Muhterem Okuyucularımız;
Edep, kulun kendisini Cenâb-ı Hakk'ın iradesine tâbi kılması, güzel ahlâklı olmasıdır.
Edep bir mânevi disiplindir, havaîlik ve avarelikten, sünepelik ve serkeşlikten uzak kalmaktır. Daima uyanık bulunmaktır. Cenâb-ı Hakk'ın görüp gözettiğini bilmektir. Her an Hakk'ın huzurunda olduğunu bilmek, Hakk ile olmaktır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'inde şöyle buyurmaktadırlar:
"Sizin en hayırlınız, ahlâkça en güzel olanınızdır." (Buhârî)
Her zaman her yerde edepli, hayalı, ahlâklı olmaya çalışmalıdır!
Haya, binayı ayakta tutan direk gibidir. Hayasız kimsenin de imanını muhafaza etmesi bu derece zordur.
Câfer-i Sâdık -rahmetullahi aleyh- Hazretleri güzel ve öğüt dolu sözlerinin birinde şöyle buyururlar:
"Takvâdan daha değerli bir azık yoktur. Susmaktan güzel bir şey yoktur. Cehaletten daha zararlı düşman yoktur. Yalandan daha öldürücü bir hastalık yoktur."
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz'e sormuşlar.
"Akıllı kimdir?"
"Az konuşan!"
"Daha akıllı kimdir?"
"Hiç konuşmayandır!" buyurmuşlardır.
Edep nedir?
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"Akıllının dili kalbinde, ahmağın dili ağzındadır. Edep, aklın suretidir. Kötü edeple şeref olmaz. Cehaletten daha kötü hastalık yoktur. Akıl tam olunca söz eksik olur."
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz "Edebi akla, aklı kalbe" bağladı.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz;
"Edep, ilimden önce gelir!" buyurmuşlardır.
Hazret-i Lokman Aleyhisselâm şöyle buyururlar:
"Edep asaletten, ilim maldan hayırlıdır."
İmam-ı Rabbani -kuddise sırruh- Hazretleri;
"Edebi gözetmeyen Allah'a kavuşamaz!" buyurarak, edebin ne kadar elzem ve gerekli olduğunu beyan etmişlerdir.
İnsanlarla güzel geçinmek, mütevazi olmak, iyilik etmek, riyâdan, kibirden, hasetten, menfaatten kaçınmak edeptendir.
Tasavvuf; insanın süflî hayattan ulvî hayata yükselmesi ve kendisi için mümkün en yüksek kemâle ulaşması için nefsini kötü huylardan, hayvânî sıfatlardan kurtararak ahlâkını düzeltmesini, içini ve dışını nurlandırmasını sağlayan bir disiplindir. Bu bakımdan tasavvuf, İslâm ahlâkının vücut bulmasında en büyük âmildir.
Ahlâk, insan ruhundaki huy dediğimiz bir meleke, bir hassa demektir.
Böyle bir meleke; ya hayırlı bir netice verir veya hayırsız bir netice verir. Bu ahlâki melekelerin güzel neticelerine "Ahlâk-ı hasene" veya "Ahlâk-ı hamide" adı verilir. Çirkin neticelerine ise "Ahlâk-ı zemime" denilir.
Edep, hayâ, tevazu, hilim, cömertlik, kanaat, tevekkül, sabır, şükür, merhamet, af ve müsamaha... gibi güzel huylar, ahlâk-ı hamidenin birer neticesidir.
Kin, kibir, ucb, şehvet, gadap, riyâ, hırs, haset, yalancılık, gıybet, su-i zan, koğuculuk... gibi kötü huylar da, ahlâk-ı zemimenin birer neticesidir.
İnsan dünyaya geldiğinde bu kötü huylardan hiçbirisi üzerinde yoktu. Bunları hep sonradan öğrenir ve itiyat hâline getirir. Fıtratta olmayan bu huylardan kurtulmak ve ahlâkı güzelleştirmek mümkündür.
Dinimiz ahlâkımızı güzelleştirerek, kötülüklerden ve kötü huylardan kaçınmamızı emretmektedir. Zira din güzel ahlâktan ibarettir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini ve onun yüksek ahlâkını överek:
"Doğrusu senin için tükenmeyen bir mükâfat vardır. Şüphesiz ki sen büyük bir ahlâk sahibisin." buyurmuştur. (Kalem: 3-4)
İman ve ibadetten sonra, dinimiz ahlâka büyük ehemmiyet vermiştir. İslâm dininin gayesi güzel ahlâktır.
•
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Edep nedir? Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"Akıllının dili kalbinde, ahmağın dili ağzındadır. Edep, aklın suretidir. Kötü edeple şeref olmaz. Cehaletten daha kötü hastalık yoktur. Akıl tam olunca söz eksik olur."
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz "Edebi akla, aklı kalbe" bağladı.
"Edep, aklın suretidir." buyurmuşlar, edebin aklın aynası ve yansıması olduğunu belirtmişlerdi. Akıl ne durumdaysa hangi derecede ise edep o derecededir. Aklın derecesine göre edebe yansır.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz;
"Edep, ilimden önce gelir!"buyurmuşlardır.
Yolumuz baştan başa edeptir. Câfer-i Sâdık -rahmetullahi aleyh- Hazretleri güzel ve öğüt dolu sözlerinin birinde şöyle buyururlar:
"Takvâdan daha değerli bir azık yoktur. Susmaktan güzel bir şey yoktur. Cehaletten daha zararlı düşman yoktur. Yalandan daha öldürücü bir hastalık yoktur."
Tasavvuf; insanın süflî hayattan ulvî hayata yükselmesi ve kendisi için mümkün en yüksek kemâle ulaşması için nefsini kötü huylardan, hayvânî sıfatlardan kurtararak ahlâkını düzeltmesini, içini ve dışını nurlandırmasını sağlayan bir disiplindir. Bu bakımdan tasavvuf, İslâm ahlâkının vücut bulmasında en büyük âmildir.
Ahlâk, insan ruhundaki huy dediğimiz bir meleke, bir hassa demektir.
Böyle bir meleke; ya hayırlı bir netice verir veya hayırsız bir netice verir. Bu ahlâki melekelerin güzel neticelerine "Ahlâk-ı hasene" veya "Ahlâk-ı hamide" adı verilir. Çirkin neticelerine ise "Ahlâk-ı zemime" denilir.
Edep, hayâ, tevazu, hilim, cömertlik, kanaat, tevekkül, sabır, şükür, merhamet, af ve müsamaha... gibi güzel huylar, ahlâk-ı hamidenin birer neticesidir.
Kin, kibir, ucb, şehvet, gadap, riyâ, hırs, haset, yalancılık, gıybet, su-i zan, koğuculuk... gibi kötü huylar da, ahlâk-ı zemimenin birer neticesidir.
İnsan dünyaya geldiğinde bu kötü huylardan hiçbirisi üzerinde yoktu. Bunları hep sonradan öğrenir ve itiyat hâline getirir. Fıtratta olmayan bu huylardan kurtulmak ve ahlâkı güzelleştirmek mümkündür.
Dinimiz ahlâkımızı güzelleştirerek, kötülüklerden ve kötü huylardan kaçınmamızı emretmektedir. Zira din güzel ahlâktan ibarettir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini ve onun yüksek ahlâkını överek:
"Doğrusu senin için tükenmeyen bir mükâfat vardır. Şüphesiz ki sen büyük bir ahlâk sahibisin." buyurmuştur. (Kalem: 3-4)
İman ve ibadetten sonra, dinimiz ahlâka büyük ehemmiyet vermiştir. İslâm dininin gayesi güzel ahlâktır.
Güzel ahlâk Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'in sıfatı, sıddıkların amellerinin en makbulü, en yücesidir. Takvâ sahiplerinin mücâhedelerinin meyvesi, müminlerin ahiret sermayesidir.
Müslümanlıkta insanın mânevî kıymeti, sahip olduğu güzel ahlâk ile mütenasiptir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Müminlerin iman bakımından en olgun ve kâmil olanı ahlâkça en güzel olanıdır." buyurmuşlardır. (Tirmizî)
Bir Hadis-i şerif'lerinde de:
"Ben ancak ahlâkın güzelliklerini tamamlamak için gönderildim." buyurmaktadırlar. (Ahmed bin Hanbel)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kendisinden evvel gelen Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'in dinlerinde bulunan ahlâk ve fazilet gibi değerlerin eksikliklerini tamamlayarak kemâle erdirmiştir. Onun ahlâkı Kur'an ahlâkı idi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyuruyorlar:
"Beni Rabb'im terbiye etti, edebimi ne güzel eyledi." (C. Sağir)
Bir insan gayret ederek iyi huylara sahip olabilir. Onun terbiyesi ise fıtrîdir, doğrudan doğruya Allah vergisidir.
Hem Allah vergisidir, hem de bizzat mürebbisi de Hazret-i Allah'tır.
Bu yol Allah yoludur. Bu münevver yol Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'den gelir. Bu yol Hazret-i Allah'a ve Resulullah'a ait. Gaye varlığı atabilmek, Var'ı bulabilmektir. Bu da süzülmekle olur. Yolun esası edeptir. Tarikat-ı aliye baştan başa edeptir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadırlar:
"Güzel ahlâk, dinin yarısıdır." (Câmiu's-sağîr)
"Sizin en hayırlınız, ahlâkça en güzel olanınızdır." (Buhârî)
"Sizden cennette bana arkadaş olan kimse, dünyada güzel ahlâka sahip olanınızdır." (Münâvî)
"Allah-u Teâlâ sizin bedenlerinize ve suretlerinize bakmaz, fakat kalplerinize ve amellerinize bakar." (Müslim)
"Nerede bulunursan bulun, Allah'tan kork! Bir kötülüğün ardından hemen bir iyilik yap ki, o iyilik günahı gidersin. İnsanlara güzel ahlâk ile muamele et." (Tirmizî)
Edep, kulun kendisini Cenâb-ı Hakk'ın iradesine tâbi kılması, güzel ahlâklı olmasıdır.
Edep bir mânevi disiplindir, havaîlik ve avarelikten, sünepelik ve serkeşlikten uzak kalmaktır. Daima uyanık bulunmaktır. Cenâb-ı Hakk'ın görüp gözettiğini bilmektir. Her an Hakk'ın huzurunda olduğunu bilmek, Hakk ile olmaktır.
Câfer-i Sâdık -rahmetullahi aleyh- Hazretleri güzel ve öğüt dolu sözlerinin birinde şöyle buyururlar:
"Takvâdan daha değerli bir azık yoktur. Susmaktan güzel bir şey yoktur. Cehaletten daha zararlı düşman yoktur. Yalandan daha öldürücü bir hastalık yoktur."
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz'e sormuşlar.
"Akıllı kimdir?"
"Az konuşan!"
"Daha akıllı kimdir?"
"Hiç konuşmayandır!" buyurmuşlardır.
Edep nedir? Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz; "Edep, aklın suretidir." buyurmuşlardır.
Aklın aynasıdır, yansımasıdır. Akıl ne durumdaysa hangi derecede ise edep o derecededir. Aklın derecesine göre edebe yansır.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"Akıllının dili kalbinde, ahmağın dili ağzındadır. Edep, aklın suretidir. Kötü edeple şeref olmaz. Cehaletten daha kötü hastalık yoktur. Akıl tam olunca söz eksik olur."
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz "Edebi akla, aklı kalbe" bağladı.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz;
"Edep, ilimden önce gelir!" buyurmuşlardır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadırlar:
"Sizin en hayırlınız, ahlâkça en güzel olanınızdır." (Buhârî)
Yolumuz baştan başa edeptir.
Hem Hazret-i Allah'a karşı edepli, hem Resulullah'a karşı edepli, hem de mürşide karşı edepli olmak yolun esaslarındandır.
Her zaman her yerde edepli, hayalı, ahlâklı olmaya çalışmalıdır!
Hadis-i şerif'te;
"Hayasızlık insanı küfre düşürür." buyuruluyor.
Haya, binayı ayakta tutan direk gibidir. Hayasız kimsenin de imanını muhafaza etmesi bu derece zordur.
Hazret-i Lokman Aleyhisselâm şöyle buyururlar:
"Edep asaletten, ilim maldan hayırlıdır."
İmam-ı Rabbani -kuddise sırruh- Hazretleri;
"Edebi gözetmeyen Allah'a kavuşamaz!" buyurarak, edebin ne kadar elzem ve gerekli olduğunu beyan etmişlerdir.
İnsanlarla güzel geçinmek, mütevazi olmak, iyilik etmek, riyâdan, kibirden, hasetten, menfaatten kaçınmak edeptendir.
