Resulullah Aleyhisselâm mütevâzi ordusuyla Bedir'e doğru yürüyüp Zefiran vâdisine geldiğinde, Mekke'den kuvvetli bir Kureyş ordusunun hareket ettiğini haber aldı. Hiç hesap edilmeyen bir durum zuhur etti.
Şam'dan gelen ve İslâm aleyhine kullanılacak olan ticaret kervanını ele geçirmek için evlerinden çıkan ve yeterince savaş hazırlığı içinde bulunmayan Ashâb-ı kiram, birden çetin bir savaş durumuyla karşı karşıya kaldı. Resulullah Aleyhisselâm işin nezaketini ve müminlerin büyük bir imtihandan geçirildiklerini çok iyi biliyordu. Çünkü elli kişi ile korunan bir kervana karşı sevk olunmuş bir asker ile mükemmel bir orduya karşı çıkmak ne kadar zor ise, geri dönmek de o derece utanç verici bir durum idi.
Tam bu müşkül anda Cebrâil Aleyhisselâm gelerek; iki taifeden birinin, yani ya kervanın ya da Kureyş ordusunun müslümanlara vâdedildiğini müjdeledi.
Bunun üzerine Resulullah Aleyhisselâm Ashâb'ı ile istişare yaptı.
"Ne dersiniz? Kureyş Mekke'den çıkmışlar, bütün hınçları ve azgınlıklarıyla geliyorlar. Sizce kervanı takip etmek mi daha iyidir, yoksa Kureyş ordusunu karşılamak mı?" diye sordu.
Âyet-i kerime'de işaret olunduğu üzere, çoğunluk kervan takibine rağbet etmişlerdi. "Düşmanla karşılaşmaktansa, kervanı takip etmek daha makbuldür." dediler. Resulullah Aleyhisselâm bundan hoşlanmadı. Bunun üzerine önce Ebu Bekir -radiyallahu anh-, sonra da Ömer -radiyallahu anh- ayağa kalkarak Muhâcirler namına Kureyş ordusuna karşı gidilmesi ve çarpışılması hakkında güzel birer konuşma yaptılar. Sonra ilk müslümanlardan Mikdad bin Esved -radiyallahu anh-; müşriklere karşı az bir kuvvete sahip oldukları ve büyük zorluklarla karşılaşacağını bildiği halde şöyle söyledi:
"Yâ Resulellah! Kavminin Musâ Aleyhisselâm'a dediği gibi sen ve Rabb'in varın savaşın, biz burada oturacağız, demeyiz. Fakat biz deriz ki, Sen dilediğin yere git, seninle beraber olacağız."
Resulullah Aleyhisselâm onun bu sözlerinden fevkalâde memnun oldu ve hayırlı duâlarda bulundu. Bu arada Ensâr'dan da görüşlerini istedi. Çünkü onlar Akabe'de biat ederlerken kendisini Medine'de muhafaza edeceklerine dâir söz vermelerine rağmen, Medine dışında koruyacaklarına dâir verilmiş bir sözleri yoktu ve çoğunluğu teşkil ediyorlardı.
Ensâr adına Sa'd bin Muaz -radiyallahu anh- kalkıp düşüncelerini dile getirdi:
"Yâ Resulellah! Biz sana iman ettik, seni tasdik eyledik. Bize getirdiğin şeyin hak olduğuna şehâdet ettik. Bu hususta dinlemek ve itaat etmek üzere sana söz verdik.
Yâ Resulellah! Allah sana ne emrettiyse yerine getir. Seni hak Peygamber gönderen Allah'a yemin ederim ki, bize denizi geçelim desen, seninle birlikte geçeriz. Dünyanın öbür ucuna gidelim desen seninle beraber gideriz. Bizden bir kişi bile geri kalmaz.
Yâ Resulellah! Biz harpte sebat etmesini, düşmanla karşılaştığımızda sadakat göstermesini biliriz. Umulur ki Allah sana bizden gözünü aydın edecek kahramanlıklar gösterecektir. Allah'ın bereketi ile bizi yürüt!"
Bu çok samimi ve güven verici sözler karşısında Resulullah Aleyhisselâm memnuniyetini ifade etti ve:
"Öyle ise haydi Allah'ın bereket ve saâdetine doğru yürüyünüz! Müjdeler olsun! Allah-u Teâlâ bize bu iki taifeden birini vâdetti. Allah'a yemin ederim ki ben, Kureyş'in tek tek düşüp öleceği yerleri şimdiden görür gibiyim." buyurdu.
Bu hususta Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Nitekim Rabb'in seni hak uğrunda evinden savaş için çıkarmıştı." (Enfâl: 5)
Onun bu çıkışı hakkı yerine getirmek gibi gerçek bir sebebe dayanıyordu.
"Oysa müminlerden bir kısmı bundan hoşlanmamış, isteksizlik göstermişlerdi." (Enfâl: 5)
Savaşı arzu eder bir durumda değildiler, onların bu hoşlanmayışları yaratılıştan gelen bir hoşlanmama idi. Çünkü yola çıkışta işin içyüzünü bilmiyorlardı. Gerekli hazırlıkları yapmadan sadece bir kervana gidiliyor diye gelişigüzel çıkmış bulunuyorlardı.
