Muhterem Okuyucularımız;
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'ı kendi nûrundan yarattı. O nûrdan da mükevvenatı donattı. Nereye baksan o nûr. Ona verdiğinden ötürü bütün kainat ona muhtaç.
Fakir der ki; "Sen Allah-u Teâlâ'nın nûrusun, bütün âlemlerin gurur ve sürurusun." Ben onunla gurur duyuyorum, onunla sürur duyuyorum. Çünkü Rahmeten lil-âlemin olduğu için onunla kaimim.
Âyet-i kerime'de:
"Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik." buyuruluyor. (Enbiyâ: 107)
O rahmeten lil-âlemin olduğu için o rahmetten sen de nasibini aldın, onunla da kaimsin. Bütün kâinat oradan alıyor. Ay da, güneş de, yer de, gök de, her şey oradan alıyor.
Zamanın velisi de onunla kaim. Hatem-i veli'de tecelli ettiği için bütün âlem ondan alır. Amma ondan değil, onun içindekinden alır.
Fakat kişi o aslın içindekini görmüyor da şahısla kaim olduğunu zannediyor. Perdeyi kaldır Allah. Kâinat da böyledir.
Allah-u Teâlâ hem Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin beşeriyet âlemindeki ulu mevkisini, hem de Ümmet-i Muhteremesi'nin değerini Âyet-i kerime'si ile bütün insanlığa duyurmuştur:
"Böylece sizi, bütün insanlara karşı şâhitler olmanız için tam ortada vasat bir ümmet kıldık. Peygamber de size şâhit olsun." (Bakara: 143)
Allah-u Teâlâ her peygamberi kendi ümmetine şâhit tutmuş, Ümmet-i Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- ise bütün insanlar üzerine şâhit kılınmıştır. Onlar insanlara şehâdet ederken, kendilerine de şehâdet eden bir Resulullah Aleyhisselâm vardır.
Vasat ümmet; orta yolu takip eden, ifrat ve tefrite düşmeyen, her şeyde ölçülü ve mutedil olan, dünya ve ahiret dengesini kurabilen, hak ve adaletten ayrılmayan, hakka hak, bâtıla bâtıl diyen bir ümmettir.
Kıyamet gününde bütün ümmetler bu ümmetin efendiliğini, diğer ümmetlere olan üstünlüğünü itiraf edeceklerdir.
Allah-u Teâlâ'nın nuru, âlemlerin gurur ve sürûru Muhammed Aleyhisselâm, hayât-ı saâdetlerinde o nuru taşıdı, o nur ile iş gördü.
Peygamberlik kapısı kapandıktan sonra o nur:
"Âlimler peygamberlerin vârisleridir." (Buhârî)
Hadis-i şerif'i mucibince vârislerine sirayet etmeye başladı. Kıyamete kadar gelecek olan onun vârisleri de o nuru taşıyorlar. Kur'an-ı kerim her asra hitap ettiğine göre:
"Biliniz ki Resulullah aranızdadır." (Hucurât: 7)
Âyet-i kerime'sinden, o nurun kıyamete kadar bâki kalacağı anlaşılmış oluyor. Binaenaleyh iş gören onun nurudur, o nurdur. Bu, hususa âittir.
Hâtem-i veli'ye gelince, ona da dilediğini vermiştir. Nasıl diledi? Allah-u Teâlâ'nın bütün âlemleri bir kimsede sığdırması O'nun için güç değildir.
Allah-u Teâlâ o kalbe tecelli ettiği zaman Allah'tan başka hiçbir zerre o kalpte bulunmaz. O'nun tecelli ettiği yerde her şey mevcuttur. Bütün âlemleri onda dürmüş olur.
"Fakirliğimle övünürüm." (K. Hafâ)
Hadis-i şerif'inin sırrı onda tecelli etmiştir. O hiçbir şeye sahip olmadığını bilir. Fakirliği ile de övünür. Aynı sırra o mazhar olur. Perdeyi kaldır O var.
Bütün âlemleri onda sığdırmasında Allah için güçlük mü var?
Hadis-i kudsî'de:
"Yere göğe sığmadım mümin kulumun kalbine sığdım." buyurmuyor mu?
O sığdığı zaman O'ndan başkası yoktur zaten. Artık onda ne elbisenin, ne maskenin hükmü var. Bütün âlemleri onda sığdırmıştır. O tecelli ettiği zaman ne kişi kalıyor, ne elbise, ne maske, yalnız O var. İşte bütün âlemler O'nda. O onda.