Resul-i Zişân -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"Hakiki mânâsı ile Allah'tan hayâ etmek şöyle olur:
Başını ve başında bulunan göz, kulak ve dil gibi âzâlarını, karın boşluğunda bulunan kalp, mide ve benzeri âzâlarını Allah'ın emirlerine aykırı hareketlerden muhafaza etmelisin. Bunun yanında ölümü hatırından çıkarma. Âhireti isteyen, dünya güzelliklerine gönül bağlamaz. Kim bunları yaparsa Allah'tan hakkıyla hayâ etmiş olur." (Tirmizî)
Edep insana şeref verir, şerefli insanların şerefini artırır ama "Kötü bir edeple şeref olmaz, itibar olmaz."
Edep hususunda Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Efendi Hazretlerimiz'in "Divân-ı Es'ad" isimli eserinden bir şiirini arz edelim:
"Benim gözüm edep sofrasındaki nimetlerden asla doymaz. Her ne kadar cihanda edebin birçok ihsânlarını görmüş ise de.
Hızır'dan ölümsüzlük âleminin hayat suyunu isteyen insanın edep menbaından bir kaç yudum içmesi lâzımdır.
Övünmek, kibir ve cehalet illetlerinin def'i için edep ilâcı gibi hiçbir ilâç görmedim.
Akıllı insan edep eteğine sıkı sıkı sarılırsa kâdir kıymet tahtını ve itibar sadrını elde etmiş demektir.
Sülûk mumunun ışığı, cânı cânâna ulaştırır. Edebin parlak ayı ise gözü aydınlatır.
Eğer edep çeşnisinden dudaklarına bir zerre bulaştırmamış iseler, dostların sözünde ve dudağında güzellik neşesi bulunmaz.
Ey Es'ad, seferden vatanına dönünce edep ummânından (dostlarına hediye olarak) bir kaç inci getir."
Efendimiz edebi ne güzel tarif buyurmuşlar. Allah râzı olsun.
İnsan çok dikkatli olmalı, edepsizlikten, hâyâsızlıktan, ahlâksızlıktan, çirkin şeylerden, ahkâm-ı ilâhi sınırını, hududunu aşmaktan, çiğnemekten sakınmalı, nefis ve şeytandan Hazret-i Allah'a çok sığınmalı, O'nun muhafaza etmesini, korumasını, gönülden dilemelidir.
Lokman Hekim Hazretleri çok yüksek edebe malikmiş. Sormuşlar; "Bu edebi nereden tahsil ettiniz?" "Edepsizden!" buyurmuş. "Nasıl?" "Kötü gördüğümü yapmamaya çalıştım, iyi gördüğümü de benimsedim."
Demek ki, kötü de büyük bir numune.
İhvan bizim tevazumuzdan aldanıyor. Ben Allah'tan korkuyorum, Allah için tevazu yapıyorum. Bizim görüşümüz her zaman şudur: "Herkesi hoş gör, kendini boş." Allah'ım burada aldatmasın.
Bu yol nasıl bir yol biliyor musunuz? Sonsuz bir ilâhi lütuf yoludur. Lâkin canbazın ip üzerinde yürümesi gibi zordur. Biraz şaşarsan hududu aşarsın. Burası edep mahallidir, çok dikkat etmek lâzımdır. Lütfu sonsuzdur ama nezaket çok lüzûmludur. Çok dikkat lâzım, burası Allah kapısıdır, sahibi büyüktür.
Nezaket çok lüzûmlu olup, edep çok mühimdir. Herkes haddini bilmeli, hududunu muhafaza etmelidir. Tevazuyu elden bırakmamalıdır. Hakk'a boyun büküp, rızâyı gözetmelidir. İşte yol bu...
Nasipdar olan edebini tahsil eder, olmayan ne anlasın! Senelerce yolda çalıştı, edebi olmazsa boşuna çalışmış olur. Bu neye benzer, kayıt olmamış bir talebe okuyor. Kaydı olan nasibi varsa sınıfını geçer. İhvan, başıboş bulunmuş. Bir mektep gibi, bir askerlik gibi yolu öyle görüyor, onun için orada kalıyor.
Ehlullah-i kiram buyuruyorlar ki:
Bir kimsenin maruz kaldığı sitem ve cefaları güzel kabul etmesi elest bezminde ahde "belî" demesidir. Zira Cenâb-ı Hakk kuluna her nefeste "Elestü bi Rabbiküm; Ben senin Rabb'in değil miyim?" diye soruyor. Şu halde o sitem ve cefalar bir soru mahiyetinde, yani imtihan sorusu kabul edilir.
"Madem ki ben senin Rabb'inim, terbiye edenim, sen de edebini her nefeste muhafaza et!" buyuruyor.
Âyet-i kerime'sinde:
"De ki:Duâ ve ilticânız olmasaydı Rabb'im size değer verir miydi?" buyuruyor. (Furkân: 77)
Duâ etme fırsatı tanıması, hiç şüphesiz ki kullarının kendi faydalarınadır. Bu da yapılmazsa, diğer yaratıklarla insanoğlunun arasında hiçbir fark kalmaz.
Sen acizliğini, mücrimliğini, günahkârlığını, her şeyini itiraf etmedikçe nasıl süzülebilirsin?
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin, şeyhi hakkında şöyle bir duâsı var:
"Yâ İlâhel-âlemîn! Mürşidimizin hatırı için, bu yüce zâta lâyık bir edeb ve terbiyeyi bize nasip eyle.
Onun mülâkat ve yaşaması ile, ardı arkası kesilmeyen lütuf ve ihsanıyle bize yardım et.
Ömrümün bir kısmını onun ömrüne dahil eyle. Onun himayesi sebebi ile halkı, rahatlık gölgesi altında daim kıl. Bizi onun hüsn-ü kabulü ile mutlu kıl.
Onu memnun edecek hizmetleri bize nasip eyle. Bütün hallerde hayatta kaldığımız müddetçe kadir ve kıymetini her geçen gün kalbimizde biraz daha artır.
Ey Rabb'imiz!
Uhrevî kurtuluşu temin edecek bir tarzda o bizden râzı, biz ondan râzı olarak canımızı al."
Bütün Evliyâullah Hazerâtı o edep elbisesini giymeyi dilemişlerdir.
Hakiki edep; "Allah'ın boyasıyla boyanın." (Bakara: 138) Âyet-i kerime'sinde gizlidir.
O'nun boyasına boyanan, Allah'a ait olmuş olur.
O'nun boyasına boyanan, istenilen edebe mâlik olur.
Hakikat yolu edepten ibarettir, tarikat baştan başa edeptir. Edepten mahrum olan her şeyden mahrumdur.
Mürid her zaman Hakk ile olduğunu düşünerek, hiçbir zaman edebe aykırı hareket etmemeli, velev ki yatakta bile olsa.
Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz:
"Ölüm ne rahattır ne rahattır. Hiç olmazsa insan ayaklarını uzatır da yatar." buyurmuşlar.
Onlar ayak ayak üzerine atmak şöyle dursun, yatarken dahi ayaklarını uzatmamışlardır.
Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz otururlarken hep ayaklarını toplar, daha da olmazsa elleriyle çekerlerdi. Hayat boyunca huzurda idiler. Öylece ahirete intikâl ettiler, öylece kabre kondular.
Bir şey daha nazar-ı dikkatimizi celbederdi. Mübârek başlarını yastığın üzerine indirmezlerdi. Sanki yastıkta uyurmuş gibi görünürlerdi. Fakat bir bıçak gezdirseniz, o boşluğu hissederdiniz. Bunu yapmak çok zor ve çok büyük bir iştir.
Onlar dünyaya niçin geldiklerini çok iyi bilmişler ve dünyayı bir geçit olarak kabul etmişlerdir. Dünyanın gerçekten rahat ve istirahat yeri olmadığını, bununla beraber yalnız ibadet ve Hazret-i Allah'ın lütuf rızâsını kazanmak için gelindiğini çok iyi bildiklerinden, daima huzurda bulunurlar. Dolayısıyla edep hali husule gelir.
Allah'ımız o edeplilerin edebinden edep ihsan buyursun.
Edep elbisesi bir muhafazadır, kişiyi muhafaza eder. O bir lütuf tacıdır, onu giyen her belâdan kurtulur.
Pejmürde bir elbise giymekle, güzel bir elbise giymek arasında fark olduğu gibi, mâneviyat da böyledir.
Lâubâli bir hâl ile edep hâli arasında çok fark vardır. Mürid her hâl ve hareketinde kendisini kontrol altında bulundurmalı, adımlarını ölçü dahilinde atmalıdır. Zanla değil edeple yürümeli, sünepeliğe sapıp da hiçbir zaman lâubâli olmamalıdır.
Lâubâlilik mürebbi ile aradaki mesafeyi daraltır, eşitlik husule getirir. Nefis bunu ister. Fakat bu hâl, düşerek helâk olmaya vesile olur. Bakarsın ki, bir anda bütün amelleri boşa çıkar.
"Kurb-i sultan âteş-i sûzan."
Sultana yakınlık yakıcı ateş gibidir. Edebe mugayir küçücük bir hareket büyük felâketlere sebep olur.
Onun içindir ki uzak durmak hayırlıdır. Resmiyet, bilmeyerek de olsa yapılan hataları hep önler. Zaten hakikat yolundaki yakınlık kalbendir.
Eğer hayır istiyorsak, istediğimiz gibisini değil de, istendiği gibisini tercih etmemiz lâzım.
Yol edep yolu olduğu için, zanla değil edeple gideceğiz. Bu noktada müridan iç durumunu kontrol edemiyor. Zanla hareket etmeye başlıyor. Nefis de fırsat bulup sünepeleşiyor. Hakikat yolunda zanla yürünmez. Zannın girdiği yerde şüphe olur, şüphenin girdiği yerden de hakikat çıkar.
Ciddiyetle hassasiyetle işi takip etmemizin icabettiğini bize öğretiyorlar. Fakat maalesef bunu nefsimiz öğrenmek istemiyor.
Bu yolda lâubalilik, sünepelik olmayacak. Herkesin haddini bilmesi lâzım.
Müridi teslimiyeti tutar, bu yolda resmiyet teslimiyettir.
İlim çok güzeldir. Edep ise ondan üstündür, bunu sakın unutmayın.
•
Hazret-i Allah'a edep, Resulullah Aleyhisselâm'a edep, mürşide de edep lâzımdir ki terakkiyat gerçekleşsin.
Kafasına vurur gibi söylemezsen anlamıyor. Sözle anlamıyor, sesle anlıyor. Cenâb-ı Hakk fakire şöyle sevdirmiş: "Rabb'im! Boynumu sevgililerin ayağının altında bulundur."
Hakikat yolu edepten ibarettir.
Allah-u Teâlâ'ya karşı edepli, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e karşı edepli, mürşide karşı edepli olmak üzere üçtür:
Sâlik, yaratılan ne ki varsa Allah-u Teâlâ'nın dergâh-ı izzetine boyun eğdiğini, bunların hepsinin bir gün yok olacağını, yalnız Allah-u Teâlâ'nın bâki kalacağını bilmeli ve bu itikad üzerinde olmalıdır.
Sâlikin çalışıp kendini "Fettebiûni..." makamına eriştirmesi, her hâlinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e hürmet vecibesini muhafaza etmesi gerekir.
"Ey iman edenler! Allah'ın ve Peygamber'inin huzurunda öne geçmeyin." (Hucurât: 1)
•
Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem'ine saygı, hürmet ve tâzim etmenin ne kadar gerekli olduğunu göstermek üzere şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber'in sesinden yüksek çıkarmayın." (Hucurât: 2)
Konuşurken sesleriniz onun sesinin vardığı hadden ileri geçmesin. Böylece onun sizden ileri ve önde olduğu açıkça ortaya çıksın. Bu şekilde hareket ederek nübüvvet makamına gereken saygıyı gösterin.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Peygamber'i kendi aranızda birbirinizi çağırır gibi çağırmayın." (Nûr: 63)
Onun şanına hürmet ve yüksek makamına saygı göstermek için en güzel şekilde hitap etmeleri emir buyurulmaktadır.
"Birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi, onunla da öyle yüksek sesle konuşmayın." (Hucurât: 2)
Birinci Âyet-i kerime'de ileri geçmek yasaklandığı gibi, bu Âyet-i kerime'de ise onunla akran gibi konuşmak, haddi aşmak ve aynı seviyede olmak yasaklanmıştır.
Bu Âyet-i kerime nazil olduğunda Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh- "Yâ Resulellah! Vallahi ben bundan sonra Allah'a kavuşuncaya kadar sana gizli veya gizli gibi konuşurum." demiştir.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-de Resulullah Aleyhisselâm ile öyle yavaş konuşur olmuştu ki, sormayınca işittirmezdi.
"Yoksa farkına varmadan âmelleriniz boşa gidiverir." (Hucurât: 2)
Çünkü Resulullah Aleyhisselâm'a saygısızlığa ve sıkıntıya sebep olan şeyler insanı küfre götürür, küfür ise bütün iyi âmelleri iptal eder.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kim imanı kabul etmezse ameli boşa gider." (Mâide: 5)
Sesi yükseltmek saygısızlık kastıyla hafife alarak olursa açık küfürdür. Fakat açık küfür olmamakla beraber, bazı söz ve davranışlar vardır ki, küfür kastıyla yapılmasalar bile küfür tehlikesini içinde bulundururlar. Resulullah Aleyhisselâm'a sıkıntı vermek de böyledir.
