıfz-u himâyeye aldığı için Allah-u Teâlâ onlara büyük günah işletmez, küçük günahlarını da tevbe ile affeder. Onları günahsız olarak huzuruna alır.
FE Fenâ makamı demektir. "Fenâ" olan insanda "Beka" tecelli eder. Yok olduğunu kendi gözü ile görür. Dilerse Hazret-i Allah onu kendi katına çıkarır.
"Muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir."
Âyet-i kerime'sinin sırrı tecelli eder. (Bakara: 153)
Her zerrede O'nun tasarrufu görülür, her varlık O'nun aynası olur.
Zâhir ulemâsının muttaki olanları kalp erbâbının ve bâtın ulemâsının üstünlük ve faziletini daima tasdik ederlerdi.
İmam Şâfii -rahmetullahi aleyh- Hazretleri Şeybân Râî -kuddise sırruh- isminde evliyâ-i kiramdan bir zâtın huzurunda, mektebe giden bir çocuk gibi diz çöker ve yapacağı işleri kendisinden sorardı.
Onun bu durumunu bazı âlimler hazmedemediler. "Senin gibi bir âlim nasıl olur da bir çobandan bilgi alır?" dediklerinde "Bu zât bizim bilmediklerimizi bilir." cevabını verdi. (İhyâ-u ulûm'id-dîn)
Bir defasında İmam Ahmed bin Hanbel -rahmetullahi aleyh- Hazretleri ile İmam Şâfii -rahmetullahi aleyh- Hazretleri kazaya kalmış namazların nasıl kılınacağı hususunda konuşurlarken, yanlarına Şeybân Râî -kuddise sırruh-Hazretleri gelmişti. İmam-ı Ahmed, İmam Şâfii'den o çobanı imtihan etmek için izin istemiş. Fakat İmam-ı Şâfii Hazretleri o çobanın kalbine dokunmayı lâyık görmemiş iken İmam-ı Ahmed Hazretleri çobana: "Bir mümin bir vakit namazını kaçırsa, sonra da beş vakitten hangisini kaçırdığını unutsa, hangi vakti kaza etmelidir?" diye sordu. Çoban dikkatle baktı ve: "O kimse gaflette kalmıştır, beş vakti de kaza etmelidir." cevabını verdi.
İmam Ahmed -rahmetullahi aleyh-, çobanın mehâbetinden dolayı kendinden geçip yere düşmüş, ayılınca velilerin çobanı böyle olursa, âlimlerinin ne mertebede oldukları üzerinde düşünmüş ve muhabbet yoluna sülûk etmiştir.
Nitekim İmam-ı Âzam -rahmetullahi aleyh- Hazretleri, evliyâ-i kiram'dan İbrahim Ethem -kuddise sırruh- Hazretleri için: "Seyyidimiz, efendimiz İbrahim" buyururlardı. Yakınları kendisine bu tazimin, bu hürmetin sebebini sorduklarında: "Biz ilmimizle nefsimizi düşünürüz. Onlar ise kendilerini unutup hikmetle Mevlâ'larını düşünürler." cevabını vermiştir. (Marifetname)
Onlar bütün bu hakikatlere vâkıf ve vâris olduktan sonra imametten velâyete nâil olmuşlardır.
İmam-ı Âzam -rahmetullahi aleyh- Efendimiz o kadar büyük bir âlimdir ki, İbrahim Ethem -kuddise sırruh- Hazretleri'nin Hakk ile olduğunu gördü, bildi ve söyledi.
Bunu biraz açalım. Ağzı mühürlü iki teneke var. Birisinin içi mücevher dolu, diğerinin ise taş. Bunu dışarıdan görebilmek için kalp gözünün açık olması lâzımdır. O ise gördü ve seçti, tâzim etti. Görülüyor ki bilmek başka, olmak başka.
Bilen ve görebilen için zâhiri ilimle batınî ilimler arasında bu kadar açık farklar vardır.
Onların içinde Hakk var. O ise bir maskeden ibaret, vücudu ise elbiseden ibaret. İmam-ı Âzam Hazretleri ona bunun için tâzim etti. Niçin tâzim etti? Hakk'a vâsıl olduğu için ve Hakk ile olduğu için tâzim etti. Vaktaki bu tecelliyata mazhar olunca:
"Eğer şu iki sene olmasaydı, Numan helâk olurdu." buyurdu ve anlayanlara duyurdu.
Fakirin kanaatine göre bu ene kabuğunu son iki senede delmiş, hiçliğini bilmiş ve Hakk'a vâsıl olmuş.
Esas budur. Bu hususta boşuna münakaşa edilmiştir.
Ey kendinde ilim ve varlık gören kendini bilmeyenler! Bu beyandan ibret al da, helâk olmaktan kurtul.
İmam-ı Âzam -rahmetullahi aleyh- Efendimiz böyle buyurdu, sen kim oluyorsun?
•
Allâme Seyyid Şerif Cürcânî -kuddise sırruh- Hazretleri Yakup Çerhî -kuddise sırruh- Hazretleri'ne intisab etmiş, daha sonra şeyhi onu kendi mürşidi olan Alâeddin Attar -kuddise sırruh- Hazretleri'ne götürmüş. Onunla görüştükten sonra:
"Yakup Çerhî'ye intisab etmeden önce râfizî imişim. Alâeddin Attar Hazretleri'ne mülâki olduktan sonra Allah'ımı bildim." buyurmuş.
Buna benzer daha birçok misaller vardır.
İmâm-ı Gazâli -kuddise sırruh- Hazretleri hicri beşinci asrın en büyük âlimlerindendi ve kendisine "Hüccetül-İslâm" ünvanı verilmişti. Zamanın en büyük ilim merkezi olan Nizamiye Medresesi'nde yüzlerce talebe okutuyordu, yüzlerce âlim yetiştirdi. Yaşadığı devrin bütün ilimlerine vukûfiyet kesbetmişti.
Buna rağmen içindeki boşluğu dolduramıyordu, bir türlü tatmin olamamıştı.
Nihayetinde tasavvufa yönelmiş, on yıl kadar süren bir inziva hayatına çekilmiş, seyr-ü sülûk yolundaki zevki tattıktan sonra durumunu şu şekilde dile getirmiştir:
"...Sonra kendi durumuma baktım. Bir de ne göreyim! Dünyevî alâkalar içine dalmış batmışım. Bu alâkalar beni her taraftan sarmışlar. Yaptığım işlerimi gözden geçirdim. Onların en güzeli tedris ve tâlim idi. Fakat bu sahada da ehemmiyetsiz, âhiret yoluna faydası olmayan ilimlerle meşgul olduğumu anladım. Tedris hakkındaki niyetimi yokladım. Onun da Allah rızâsı için değil, mevki ve şöhret kazanmak gayesi ile olduğuna kanaat getirdim. Bu hâlimle uçurumun kenarında bulunduğuma, eğer durumumu düzeltmek için harekete geçmezsem ateşe yuvarlanacağıma kanaat getirdim."
"Yakinen anladım ki, sûfiler hakikaten Allah yolunu bulan kimselerdir. Onların gidişleri, gidişlerin en güzelidir. Gittikleri yol, yolların en doğrusu, ahlâkları ahlâkların en temizidir.