Hiçbir yere sığmayan, hangi kalbe sığarsa o kalpte O var.
Ali Havvas -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
"Hatta ne kadar veli gelmiş ve gelecek ise bunların hepsi feyizlerini ve medetlerini bu iki zâttan almaktadırlar."
Aslında hep Allah. Onu ona vermiş, onu ona vermiş, o kadar.
Allah-u Teâlâ bu büyük zâtlara bu sırrı duyurmuş. Kime ne verdiğini onlara bildirmiştir.
Hâtemü'n-nebi'den bütün kâinat alıyor.
Hâtemü'l-veli'den bütün insanlık alıyor.
Aslında Hazret-i Allah'tan başka hiçbir şey yok. Onlar ise bir perdeden ibarettir. O nasıl tecelli ederse öyle olur.
•
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Ali Havvas -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
"Hatta ne kadar veli gelmiş ve gelecek ise bunların hepsi feyizlerini ve medetlerini bu iki zâttan almaktadırlar."
Aslında hep Allah. Onu ona vermiş, onu ona vermiş, o kadar.
Allah-u Teâlâ bu büyük zâtlara bu sırrı duyurmuş. Kime ne verdiğini onlara bildirmiştir.
Hâtemü'n-nebi'den bütün kâinat alıyor. Hâtemü'l-veli'den bütün insanlık alıyor.
Aslında Hazret-i Allah'tan başka hiçbir şey yok. Onlar ise bir perdeden ibarettir. O nasıl tecelli ederse öyle olur. Bütün kâinat almıyor, kâinata oradan veriyor. Yani Allah-u Teâlâ o perdenin altında veriyor. Doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ'nın vermesidir, alma diye birşey yok. Oradan veriyor. Kişi bir perdedir, o perdede ise O var. O sığdığı zaman O'ndan başkası yok zaten. Artık onda ne elbise, ne de maskenin hükmü olur.
Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm öyle bir varlıktır ki, her türlü tasavvurumun ve kuvve-i beşeriyemin fevkindedir.
Ancak âcizliğimi itiraf eder affına sığınarak neşre başlarım.
Hazret-i Allah bilinen ve görünen bir varlıktır. Eseri ile görünüyor ve biliniyor. Her şey O'nun, her şey O'ndan...
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise bilinmeyen ve görünmeyen bir varlıktır. Herkes anlayamaz. Ancak duyan kulak ve öz akıl sahipleri anlar.
Cenâb-ı Hakk'ın kudret eli ile yokluk karanlığından açığa çıkardığı ilk şey Muhammed Aleyhisselâm'ın nuru idi. Cemal nurundan en evvelâ onun nurunu yarattı. Daha sonra onun nurundan âlemleri halketti, bütün mükevvenatı da onun nuru ile donattı. Nereye bakarsan hep o nur.
Âyet-i kerime'de:
"Allah'tan size bir nûr gelmiştir." buyuruluyor. (Mâide: 15)
Bu öyle bir nûr ki, bu nûr Allah-u Teâlâ'nın nûrudur. Ve fakat biz bunu zannımıza göre anlıyoruz.
Gerçek budur. Aslı nûrdur, görünüşü beşerdir.
Mübarek vücudları da sırf nûrdur.
Ashab-ı Kiram'ın ileri gelenlerinden Câbir -radiyallahu anh- Hazretleri "Ya Resulellah! Allah-u Teâlâ en evvelâ neyi halketti?" diye sorduğunda Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:
"Allah-u Teâlâ her şeyden evvel senin peygamberinin nûrunu kendi nûrundan yarattı. O nûr, Allah'ın izniyle dilediği yerde dolaşırdı. O zaman Levh, Kalem, Cennet, Cehennem, Melekler, yerler, gökler, insanlar ve cinler daha yaratılmamıştı.
Allah-u Teâlâ âlemleri yaratmayı murad edince, o nûru dört parçaya ayırdı.
Birinci parçadan Kalem'i, ikincisinden Levh-i mahfuz'u, üçüncüsünden Arş-ı rahman'ı halketti.
Dördüncü parçayı tekrar dörde böldü. Birinci parçasından Arş'ı taşıyan melekleri, ikincisinden Kürsi'yi, üçüncüsünden diğer melekleri yarattı.
Diğer parçayı da yine dörde böldü. Birincisinden gökleri, ikincisinden yerleri, üçüncüsünden cennet ve cehennemi yarattı.