Bu Âyet-i kerime inince, yaratılış itibariyle yüksek sesle konuşan Sâbit bin Kays -radiyallahu anh- "Ben cehennemliklerdenim!" diyerek üzgün bir şekilde evine kapanmıştı.
Resulullah Aleyhisselâm Sa'd bin Muaz -radiyallahu anh-a:
"Sâbit ne haldedir, rahatsız mı?" diye sordu.
O da: "O benim komşumdur, rahatsızlığını bilmiyorum." dedi ve gitti, sordu. Sâbit -radiyallahu anh-: "Bu Âyet indirildi. Bilirsiniz ki ben sizin en yüksek seslinizim. Demek ki ben cehennemliklerdenim." cevabını verdi.
Sa'd bin Muaz -radiyallahu anh- bunu gelip haber verince Resulullah Aleyhisselâm buyurdu ki:
"Ona git ve söyle! Sen cehennemlik değilsin, bilâkis sen cennetliksin." (Buhârî)
Nitekim yakında çıkan bir harpte şehit oluyor, ebedî saadete eriyor.
Ashâb-ı kiram'ın yetişişi nasıl? "Ben Resullullah'a karşı sesimi yükselttim, helâk oldum." diyor. Onlar böyle duymuşlar, böyle anlamışlar, bu şekilde edebi tahsil etmişler ve binaenaleyh saadete ermişler.
Bizim halimiz ne olacak?
Allah-u Teâlâ daha sonra sesi kısmaya teşvik ederek bu edebe riâyet eden müminleri büyük bir mükâfât ile müjdelemiştir:
"Resulullah'ın huzurunda seslerini kısan kimseler, Allah'ın gönüllerini takvâ için imtihan ettiği kimselerdir. Onlar için mağfiret ve büyük bir mükâfât vardır." (Hucurât: 3)
Resulullah Aleyhisselâm'a karşı büyük bir hürmet ve tâzim göstererek huzurunda seslerini kıstıkları için ahirette pek büyük sevaplara ve nimetlere kavuşacaklardır.
•
Bu ilâhî ihtarlar üzerine Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'nın kalpleri titremiş, kendilerinden geçmişler, Resulullah Aleyhisselâm'ın gerek huzur-u saâdetlerinde ve gerekse gıyabında fevkalâde hürmetkâr, son derece edepli bir tavır takınmışlardır.
Allah-u Teâlâ'ya karşı bir kusur işlediğim zaman, affeder diye ümidim olur. Fakat Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini çok sevdiği için ona karşı bir kusur işlersem, cidden beni affetmez diye korkarım. Ziyaretine giderken de:
"Allah'ım lâzım gelen tâzim ve edebi bana lütfet, senin lütfunla gideyim, bana bunu kolaylaştır ve kabul buyur." diye niyaz ederim.
"Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâ'dır bu
Nazar-gâh-ı İlâhî'dir Makâm-ı Mustafâ'dır bu.
Felekde mâh-ı nev Bâbü's-Selâm'ın sîne-çâkidir
Bunun kandîli Cevzâ matla-ı nûr u ziyâdır bu.
Habîb-i Kibriyâ'nın hâbgâhıdır fazîlette
Tefevvuk-kerde-i Arş-ı Cenâb-ı Kibriyâ'dır bu.
Bu hâkin pertevinden oldu deycûr-ı adem zâil
Amâdan açtı mevcûdât dü-çeşmin tûtiyâdır bu.
Mürâât-i edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha
Metâf-ı kudsiyândır cilve-gâh-ı enbiyâdır bu."
"Edebi terk etmekten sakın. Zira burası Allah-u Teâlâ'nın sevgilisi olan Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in bulunduğu yerdir. Bu yer, Hakk Teâlâ'nın nazar evi, Resul-i Ekrem'in makamıdır.
Gökyüzündeki yeni ay, O'nun kapısının yüreği yaralı aşığıdır. Gökyüzündeki oğlak yıldızı bile o Peygamber'in nurundan doğmaktadır.
Burası Cenâb-ı Hakk'ın sevgilisinin istirahat ettikleri yerdir. Fazilet yönünden düşünülürse, Allah-u Teâlâ'nın arşının en üstündedir.
Bu mukaddes yerin mübarek toprağının parlaklığından, yokluk karanlıkları sona erdi. Yaratılmışlar iki gözünü körlükten açtı. Zira burası kör gözlere şifa veren sürmedir.
Bu dergâha, edebin şartlarına riayet ederek gir. Zira burası, büyük meleklerin etrafında pervane olduğu ve Peygamberler'in hürmetine eğilerek öptüğü tavaf yeridir."
Asıl adı Yusuf olan Nâbî, tevâzusundan dolayı adını Osmanlıca'da "Hiç!" veya "Yok!" anlamına gelen iki sözcükle mahlaslaştırmıştı: "Nâ" ve "Bî" Nâbî...
Tasavvuf terbiyesi görmüş olan Peygamber âşığı Nâbî, Hacc'a gitmek üzere bir kısım devlet erkanıyla birlikte yola çıkar.
Medine-i Münevvere'ye iyice yaklaştıkları bir gece, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e bir an önce ulaşma özlemiyle yanan Nâbî'nin gözüne uyku girmemiştir. Fakat kafiledekilerden bazıları ayaklarını kıbleye doğru uzatmış, uyumaktadırlar. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in beldesinde, edebe aykırı böyle bir gaflet hâlini bir türlü hazmedemeyen ve çok üzülen Nâbî, içinden gelen bir ilhamla yukarıdaki kasideyi söyler.
Kafile şafak vakti Medine-i Münevvere'ye girerken, Ravza-i Mutahhara'nın minarelerinden sabah ezanı okunmaktadır. Müezzin, ezanı bitirince Osmanlıca bir kaside okumaya başlar. Nâbî, dikkat eder, okunan kendi şiiridir, fakat bu şiiri daha Medine'ye gelmeden yolda yazmıştır. Hemen minarenin kapısına koşar. Müezzine; "Allah aşkına, okuduğun bu kasideyi nereden öğrendin!" der.
Müezzin şöyle cevap verir:
"Bu gece rüyâmda Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i gördüm, bana dedi ki:
"Ümmetimden Nâbî adında bir şair, benim hakkımda şu kasideyi yazdı, hoşuma gittiği için bunu okumanı arzu ediyorum."
Ben de rüyâmda Efendimiz'den öğrendiğim beyitleri aynen okudum."
Nâbî, sevincinden bayılıp düşer. O, bu iltifata, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e duyduğu edep ve muhabbetten dolayı nâil olmuştur.
Hazret-i Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretleri'ne göre edep; "İnsanın bedenindeki ruhtur, enbiyâ ve evliyânın göz ve gönül nurudur, şeytanın katilidir, insanla hayvanı birbirinden ayıran en önemli vasıftır."
Sâlik şeyhinin nâib-i Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- olduğunu ve ancak Hakk'a vuslatın bu yolla mümkün olacağını bilmeli, huzurunda ve gıyabında gereken edeplere riayet etmelidir.
Orduda disiplin ne ise, mânevî mektepte de edep odur. Zirâ zâhiri disiplin dışa hükmeder, bâtınî disiplin doğrudan doğruya içe hükmeder.
İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri bir müride lâzım olacak edepler hususunda "Mektubat" adlı eserinde buyurur ki:
"Kâmil ve mükemmel bir şeyhe kavuştuktan sonra, bütün arzuları onun eline bırakmalı, gassalın elinde teneşirdeki meyyit gibi olmalıdır. İlk fenâ hâli Fenâfişşeyh'te başlar, bu ise Fenâfillâh'a çıkmaya vesiledir." (61. Mektup)
"Bu tarikat-ı aliye'de tâlibin ilerlemesi, bağlı olduğu şeyhin tasarrufu ile olur. Onun tasarrufu olmadan hiç ilerleyemez. Zirâ nihayetin başlangıca yerleştirilmesi, onun mübarek teveccühünün eseridir. Anlaşılmayan, bilinmeyen mânâlara kavuşmak, hep onun yüksek tasarrufunun bir neticesidir."
"Bu büyükler birisini bu yola almaya ve sadâkatlı bir tâlibe kısa zamanda şuur ve huzur vermeye güçlü oldukları gibi, bunları geri almaya da güçlüdürler. Bir edebin terki sonunda kalplerinin bir incinmesi sâliki müflis bir hâle getirir." (221. Mektup)
İmâm-ı Rabbâni -kuddise sırruh- Hazretleri Mektubat'ta şeyhine karşı şöyle diyor:
"Efendim! Dergâhta bazı ihvanlar, müridler var. Çok güzel çalışmaları var, gayretliler, gece namaza kalkıyorlar, fakat edebe riâyet etmedikleri için oldukları yerde kalıyorlar. Ben istemiyorum onların durmasını ama benim isteğime bağlı kalmadan onlar kalıyor."
Çünkü yol hassas, ince, dakik. Bu nefsin sünepeliğinden, lâubalîlikten ileri geliyor. Fakat mânen terakkiye manidir. Edep çok mühimdir.
İhvan sele serpe hareketiyle mânen zarardadır. Bunlar arz ettiğimiz gibi benlikten, nefsin sünepeliğinden ve yolu ucuz görmekten ileri geliyor. Yani Allah yolunu mektep yolu gibi görüyor. Mektebe gitmiş talebe gibi, askere gitmiş asker gibi görüyor. Çok hassas, çok ince olmak gerekiyor. Meselâ bir asker askerle konuştuğu gibi bir subayla yahut genel kurmayla konuşabiliyor mu? Demek ki bunlar yolun mânevi cihetini alamamış oluyorlar. O da nefsin sünepeliğinden ileri geliyor. Kumandan deyince gözünü açıyor da, fakat mânevi rehber deyince oralı bile olmuyor. Nefis onu ucuz görüyor, o yüzden ucuz kalıyor.
Müride lâzım olacak hususlarda İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri bir mektubunda da şöyle buyuruyorlar:
"Allah-u Teâlâ'nın lütuf ve ihsanı ile kâmil ve mükemmel bir şeyhe kavuşulursa, onun mümtaz varlığını ganimet bilmeli, her şeyi ile ona teslim olmalı, saadetini onun rızâsına kavuşmakta aramalı, onun râzı olmadığı şeyleri kendisi için felâket bilmelidir. Yâni bütün arzusu onun rızâsına kavuşmak olmalıdır.
Tâlib, gönülden her şeyi çıkarıp bütün varlığı ile şeyhine teveccüh etmelidir. Huzurunda ondan izin almadan, o emretmedikçe nafilelerle ve zikirle dahi meşgul olmamalıdır. Onun yanında iken ondan başka kimseye bakmamalı, kimseyle konuşmamalı, kimseye iltifat etmemelidir.
Mümkün olduğu kadar gölgesi şeyhinin elbisesi üzerine veya gölgesine düşmeyecek bir yerde durmaya ve oturmaya dikkat etmelidir. Namaz kıldığı yere ayak basmamalıdır. Abdest aldığı yerde abdest almamalıdır. Kullandığı kapları kullanmamalı, onlarla yemek yiyip bir şey içmemelidir.
Onun bulunduğu tarafa gıyabında ayak uzatmamalıdır. O tarafa tükürmemelidir.
Şeyhinden her ne südur ederse, onu doğru ve iyi bilmelidir. Onu isterse doğru görmemiş olsun. Zirâ o, yaptığını ilham ve izin ile yapar. Bunun için hiçbir işine bir şey söylenemez. İlhamında hata olsa bile ilhamda yanılmak ictihadda yanılmak gibidir. Karşı gelmek câiz olmaz.
Şeyhini seven bir tâlibe, şeyhin her yaptığı ve her sözü sevgili gelir. Onda itiraza yer yoktur.
Külli ve cüz'i her işte, yemekte-içmekte, giyim-kuşamda, ibadet ve taatlarda hep ona uymalıdır. Namazı onun gibi kılmalıdır. Fıkhı onun ibadetlerini görerek öğrenmelidir.
Hiçbir işine, hiçbir sözüne, hardal tanesi kadar bile itiraz etmemelidir. Karşılık veren mahrum kalmaktan kurtulamaz.
İnsanların en şakisi, saadetten en uzak olanları bu büyüklerde kusur gören kimselerdir. Allah-u Teâlâ bu büyük belâdan bizleri korusun.
Bir mürid, şeyhinden kerametler ve hârika işler talep etmemelidir. Gönlünden böyle bir şey geçirmemelidir. Bir müminin peygamberinden mucize istediği hiç görülmüş müdür? İnanmayanlar mucize ister.
Gönülde bir şüphe hâsıl olursa, hemen şeyhine arzetmelidir. Şüphesi izâle olmazsa, kusuru kendinde aramalıdır. Hiçbir şekilde şeyhinde kusur görmemelidir.