Dünyadaki bütün akıllı insanların akılları, hikmet sahiplerinin hikmetleri, şeriatın bütün teferruatını bilen zâhir ulemâsının ilimleri, onların gidişat ve ahlâkından bir şey değiştirmek ve yerine daha iyisini koymak üzere bir araya gelseler, buna muvaffak olamazlar.
Onların zâhir ve bâtınlarındaki hareket ve duyguların hepsi, Nübüvvet kandilinin nûrundan alınmıştır. Yeryüzünde ise nübüvvet nurundan başka hidâyet rehberi, nûr kaynağı yoktur." (El-munkizu min'ed-dalâl)
Eğer insanlar bu nurdan istifade etseydi, onlar da İmam-ı Gazâlî -kuddise sırruh- Hazretleri gibi hakikati anlardı.
Ey kendinde varlık gören! Hüccet'ül-İslâm olan İmâm-ı Gazali -kuddise sırruh- Hazretleri'nin bu durumundan ibret al da şu varlığından soyun. Gerçek mânâda yolu ara ve bul!
Bediüzzaman -kuddise sırruh- Hazretleri İstanbul'a geldiği yıllarda Erenköy'de zamanın Mürşid-i kâmil'i Şeyh Muhammed Es'ad Erbilî -kuddise sırruh- Hazretleri ile görüşmüş ve intisab etmiştir. "Yeni Said" olarak kendisini tanıtması bu yıllarda olmuştur.
Mektubat adlı eserinin 29. Mektub'undaki 3. Telvih'te tarikat hakkındaki şu beyanları ne kadar arza şayandır:
"Madem Adalet-i ilâhiyye böyle hükmeder ve hakikat dahi bunu hak görür; tarikat, yâni Sünnet-i Seniyye dairesinde tarikatın hasenatı seyyiatına kat'iyyen müreccah olduğuna delil:Ehl-i tarikat, ehl-i dalâletin hücumu zamanında imanlarını muhafaza etmesidir. Adi bir samimi ehl-i tarikat; sûrî, zahiri bir mutefenninden daha ziyade kendini muhafaza eder. O zevk-i tarikat vasıtasıyla ve o muhabbet-i evliya cihetiyle imanını kurtarır. Kebâirle fâsık olur, fakat kâfir olmaz; kolaylıkla zındıkaya sokulmaz. Şedit bir muhabbet ve metin bir itikad ile aktab kabul ettiği bir silsile-i meşâyihi, onun nazarında hiçbir kuvvet çürütemez. Çürütemediği için, onlardan itimadını kesemez. Onlardan itimadı kesilmezse, zındıkaya giremez. Tarikatta hissesi olmayan ve kalbi harekete gelmeyen, bir muhakkik âlim zat da olsa, şimdiki zındıkların desiselerine karşı kendini tam muhafaza etmesi müşkülleşmiştir.
Bir şey daha var ki:Daire-i takvâdan hariç, belki daire-i İslâmiyet'ten hariç bir suret almış bazı meşreblerin ve tarikat namını haksız olarak kendine takanların seyyiatiyle, tarikat mahkûm olamaz. Tarikatın, dini ve uhrevî ve ruhânî çok mühim ve ulvî neticelerinden sarf-ı nazar, yalnız Âlem-i İslâm içindeki kudsî bir rabıta olan uhuvvetin inkişafına ve inbisatına en birinci, te'sirli ve hararetli vasıta tarikatlar olduğu gibi, âlem-i küfrün ve siyaset-i hıristiyaniyyenin, Nur-u İslâmiyet'i söndürmek için müdhiş hücumlarına karşı dahi, üç mühim ve sarsılmaz kal'a-i İslâmiyye'den bir kal'asıdır.
Merkez-i Hilâfet olan İstanbul'u, beş yüz elli sene bütün âlem-i hıristiyaniyyeninin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul'da beş yüz yerden fışkıran envâr-ı Tevhid; ve o Merkez-i İslamiye'deki ehl-i imanın mühim bir nokta-i istinadı, o büyük camilerin arkalarındaki tekkelerde "ALLAH, ALLAH!" diyenlerin kuvvet-i imaniyeleri ve Mârifet-i İlâhiyyeden gelen bir muhabbet-i ruhanî ile cuş u huruşlarıdır.
İşte ey akılsız hakimiyet-füruşlar ve sahtekâr milliyet-perverler! Tarikatın, hayat-ı içtimaiyenizde bu hasenesini çürütecek hangi seyyiatlardır, söyleyiniz?"(29. Mektup)
•
Dokuzuncu Telvih'te Tarikat-ı aliye'nin faydalarından bahsetmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Üçüncüsü:Âlem-i berzah ve âhiret seferinde, tarikat silsilelerinden bir silsileye iltihak edip ve o kafile-i nuraniye ile ebedü'l-âbâd yolunda arkadaş olmak ve yalnızlık vahşetinden kurtulmak ve onlarla dünyada ve berzahta mânen ünsiyet etmek ve evham ve şübehâtın hücumlarına karşı onların icmâına ve ittifakına istinad edip, herbir üstadını kavî bir senet ve kuvvetli bir burhan derecesinde görüp, onlarla o hatıra gelen dalâlet ve şübehâtı def etmektir."
.........
"Yedincisi:Sülûk-ü tarikatin en mühim şartı, en ehemmiyetli neticesi olan ihlâs vasıtasıyla, şirk-i hafîden ve riyâ ve tasannu gibi rezâilden halâs olmak ve tarikatin mahiyet-i ameliyesi olan tezkiye-i nefis vasıtasıyla nefs-i emmârenin ve enâniyetin tehlikelerinden kurtulmaktır."
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Ben cinleri ve insanları ancak (beni bilsinler) bana ibadet etsinler diye yarattım." buyuruyor. (Zâriyât: 56)
Yaratılışın asıl sebebi, kişinin Yaratan'ını arayıp bulmasıdır. Âyet-i kerime'nin sırrı budur. İnsan yüzünü Hakk'a döndürmezse neyi bulur?
O Allah ki, insanı bir damla kerih sudan yarattı. Bir insanın Yaratan'ını bilmesi, bulması ve hakkıyla ibadet edebilmesi için varlığını ata ata, asıl yaratılışı olan "Nutfe"ye inmesi şarttır. O noktaya indikten sonra Allah-u Teâlâ o kulunu "Kudsî ruh" ile destekleyerek;
"Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile takviye edip desteklemiştir." (Mücâdele: 22)
Âyet-i kerime'sinin tecelliyâtına mazhar eder.
"Men Arefe"nin sırrına vâkıf olabilmek için insanın küçüle küçüle "Nutfe"ye inmesi gerekmektedir. Bu noktaya inip, kendisinin değersiz bir su damlası olan "Nutfe" olduğunu gözü ile görünce, Azamet-i ilâhî tecelli etmeye başlar. İşte tasavvufun özü ve aslı budur.
Nutfe hâline gelinceye kadar aslında insan çok terakki etmiştir, birçok merhaleler katetmiştir. Fakat asıl terakki ve yükselme nutfeye indikten sonra başlar ve hakikatta olan terakki de budur.
"Şeriat", dış nizamı sağlayan ahkâm-ı ilâhî'dir. Allah-u Teâlâ'ya vâsıl olmak, bu ahkâmın icrasına bağlıdır.