Kalan parçayı da dörde böldü. Birinci parçasından müminlerin gözlerinin nûrunu, ikinci parçasından ilâhi mârifet yuvası olan kalplerinin nûrunu, üçüncüsünden de dillerindeki nûru yarattı. Bu da 'Lâ ilâhe illallah Muhammedür-resulullah' tevhid nûrudur." (El-Mevâhib'ül-Ledüniyye)
Bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Allah'ın yarattığı şeylerin ilki, benim nurumdur." (K. Hafâ. 1, 309, 311)
Daha sonra onun nurundan âlemleri halketti, bütün mükevvenatı da onun nuru ile donattı.
Onun aslı nurdur, o nuru kimse bilemiyor.
Bu öyle bir nurdur ki, Allah-u Teâlâ'nın nurudur, bütün âlemlerin gurur ve sürûrudur. Nurundan nurunu yaratmasa idi, âlemler nurunu nereden alırdı, Hakk ve hakikati nasıl bulurdu?
İnsan bütün yaratıkların en mükerremi, o ise bütün insanların olduğu gibi bütün yaratılmışların en mükerremidir. Niçin? Allah-u Teâlâ'nın nuru olduğu için. İşte bunun içindir ki onu anlamak ve idrak etmek bir beşer için mümkün değildir.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Allah-u Teâlâ'nın nuru olduğu gibi aynı zamanda ruhudur.
Allah-u Teâlâ kendi ruhundan ona ruh verdi, o ruhtan bütün ruhları yarattı, o ruhtan bütün âlemlere hayat veriyor. O Ebu'l-ervah'tır, bütün ruhların babasıdır.
Aynı zamanda âlemlere rahmettir. Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik." buyuruyor. (Enbiyâ: 107)
Âyet-i kerime'sine muhatap yapmış, "Rahmeten lil-âlemîn" kılmış, onu âlemlere rahmet olarak göndermiştir. Onun nuru âlemleri ihâta etmiştir. O "Sebeb-i mevcûdat"tır, o "Rahmeten lil-âlemîn"dir.
Allah-u Teâlâ böyle buyuruyor, Yaratan böyle yapmış onu.
Âlemdeki her zerrede hayat var, o hayat da Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-i ile kaimdir.
Bu sebepledir ki, eğer okuyabilirseniz "Kâinatın ismi Muhammed Aleyhisselâm'dır." yazısını göreceksiniz. Senin gözün bu nûru görmüyorsa, körse, güneşin suçu nedir?
Bunun içindir ki âlemdeki her zerre nasibini ondan alıyor. Ay da, güneş de, yer de, gök de, her şey o nurdan alıyor. Nereye baksan o nur. Ona verdiğinden ötürü kâinat onun nuruna muhtaçtır. Çünkü Allah-u Teâlâ kendi nurundan onun nurunu yarattı, o nurdan da âlemleri donattı.
Onun varlığı bütün varlıklara bir rahmettir.
Bir Âyet-i kerime'de de:
"O sizden iman edenler için bir rahmettir." buyuruluyor. (Tevbe: 61)
Kim bu rahmeti kabul eder ve bu nimete şükrederse; dünya saâdetine, ahiret selâmetine erer.
Onun rahmet olduğunu tasdik edip ümmeti olanlara, zâhir ve bâtın her türlü rahmet kapıları açılır. O rahmetten nasibini alanlar; dünyada da ahirette de saâdet ve selâmete kavuşurlar, her türlü kötülüklerden, sıkıntılardan kurtulurlar.
Müminlere rahmettir. Çünkü onlara doğru yolu göstermiştir. Kâfirlere de rahmettir, çünkü azaplarının ertelenmesine vesile olmuştur.
Ondan önce gönderilen herhangi bir peygamberi, ümmeti ısrarla reddettiği zaman; Allah-u Teâlâ onları yere batırma, suda boğma... gibi cezalarla helâk ediyordu. Fakat onu tekzib eden müşriklerin azâbı ise öldükten sonraya tehir edilmiştir.
Nitekim Âyet-i kerime'de:
"Sen içlerinde iken Allah onlara azâb etmez." buyuruluyor. (Enfâl: 33)
Rahmet peygamberi olduğu için, aralarında bulunmasından dolayı Allah-u Teâlâ bir ikram olarak onlara mühlet vermiştir.
Ondan sonra bir peygamber gelmeyeceğine göre, dünyanın sonuna kadar âlemlere rahmettir. Hayatı rahmettir, memâtı da rahmettir.