Rüyâsı varsa, onu gizlememeli, şeyhine anlatmalı, tâbirini ondan beklemelidir. Kendisinde inkişaf eden durumları dahi ona arzetmeli, doğru olup olmadığını sormalıdır. Kendi keşflerine asla güvenmemelidir. Zirâ bu âlemde doğru ile yanlış karışık durumdadır.
Bir zaruret olmadıkça ve izin almadıkça, ondan ayrılmamalıdır. Ondan ayrılıp başkasına gitmek müridliğe yakışmaz.
Sesini onun sesinden yüksek çıkarmamalıdır. Onunla yüksek sesle konuşmak edepsizlik olur.
Kendine gelen her feyzin, her keşfin onun vâsıtası ile geldiğini bilmelidir. Rüyâsında başka şeyhlerden feyz geldiğini görse, bunu dahi kendi şeyhinden bilmelidir.
Hülâsa 'Tarikat baştan başa edeptir.' sözü darb-ı mesel hâline gelmiştir. Edebi gözetmeyen mürid, Allah-u Teâlâ'ya vâsıl olamaz.
Şayet bir mürid edeplerden bazılarını yapamadığı için üzülürse, çalıştığı halde başaramazsa afv olunur. Lâkin mutlak surette kusurunu itiraf etmesi lâzımdır. Eğer Allah korusun edeplere riâyet etmez, bundan dolayı da üzülmezse, bu büyüklerin bereketlerinden mahrum olur." (292. Mektup:Muhtasar olarak)
"İyi biliniz ki, bu tâifeyi inkâr etmek, öldürücü zehirdir. Bu büyüklerin fiillerine ve sözlerine itiraz etmek, insanı ebedî ölüme ve sonsuz felâkete götürür. Hele bu inkâr ve itiraz kendi mürşidine karşı olursa, o zaman tehlike daha büyük olur.
Bu tâifeyi inkâr edenler, onların bereketlerinden mahrum olurlar. Onlara iftira edenler ziyan ederler, hem de her zaman..." (313. Mektup)
Nefsimize tâbi olduğumuz için gerçekten bugün hakiki mürid pek azdır. Ekserisinin gönlü şeyhlik ve halifeliktedir.
Bir kimse mürşidini kendisine tercih etmedikçe hakiki mürid olamaz. Mürşidinden hizmet ve hürmet bekleyen, velev ki gönlünden bile geçirse gerçekten mürid olamamıştır.
Hazret-i Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretlerimiz bir duâlarında:
"Bizi edebe muvaffak kıl yâ Rabb'i" buyuruyorlar.
•
En kıymetli amel, en büyük şeref Allah yolunda hizmetçi olabilmektir.
Biz Hakk'a muhtacız, O bizim hiçbir şeyimize muhtaç değildir. O hep ihsanda, biz ise hep isyandayız.
Allah-u Teâlâ kendi lütfundan kime sermaye koymuşsa, o kimse hizmeti minnet bilir. Fakat kime ki o sermayeyi vermemişse, o kimse mihnetle hizmet eder.
Yol var adama muhtaç, adam var yola muhtaç. İyi bilin ki bu yol adama muhtaç değildir. Çünkü Hazret-i Allah kimseye muhtaç değildir, bu yol Allah yoludur.
Kimi almışlarsa, lütfuyla doldurmuş ve tekamül ettirmişlerse; varlığını almışlarsa, yolun Hazret-i Allah'a ve Resulullah Aleyhisselâm'a ait olduğunu bilir, işte bunlar içeridedir. Ötekisi uydum kalabalığadır. Allah yolu edepten ibarettir.
Bu yol, Allah yolu... Varlığın, benliğin ne işi var burada...
İhvanın içindeki durumu size anlatsam herkes der ki: "İhvan olmak ne güçmüş, ne güçmüş." Bu yola yüz kişi, bin kişi, milyonlarca kişi girer, ama sülûk esnasında döküle döküle fertler kalır. Acaba Rabb'im kaç kişiyi kabul eder, kaç kişiyi erdirir?
Nasibi olan nasibini alacak. Fakir der ki: "Ben çobanım. İstediğini koyar ben gütmek mecburiyetindeyim. Ama hidayet verecek O'dur. Ben de muhtacım."
Yolun ne olduğunu, imanın ne olduğunu, Hazret-i Allah'ın ne olduğunu, Peygamber Aleyhimüsselâm'ın ne olduğunu ancak duyurduğu kimseler anlar. En kıymetli amel, en büyük şeref Allah yolunda hizmetçi olabilmektir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Vallahi ben hepinizden çok Allah'ı bilirim ve hepinizden çok O'ndan korkarım." (Buhârî)
Bir diğer Hadis-i şerif'lerinde ise:
"Cahil cesur olur." buyuruyorlar.
Onun için yolun iç yüzünü bilmek gerekir. Ancak süzülenler kurtuldu. Onun için varlıktan Var olan Hazret-i Allah'a sığınırım. İlim, amel, ihlâs, mahviyet olmadıkça terakkiyat mümkün değildir.
Bu durum karşısında bir mahlûkun durumu ne olabilir, nasıl kurtulabilir?
Bir anda niyetini bozdu mu gitti. Yol çok naziktir. Hiçbir şey bilinmiyor sanılmasın, binaenaleyh küçücük bir hareket insanı çok uzağa atar, küçük bir hareket insanı çok yakın eder.
Gerçekten Allah yolu çok ince. Çünkü yola girmiş, ama mektebe girmiş gibi. Gerçek manada yolun ne olduğunu bilmiyor. Allah yolu olduğunu bilmiyor. Hazret-i Allah'a, Kitabullah'a, Resulullah'a tazimi yok. "Ben yoldayım!" diyor, ama o kadar.
Arkadaş gibi, asker gibi. Askere verdiği kıymet kadar değer vermediğinden helâk oluyor.
Hazret-i Allah'ı kabul eder, kendisini inkâr ederse iman sahibi olur. Bizim tutumumuz çok yumuşak ve fakat çok keskindir. Bizim halkla, menfaatle işimiz ve ilgimiz yok.
Bu yol hiçbir yola benzemez.
Onun için Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Ümmetim benden sonra yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bir fırka müstesna, diğerleri hep ateştedir.
– Onlar kimlerdir Yâ Resulellah?
Benim ve Ashâb'ımın yolunda olanlardır." (Ebu Dâvud)
İşte fırkanın bir tanesini tarif ediyorum size. Bu Hadis-i şerif'in inceliğine bak. Allah-u Teâlâ "Veli" İsm-i şerif'ine mahzar ettiği kişileri kapıdan alır. Ebedî saadete erdirdiği kullar bunlardır. Ben başka bilmiyorum. Bu inceliğe sahip olmak lazım. "Girdim, çıktım!" En yakın ihvan sanki mektepte imiş gibi, çocuklarla konuşuyormuş gibi, askerdeki arkadaşlarıyla görüşüyormuş gibi. Yolun içinde. Ön safında. Yoldan haberi yok.
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Mektûbat" adlı eserinin "260. Mektub"unda şöyle buyurmaktadır:
"Bir kimse o zâtı inkâr eder beğenmezse, veya o zât bu kimseye incinmişse; Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri'nin zikri ile meşgul olsa bile, irşadın ve hidayetin hakikatinden mahrumdur. Ona inanmaması veya onu incitmiş olması, bir set olur feyiz yolunu kapatır."
Kalpleri'nin bir incinmesi, sâlikin bütün kazancını sıfıra indirir.
Kimse bunun farkında değil. Herkes "Benim!" diyor. "Senlikte kal." diyoruz. Zavallı insan dersin, geçip gidersin.
Kendini beğenenler, haset edenler, nam için çalışanlar, makam için çalışanlar, menfaat peşinde koşanlar, hırs ve gadap dolu olanlar, o lütuftan mahrum olurlar. Bunlar Hakk'a hasım kesilenlerdir.
İşte geldik işte gidiyoruz. Kalp kırmaya gelmez, dünyaya değmez. Herkesi hoş, kendimizi boş bilelim, gönül kırmayalım. Hoş olalım, hoş geçinelim.
Hiç dinlemezler. Yol, cambazın ipte oynaması gibidir. Küçücük bir hareketin yıkılmana vesile olur. Fakat bunu kim anlayacak? Herkes "Ben biliyorum!" diyor.
Bir insan yola girdiği zaman acizliğini idrak edecek, günahını itiraf edecek. Helâl lokma arayacak. Hazret-i Allah'a boyun bükecek.
Yiyeceğimiz lokmaya, atacağımız adıma, söyleyeceğimiz söze dikkat etmemiz lâzım ki, O bizi yolunda, rızâsında bulundursun.
Nasibi olan nasibini alır gider. Hidayet vermeye kimsenin gücü yoktur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Sana gelen her iyilik Allah'tandır, bütün kötülükler de kendi nefsindendir." (Nisâ: 79)
Bu Âyet-i kerime okunuyor, sanma ki biliniyor.
Eğer bunun içini biraz açsam, o zaman insan Hazret-i Allah'ı, emrini ve hükmünü görür, kendi arzusunu atar.
Bu mevzuların ince sırları açılsa, kişi; "İhvan olmam mümkün değil!" der. "İman etmem mümkün değil!" der. Onun için bu sırlar açılmıyor. Hepimiz gidiyoruz. Herkes nasibi kadar alacak, gideceği yere gidecek.
Muhyiddîn-i İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri Kur'an-ı kerim'deki Âyet-i kerime'lerden çıkardığı alâmetlerden haber verdiği eserinde;
"Peşinden gidenlerin onu bilemeyeceğini." ifşa ediyorlar.
Herkes ölümden korkar biz de ölümü canla istiyoruz ki, bir hata yapmayayım. Beni alsalar da bir hataya düşmeyeyim, Rabb'imi üzmeyeyim, kızdırmayayım. Benim için bir hata ölümden çok beter. Huzur-u İlâhi'ye vardığımız zaman halimiz ne olacak?
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz buyururlar ki:
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- son hastalığında ruhunu teslim ederken şöyle duâ ettiğini işittim:
"Ey Allah'ım! Beni bağışla, bana acı, en yüce dosta kavuştur." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1665)
Bunu her gün diyorum. Allah'ım bana acı. Öyle acı ki, rızânın olmadığı her şeyden beni koru... Bir de şunu çok okuyorum:
"Allah'ım gözüm açıp kapayıncaya kadar ki mesafede beni nefsime, şeytana, şeytanlaşmış insanlara bırakma. Lütfettiğin güzel nimetlerini benden alma. Af ve afiyetini diliyorum. Beni lütuf rızandan ayırma."
İnsanın şerefi Allah-u Teâlâ'ya mârifet ve iman iledir.
Bu yolun zâhirî kısmı vardır, bâtınî kısmı vardır.
Zâhirî kısmı; girmiştir çalışıyor, çabalıyor, askerlik gibi. Bâtınî kısım ise Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki:
"İçinizde!... Görmüyor musunuz?" (Zâriyât: 21)
O içindekiyle meşgul, öteki dışındakiyle.
Bir kardeşin babası çok hasta idi. Kendisine geldiğinde bir kardeşe söylemiş: "O şimdi burada idi."
Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri dilediğinin ruhaniyetini hâlk eder, ruhaniyetten de lâtifeler hâlk eder. Lâtifeler ruhaniyetin askeridir. Allah-u Teâlâ dilerse onları yürütür.
Hataya düşenler nereden düştüğünü, kaybedenler nereden kaybettiğini bilmiş olsun. Ve bunlar mânevi nasip alsalardı bu duruma düşmezlerdi. Yolun zâhirinde kalmışlar. Zâhirinde kaldığı için içeri nüfuz edememiş.
Yol iki kısım: Zâhirî yol, bâtınî yol. Edep üzerine, mânevi hâl üzerine yetişen bâtınî yoldadır. Mânevi yolun da zâhirî kısmı vardır, bâtınî kısmı vardır. Bâtınî kısmında alınanlar, zâhirî kısmında çalışanlar. Zâhirî kısmında çalışıyor, hizmet ediyor, yolun içindeyim, önderiyim diyor ama boş. Aşı tutmamış...
Kimi içeriye almışlarsa onu tekâmül ettirmeye gayret ederler. Sessiz sedasız hiçliğe iner.
Kişi kendisi görsün nerede olduğunu.
Hakk'ın yürüttüğü ayrı, şeytanın yürüttüğü ayrıdır. Helâkiyet kısmına girenlerin başı hep yukarıdadır, hep boşluktadır.
Bir de Hakk'ın yürüttüğü kullar vardır, şeytanın kulları vardır. Bunların hepsi aynı yoldadır. Şimdi bir gibi görünür; taş ile pirinç o zaman ayrılır.
İlim, amel, ihlâs, mahviyet lâzım. Bunlar olmadıkça terakkiyat mümkün değil.
İlim nedir?