"Tarikat", Allah-u Teâlâ'ya yaklaşmak maksadı ile sülûk olunacak ibâdet yoludur. Zikrullahın nuru ve ateşi ile seyr-ü sülûk vasıtasıyla muhabbet ve huzur temin edilir, imanın kemâlleşmesi sağlanır.
İman kemâle ermezse, insan Allah-u Teâlâ'nın emirlerini akıl süzgecinden geçirmeye çalışır. Akıl süzgecinden süzünce de takılır kalır. Kâmil iman sahibi aklını emirlere uydurur, hiçbir zaman akıl süzgecinden geçirmez. Hakikat, mânevi zevk ve mânevi hâl ile anlaşılır. Seyr-ü sülûk ve mânevi zevkten nasip alamayanlar hakikatin ne olduğunu bilemezler, ancak ismini bilirler.
"Marifet" ise tarikatten ve hakikatten sonra zuhur eden ve edecek olan hâl ve ahvallerdir.
Bu hâl ve ahvallerle hakikatin özüne inilir. Nutfe demek yaratılışın özü demektir. Allah-u Teâlâ insanı nutfeden yaratmış, onun üzerine de bir beden inşâ etmiştir. Nutfe ile bu beden arasında bir ilgi var mı? Yok. Bedeni yapan kim? Hazret-i Allah... Nutfeyi yaratan, sonra ona ruh veren, o ruh ile hareket ettiren de Hazret-i Allah... İnsan bu temele indikten sonra hakiki terakkiyat başlar. İşte "Sırr-ı ilâhî" budur.
Şeriat-ı mutahhara'nın iktizası ile, istikamet üzere amel etmek demektir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" buyuruyor. (Hûd: 112)
Bu Âyet-i kerime mucibince emir doğrultusunda istikamette yürürler. Beşeriyete güzel birer numune olurlar. Nasipdar olanlar onlardan numune alır, Hakk'ı ve hakikati bilir ve bulur.
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz:
"Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in ahlâkı Kur'an'dı." buyurmuşlardır. (Müslim)
Yani Kur'an-ı kerim'deki bütün hükümlerin tatbiki onun yaşayışında görülmektedir. Bu bakımdan o Hazret-i Kur'an'dır.
Mürşidin bu vasıfta olması gerekir. Bu olmazsa, bir tek vasfı noksan olursa o mürşid-i kâmil değildir. İşte ölçü, işte tartı.
İnsanları ahkâma uymaya dâvet ve Allah-u Teâlâ'nın yoluna irşad etmektir.
Kişiyi müşkül durumdan kurtarmak, en öz sözle en kestirme yolla en doğruyu tarif etmek ve onu Hakk'a yöneltmek, Hakk'a ulaştırmak.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Rabb'inin yoluna hikmetle, güzel öğüt ve nasihatla dâvet et." (Nahl: 125)
Allah-u Teâlâ hikmeti lütfedecek ki kişi hikmetle konuşsun. O'nun hikmet vermediği kimse hikmetle konuşamaz. Hikmet peygamberlere, sıddıklara ve sâdık âlimlere verdiği bir sırdır.
Bütün mahlûkata şefkat ve merhamet nazarı ile bakmaktır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"İyilik yapın, çünkü Allah iyilik yapanları sever." (Bakara: 195)
Tanıdığına tanımadığına sırf Allah rızâsı için elinden gelen yardımı esirgememek onların şiârıdır. Bu insana olduğu gibi hayvana da şâmildir.
Diğer bir Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Müminlerden sana tâbi olanlara şefkat kanadını indir." (Şuarâ: 215)
Nitekim İbrahim Hakkı Erzurumî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurmuşlardır:
"Allah-u Teâlâ'nın emir ve yasaklarına tam uyar ve bunları gayet yumuşak ve güzel bir dille halka telkin eder, öğretir.
Muhabbet ehlini sever, sevilmeyeceklere sevgisizlik gösterir. Gerek sevgisi gerekse kızması kendi nefsi için değil, sırf Allah içindir. Kalbinde kimseye kötülük beslemez. Kınayanların kınamasından korkmaz.
Bunun kahrı lütfu ile, kızması hilmi ile, celâli cemâli ile karışık olduğundan; kızma halinde râzı olup, rızâ halinde kızma gösterir. Fakat her şeyi yerli yerinde yapar. Her halinde adalet üzere hareket eder." (Mârifetnâme)
Kişinin ulaşamadığı nimeti gönül hoşluğu ile, elinde bu mevcutsa, ona o nimeti ulaştırmak. Bunun mânâsı çok derindir.
Tasavvur buyurun ki Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ne kadar merhametliydi, ne kadar şefkatliydi. Bu hususiyet, kuvve-i beşeriyenin haricindedir. Onun vekiline de bu husus intikal etmiştir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Siz yeryüzündekilere merhamet edin ki, gökyüzündekiler de size merhamet etsin." (C. Sağir)
Binaenaleyh bu vasıflar tecelli etmedikçe o kimse Mürşid-i kâmil değildir. Bu ölçüler kişinin elinde oldukça hayatta yolunu şaşırmaz, istikametten ayrılmaz.
Veli; dost, sevgili, ermiş gibi mânâlara gelir. "Evliyâullah" Allah-u Teâlâ'ya dost olanlardır.
Velâyet ise; Allah-u Teâlâ'nın kulunu, kulun Mevlâ'sını dost edinmesi, Hâlik ile mahlûk arasındaki karşılıklı sevgi ve dostluk demektir. Kulun Hakk'ta fâni olup O'nunla bekâ bulmasından ibarettir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Allah müminlerin dostudur." (Âl-i imrân: 68)
Allah-u Teâlâ'nın kuluna yakınlığı dünyada ona lütfedeceği mârifeti ile, ahirette de rıdvan ile vukua gelir. İlim ve kudretiyle yakınlığı bütün insanlara şâmildir, ünsiyeti ile yakınlığı ise velilere hastır.
Saîd bin Cübeyr -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e evliyâullahın kimler olduğu sorulduğunda şöyle buyurmuştur:
"Onlar öyle kimselerdir ki görüldüklerinde Allah zikrolunur, onları gören Allah'ı hatırlar." (Câmiüs-sağîr)
Bu Hadis-i şerif'e göre Allah dostlarının sîret ve halleri Allah-u Teâlâ'yı akla getirir. Çünkü onlarda edep, hayâ, huzur, huşu ve tevâzu alâmetleri dikkati çeker.
"Yüzlerinde secde izinden nişanları vardır." (Fetih: 29)
Âyet-i kerime'si bu hususa işaret eder.
Onlarla bulunan, sohbetlerinden istifade eden, öğüt ve irşadları istikametinde Allah-u Teâlâ'ya kulluk vazifelerini ifâya çalışan kimseler, bu Hadis-i şerif'in sırrını onlarda açıkça görürler.
Amr bin Cemuh -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i kudsî'de ise Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Kullarımdan benim velilerim ve halkımdan sevdiklerim o kimselerdir ki, benim zikrimle zikrolunur ve zikirleri ile ben zikrolunurum." (Râmuz el-Ehâdis)
Yüz yirmi dört bin peygambere mukabil her asırda yüz yirmi dört bin veli bulunur.
Allah-u Teâlâ veli kulları hakkında:
"İyi bilin ki, Allah'ın veli kulları için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklar." buyuruyor. (Yunus: 62)
Allah korkusu her korkuyu silmiş olduğu için başka korku kalmamıştır. İlerisi daha güzel olduğu için de geçmiş ile ilgili hüzün yoktur, müjdeler vardır.