Allah-u Teâlâ o nur ile âlemlere hayat verdi ve donattı. Âlemlerin hayatı, Allah-u Teâlâ'nın ona verdiği nur ile kâimdir.
O Allah-u Teâlâ'ya ulaştırmak için tek bir rehberdir. Eğer o lütuflar olmasaydı, beşeriyet hiç şüphesiz ki dalâlette ve karanlıkta kalırdı. Onun yüzü suyu hürmetine bütün bu faziletlerden insanoğlu da istifade ediyor.
Hadis-i kudsî'de beyan buyurulduğu üzere Allah-u Teâlâ onun hakkında:
"Sen olmasaydın, felekleri yaratmazdım." buyurdu. (K. Hafâ)
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin Sebeb-i mevcûdat, yani varlıkların yaratılış sebebi olduğunu beyan buyurdu ve beşeriyete duyurdu.
O: "Asluhu nur, cismuhu Âdem"dir. Âlemlere rahmet oluşu nurundan ötürüdür.
Çünkü nurundan nurunu yarattı, o nurdan da bütün kâinatı donattı. Onu yaratmasaydı, mükevvenât da olmayacaktı. Demek ki o eflâktan değil, eflâk onun nurundan yaratılmıştır.
O bütün mevcûdatın çekirdeği ve mayasıdır, hakikatin özüdür. İşte bunun içindir ki beşeriyetin onu idrak etmesi mümkün değildir.
Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini Âyet-i kerime'sinde "Nur saçan kandil" olarak vasıflandırdı. (Ahzâb: 46)
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri'nin ilk yarattığı şey Muhammed Aleyhisselâm'ın nuru idi. Cemal nurundan en evvelâ onun nurunu yarattı. Daha sonra o nurdan âlemleri halketti, bütün mükevvenatı da o nur ile donattı.
Ruhlar âleminde "Elest bezmi"nde ilk defa ahid ve misakı alınan ve:
"Ben sizin Rabb'iniz değil miyim?" (A'râf: 172)
Hitâb-ı izzet'ine ilk cevap veren odur. Peygamberliği her ne kadar diğer peygamberlerden sonra ise de hakikatte onlardan öncedir. Âlem-i şehadet'te son peygamber, âlem-i misal'de ilk peygamberdir.
Hadis-i şerif'lerinde bu hakikati beyan buyurmuşlardır:
"Âdem ruh ile ceset arasında iken ben peygamberdim." (Ahmed bin Hanbel)
Allah-u Teâlâ'nın kendi nurundan ilk olarak yarattığı varlık odur. Resulullah Aleyhisselâm'ın o zamanın peygamberi olduğu, peygamber olarak halkedildiği beyan ediliyor.
"Ben yaratılış bakımından peygamberlerin ilki olduğum halde, onların hepsinden sonra gönderildim."
Allah-u Teâlâ sevdiği, seçtiği peygamber kullarının her birine ayrı bir lütufla tecelli etmiştir. O lütuf Muhammed Aleyhisselâm'ın nuru idi. Geldikleri zaman Muhammed Aleyhisselâm'ın emaneti ile Nur-i Muhammedî ile geldiler. Bütün Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'deki her fazilet, meziyet ve mazhariyet, üzerlerindeki emanet, Muhammed Aleyhisselâm'ın nurunu taşıdıklarından ötürüdür.
"Nur üstüne nurdur." (Nûr: 35)
Yani Allah-u Teâlâ kendi nûrundan Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin nûrunu yarattı. Peygamberân-ı izâm Aleyhimüsselâm Hazerâtı'nın hepsini de Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin nûrundan yaratmıştır. Onlardaki nur Resulullah Aleyhisselâm'ın nûru idi.
Tâ Âdem Aleyhisselâm'dan beri o nur onların üzerinde döndü durdu. Her birinin alnında parlıyordu. Nihayet nurun sahibine kadar geldi. Zaten onun nuru idi, nur nura kavuştu.
O nurdan en çok nasipdar olanlar kimlerdir?
En çok nasipdar olan; Allah-u Teâlâ'nın nuru, âlemlerin gurur ve sürûru Muhammed Aleyhisselâm, ondan sonra Hâtem-i veli, ondan sonra sırası ile peygamberler, sıddıklar, şehitler, sâlihlerdir.
•
Resulullah Aleyhisselâm aynı zamanda ebul-ervah'tır, bütün ruhların babasıdır. Hazret-i Allah kendi ruhundan ona ruh verdi, o ruhtan bütün ruhları yarattı.