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Nefsini bilen Rabb'ini bilir." (K. Hafâ)
Amel nedir? Emr-i şerif mucibince yürüdüğün müddetçe hattın üzerindesin.
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İnsanlar helâk olmuşlardır, ancak âlimler müstesna. Âlimler de helâk olmuşlardır, ilmi ile amel edenler müstesna. İlmiyle amel edenler de helâk olmuşlardır, ihlâs sahipleri müstesna. İhlâs sahipleri de büyük bir tehlike üzerindedirler." (Keşf-ül Hafâ)
İşin özü budur. Bunun haricinde olanlar kaydı. Kendisinden haberi yok, yaratandan haberi yok. Bir şeyin içersine girmiş, bocalayıp duruyor. Çok şükretmemiz lâzım. Mahviyet olmadıkça bu iş de olmuyor.
Hazret-i Allah'ın fakire iki lütfu var.
Birisi lütfediyor, birisi mahvediyor. Birisi her şeyi duyuruyor, birisi hiçbir şeyi mal etmiyor. Yani alıyor, kendi varlığını koyuyor. Çok büyük iki lütfu var.
İhsan-ı İlâhi'yi nefse mal etmek puta mal etmek gibidir. Fakat bunlar bidayete tekâmül edinceye kadar olur.
O'nu bil, aslını bil. Senin yaratılışın bir damla pislik. Var edene sonsuz şükürler olsun. Bunu her gün talim ediyorum:Beni yoktan yaratan, nimetlerle donatan, terbiye eden, bana en güzel hayat veren, cennet gibi âlemde yaşatan Sahib'imi hem anarım hem zikrederim. O'nu bilmek lâzım, O'ndan bilmek lâzım. Fakat buraya erişemeyen nefsini biliyor, oradan gidiyor.
Yalnız burada büyük bir ruhsat var.
"Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah'a inanırsınız." (Âl-i imrân: 110)
Bu Âyet-i kerime'nin büyük bir kapsamı var. Kurtarırsa "Geç kulum!" derse.
Bu Hadis-i şerif süzgeçtir. Süzülebilen kurtuluyor, tortuda kalan atılıyor. Tortuda kalanları Allah bilir. Süzülen geçiyor. Ve süzülenlerin inceldiği nispette mertebesi yükselir, Hakk yanında makbuliyeti, fazileti, derecesi yükselir. Hiç ol! Var O.
Onun için varlıktan Var'a sığınırım. Varlıktan var olan Hazret-i Allah'a sığınırım.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri "Hatmü'l-Evliyâ" kitabını şu temennileri ile bitirmektedir:
"Hatmü'l-Evliyâ" kitabı burada sona erdi. Allah'a hamdolsun; Allah'ın salât ve selâmı ve çokça teslimiyet, kendisinden sonra peygamber gelmeyecek olan, "Makâm-ı mahmûd"un bir tek kendisine has kılındığı Hâtemü'l-enbiyâ olan Muhammed'e, âlinin ve ashâbının üzerine olsun.
Allah-u Teâlâ'dan dilerim ki; tamamlanan kelimelerin rûhu Hatem-i evliyâ olan zâtın düsturlarını tâkip edebilme hususunda, kendisine karşı bizi küçültsün ve tevâzu sahibi kılsın. Bizi onunla biraraya getirip, onun hakkında bir delil ve şâhit olan beyanlarımızın tahkikiyle; onu görüp de, onun izinde yürümeye eriştiren vuslat sebebiyle bizleri de vâsıl eylesin. Şüphe yok ki O lütuf, kerem ve ihsan sahibidir.
Hamd, âlemlerin Rabb'i olan Allah'a âittir."
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri âlim değil, "Âlem"di.
Bu büyük zâtın tevazusuna ve iştiyakına bakın! Bir de kendinize bakın, kıyas edin.
Binaenaleyh bulunduğunuz yolun kıymetini bilin; Allah-u Teâlâ'ya şükredin, ihlâsınızı artırın, niyetiniz hâlis olsun.
"Allah'ım sana sonsuz şükürler olsun, sen bizi sevmişsin seçmişsin, sahneye koymuşsun."
Hayat boyunca Allah-u Teâlâ'dan bunun gayretini isteyeceksiniz. "Ben yapıyorum!" demeyeceksiniz, yaptırana şükredeceksiniz.
Allah-u Teâlâ'ya yönelmiş temiz bir kalp ile gayeniz rızâ-i Bârî'yi tahsil olsun, nûrun yayılması, küfrün kalkması olsun.
Binaenaleyh değersiz basit dünya için neler oluyor, neler oluyor! Onun için hani bir tabir var; "Güleyim mi, ağlayayım mı?" Hakikaten o durumdayız. Basit, değersiz bir dünya için...
Onun için o kadar büyük üzüntüler oluyor ki; "Allah Allah! Basit, değersiz bir dünya için neler oluyor, neler kaynıyor!"
Onları şeytan çeviriyor. Kimine oradan giriyor, kimine buradan giriyor, yoldan çıkarıyor ve ebediyat gidiyor.
Allah'ım muhabbet edenlerle beraber rızâsında kılsın.
Muhabbet bir bağdır; sevgililerine muhabbetten kopan düşüyor.
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri; "Çünkü sondakiler, ilk asra ortada bulunanlardan daha yakındır. Onun boyasıyla boyanmıştır." buyuruyor. Bu yol bidayetin, nihayetin birleştiği yoldur. İki kandilden birisidir. Aynı yoldur.
Bu, nazik ve hassas yolda ancak "Kalb-i selim" olanlar kurtulur.
Bu kaymalar neden oluyor?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Onların kalplerinde hastalık vardır." (Bakara: 10)
Kalpler hastalandığı zaman yoldan uzaklaştırırlar.
Zira Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" (Hûd: 112)
Başta ilâhi emre göre doğru olmak, mahviyet içinde yaşamak. Zira varlık, günahların başıdır. Kişi kendisini beğenirse, yetmiş senelik ibadeti o anda yok olur.
"Bir insanın kendini beğenmesi, yetmiş senelik ibadetini mahveder." (C. Sağîr)
Burada hep kendiliğinden kayıyorlar, yani yollarını değiştiriyorlar. Bu yolların değişmesinden sebep; varlık, benlik, menfaat, önderlik, liderlik gibi kendilerini beğenmekten ileri gelir. Bunlar helâkiyetlerini kendileri seçmişlerdir.
Bunun için insan, varlıktan çıkması, varlığından süzülmesi, varlığından sıyrılması, Var'a ulaşması gerek.
Kim alındı? Kim süzüldü? Sen acizliğini, mücrimliğini, günahını, her şeyini itiraf etmedikçe, O'na boyun bükmedikçe nasıl süzülebilirsin?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'de şöyle buyurmaktadır:
"Bizim zikrimize iltifat etmeyen ve dünya hayatından başka bir şey istemeyen kimseden yüz çevir." (Necm: 29)
Ümmet-i Muhammed'e bu bir emirdir. Zikrullahtan kaçınan kimselerden kaçınmak lâzımdır. Onlar ezelî istidatlarını kaybetmişlerdir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde sapıklığa düşenleri de hidayete erenleri de çok iyi bildiğini beyan buyurmaktadır:
"Onların ilimden erebildikleri gaye işte budur. Şüphesiz ki Rabb'in, evet O, yolundan sapanları en iyi bilendir." (Necm: 30)
Hiç şüphe yok ki hepimizi huzuruna alacak ve yaptıklarımızdan bize haber verecek. Sizi o zaman kim kurtaracak? İlâhınız mı kurtaracak, bir avukat mı tutacaksınız kendinizi azaptan kurtarabilmek için.
"O, hidayet bulanı da en iyi bilir." (Necm: 30)
Onun için biz, sizinle münakaşa etmiyoruz, sadece ilâhî hükümleri duyuruyoruz, o kadar. Tövbe etmenizi, cehennemden kurtulmanızı istiyoruz.
İhvana kurtuluş yolunu tarif ediyorum. Kurtuluş üç noktadadır:
Birincisi nefsinle cihad et, ikincisi bölücülerle cihad et, üçüncüsü Hazret-i Allah'ın kitabına uy, arkaya atma onu. Resulullah Aleyhisselâm'ın sünnetine dikkat et, sadıklarla beraber ol. Felâh bu üç noktadadır. Unutmayın bunu...
Kalan ve kayan mevzuatı şimdiye kadar hiç geçmedi. Kayandan murat dost gibi görünür, küçük bir menfaati arzusuna muhalif görünen hallerde bir de bakmışsın ki kaymış gitmiş.
Bu bir aynadır. Herkes kendisine bu aynada baksın.
Daha evvel de arzettik:Bu dökülenler, bu kayanlar neden kayıyor? Kalplerinde hastalık olanların kalbi bozuluyor. Hazret-i Allah da tasarrufundan ayırıyor. Hıfz-u himayesinden çıkanı ise şeytan alır götürür.
Sevdiği seçtiği kulunu hıfz-u himayesinde, tasarruf-u ilâhiyesinde bulundurur, korur, muhafaza eder.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle duâ ederlerdi:
"Ey kalpleri çeviren Allah'ım! Kalbimi dinin üzerine sabit kıl." (Tirmizî)
"Ey kalpleri çeviren Allah'ım! Kalplerimizi senin taatine çevir." (Buhârî)
Hakk'ta samimi olanlar, Allah-u Teâlâ'nın hıfz-u himayesinde, tasarruf-u ilâhiyesinde bulundukları için onlar kaymıyor.
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol." (Hûd: 112)
Bunun üzerine çok duruyoruz. Tutunma yeri, kurtuluş ipi orası.
O'nun emri, O'nun hükmü olacak, başka hiçbir şey olmayacak.
Hudut; daire-i saadet, merkez-i selâmettir. Hududun dışına çıktın mı helâke vesile olur. Onun için insan, huduttan çıkmaması için nefsini katmaması lâzım. Nefis girdiği anda huduttan aşağı çıkar, gider.
Tutulanlar neden tutuldu? İhlâsından, samimiyetinden, muhabbetinden, bağlılığından ötürü tutuldu...
Gerçek hakiki ihvanlar şu Âyet-i kerime'ye uygundur:
"Müminler kardeştirler." (Hucurât: 10)
Ayrı gayrı değil.
Bu yolda gaye, menfaat olmadığı için kardeşlik husule gelebiliyor. Diğer yollarda iki kardeş bile parçalanıyor. Niçin? Ufacık bir madde, menfaat giriyor; bozuyor, bölüyor... Biz birleşmeyi, sevişmeyi, kaynaşmayı seviyoruz, ayrılık gayrılık değil...
Yemin ederim ki bir kalp kırmaya değmez. Bu arada problemler şeytanın araya girmesinden ötürüdür. Bir kere vesveseyi verdi mi, zıddiyeti koydu mu, sürtüşür, sürtüşür... Ve o sürtüşmeden ateş çıkar. O ateş, şeytandan gelir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Kendisine apaçık deliller geldikten sonra, parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. Onlar için kıyamet günü büyük azap vardır." (Âl-i imrân: 105)
Bu Âyet-i kerime'de yetmiş üç fırkadan o bir fırkaya işaret ediliyor. Yani "Siz de o kayanlar gibi olmayın, onlar için pek acıklı bir azap hazırladım, siz de kayarsanız bu felâkete uğrarsınız." diye o bir fırkayı ikaz ediyor Hazret-i Allah.
Allah'ım yolundan ayırmasın, bizi bize bırakmasın, âkıbetimizi de hayırlı etsin.
Müminle kâfir iki ordunun mütemadiyen birbirleriyle çarpıştıkları gibi, vücutta da aynı şekilde ruhun ve nefsin yeri vardır ve bunlar zaman zaman iki ordu gibi çarpışırlar. Fakat bu çarpışmalardan kişinin haberi olmaz. Bu çarpışmalar esnasında gerçekten tutulanlar; manevî destekle, ruhanî terbiye ile nefsin arzularını bastırır. Bu noktada nefis mülâyimleşir ve sakinleşir. Fakat hiçbir zaman hile-i desiselerinden emin olunmaz.
Bir insan buraya kadar kendi ihlâs ve gayreti ile çıkabilirse de, buradan ileriye ancak bir Mürşid-i kâmil'in kılavuzluğu ile gidebilir. Sadakat ve teslimiyeti nispetinde yol alır.
Diğerleri kalbi bozulduğu için, kalplerinde hastalık olduğu için kaydılar.
"Onların kalplerinde hastalık vardır." (Bakara: 10)
Kayan bundan kayıyor. Kalpleri bozulduğundan ötürü kayıyorlar. Aynı bu şekilde. Kalplerinde maraz bulunduğundan kaydılar.
Bu Âyet-i kerime'yi koyuyoruz. Çünkü bunlar verilme iledir. Bu sebeple "Bunlar benim değil." diyoruz. Daha doğrusu öyle öğretiyor. Bir, bir, bir. Mühim noktaları öyle öğretiyor.