"Onlar iman edip takvâya ermiş olanlardır." (Yunus: 63)
Velâyet nurları üzerlerine akseder durur. Tam bir iman ile ilâhî emirleri ve hükümleri ifâya devam ederler. Her türlü haram ve şüpheli şeylerden sakınırlar.
"Dünya hayatında da âhirette de onlar için müjdeler vardır." (Yunus: 64)
Bu da onların hususiyetleridir. Allah-u Teâlâ'nın kendilerine karşılık olarak teveccühü ve ikramıdır. Dünyada da müjdelenmişlerdir, ahirette de müjdelenmişlerdir.
Dünyadaki müjde Allah-u Teâlâ'nın dostluğu ve onlara olan teveccühüdür. Bundan daha büyük müjde olur mu?
Onlar ahirette de O'nunla olacaklardır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlar:
"Cennetliklerin Allah katında en kıymetli olanları, Vech-i İlâhî'ye sabah ve akşam nazar ederler." (Tirmizî: 2556)
Daha sonra şu Âyet-i kerime'leri okumuşlardır:
"Nice yüzler vardır ki o gün ışıl ışıl parlar, Rabb'lerine bakarlar." (Kıyâmet: 22-23)
Bunlar mukarreblerdir ve Adn cennetinin ehlidirler.
"Allah'ın verdiği sözlerde aslâ değişme yoktur." (Yunus: 64)
O'nun verilmiş hükmünü kaldıracak hiçbir kuvvet yoktur, olması ihtimali de mevcut değildir. Elbette ki ilâhî vaad tamamen gerçekleşecektir.
"Bu en büyük saâdetin tâ kendisidir." (Yunus: 64)
Evliyâullahın dünyada ve âhirette müjdelenmiş olmaları öyle bir ihsan-ı ilâhîdir ki, bunun fevkinde bir nimet tasavvur edilemez.
Çünkü onlar peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle, sâlihlerle beraber bulunurlar. En büyük saâdet ise; Allah-u Teâlâ'nın cemâl-i bâkemâli ile müşerref olurlar. İşte bundan daha büyük saâdet olamaz.
Velâyet; "Bâtınî" ve "Zâhirî" olmak üzere ikiye ayrılır.
Bâtınî velâyet, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in velâyetidir. Zâhirî velâyet ise beşeriyetin mazhariyetine göredir. Bir kısmı umumî olup, buna "Velâyet-i amme" adı verilir. Bütün enbiyânın, evliyânın ve tevhid ehlinin velâyetidir. Hususi olana ise "Velâyet-i hassa" denir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e ve onda fâni olan kutuplara mahsustur.
Bir velâyet hangi mertebede vâki oluyorsa, o mertebeye göre isim alır. O mertebe ve makamlardan süzülen bir veli ise o nispette Hakk'a tekarrüb eder.
•
Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsî'de şöyle buyurmaktadır:
"Kim benim bir veli kulumu korkutursa, bana harp için meydan okumuş gibi olur. Mümin kulum bana, üzerine farz kıldığım ibadetlerle yaklaştığı gibi hiçbir şeyle yaklaşamaz.
Mümin kulum nafile ibadetlere devam eder ve nihayet ben onu severim. Kimi de seversem onun için kulak, göz ve (ona güç veren) arka olurum. Benden bir şey isterse ona verir, bana dua ederse, ona icâbet ederim. Yaptığım hiçbir işte, mümin kulumun ruhunu almak hususunda tereddüt ettiğim gibi tereddüt etmedim. O ölümden hoşlanmaz, ben de ona kötülük etmekten hoşlanmam, ancak bu da mutlaka olacaktır.
Mümin kullarımdan bir kısmı bazı ibadetlere zevkle dalar, fakat ben onu ondan alıkorum ki kalbine kendini beğenme hali girip de onu ifsad etmesin.
Bazı kullarım vardır ki, onlara ancak zenginlik yaraşır. Şayet onu fakirleştirirsem (bu fakirlik) onu yoldan çıkarır.
Bazı kullarım vardır ki, ona ancak fakirlik yaraşır. Eğer ona bol rızık versem, bu onu yoldan çıkarır.
Öyle kullarım vardır ki, ona ancak sağlık yaraşır. Şayet onu hastalandırırsam, bu onu yoldan çıkarır.
Öyle kullarım vardır ki, ona ancak hastalık yaraşır. Eğer onu sağlığına kavuşturursam, bu onu ifsad eder.
Şüphesiz ki ben kullarımın kalblerindekileri bilerek onları idare ederim. Muhakkak ki ben her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olanım." (Kenzü'l-ummâl)
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Allah-u Teâlâ'nın veli kullarını Hadis-i şerif'lerinde şöyle beyan eder:
"Cenab-ı Hakk'ın koruması ile belâ ve musibet, ibadete düşkün olan Mü'min-i kâmil'in kalbini zikir ve fikirden men eyleyemez." (C. Sağir)
"Mahlûkattan hiçbir şeye lânet etmemek, velilik makamında bulunan 'Ebdal'ların alâmetidir." (Münâvî)
"En hayırlılarınız size Allah'ı hatırlatan, konuşması ilminizi artıran ve davranışları sizi ahirete teşvik edendir." (C. Sağîr: 3995)
"Cenab-ı Allah dünyaya: 'Bana hizmet edenlere hizmet et!' diye ferman buyurur." (Münâvî)
Allah-u Teâlâ'nın veli kullarının cümlesine hürmet edip sevgi beslemelidir. Zira onlar Hakk'ın sevdiği ve muhabbet için seçtiği kullarıdır.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Biz kimi dilersek onu derece derece yükseltiriz." (En'âm: 83)
İşte bunlar bu derecelere yükselttiği kullardır. Gerçek bahtiyar insan bunlardır.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Bize kendi katından bir veli ver, bize kendi katından bir yardımcı ver." (Nisâ: 75)
Bazı zevât-ı kiram bu Âyet-i kerime'yi:
"Bize senden sana gitmemizi gösterecek, bize kılavuzluk edecek bir veli ver." şeklinde mânâlandırmışlardır.
Duâlarında Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in:
"Ey Allah'ım! Bana kendi sevgini, seni sevenlerin sevgisini ve beni sana yaklaştıracak olanların sevgisini nasip eyle." (Tirmizî)
Buyurmaları, bu sevginin çok mühim olduğunu ifade etmektedir.
Allah-u Teâlâ bir kulu hayra yöneltirse, o hep iyileri sever. Bu, hukuk-u peygamberiye gereğidir. Hakk'ın dostlarını sevmek ve onların sevgisini kazanmak büyük bir nimet, dünya ve ahiret sermayesidir. Onlara Allah için gönülden bağlı olanlar, ahirette de onlarla beraberdirler. Onların gönüllerine girenler onlarla ilhak olurlar.
Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri:
"Sâdât-ı kiram ve Pirân-ı izam Efendilerimiz hakkında besleyebildiğim cüz'i bir muhabbetten başka bir sermayem yoktur." buyurmuşlardır. (31. Mektup)
Yusuf Aleyhisselâm'ın bir peygamber olduğu halde:
"Ey göklerin ve yerin yaratıcısı! Dünyada da ahirette de benim yârim yardımcım sensin. Müslüman olarak canımı al ve beni sâlihler zümresine kat." (Yusuf: 101)
Diye duâ ettiğini Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde haber veriyor.