"Ey insan!" (Yâsin: 1)
Hitabının muhatabı Muhammed Aleyhisselâm'dır. İnsan-ı kâmil, hulâsa-î insan odur.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri ona kendi lütf-u kereminden "Yâsin! = Ey insan!" buyurdu.
"Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık." (Tîn: 4)
Aslında bu hitab-ı ilâhiye'ye mazhar olan ve Âyet-i kerime mucibince en güzel bir biçimde yaratıldığı belirtilen insan da yine odur.
Aslı nûrdur, görünüşü beşerdir. Öyle bir benî âdem ki;
"Biz insanı mükerrem kıldık." (İsrâ: 70)
Âyet-i kerime'sindeki mükerrem insan hitabının mazharı da yine odur. İnsan bütün yaratıkların en mükerremi, o ise bütün insanların en mükerremidir. Onun yüzü suyu hürmetine bütün bu faziletlerden insanoğlu da istifade ediyor.
Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm o nurdan en çok nasibini alan âlî bir peygamberdir.
Bu husus Âyet-i kerime'lerde ve Hadis-i şerif'lerde açıkça görülür.
Onun aslı nurdur. Allah-u Teâlâ o nurda tecellî ettiği için: "Sirâc-ı münîr = Nur saçan kandil" olmuştur.
Allah-u Teâlâ kulu ve Resul'ü Muhammed Aleyhisselâm'ın bizzat mübarek şahsını; mücessem bir hidayet, bir rehber ve bir önder kılmıştır.
Mübarek vücudu serâpâ nurdur. Bu nur ile körler bile görür, duymayan kulaklar duyar, kapalı kalpler açılır, yolunu şaşıranlar yol bulur.
Bu hususta Allah-u Teâlâ, Zât-ı risaletpenâhî'yi muhatap kılarak şöyle buyuruyor:
"Ey Peygamber! Biz seni bir şâhit, bir müjdeci, bir uyarıcı, Allah'ın izniyle Allah'a çağıran ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik." (Ahzâb: 45-46)
Bunun içindir ki vücud-u şerif'leri, ruhları, lisanları, kalpleri, ahlâk ve amelleri, ilim ve fehimleri nur kaynağıdır.
Bir şahid; Bu şehadeti Âdem Aleyhisselâm'dan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e kadar gelen bütün ümmetleri içine alır. Gerek peygamberlerin getirdiği tebligatı, gerekse ümmetlerin durumlarını Allah-u Teâlâ'nın bildirmesiyle bilir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz peygamberlere ve onların yaptığı tebligatlarına ve ümmetlerin durumlarına şahitlik yapacaktır.
Bir müjdeleyici; Aynı zamanda ümmetine ise bir müjdeleyicidir. Ebedî saadet ve selâmet yollarını gösteren, hidayet nûrlarına erişmeleri için onları gaflet uykusundan uyaran bir müjdeleyici.
Allah'ın izniyle Allah'a çağıran; Şüphesiz ki Allah-u Teâlâ'nın izniyle Allah-u Teâlâ'nın hidayet verdiği kimseleri Hazret-i Allah'a dâvet ediyor.
Nûr saçan kandil; Bu öyle bir nûr ki, bu nûr Allah-u Teâlâ'nın nûrudur. Bu öyle bir kandil ki bütün âlemleri nûrlandıran bir kandildir.
Sen o nûru nasıl bilebilirsin ve o nûrdan nasıl haber verebilirsin?
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Hadis-i kudsî'de buyurur ki:
"Kubbelerimin altındaki velilerimi benden başka kimse bilemez."
Bunu Allah ve Resul'ü buyuruyor.
İsmi, cismi bilinir. Bilinmeyen ruhâniyeti ve nûrâniyetidir.
Allah-u Teâlâ kendi veli kulunu kendisinden ma'da hiç kimsenin bilemeyeceğini beyan buyurduğu halde, -ki onun nûrunu, ruhaniyetini, nûraniyetini ancak Yaratan bilir- ya bir peygamberi bilmek ne mümkündür.
O ki bir velîyi kimse bilemez buyururken, Kâinatın Efendisi'ni sen nasıl bilebilirsin?
Bir insanın resmini görür, ismini bilirsin. Yaptığı işlere de vâkıf olabilirsin. O kimsenin iç âlemini, said mi, şâkî mi olduğunu bilebilir misin? Hâl böyle iken bir kimsenin çıkıp da Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i bildiğini iddia etmesi ne derece doğru olur? Çekirdeğin içini bilmeyen, kâinatın çekirdeğini nasıl bilebilir?