Hani Âyet-i kerime'de:
"Allah'tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur." buyuruluyor ya, öyle öğretiyor. (Bakara: 282)
Kalplerinde maraz bulunduğundan ifsat ediyor, ondan sonra kaymış oluyor. Tutunacak yer kalmıyor.
Bu kayış sebeplerinin öz noktası ise şudur:
Birincisi; ihlâs kaybolduğu zaman her şey kaybolur.
İkincisi; kalpte maraz olduğu zaman her kötülük husule gelir.
Ve en büyük kayış noktaları nereden oluyor?
Bir tanesi; kişinin kendisini beğenmesi.
Sonra; gayesi-maksadı, menfaati için çalışması...
Bunlar hep oraya girer.
Her ihvan, nefis derecelerini ders olarak okusun. Çünkü kayan buradan kayıyor. Bir münafıklıktan kayıyor, bir de nefisten kayıyor.
İnsanın dört büyük düşmanı var. Şeytan, nefis, şehvet, şeytanlaşmış arkadaş. Bu dört düşman insanın imanını yok eder.
Allah-u Teâlâ "Onların kalplerinde hastalık vardır.", "Maraz vardır." buyuruyor. Maraz olduğundan kalbi bozuluyor.
"Onların kalplerinde hastalık vardır. Allah da onların hastalıklarını artırmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle onlara elem verici bir azap vardır." (Bakara: 10)
Âyet-i kerime ile işaret buyurulan bu korkunç hastalıklar, tedavi edilmezse insanın ebedî ahiret hayatını öldürdüğü için çok tehlikelidir.
Kin, kibir, gadap, şehvet, haset, riyâ, tamah, ucb, yalan, maksat, menfaat gibi kötü sıfatlar kalp hastalıklarıdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Kötülüklerin zâhir ve bâtın olanlarından (açığından gizlisinden) uzak bulununuz." buyuruyor. (En'âm: 151)
Daha önce de beyan ettiğimiz gibi Tarikat-ı aliye bir hastahanedir. Bu hastalıkların izalesi için, tedavi için. Bir salik intisap ile bu hastalıklardan temizlenmeye çalışır, ihlâsını muhafaza ettikçe bu yolda ilerler. Muvaffak olduğu kadarıyla gayesine ulaşır. Ahirette bu ihlâs ve niyetine göre alır.
Ancak bir kimsenin ihlâsı ortadan kalkarsa, niyetini bozar, maksat menfaat arzusuna dalarsa, artık o yolunu değiştirmiştir. Kalbi bozulmuştur.
Bu gibileri Hazret-i Allah tasarrufundan ayırıyor.
"Onlar, Allah'ı unuttular; Allah da onları unuttu. Münafıklar, fâsıkların tâ kendileridir." (Tevbe: 67)
Zira Hazret-i Allah, sevdiği seçtiği kulunu hıfz-u himayesinde, tasarruf-u ilâhiye'sinde bulundurur. Korur ve muhafaza eder. Diğerleri ise hıfz-u himayeden çıktığı için şeytan yuları takar, alır götürür.
Müslümanken, paraya, dünyaya, makam-mevki sevdasına, şöhret arzusuna kapılır. Bir de bakmışsın dünyevî ihtirasları için, "Ben olayım!" sevdası için imanını kenara bırakmıştır. Kaymıştır. Dökülmüştür.
İnsanın kaydığı yer burasıdır. Para, mal, mülk, kadın, şöhret bunlar helâk eder.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde kalplerinde hastalık bulunanları münafıklarla birlikte zikretmiştir:
"O sırada münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar: 'Bunları dinleri aldatmış!' diyorlardı. Halbuki kim Allah'a tevekkül ederse, bilsin ki Allah yegâne galip ve hikmet sahibidir." (Enfâl: 49)
Asr-ı saâdet devrinde nasıl ki münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar mevcutsa, bugün de bunlar mevcuttur. Bir kişinin kalbine nefis girdi mi, nefse uydu mu, "Ben!" dediği zaman, "Ben biliyorum!" dediği zaman kaymıştır. Bütün terakkiyat ve kaymalar bu hâl üzeredir. Onun için bakıyorsunuz "Oldum, oldum, oldum". Ne oldun? Helâk oldun.
Şeytan daima kalpleri bozmak ve vesvese vermek ister. Ancak ihlâs sahipleri üzerinde nüfuzu yoktur.
"Benim hâlis kullarım üzerinde senin bir nüfuzun olamaz. Ancak sana uyan azgınlar bunun dışındadır." (Hicr: 42)
Binaenaleyh ihlâs kaybolduğu zaman o kimseye nefis ve şeytan nüfuz etmeye başlar.
"Böylece Allah, şeytanın attığı vesveseleri, kalplerinde hastalık bulunan ve kalpleri kaskatı olan kimseler için bir imtihan vesilesi yapar. Zâlimler, gerçekten derin bir ayrılık içindedirler." (Hacc: 53)
Kalp bozulduğu zaman iyiyi kötü görmeye başlar. Nefsi yaptıklarını hoş gösterir. Her türlü vesvesenin peşine takılır.
"Kalplerinde hastalık bulunanlar ve kâfirler: 'Bu misalle Allah neyi kastetmiştir?' desinler. İşte Allah, dilediğini böyle şaşırtır, dilediğini doğru yola eriştirir. Rabb'inin ordularını ancak kendisi bilir." (Müddessir: 31)
Olgun bir meyvenin içine kurt girince düşmeye mahkûm olduğu gibi kalbi bozulduğu zaman içine kurt girer ve ihlâsını alır. Artık onun yol alması ile almaması mevzu değildir. Bu gibi haller geldikçe yanıbaşındakileri küçümsemeye başlar. Artık o yolunu değiştirmiştir, sola kaymıştır. Kaydığı yetmez, orada plân çevirmeye çalışır. Plânını tatbike koyarken Hazret-i Allah da onun kalbini çevirir. Artık o bir yıkıcıdır, varlık ile hareket eder. Her hareketinde bir maksat, bir menfaat yatar. Allah için adım atar gibi görünür, bir adım bile atmaz. İçindeki gizli gayesi zaten onu bu hâle düşürmüştür. Artık ondan hayır gelmez, niyetini bozmakla kendisini ihraç etmiştir.
Bu gibi kimseler Allah ve Resul'ü hakkında, varisleri hakkında su-i zanda bulunurlar.
"Hani o zaman münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar: 'Allah ve Resul'ü bize sadece kuru vaadlerde bulundular.' diyorlardı." (Ahzâb: 12)
Bu sûizanlarını gizlerler. Ancak Allah-u Teâlâ onların kalplerinde gizlediklerini ortaya çıkarmaktan aciz değildir.
"Kalplerinde hastalık olanlar, yoksa onların kinlerini Allah'ın aslâ dışarı vurmayacağını mı sandılar?" (Muhammed: 29)
Kalplerinde hastalık bulunanlar ifsat ve bölücülük yaptıkları gibi hainlik yapmaktan da çekinmezler.
"Kalplerinde hastalık bulunanların: '(Devir onların lehine döner de) bize bir musibet erişir diye korkuyoruz.' diyerek onların arasına koşuştuklarını görürsün. Umulur ki Allah, bir fetih ya da kendi katından bir emir getirir de böylece onlar içlerinde gizledikleri şeyden (nifaktan) dolayı pişman olurlar." (Mâide: 52)
Kalpte maraz olduğu zaman her kötülük husule gelir.
Kişi ancak Allah-u Teâlâ'nın kurtarması ile kurtulur. Ancak Allah için hareket edenleri, Allah-u Teâlâ uyandırır, ikaz eder, yolunu gösterir.
Onlara hakikati bildirir, duyurur. Onları nefis ve şeytanın hilelerinden kurtarır.
Nefsin ayrı hilesi vardır, tükenmez; şeytanın ayrı tuzakları vardır, bitmez. Fakat Allah-u Teâlâ bir kula lütfuyla tecelli ederse bütün bu hileler ve tuzaklar hükümsüzdür.
"Ey Rabb'imiz! Bizi doğru yola hidayet ettikten sonra kalplerimizi saptırıp döndürme.
Bize kendi nezdinden bir rahmet ver. Şüphesiz ki bağışı en bol olan sensin." (Âl-i imrân: 8)
Yol çok ince. Küçüçük bir sallantıyla gider. Yol nazik. Herkes edebini bilsin. Kıpırdamaya bile utanıyorum. Burada herkes hududunu bilsin. Burası bildiğiniz gibi bir meclis değil. O edeple yürümek zorundadır. Çünkü dedik ki, biz sizin zâhiri hareketinizi değil, ibreyi takip ediyoruz. Burası edep yeri. Senin zannın buradan geçmez. Biz mânevi ibreye bakıyoruz. Mânevi ibre sallandı mı senin hükmün yok. Meselâ bir hareket Zikrullah'ı bozuyor. Mâneviyat kalkıyor. Ve biz bunu mecliste söylüyoruz, herkes haddini bilecek, haddini bilmezse bizi üzer. Bir kere söylerim.
Bu yol adama muhtaç değildir. Yola zarar verecek kim oldu, biçiverir. Onun için dikkat edin, yanlış adım atmayın. Hiç dinlemem biçeriz. Bu yol adama muhtaç değil. Bu yol mahlûka ait değildir. Bu yol Allah'a ve Resulullah'a aittir. Benim hiç hükmüm yok.
Şu kadar var ki kalbi muhafaza etmek lâzım. Kalbi, gönlü temiz tutmalı ki niyetimiz temiz ve güzel olsun. Bunun içinde nefsin ıslâhı, ruhun terbiyesi lâzım. Buna çok çalışın, yoksa kötü niyetli olanı hemen biçerler...
Ben kendimi hükümsüz bildiğim gibi başkasının hükmünü tanımam. Dine, yola zarar verecek mi? Bitti onun işi. Artık istediği kadar ötsün. O manen biçilmiştir. İhvan çok dikkatli olacak. "İndim, çıktım!" Bu yol, o yol değil. Çünkü bizim halk ile, menfaat ile bir ilgimiz, işimiz yok.
Çünkü insanoğluna milyarlar versen imanını vermez, birkaç kuruşla imanı gider. Şeytan burada.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Kıyamet kopmazdan önce karanlık gece kıtaları gibi fitneler olacak. Bu karışıklıklar içinde kişi mümin olarak sabahlayıp kâfir olarak akşamlar, mümin olarak akşamlayıp kâfir olarak sabaha çıkar. Birçok kimseler azıcık bir dünyalık karşılığında dinlerini satarlar." (Tirmizî: 2196)
Fitnenin vehametinden insan bir günde bu derece değişiklikler geçirecek, günü gününe saati saatine uymayacak, kalpler bozulacak, iman sâfiyeti kalmayacak.
Bir anda niyetini bozdumu gitti.
İtimat edin, en küçük bir şeyin benim için hükmü yok. Ben kendimi hükümlü saymıyorum ki, karşımdakini sayayım. Bana Hakk gerek, hakikat gerek. Şahıs, mal burada yaşamaz.
Bu ciddi yolda gayet ciddi bir resmiyete ihtiyaç var. İhvan çok resmi, çok dikkatli olacak. Helâl lokma yemeğe dikkat edecek. Atacağı adıma bakacak da atacak. Söyleyeceği sözü tartıp da söyleyecek. Az sözle halledilecek meseleleri uzatmayacak. Lâubâli olmayacak. Daha doğrusu edebi muhafaza edecek. Bir yanlış hareketle insan çok şeyler kaybedebilir. Öyle durumlar olur ki küçücük bir hareket insanı çok uzağa atar. Küçücük bir hareket de insanı çok yakına yaklaştırır.
Üç günlük ömrümüz var, bu fırsatı değerlendirmeliyiz. Ânın kıymetini değerlendirdiği kullarından etsin Allah'ımız. Her ânın kendine mahsus çok büyük kıymeti vardır. Çünkü o bir an, ebedî hayatın kazancıdır. Eğer anların kıymeti bilinmezse; dakikalar, saatler, günler de bilinmez ve böylece koca ömür hiçe müncer olur.
Herkes asaletinin ve yediği lokmanın icraatını yapacak.
Terbiye ayrı şey, asalet ayrı şey, edep ayrı şeydir.
Terbiye; insanı olduğu gibi hayvanı da terbiye etsen bir şey beklenir. Çünkü terbiye gerekli. Fakat o terbiye için fakir demişti ki: "Bir kaplamadır." Asaleti görünce icraatını yapar. O terbiye onu muhafaza edemiyor, kabuktur. Asil azmaz, ama asaletin kendi hududu dairesinde büyük bilgisi, ilgisi var. Edep ise aşılanmış bir ağaca benzer. Aşısı tutarsa yabaniliği gider, eğilmeyi öğrenir. Artık onda asaletinde hükmü kalmadı, edep kaldı. Onun için bu yol edeple kaim.
Bir zât der ki:
Onun için, o tacı giymek için, aşının tutması, meyvenin verilmesi, hazırlanıp da husule gelmesi lâzım ki, Cenâb-ı Hakk bize giydirsin.