O, bu dilek ile ahirete intikal etmiştir. Gerçekten Allah'a gönülden bağlı olanların can atacakları arzu ve gaye işte bu sondur.
Evliyâullah'a yakın olan feyz ve berekete nâil olur. Bir istekte bulunurken, bu gibi zevât-ı kiramın yüzü suyu hürmetine istemek çok faydalı olduğu gibi, onları vasıta yaparak Allah-u Teâlâ'ya sığınmak da çok mühimdir.
Suçlu bir çocuğun, kabahati anında babasının çok sevdiği bir dostuna sığınması ve kendisini affettirmesi gibidir.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Eğer onlar kendilerine zulmettikleri vakit, sana gelip de Allah'tan tevbekâr olarak günahlarının bağışlanmasını isteselerdi, sen Peygamber de kendileri için af isteyiverseydin, elbette Allah'ı affedici ve merhametli bulurlardı." (Nisâ: 64)
Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsî'de veli kulları hakkında şöyle buyurmaktadır:
"Muhakkak ki Ebrar'ın benimle mülâki olmaya iştiyakları çoğalmıştır. Halbuki benim onlarla mülâki olmaya iştiyakım daha kuvvetlidir."
Tasavvur buyurun ki Allah-u Teâlâ'nın onların üzerinde ne kadar sevgisi var, onlara kavuşmak için ne kadar arzusu var?
Gurbette bulunan bir oğul annesine kavuşmayı ister, amma annesi oğluna kavuşmayı daha çok ister.
Onlara düşmanlık ise Allah-u Teâlâ ile harp etmek demektir.
Diğer bir Hadis-i kudsî'de ise şöyle buyurur:
"Velilerimden birisine düşmanlık eden kimseye ben harp ilân ederim.
Kulumu bana en çok yaklaştıran şey, farz kıldığım ibâdetleri yapmasıdır. Nâfile ibadetlerle de bana o kadar yaklaşır ki, nihayet ben o kulumu severim. Sevince de artık onun duyan kulağı olurum, o benimle işitir. Gören gözü olurum, o benimle görür. Eli olurum, o benimle dokunur. Ayağı olurum, o benimle yürür, (Kalbi olurum, o benimle anlar. Söyleyen dili olurum, o benimle konuşur.) Ne dilerse onu yerine getiririm. Herhangi bir şeyden bana sığınırsa ben onu muhafaza ederim." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2042)
Allah-u Teâlâ onları muhafaza eder, onları kendi hallerine bırakmaz.
Sıdk-ı sefâ, zevk-i vefâ, dünya ve ahiretten tecrid ile tâlib-i Mevlâ bunlardır.
Mânevi ve rûhânî feyizlerle kalbinin diriltilmesini arzu edenler, kalplerini evliyâullahın rûhâniyetinin teveccühüne arzetmelidirler.
Allah-u Teâlâ veli kullarını dünyada nur direği olarak yaratmıştır. Onlar kaybolduğu zaman kıyamet kopar.
Âyet-i kerime'sinde:
"Yeryüzünü döşedik ve oraya sabit dağlar yerleştirdik." buyuruyor. (Kâff: 7)
Yüksek dağlarla yeryüzünü tuttuğu gibi, veli kulları ile de yarattıklarını tutmaktadır. Allah-u Teâlâ birçok iyilikleri onlarla vermekte, belâ ve musibetleri bunların hatırına defetmektedir.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"Her asırda benim ümmetimden sabikûn (önde gelenler) vardır ki bunlara büdelâ ve sıddikûn itlâk olunur (söylenir). Haklarındaki inayet ve merhamet-i ilâhiye o kadar boldur ki sizler de o sayede yer ve içersiniz. Yeryüzü halkı için vukuu tasavvur olunan belâ ve musibetler onlarla kaldırılır." (Nevâdir-ül Usül, Tirmizî)
Bunlar yüz senede bir gönderilirler. Allah-u Teâlâ onları o kadar sever ki, yeryüzüne bir belâ vereceği zaman onların yüzü suyu hürmetine vaz geçer. Ehl-i arza vereceği bütün nimetleri onların yüzü suyu hürmetine verir, bütün beşeriyet ondan istifade eder. Onlar ise bu nimetlere hiç iltifat etmezler.
Meselâ bir gelinle güvey düşünün. Üzerlerine para, şeker gibi şeyler serpildiği halde dönüp bakmazlar. Çünkü onların maksutları onlar değil. Onları çocuk olanlar kapışır. Hakk ehli de böyledir. Üzerlerine serpilen sayısız dünya nimetlerine dönüp bakmazlar. Ne kadar serpilirse serpilsin, gönülleri onlara akmaz. Çünkü gayeleri Serpen'dir, serpilen değil. Onlara serpilen nimetlerden başkaları istifade eder.
Bayezid-i Bestâmî -kuddise sırruh- Hazretleri:
"Veliler Allah-u Teâlâ'nın gelinleridir." buyurmuşlardır. Gerçekten de öyledir. Çünkü o sevdiğini bulmuş, sevdiğine kavuşmuş.
Bu durum dünyada olduğu gibi mahşerde de, sıratta da böyledir.
Musa Aleyhisselâm'a denizi yol yapan Hazret-i Allah, bu sevgili kulları da cehennemin üstüne yol yapar.
•
Bu zâtlar cemiyetlere mânen yön verirler, mânevî kontrolleri altında bulundururlar. Fertlerle meşgul oldukları gibi, müslümanların umumi meselelerinde de yardımcı ve tasarruf sahibidirler. Bu da Allah-u Teâlâ'nın izni ve emri ile olur.
Farz-ı muhal ki kumandan harbeder ve harbi kazanır. Halbuki onun harbi kazanmasına vesile olan seccâdededir. Harbi o kazanmıştır, onun yüzü suyu hürmetine olmuştur. Onu kimse görmez ve bilmez, kumandanı görür. Onun da hükmü yoktur, onda tecelli edende hüküm vardır.
Akşemseddin -kuddise sırruh- Hazretleri'ne İstanbul'un mânevi fâtihi denilmesi bu sebepledir. Allah-u Teâlâ onu çok sevdiği için ona vermiştir. O da başkasına vermiştir. Ona vermeseydi onda hiç hüküm yoktu. Bu böyle oluyor. Bunu böyle bilin. Bu üç nokta kavranırsa çok şeyler çözülmüş olur.
Âdetullah böyledir. Allah-u Teâlâ böyle tecelli ediyor, kâinatı da böyle idare ediyor. Bütün kâinat kukla mesabesindedir.
"Hamd olsun Allah'a, selâm olsun O'nun beğenip seçtiği kullarına." (Neml: 59)
Bir zâhirî hoca vardır, öğretmeye "Elif" ten başlar. Kişi günâ gün öğrenir. Daha derin hoca vardır, ilimden öğretir. Açıklayabildiği kadar Âyet-i kerime'leri açıklar. Hadis-i şerif'leri izah edebildiği kadar izah eder, en güzelini öğretmeye çalışır. Fakat bu öğrettiği şey satırdan alınmıştır. Satırdan aldığını nakletmeye çalışır.