Allah-u Teâlâ onların bu iç haletlerini Âyet-i kerime'sinde şöyle beyan buyurmaktadır:
"Hak besbelli ortaya çıktıktan sonra bile seninle tartışıyorlar." (Enfâl: 6)
Savaşın kaçınılmaz olduğu iyice anlaşılmakla birlikte; ne tarafa yönelseler, ilâhî yardıma nail olacakları, neticenin lehlerine tecelli edeceği kendilerine Resulullah Aleyhisselâm tarafından haber verilmişti.
"Sanki göre göre ölüme sürükleniyormuş gibi oluyorlar." (Enfâl: 6)
Onların aşırı şekilde korkuya kapılmaları hâli, öldürülmek üzere götürülen ve zorla öldürülmek için aşağılanarak sürüklenen kimsenin durumuna benzetilmiştir. Ancak onların bu korkuları, sayılarının azlığından ve hazırlıksız olmalarından ileri geliyordu. Halbuki bu savaşta hem İslâm için, hem müslümanlar için baştan sona hayır vardı.
Resulullah Aleyhisselâm işin nezaketini ve müminlerin büyük bir imtihandan geçirildiklerini çok iyi biliyordu. Allah yolunda düşmanla savaşmak istemeyen olursa, bu onlar için imtihanı kaybetmek demekti. Birkaç kişi dışında Ashâb-ı kiram hemen toparlanarak Resulullah Aleyhisselâm'a her ne durumda olursa olsun uyacaklarını bildirdiler. Allah-u Teâlâ'yı, Resulullah Aleyhisselâm'ı ve ahiret saâdetini, birkaç günlük dünya hayatına tercih ettiler. Allah-u Teâlâ da onları destekledi, imanlarını artırdı, müşrikleri ise hezimete uğrattı.
•
Kur'an-ı kerim'e göre bu savaşın gayesi müşriklerle çarpışıp, onların İslâmiyet'e karşı mukavemetlerini kırmak, İslâmiyet'in yayılmasını sağlamaktı.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurdu:
"Hani Allah size iki taifeden birinin muhakkak sizin olacağını vâdediyordu." (Enfâl: 7)
Ya kervan, ya savaş... Ya maddî kazanç, ya askeri zafer...
"Siz ise güçsüz ve silâhsız olanın sizin olmasını istiyordunuz." (Enfâl: 7)
Silâhlı ve güçlü olan diğer kesimle karşılaşmayı arzulamıyordunuz.
Onlar çabucak elde edecekleri bir faydayı, basit şeyleri arzularken, Allah-u Teâlâ ise yüksek menfaatleri, Hakk'ın galebe çalmasını, Kelimetullah'ın yücelmesini irade buyurmaktadır.
"Oysa Allah, sözleriyle hakkın yerine gelmesini, kâfirlerin kökünü kesmeyi; mücrimler hoşlanmasa bile, hakkı hak olarak ortaya koymayı ve bâtılı boşa çıkarıp hükümsüz kılmayı istiyordu." (Enfâl: 7-8)
Güçlü olanla savaşmak hususunda indirilmiş Âyet-i kerime'leriyle, meleklere yardım için inmelerine dâir vermiş olduğu emriyle, müşriklerden öldürülmelerine hüküm verdiğine dâir beyanları ile Allah-u Teâlâ hakkı gerçekleştirmiş ve yerleştirmiştir. Müşrikler İslâm'ın üstün kılınmasını ve şirkin yok edilmesini istemeseler de Allah-u Teâlâ böyle yapmıştır.
Bedir'de yapılacak çarpışmada, müşriklerin bozulup kaçacakları, kendisiyle gururlandıkları kuvvetlerinin kırılacağı da Resulullah Aleyhisselâm'a daha Mekke'de iken hicretten beş yıl önce Âyet-i kerime ile haber verilmişti:
"O cemaat yakında bozulacak, onlar arkalarını dönüp kaçacaklar." (Kamer: 45)
O dönemde bunun böyle olacağını hiç kimse tasavvur dahi edemezdi. Resulullah Aleyhisselâm düşmanlarına galip olacak bir askeri kuvvete o gün için sahip bulunmuyordu.
•
Bu Âyet-i kerime'de, daha sonra vaki olan bir hadiseden haber verdiğinden dolayı, gaybî bir mucize bulunmaktadır.
"Kıyamet onlara vâdedilen asıl saattir. O saat cidden çok feci ve çok acıdır." (Kamer: 46)
O bozgun onların tam cezaları değil, bir başlangıçtır. Asıl kendilerine azabın vaad edildiği zaman kıyamet saatidir.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- der ki:
"Bu Âyet-i kerime nâzil olduğu zaman: 'Acaba hangi cemaat bozguna uğratılacak ve kimlere galebe çalınacak?' diye kendi kendime düşünür dururdum. Bedir günü gelip de Resulullah Aleyhisselâm'ın zırhını giyinmiş olduğu halde bu Âyet-i kerime'yi okuduğunu görünce anladım ki Allah-u Teâlâ meğer Kureyş müşriklerini bozguna uğratacakmış!"
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- de şöyle söyler:
"Resulullah Aleyhisselâm, Medine'ye geldiğimiz zaman, hep Bedir hakkında bilgi edinmek ister dururdu. Müşriklerin gelmekte olduğu haberi erişince Bedir'e hareket etti."