Hâlin güzel olacak, kâlin güzel olacak, fiilin güzel olacak, giyinişin güzel olacak, bilhassa istikametin güzel olacak. Hiçbir söz söylemesen bile, karşıdaki baktığı zaman ibret alacak, yolunu düzeltecek.
Sonra helâl lokma ile hikmet husule gelir, hikmetle konuşur, karşıdakine tesir eder. Yapmadığın bir işi söylemek yersiz, çünkü sen yapmıyorsun ki karşıdaki yapsın. Bir insan yaşayacak, yaşadığını tebliğ edecek, Allah-u Teâlâ murad ederse ona hidayet lütfedecek, aşı tutacak. Aşı tuttuğu zaman nasibini alır.
Sonra mülâyim, tatlı, güzel sözlerle söz söylemek. Ne söyleyecek? Ya Âyet-i kerime'den, Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor; ya Hadis-i şerif'ten, Resulullah Aleyhisselâm böyle buyuruyor. Yahut ki filân zât şöyle buyuruyor. Oradan konuşacak, kendinden konuşmayacak. Ki nasihat yerine gelsin. O kelâmı işitsin, işitsin ki Cenâb-ı Hakk iman tohumunu kalbe ekerse yavaş yavaş kök salar, neşv-ü nemâ bulur, imanlı bir ağaç olur. Bu sefer meyve de verirse, beşeriyet istifade eder. Kuru sözle olmaz.
İhvan, ihvanı bırakmamalı, düştüğü zaman kaldırmalı. Çünkü çok büyük tuzaklar var. Nefis, şeytan, şeytanlaşmış insan, şehvet, dünya muhabbeti… Bunlar insanın imanını yok edecek kadar büyük düşmandır. Bunun için desteğe ihtiyaç var.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Din nasihattır, din nasihattır, din nasihattır!"
Şah-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri de buyururlar ki:
"Bizim yolumuz sohbet yoludur."
Ağaç sulama ile, insan sohbet ile yetişir. Bunun için sohbetten ayrıldığı anda şeytan kapar ve götürür. Onu bir süre basit bir şeyle oyalar ve böylece onun bütün ebediyetini götürür. Ona çeşitli vaatlerde bulunur, dünyayı süslü gösterir, öleceğini hatırlatmaz ve bu yüzden onu bulunduğu yerden alır, oyalar, oyalar sonra çukura atar. Çukurdan sonra cehenneme gider.
Allah'ım korusun. Onun için iyi arkadaş insanı çeker, kaldırır, götürür, selâmete erdirir. Bunun için sâlih arkadaşa ihtiyaç var.
İhvan demek; her haliyle numune demektir.
İhvanın yetişmesi lâzım. Meselâ Ashâb-ı kiram o nurun karşısında nasıl yetişti?
Hani bir tabir var: "Üzüm üzüme baka baka kararır." Nura bakar nurlanır, o tecelliyat onu mest eder.
Allah-u Teâlâ bir kulunu karşısına alırsa onun hâli ne olur? O Allah-u Teâlâ'nın nuru ile nurlanır, ona dilediğini akıtır, bildireceğini bildirir. Sonra o, içinde o akıntıyı çözer. O nur onu ihya eder.
Bir peygamberin huzurunda bulunmak da, bir velinin huzurunda bulunmak da böyledir. Bir insan nurlu bir insanın karşısına oturduğu zaman, o nur ona akseder.
Bunun delili:
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'ndan bir zâtın: "Yâ Resulellah! Huzur-u saâdetinizde bulunurken, bizi cennet ve cehennemle öğütlüyorsunuz ki, gözümüzle görür gibi oluyoruz. Yanınızdan ayrılıp da çoluk-çocuk, iş-güç ile meşgul olmaya başlayınca çoğunu unutuyoruz." demesi üzerine Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:
"Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, eğer siz huzurumda bulunduğunuz o hâl üzere zikre devam edebilseydiniz, yataklarınızda ve yollarınızda melekler sizinle musafaha ederdi." (Müslim)
Yolunu açmazsa göremezsin ki! Hidayetini artırmazsa, bilemezsin ki! İmanını kemâlleştirmezse bulamazsın ki!
Bunun da özünü şöyle arzedelim:Hakk Celle ve Alâ Hazretleri'ne karşı bir kusur yaparsam, affeder diye ümit ederim. Çünkü O'nun sonsuz, engin rahmet ve merhameti karşısında ümit kapıları açıktır. Fakat Habibi'ni çok sevdiği için, ona yapılan küçücük bir hatayı çok büyük görür. Bu sebeple Seyyid-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e karşı bir kusur yaparsam affetmez diye kanaatim husule gelmiştir.
•
Onun için ne buldumsa aşağıda buldum, yukarıda hiçbir şey bulamadım. Cenâb-ı Hakk hoşlandığını hissettirdiği iki nokta var:
Birincisi; tevâzudan... Herkesi hoş kendini boş bilmek ve edna yerleri seçmek.
İkincisi; kimseye yük olmamak.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadırlar:
"Vallahi Allah sevdiği kulunu cehenneme atmaz." (Münâvî)
Cenâb-ı Hakk onu seviyor, ama onun da günahı var. Sevdiğinden ötürü borcu varsa borcunu ödetir, bir haksızlık yapmışsa onu yaptırır. Muhakkak ki ona ödettirir ve onu cehenneme atmaz. Adil-i mutlak olduğu için karşıdakinin hakkını Allah-u Teâlâ verir.
Buna bir temsil verelim:Deniz harbine niyet-i halisa ile iştirak eden bir insan harp esnasında ölürse, boğulursa Allah-u Teâlâ onun bütün günahlarını affettiği gibi kul hakkını da ödüyor. Yalnız o kulu cehenneme atmaz. Niçin? Deniz harbine iştirak ettiği için.
İtimat edin, değil insan maldan, mülkten, ailesinden, çocuğundan, kendisinden bile o hâl geldiği zaman ikrah ediyor. Çünkü ruh lâtiftir. Hazret-i Allah'ın kabzasında, idaresindedir, ama vücut bir çok günahlar işliyor. "Ben senden değilim." diyor ruh ona, hitap ediyor.
Hakk yolunu görmek için, Hakk yolunda yürümek için alınmak lâzım. Ondan sonra gaye, maksat, menfaat olmadan yürümek lâzım. İlim, ihlâs, edep ve mahviyete çok dikkat etmek lâzım.
Bir hikaye geçmişti. Eğer Allah-u Teâlâ mahviyet lütfetmeseydi o orada çözülebilir miydi? Onun için mahviyet lâzım. Şöyle ki; Var olan O'dur. Senin varlığın O Var'a perdedir. Varlığını ifna et de Var ile ol. Çok az söz. Ama bu arada gaye, maksat, menfaat hiçbir şey yaşamayacak.
Size Rabb'imin lütfunun bir noktasını anlatayım:Ömrü hayatımda tesbih namazımı kaçırdığımı bilmiyorum, ameliyat veyahut yolculuk hariç. Niçin? Gidiyorum! Bugün üstte yarın alttayım.
Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki:
"Şüphesiz insan için kendi çalışmasından başkası yoktur." (Necm: 39)
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyuruyorlar ki:
"Dünya ahiretin tarlasıdır." (Münâvî)
Ekersen biçeceksin, karşılığını da alacaksın. Sen ekmedin ki, ne bekliyorsun? İnsan ekecek, ihlâs suyuyla onu sulayacak, mahviyet ile büyütecek. Cenâb-ı Hakk'ın rızâsına kavuşacak.
Allah'ım kavuşturduğu kullardan etsin.
Yol çok ince ve kaygan, hem de çok kaygan. Şeytanın tuzak kurduğu dağa ulaşmak, orada tutunmak çok zor. Kimi tutar, muhafaza ederse... Allah'ım korusun!
Tekâmüliyet; mahviyet, ihlâs, istikametle mümkündür. Benlik insanı helâk eder. Muhabbet Yaratan'a bağlanacak.
Hep şunu deriz:Boynun bükük olsun, gözün yaşlı olsun, gönlün Hakk'ta olsun.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Dünyada garip, yahut yolcu gibi ol, nefsini ehl-i kuburdan (kabirde imiş gibi) say!" (Tirmizî)
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Nefsini tertemiz yapıp arındıran felâh bulmuş kurtulmuştur. Onu kirletip örten kişi ise elbette ziyana uğramıştır." (Şems: 9-10)
Dünyayı düşünüp nefsin arzularına uyan, Hakk ve hakikatten uzaklaşıp şeytan ile arkadaş olan kimse aslâ mükerrem insan olamaz. Süflî arzular peşinde oldukları için sureta insandırlar, icraatları hep hayvanidir.
Nefis vücuda hakimiyet kesbettiği zaman o hükmünü yürütmek ister, kişiyi tanımaz, "Benim!" der. Cenâb-ı Hakk'ın hükmüne karşı gelir.
Bu hayvani sıfatın arzularına bir insan meylettiği zaman, o arzuları hangi hâl ve hareket üzerinde ise o hayvanın sıfatını almış olur.
Binaenaleyh insanın içinde hükmeden odur. Hayvani sıfatı hangi sıfatta ise o sıfatla icraat yapar. Onun için insanın çok tekâmül etmesi lâzım ki insan olabilsin.
Nefsin tezkiyesi, ruhun talim ve terbiyesi ile insan, insan olur. Sonra insan-ı kâmil olur, sonra fenâ olur, lâfla değil!..
Bizim yolumuz fenâ yolu, mahviyyet yolu. Bir insanın tekâmül edebilmesi için "Fân" Âyet-i kerime'sine mazhar olması lâzım.
"Yeryüzünde bulunan her şey fenâ bulacaktır. Ancak azamet ve ikram sahibi olan Rabb'inin veçhi (zâtı) bâki kalacaktır." (Rahman: 26-27)
Bu Âyet-i kerime'nin manası; "Hiçbir şey yoktur, yalnız O vardır." Ama yalnız onu göreceksin.
Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Fethu'r-Rabbânî" isimli eserinde şöyle buyurmaktadır:
"O öyle bir kuldur ki, Hakk'a vasıl olmuş, O'nu görmüş ve masiva denen Hakk'ın zâtından gayri şeyleri bilmiştir." (60. Meclis)
Bir kız kime gideceği belli değil ama çeyizini hazırlıyor. Ama bizim gideceğimiz muhakkak, çeyiz hazırlamamız lâzım. Bu da ihlâslı ibadetle olur. Kimseye muhtaç olmayalım, kimseye yük olmayalım.
Ölümden sakın korkmayın! Yalnız hazırlığınız çok olsun. Oranın hayatı bambaşka. Ahiret vallahi daha hayırlı, orası çok güzel, o hayatı gördüm ve yaşadım.
Onun için oranın hayatı bambaşka, çok güzel. Orada konuşuluyor, görüşülüyor, serbest olanlar çıkıyor, gidiyor. Ahiret hayırlı ve orası çok güzel, gönül oraya gitmek istiyor.
Âyet-i kerime'de:
"Senin için ahiret, dünyadan daha hayırlıdır." buyuruluyor. (Duhâ: 4)
Gel de inan... Biz o hayata aşinayız; hayat vefat hiç fark etmez. Yalnız Sahib'im nasıl murat ederse...
Biz Cenâb-ı Hakk'ın kudret elindeyiz. Bütün arzum Sahib'ime bağlılık. O nasıl isterse, O nasıl hükmederse benim arzu ve isteğim bu oluyor.
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri:
"Onun iradesi kendi elinde değildir." buyuruyor. Onda hüküm ve arzu yaşamaz.
Şu kadar var ki; çok dikkatli olun, bizi üzmeyin! Küçüçük bir hata kişinin helâkına sebep olur. En yakınlarım dahi olsa bu böyledir!
Bizim çok defa yüzümüz güler ama gönlümüz hep hüzünlüdür, ağlar.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri: "O O'nun celâline nazar edince ağlar, Cemâl'ine nazar edince güler." buyuruyorlar. (Nevâdirü'l-Usül)
Bütün insanlar gidiyor, fakat bir süzgeç var ki çok ince süzüyor. Büyük taşlar kalıyor, küçükler süzülüyor. Süzülenler dahi pirinç olarak süzülüyor. Fakat meğer pirincin içinde de taş varmış, onu da ayıklıyorlar. Baktım pirinci de yıkıyorlar ancak pırıl pırıl olanları içeri alıyorlar.
Allah'ım beni ilmimle, amelimle değil ancak beni lütfunla çekersen kurtarırsın.
İçeriye baktım o pirinçler pırıl pırıl parlıyor. Çünkü yıkanmış, temizlenmiş ama içindeki küçük taşları dahi ayıkladılar. O taşlar İslâm gibi görünüyor ama içi münafık. İslâm olarak süzülmüş ama hayır! Onlar biliyorlar, atıyorlar. Onun için; "İhlâs sahipleri de büyük bir tehlike üzerindedirler." Çok dikkatli olmamız lâzım.
Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- şöyle buyurmaktadırlar:
"Onu tanıyıp itibar gösteren kimseye, ondakinin benzeri gibi bir elbise giydiriliyordu." ("Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ"; s.16)
Bu elbise ilâhî bir nurdur. Bu lütuf yalnız sâdık ihvana âittir. Allah-u Teâlâ ona giydirdiğini yakınlarına da giydirecek, üzerlerinde o elbise olduğu halde mahşere çıkılacak. Mahşer halkının arasında en büyük şerefi taşıyacak. Dikkat ederseniz ona giydirilen elbise ihlâslı ve sâdık olan hakiki ihvana da giydiriliyor. Bu ise sadakat ile bütün gönlü ile bağlı olan kimseye âittir, başkasına âit değildir. O elbise öyle bir elbisedir ki, mahşerde de o elbise ile çıkılacak.
Bu çok büyük bir lütuf. Bu yeter. Yeter ki Allah-u Teâlâ kabul buyursun, sevsin. Ona giydirilen elbiseyi hakiki sıddık da giyer, sadık olan ihvan da giyer. Yine burada hakikaten yolda sadakat gösterene Allah-u Teâlâ ona ihsan ettiği elbiseyi, mânevi elbiseyi onlara da ihsan edecek. Zaten Bayraklılar'ın fazileti de budur.
Kimseye giydirmemiş o elbiseyi. Onun için kardeşler yavaş yavaş olsunlar, tekâmül etsinler. Çünkü bugün üstte yarın alttayız.
Biz hayatta iken nefsini ilâh edinenler türüyor. Biz vefat ettikten sonra hepsi türer. Bunu şimdiden biçmeye çalışalım diyoruz, öz gayemiz bu. En yakınları bile nefse cazip geliyor, fakat orada çok mühim bir kelime var. Şeytan kuruyor, salıyor. Delil isteyince, "Yok delil." diyor, ortada kalıyor. Şeytan gitmiş, o ortada kalmış. Rezalet! Arkadaşlarının yanında kıymeti düşüyor, şerefi düşüyor, rezil oluyor. Ne o? "Ben başa geçeceğim." diyor. Çok fena vuruyoruz. Niçin? Ya olsun, ya ölsün. Bizim tutumumuz bu; ya olsun, ya ölsün.
Hakikaten nazik yer, çok lâtif bir yer, çok nazik yer. Hakk kapısı denmiş buna. Şaka değil!
Bu Hazret-i Allah'a ve Resulullah'a ait olduğu için çok hassas, çok dikkatli, çok ciddi bir yol. Yani edep yolu. Onun için Allah'ım rızâsı mucibince yürüttüğü kullardan etsin. Yol çok nazik, çok dakik.
Kimisi çok hoş gider, kimisi boş gider. Kimisi ayıktır, kimisi sarhoştur. Çok dikkat lâzım. Yol edep yolu olduğu için dakik yoludur, pratik yoludur. Onun için insan bütün haliyle Hakk ile olduğunu duyması ve o hâl ile başkasına duyurması lâzım. O'nunla olmak hayattır, O'nsuz olmak vefattır. Bunu tuttuğunuz zaman O'nunla olursunuz, O'nunla ölürsünüz.
Efendim edep bu yolda esas oluyor. Çünkü edebini muhafaza etmek, tekâmüliyet için çok faydalı.
Meselâ bir temsil arz edelim:
Yuşa Aleyhisselâm'dan başka biz hiçbir türbeye girmeyiz. O zâta hürmet, saygı, sevgimizden ötürü, daima dışarıdan ziyaret ederiz. Fakat Yuşa Aleyhisselâm'la ayrı bir durumumuz olduğu için oraya gideriz. Ama bazı zât-ı muhterem içeriden dışarıya çıkar. O da ayrı.
Kimisi hoştur, kimisi boştur
Kimisi ayıktır, kimisi sarhoştur.
Kimisi velidir, kimisi delidir.
Siz bunlardan hangisisiniz? Bunu size soruyorum. Herkes kendisine aynada baksın, bilsin nerede olduğunu. Ancak o şekilde bilinir.
Kimisi hakikat üzerinde, yani hoştur. Bu hoşluk Allah'tan gelir.
Kimisi boştur, nasipsizdir.
Kimisi ayıktır, sırat köprüsünün dünyada olduğunu hesap eder.
Kimi sarhoştur, gidiyor. Kimisi velidir, kimisi delidir. Bu altı noktanın içinde hepsini arayın; "Ben neredeyim acaba?"
Hoş, Hazret-i Allah'ın lütfu ile doldurduğu, Hazret-i Allah'a yöneldiği, daima O'nunla beraber olduğu kuldur. O hoştur. Niçin? İman tatlıdır. Mümin imanın daima tatlı yerine yayılır. Tatlı demek hep güzel işlerde yer alır. Râbıtası Mevlâ'sıyla olduğu için, O'nun taht-ı tasarrufunda olduğu için hayatı da ona göre olur.
Kimisi boştur. "Ben gidiyorum!" diyor, ama nereye gittiği belli değil. Ruhla mı gidiyor, şeytanla mı gidiyor, nefisle mi gidiyor; çözememiş!
Kimi ayıktır. Atacağı adıma, yiyeceği lokmaya, söyleyeceği söze dikkat eder. "Belki boşluğa düşerim." Çünkü cambaz teldeyken ayağını boşluğa atarsa hayatına mal olur. Ola ki benim bir hareketim hayat-ı ebedime mal olur. Allah'ım korusun.
Kimisi sarhoştur. O günah ile dolmuştur. Varlık ile şişmiştir. "Dem bu dem!" diyor. Bu sarhoşluk içinde yürüyor. Kendine gelemiyor. Meğer ki Allah-u Teâlâ'nın bir lütfu olacak, ona hakiki bir arkadaş verecek, o hakiki arkadaş onu Rabb'isine çekecek, tövbe edecek, kurtaracak.
Kimisi velidir, hıfz-u himayesine almıştır.
Kimisi delidir, O'na karşı gelir.
Allah-u Teâlâ'nın insanı nutfeden yarattığının hikmetini insan bir düşünse kâfidir. Gerçekten âciz, âdi, kerih bir şeydir. Kişinin daima aslına nazar etmesi gerektiği için ondan yaratmıştır.
"İnsan, bizim kendisini kerih bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki, şimdi o apaçık hasım kesilmektedir." (Yâsin: 77)
Rabb'im bizi onlardan etmesin.
İdare çok mühimdir. İdare yavaş, sertlik hızlı olur. Yavaş, yumuşak idare esasında disiplin lâzım. Yoksa yol laçka olur. Cenâb-ı Hakk'a şükürler olsun, bu çok yavaş, yumuşak idarenin çok şiddetli bir disiplini var. Hiç kimseye yol verilmiyor ve öyle olması lâzım. Yoksa oradan oraya herkes karışır ve işi bozar. Yapacağım diye dolanır. Bunlar nefsani, şeytani şeyler. Yolun icabatından çıkan bizden değildir. Bizden sonra veli gelmeyecek, gelse de kendi çapında... Binaenaleyh yolun esası bize aittir. Yoldan çıkanlar bize ait değildir. Bu gibi işler şeytanın, nefsinin işidir; davasını yürütmek için benliğini ortaya koyar.
Allah-u Teâlâ'nın ne kadar lütfu varsa o kadar mahviyete çekmekle mahviyet hükmünü koymuştur. Bizi O koruyor. Ve her zaman kendimi hükümsüz olarak görüyorum. Hükümsüz değil, hiçbir hükmüm yok. Elhamdülillâh.
Bugün hakiki mürid pek azdır.
Şah-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurmuşlardır:
"Bugün mürid pek az, yok denecek kadar az."
Şeytan durmuyor ki, herkes "Ben biliyorum! Benim dediğim olsun!" diyor. O ise yolu zedelediğinin farkında değil. Kim ki çığır açarsa yoldan çıkmıştır, yolu sapıtmıştır. Bizden sonra her kafadan ses çıkarsa yolun uslûbu kalmaz. Bizden sonra salahiyet sahibi, söz sahibi yok.
Hakiki mürid dinler; o konuşursa zarardadır.
Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri ifşaatlarının bir bölümünde şöyle buyurmaktadırlar:
"Benim ahdimi taşıyacak bir kimse de yoktur." ("Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-evliyâ"; s. 16)
Ne kadar güzel bir söz.
Yani veli olmadığı gibi, emânât-ı ilâhî'yi ona yüklemiş, ondan başkası bu yükü taşıyamaz. Onun ahdini taşıyan, onun yerine gelecek bir fert de yoktur. Ona ihsan ve ikram edileni başkasına yüklememiştir, ona verilen başkasına verilmemiştir. Başkasına verilmediği için, bu soy ve bu ahlâktan gelecek kimse olmadığı için ve böyle bir zaman da bulunmadığı için, yerine gelecek kimse de yoktur.
Muhyiddin-i İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri "Ankâ-i Muğrib" isimli eserinde şöyle buyururlar:
"Ben gizli bir örtüyle geleceğim. Hiç şüphe yok ki Hatm benim! Benden sonra veli de yoktur." (s.16)
Bu gizli örtü hamd olsun. Meydanda o kadar iş var ki, fakat hiçbir şey yok. Alem küçücük bir şey yapar. Burada her şey var, hiçbir şey yok, O örtmüş.
•
Var'ı bulmak. En kalın perdelerden bir tanesi kendi varlığındır. Varlık ile Var'ı bulmak mümkün değil, ama şimdi herkes varlık içinde yüzüyor. İhvanların içinde bile Var'ı arayan zaten yok. Fakir bunu yirmi sene evvel arz etmişti ki, ihvan dört türlüdür.
1. Daima dinler hiç konuşmaz, o kârdadır.
2. Söyleyicidir hep konuşur, o zarardadır.
3. Emir alıcıdır, o tasarruftadır.
4. Emir vericidir, o boşluktadır.
Bunların gizli kısımlarına rağmen aşısı tutan susar, emir alır, mucibince hareket eder. O konuşanlar boş tenekeye benziyor. Takur tukur yapar, ama içi bomboş. Emir vericilerin içinde nefis var, hükmediyor. O kendisinin bildiğini zannediyor, başka kimse bir şey bilmiyor. Hep emir verir, bir şey alamaz. Yolda bulunmuş, yolun zâhiri kısmına tutunmuş. Yolun zâhiri ve bâtıni kısmını ayırmış. Zâhiri kısmında hizmet ediyor; "Yolun içindeyim, yolun önderiyim." diyor ama boş, aşı tutmamış. Ama kimi içeri alırsa onu tekâmül ettirmeye gayret edilir.
Kimin aşısı tutarsa, o terakkiyat kısmına inerse hiçliğe doğru iner, iner, iner. Bir gün varlığını ifna ederse Var'a kavuşur. Ve fakat helâkiyat kısmına gidenler, onların başları hep yukarıdadır. Oldu, bitti, oluyor, gidiyor, bunlar hep boş. Ömrü boşa geçer, kabre girer. "Eyvah!" Ama geçti artık. "Eyvah!" demeden evvel insanın kendisine dönmesi, yoktan var edeni, nimetlere gark edeni güzel bir şekilde bulması, hep O'nunla olması lâzım. O'nunla olmak hayattır. O'nsuz olmak vefattır.
Nefis yaşıyor, ama ruh çoktan ölmüş. Binaenaleyh Allah'ım kendisiyle dirilttiği kullarından etsin. Ötesi boş. Yaşıyor, ama yaşayan ölü. Kabre girecek, ama zaten çok evvel ölmüştü fakat öldüğünü de bilmiyor. Nasıl yaşıyor? Yalnız kendisinin bildiğini zannediyor. Burası çok ince nokta. Burası Hâlik ile mahlûkun mihenk noktası.
Allah'ım bizi zâtına çektiği kullarından etsin, bizi bize bırakmasın.
•
Herkes kendi âleminde. Biz hiçbir kimsenin alemine dokunmayız, ama hiçbir kimseyi de işimize karıştırmayız.
Hiç kimsenin alemine karışmam, ama hiç kimseyi de işime karıştırmam. Herkes asaletinin icraatını, yediği lokmanın icabatını yapacak.
Binaenaleyh kimsenin işine karışmıyorum, kimseyi işime karıştırmıyorum. Alemin çetin cevizlerini de yutmuyorum. Bu çok ince. Her şeyi bileceksin, varacaksın, ama hiçbir şey bilmeyeceksin. Niçin? Herkes "Ben biliyorum!" der. Herkes bildiğiyle kalsın. Ne gerek sana! Karışmıyorum işine! Niçin?
Taşı elmas yapamam, bakırı da altına çeviremem. Murat ettiğini yapar, vazifem ne ise onunla meşgul olurum.
•
Sevdiklerimizi daima Hazret-i Allah'a emanet ederiz. Niçin? Her şey O'nun hıfz-u himayesi ile tutulur.