Bir de Allah-u Teâlâ'nın öğrettikleri vardır. Allah-u Teâlâ'nın talebeleri sadırdan alır. Allah-u Teâlâ an be an yeni tecelliyatlarda bulunur. Nurunu kalbine akıtması ve nakşetmesiyle gizli sırlara muttali olur. Kalbindeki esrarı kitaba döktüğü zaman herkes hayret eder. Çünkü halk satır ilmini biliyor, bu ilim ise sadırdan çıktı. Satırın muallimi benî beşer, sadırın muallimi ise Allah-u Teâlâ'dır.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Her şeyden haberdar olan Allah gibi sana hiç kimse haber veremez." (Fâtır: 14)
Sana hakikati bildirecek olan, herşeyden kemâliyle haberdar olan zât-ı kibriyâ'dır, diğer haber verenler değil.
Kime akıtırsa bu ilim onda bulunur. Hangi hazineye ne kadar cevher kondu ise, o kadar cevher olur. Fakat o cevher hazineye âit değildir. Koyana âittir.
Çeşmeden su akar, fakat o su çeşmeye ait değildir. Su kesildiği zaman çeşmeden hiçbir şey akmaz.
İlim ikidir:Sadır ilmi, satır ilmi.
Satır ilmi duymakla, okumakla öğrenilir, medreselerde tahsil edilir. Bu ilim sahipleri şeriatın zâhirine vâristirler. Şeriat ahkâmını tâlim ederler. Hakk'a vâsıl olmak bu ahkâmın tatbik edilmesine bağlıdır. Ahkâma uymayan her türlü çalışma ve ibadet nâkıstır. Bunun için çok mühimdir.
Sadır ilmi Allah-u Teâlâ'nın kalbe koyduğu ilimdir. Buna "Marifetullah ilmi" de denir. Marifetullah ehli bu gayeye ulaşmış ve bu faydalı olan marifetullah ilmine vâkıf olmuşlardır. Hem zâhirî hem bâtınî misal âlemine uçabilmek için çift kanatlı kuş mesabesinde olmuşlardır.
Sadır ilmi bâtınîdir, satır ilmi zâhirîdir.
Sadır ilmi hususidir, satır ilmi umumidir.
Sadır ilmi hallere mahsustur, satır ilmi fiillere mahsustur.
Sadır ilmi murakaba içindir, satır ilmi muamele içindir.
Sadır ilmi burhan ilmidir, satır ilmi beyan ilmidir.
Sadır ilmi hidayet ilmidir, satır ilmi rivayet ilmidir.
Sadır ilmi o bilgiyle hakikatte O'na O'ndan başka bir delil olmadığını bilmektir, satır ilmi ise Allah-u Teâlâ'nın kâinattaki sanatını görmektir.
Zâhir ehli; ilim okur, okutmak için okur. Okudukça büyür, kendisini dev gibi görür.
Bâtın ehli; okur, okudukça küçülür, küçüldükçe küçülür.
Birisi halk için okur, birisi Hakk için okur. Birisi halktan ücret alır, birisi Hakk'tan ücret alır.
Birisi kendini görür Hakk'ı görmez, birisi Hakk'ı görür kendini görmez.
•
Bir temsil:Zâhirî ilim yumurtanın dış kabuğudur, kabuk olmazsa yumurtanın hükmü olmaz. Tarikat ilmi beyazıdır, bu ilmi elde etmek için kabuktan içeriye intikal etmek gerekiyor. Hakikat ilmi sarısıdır, daha da ileriye nüfuz edilerek elde edilir. Civcivin çıkması ise marifetullahtır, civciv çıkınca kabuk atılır, artık yumurtadan eser kalmaz. Kudsî ruh ile desteklenmiş olanlar marifetullaha nâil olduğu zaman ene kabuğunu deler, hiç olduğunu anlar, misal âlemine uçar.
Fenâfişşeyh tahsili esnasında birçok tecellilere mazhar olunur. Kişi bu tecelliyatlara mazhar olurken herşeyi bildiğini zanneder. Fenâfirrasul tahsiline geçtiği zaman hakikata ulaşır ve hiçbir şey bilmediğini burada öğrenir. Yumurta bir süre sıcakta kalıp, civcivin kabuğu delip çıktığı gibi; Fenâfillâh'a da geçtiği zaman vücut varlığını deler, yol bulur. Kudsî ruh ile desteklenen kimseler Lâhut âlemine kadar çıkar. Kabuk değersiz bir hiç olduğu gibi; o anda artık kendi varlığının hükümsüz ve bir kabuktan ibaret olduğunu, herşeyin O'nun ve O'ndan olduğunu gözü ile görür. Bu tahsilde hiç olduğunu öğrenir, var olan Allah-u Teâlâ insanda tecelli eder. Fakat bunu gören dünya yüzünde kaç kişidir?
Zâhirde iken insan hep bildiğini söyler, hakikata geçince içeriye nüfuz eder, hiçbir şey bilmediğini itiraf eder. Marifetullah'a geçmesi ile de hiçbir şey olmadığını bilir. Çünkü kurbiyet ve sıddıkiyete nâil olmuş olur.
Kabuk da O'nundur, yani zâhirî ilim de Allah-u Teâlâ'nın bir ihsanıdır, beyazı da O'nun ihsanıdır, sarısı da O'nun ihsanıdır. Civcivin çıkması da, mârifetullah ilmi de O'nun lütf-u ihsanıdır.
Aslında var olan Allah'tır. Var'ı bulunca varlık ifnâ olur, kişi hiç olduğunu öğrenir.
Zâhirde olanların ilmi satır ilmidir, halktan alır. Yani satırdan okumakla, bir hoca tarafından öğretilmekle alır.
Nasıl ki bin inşaat mühendisi bir araya gelse, bir doktorun işini yapamaz. Neden yapamaz? Branşları, tahsilleri ayrı olduğu için, birinin ilmini diğeri bilmez. Bu da böyledir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Onu sizin için bir ibret ve öğüt yapalım ve anlayışlı kulaklar onu anlasın diye." (Hâkka: 12)
Nice insanlar vardır ki, işitmesi de işitmemesi de birdir. İşittikleri sadece kulağında kalır, kalbine inmez, bunun için de duymamış gibi olur. Çünkü duymak başka, işitmek başkadır. Duyan kalp, işiten kulaktır.
•
Bâtınî ilim ilham vasıtası ile, Allah-u Teâlâ'nın nuru kalbe akıtması ve dilediğini duyurması ile husule gelir. Zâhirî yani dış ilimlerle iç âlemi bilmek mümkün değildir.
"Âlimler peygamberlerin varisleridir." (Buhârî)
Hadis-i şerif'i dikkatle incelendiği zaman bu hakikat açıkça görülür.
Nübüvvetin üstünde hiçbir rütbe olmayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan daha büyük şeref tasavvur edilemez.
Hiçbir peygamberin ümmeti vâris-i enbiyâ mertebesine nâil olamamıştır. Bu vazife ancak Ümmet-i Muhammed'e tevdi ve ihsan buyurulmuştur.
Onlar vâris-i enbiyadır. Onlara "Vâris-i enbiya" denir.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Cenâb-ı Hakk benim göğsüme ne döktüyse, ben de onu olduğu gibi Ebu Bekir'in göğsüne boşalttım." (Risâle-i Es'adiyye)
Kalpten kalbe dökülen ilâhi emanetullah kıyamete kadar devam eder. İşte bütün bu sır buradan geliyor, bütün esrar, bütün gizlilik bu noktadan doğuyor.
•
Zâhirî ilmin çeşitleri çoktur. Bâtınî ilimlerinki ondan da çoktur. İlm-i iman, ilm-i İslâm, ilm-i ihsan, ilm-i tevbe, ilm-i zühd, ilm-i verâ, ilm-i takvâ, ilm-i ahlâk, ilm-i mârifet-i nefs, ilm-i mârifet-i kalp, ilm-i tezkiye-i nefs, ilm-i tasfiye-i kalp, ilm-i mükâşefat, ilm-i tevhid, ilm-i tecelli-i sıfat, ilm-i tecelli-i zât, ilm-i makamat, ilm-i vusûl, ilm-i fenâ, ilm-i bekâ, ilm-i sekr, ilm-i sahv, ilm-i mârifet ve benzeri ilimler.
Âlimler üç taifedirler:Bir taifesi zâhirî ilmi bilirler. İkincisi bâtınî ilmi bilirler. Üçüncüsü hem zâhirî ilmi bilirler hem de bâtınî ilmi bilirler. Bu üçüncüsünden olanlar çok azdır.
Fakir onları tarif ederken;
"Sehm-i nübüvvete vâris olanlar",
"Sehm-i velâyete vâris olanlar",
"Hem sehm-i nübüvvete hem de sehm-i velâyete vâris olanlar" olarak belirtmişizdir.
Adı üstünde vâris, çalışmakla elde edilen bir şey değil. Allah-u Teâlâ doğrudan doğruya nuru kalbine yazmış, Kudsî ruh ile desteklemiş, Resulullah Aleyhisselâm'ın emanetini ona boşaltmıştır. Bütün sırlar bu noktada toplanıyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar.
"Az bir tevfik, birçok ilimden hayırlıdır." (Deylemi)
Hâtem-ül Enbiyâ -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'den sonra vahiy kesilmiş, ilham kapısı ise açık kalmıştır. Din, kıyamete kadar bâkidir. İnsanların yeni bir dine ihtiyaçları yoktur. Fakat zamanla vesveselere dalıp arzu ve heveslere kapıldıkları için, hakikati hatırlatmaya, ruhlarını kuvvetlendirmeye ihtiyaçları vardır.
Marifetullah ancak tasavvuf yoluyla, ruhi zevk ile husule gelir. Diğer bilgilerle hâsıl olmaz. Daha doğrusu Allah vergisidir, bir lütf-u ihsandır.
"Bu Allah'ın fazl-u ikramıdır, kime dilerse ona verir." (Cum'a: 4)
Tasavvufun gayesi içi tahliye etmek ve temizlemektir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Onların kalplerinde hastalık vardır." buyuruyor. (Bakara: 10)
Öyle bir maraz ki tedavisi mümkün değil. Ahlâk-ı zemime içinde.
"Allah da onların hastalığını artırmıştır." (Bakara: 10)
Kalbi mühürlenmiş, gözlerine perde çekilmiş, küfür ve nifak hastalığına tutulmuş.
"Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle onlara elem verici bir azap vardır." (Bakara: 10)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Yeryüzünde haksız yere böbürlenip büyüklük taslayanları âyetlerimi idrakten çevireceğim, anlamaktan mahrum edeceğim." (A'râf: 146)
Kalpleri öylesine mühürlenecek ki, ilâhî beyanların ihtivâ ettiği gerçekleri göremeyecekler, üzerinde düşünüp anlayamayacaklar.
"Onlar bütün âyetleri görseler yine de inanmazlar." (A'râf: 146)
Âyet-i kerime'lerin nûru önlerinde parıldayıp dursa yine de küfürlerinde diretip dururlar.
"Doğru yolu görseler onu yol edinmezler." (A'râf: 146)
İçlerini sapıklık kapladığı için Hakk'a yönelmezler o yolun doğru olduğunu görmelerine rağmen, asla o yola koyulmazlar.
"Azgınlık yolunu görseler hemen onu yol edinirler." (A'râf: 146)
Bâtıl arzularına uygun, hevâ ve heveslerine ulaştırıcı olmasından ötürü, sapıklık yolunu kendilerine nerede ise hiç ayrılamayacakları bir yol olarak seçerler.
"Çünkü onlar âyetlerimizi yalanladılar ve onları umursamaz oldular." (A'râf: 146)
Buradan da anlaşılıyor ki Allah-u Teâlâ bunları idrakten çevirmiş ve mahrum etmiştir. Hem bilmiyorlar, hem de bilir gibi görünüyorlar.
"Biz onlara doğru yolu göstermiştik, amma onlar körlüğü doğru yolda gitmeye tercih ettiler." (Fussilet: 17)
Cenâb-ı Hakk kalplerini çevirmiş, mühürlemiş olduğu için hakikati duymazlar ve duymak da istemezler. Çünkü imansızdırlar.
Seyyid Kutup başta olmak üzere, Evliyâullah Hazerâtı'nı yok sayıp, kendi bâtıl fikirlerini benimseyenlere cevap mahiyetinde, konumuzun içinde geçen bazı Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'leri mevzunun daha iyi anlaşılabilmesi için tekrar arz edeceğiz:
Zahiri bir âlim olan Seyyid Kutup, mârifetullah ilminden mahrumdur ve hiçbir bilgisi yoktur. Mârifetullah ilmi Hakk'tan gelir. Onların muallimi bizzat Hazret-i Allah'tır.
Âyet-i kerime'de:
"Allah'tan korkar takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur." buyuruluyor. (Bakara: 282)
Buna, sadır ilmi denir.
Hadis-i şerif'te:
"İlim ikidir birisi dilde olup (ki bu zahiri ilimdir.) Allah-u Teâlâ'nın kulları üzerine hüccetidir. Bir de kalpte olan mârifet ilmi vardır. Asıl gayeye ulaşmak için faydalı olan da budur." buyuruluyor. (Tirmizî)
Diğerine satır ilmi denir.
Zahiri ilim mektep ve medresede talim edilir. Buna da satırdan alındığı için, satır ilmi denir.
Sadır ilmi, Seyyid-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in ilmidir. Bu ilim ve diğer ilimler yazımızda ayrıntılarıyla izâh edilerek, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerin nûr ışığı altında açıklanmış ve hiçbir itiraza mahal bırakılmamıştır.
Zahiri âlimlerin yüzde doksanı bu ilmi bilmez. Hakikat âleminde kördür. Seyyid Kutup bu ilme gerçekten âşina olmadığından büyük bir hataya düşmüştür. Allah'ım affetsin.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Allah'tan başkasını kendilerine veliler edinenler, 'Bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye onlara kulluk ediyoruz' derler." buyuruyor. (Zümer: 3)
Seyyid Kutup bu Âyet-i kerime'de geçen "Evliyâ" sözünü, Hazret-i Allah'ın sâdık kulları olan Evliyâullah'a tevil ederek; evliyânın etrafında halkın toplanmasını, cahiliyye Arapları'nın Allah'a yaklaşmak maksadıyla putlara tapınmalarına benzetmiştir. Halbuki bu bir sapıklıktır. Gerçekten büyük bir cehalet işlemiştir.
Zirâ Âyet-i kerime'de:
"Âyetlerimizi iptal etmek için, yarışırcasına koşanlara da, azabın en kötüsünden acıklı bir azab vardır.
Kendilerine ilim verilenler, Rabb'inden sana indirilenin gerçek olduğunu bilirler. Onun mutlak galip ve övgüye lâyık olan Allah'ın yoluna ilettiğini görürler." buyuruluyor. (Sebe: 5-6)
Bu Âyet-i kerime'ler karşısında sizin durumunuz ne olacak?
Bize göre Allah-u Teâlâ'nın kelâm ve hükmü geçerlidir. O'nun hükmünden başka hiçbir hüküm kabul etmeyiz.
Yalnız Allah ve Resul'ünün hükmüne değer veririz. Başka hiçbir kimsenin hükmüne değer vermeyiz.
Cevap da yalnız Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'ledir.
Seyyid Kutup ise, Allah-u Teâlâ'nın veli kullarını puta benzeterek dil uzattığı için apık sapık konuşmuştur.
Oysa Allah-u Teâlâ veli kulları hakkında;
"İyi bilin ki Allah'ın veli kulları için hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır." buyuruyor. (Yunus: 62)
Hadis-i kudsî'de ise:
"Velilerimden birisine düşmanlık edene ben harb açarım." buyuruluyor. (Buharî)
Diğer bir Hadis-i kudsî'de ise:
"Kubbelerimin altındaki velilerimi benden başka kimse bilemez." buyuruluyor.
Bu Âyet-i kerime ve Hadis-i kudsî'ler Allah-u Teâlâ'nın veli kullarını meth-ü senâ ediyor. Herkese vermiş değildir, yalnız veli kullarına aittir.
Âyet-i kerime'lerde:
"Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk'a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler." (A'râf: 181)
"Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah'a inanırsınız." buyuruluyor. (Âl-i imrân: 110)
Hadis-i şerif'te ise:
"Her asırda benim ümmetimden sabikûn (önde gelenler) vardır ki bunlara büdelâ ve sıddikûn itlâk olunur (söylenir). Haklarındaki inayet ve merhamet-i ilâhiye o kadar boldur ki sizler de o sayede yer ve içersiniz. Yeryüzü halkı için vukuu tasavvur olunan belâ ve musibetler onlarla kaldırılır." buyuruluyor. (Nevâdir-ül Usül, Tirmizî)
Allah-u Teâlâ ve Resul'ü veli kulları hakkında böyle buyuruyor. Senin Seyyid Kutup dediğin böyle söylüyor. Bu büyük bir sapıklık değil midir? Hadi bu Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lere cevap ver de göreyim.
Diğer bir Hadis-i şerif'te:
"Bâtın ilmi, Allah-u Teâlâ'nın sırlarından bir sır, hikmetlerinden bir hikmettir. Onu ancak dilediği kulunun kalbine atar." buyuruluyor. (Buhârî)
Bu Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'ler velilere ve mârifetullah ehline aittir. Zâhiri âlimler bu ilimden mahrumdur.
İşte bu bilmediğiniz, anlamadığınız ve duymadığınız ilmi size duyurmaya çalışıyoruz. Zira bu ilim size hep Allah'ın kelâmıyla bir bir anlatıldığından ötürü, bunu bilmiyorum diye inkâr etmeniz sizi küfre götürür.
Nitekim İmâm-ı Gazali -rahmetullahi aleyh- Hazretleri İhya-u Ulumid'din adlı eserinde:
"Sakın anlamıyorum diye bu ilmi inkâra kalkışma. Aklî ilimleri kavradığını zannederek çizmeden yukarı çıkan âlimlerin helâk noktası burasıdır. Allah dostlarının bu hallerini inkâr eden bir ilimden cehalet çok daha iyidir. Kaynak bir olduğu için velileri ve kerametlerini inkâr ise tamamen dinden çıkmaktır."
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"İlim ikidir birisi dilde olup (ki bu zahirî ilimdir.) Allah-u Teâlâ'nın kulları üzerine hüccetidir. Bir de kalpte olan mârifet ilmi vardır. Asıl gayeye ulaşmak için faydalı olan da budur." (Tirmizî)
İşte bu gayeye ulaşanlar bunlardır. Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Allah kime dilerse ona kat kat verir." buyuruyor. (Bakara: 261)
İşte ihsanı ve ikramı bol olan Allah-u Teâlâ tasavvura sığmayan ihsanlarını kat kat lûtfetmiştir. Yalnız, mârifetullah ehli olan veli kullarına bahşetmiştir. Başkasına şâmil değildir.
İmâm-ı Âzam -rahmetullahi aleyh- Efendimiz o kadar büyük bir âlimdir ki, İbrahim Ethem -kuddise sırruh- Hazretleri'nin Hakk ile olduğunu gördü, bildi ve söyledi.
Bunu biraz açalım, ağzı mühürlü iki teneke var, birisinin içi mücevher dolu, diğerinin ise taş.
Bunu dışarıdan görebilmek için kalp gözünün açık olması lâzım. O ise gördü ve seçti, tazim etti.
İbrahim Ethem -kuddise sırruh- Hazretleri için "Seyyidünâ" yani "Efendimiz" buyurdu.
Talebesi ona niçin böyle dediğini sorunca "Biz ilmimizle nefsimizi düşünürüz, onlar ise kendilerini unutup hikmetle yalnız Allah'ı düşünürler." cevabını verdi.
İmâm-ı Âzam Hazretleri; "Eğer şu iki senem olmasaydı, Numan helâk olurdu." buyurdu ve anlayanlara duyurdu.
Hazret-i Allah kıyamete kadar gelecek olan irşad memurlarını levh-i mahfuz'da yazmıştır. Mârifetullah ehlinden bazı zevât-ı kiram'ın keşfi açılması ile kıyamete kadar gelecek Mürşid-i kâmiller'in ismini, cismini bilirler. Ve bunların bazılarından bu gibi esrar-ı ilâhiye'yi ifşâ edenler de olmuştur. Temsil olarak:
Muhyiddin İbn'ül Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri "Gelecek bütün mürşidlerin ismini" bildiğini ifşâ etmişlerdir. İmâm-ı Rabbanî -kuddise sırruh- Hazretlerimiz 260. mektubunda istikbâlde gelecek bir kimseden bahsederken tek tek bütün vasıflarını beyan ediyor. Neden? Levh-i mahfuz'da gördüğü için bildi ve söyledi.
Biz şahsa değil, Allah-u Teâlâ'nın emrine ve hükmüne bakanlarız. Çünkü biz Allah'a ve Resulullah'a iman etmişizdir.
Biz Hazret-i Allah'ın yanında muteber olan zamanın velilerinin başı olan Kutb-u âzam'a itibar ederiz. Ona saygımız sonsuzdur. Ve fakat Allah-u Teâlâ'nın veli kulları hakkındaki beyanlarını inkâr edip inanmayan ve hükmü ilâhî'ye ters düşen kim olursa olsun itibar etmeyiz. Biz Hazret-i Allah'ın veli kullarını puta benzetecek kadar cahil değiliz. Ancak Hazret-i Allah'a ve Resul'üne iman ederiz. Hazret-i Allah'ın kelâmına ve Resul'ünün Hadis-i şerif'ine itibar ederiz. Cevabı da ancak Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'le bekleriz. Lâf asla kabul etmeyiz.