Bu öyle bir nur ki, bu nur Allah-u Teâlâ'nın nurudur. Bu öyle bir kandil ki, bütün âlemleri nurlandıran bir kandildir.
Her ne kadar görünüşü beşer ise de, fıtrî yapısı ayrıdır.
Cismin beşer oluşu hakkında Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Resul'üm! De ki: Ben de sizin gibi bir beşerim. Ancak bana vahyolunuyor." (Kehf: 110)
İşte onun hakkındaki bütün yanılmalar bu noktadan doğuyor.
"Ben de sizin gibi bir beşerim." beyanı, onun beşer yönüdür, zâhirî görünüşüdür, dışıdır.
İşte bu perdenin ötesine geçemeyenler:
Mâide sûre-i şerif'inin 15. Âyet-i kerime'sinde; "Allah'tan size bir nur gelmiştir." buyurulan bu "Nur"u göremediler, cisimde takılıp kaldılar, "Nur"a inemediler, hidayete eremediler ve iman etmiş de olmadılar. Onlar öteye geçemedikleri için, ilâhî nurdan, rahmetten, merhametten mahrum kaldılar.
Nûr, Allah-u Teâlâ'nın Zâhir İsm-i şerif'inin tecelli etmesidir. Varlıklar o Nûr'un tecellisi ile vücud bulmuştur. Bütün âlemleri meydana koyan, mükevvenâtı gösteren, hakikati bildiren O'dur.
Âyet-i kerime'de geçen; "Gökler ve yer" ibaresi Kur'an-ı kerim'de hususiyetle "Kâinat" için kullanılmaktadır. Dolayısıyla Âyet-i kerime'nin mânâsı "Allah bütün kâinatın nûrudur." demektir.
Gökleri meleklerle ve parlak yıldızlarla, yeri de kendi dostları olan nebilerle velilerle aydınlatan, nûrlandıran O'dur.
Allah-u Teâlâ Zât-ı akdes'ine Nûr ismini vermiş, Kitab-ı kerim'ini ve Resul-i Ekrem'ini nûr kılmış, mahlûkatı ile kendisi arasına bu nûr ile perde çekmiştir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir niyazlarında:
"Hamd sana mahsustur. Sen göklerin, yerin ve bunlarda bulunan her şeyin nûrusun.!" buyurmuştur. (Buhârî)
İbn-i Mesud -radiyallahu anh- şöyle buyurur:
"Rabb'inizin katında ne gece ne gündüz vardır. Göklerin ve yerin nûru, O'nun zâtının nûrudur."
Ortağı, eşi ve benzeri olmaktan münezzeh olan Allah-u Teâlâ; Kur'an-ı Azimüşan'da "Biz" buyuruyor. "Biz yarattık, Biz gönderdik..." gibi.
Bunun hikmeti şu ki: Hazret-i Allah Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini kastediyor. O Hazret-i Allah'ın nûrudur. Bizzat kendi nûrundan Habibi'nin nûrunu yarattı. Nûrundan nûr kattı. O nûr ile kâinatı donattı. Yani kâinattan onu yaratmadı, ondan kâinatı yarattı.
Allah-u Teâlâ "Biz" buyurmakla Habibi'ni de katıyor, nasıl ki Kelime-i şehadet'de kattığı gibi.
"Lâilâhe İllâllah" demekle insan iman etmiş olmaz. "Muhammedün Resulullah" deyince iman etmiş olur. Ona iman etmek tevhidin iki rüknünden biridir.
Nasıl ki ezanda kattığı gibi. "Eşhedü en lâ ilâhe illallah" demekle ezan olmaz, "Eşhedü enne Muhammeden Resulullah" demeyince.
Lâ ilahe illallah, Muhammeden Resulullah; Biz bunu söylerken her şeyin O'nun ve O'ndan olduğunu, gerek kendimin, gerek bütün kainatın yalnız bir maske olduğunu biliyor, görüyor ve söylüyorum. Kâinat maske olduğuna göre Allah değildir. O "Lâ" oluyor. Gerçek var olan Hazret-i Allah'tır. "Yâ Rabb'i! Ben maskeye ibadet edenlerden değilim. Ben bunların maske olduğunu hem biliyorum, hem söylüyorum ve onlara "Lâ" diyorum. Ancak "Lâ ilahe illâllah" sen varsın, ve "Muhammeden Resulullah" dediğimde kâinatı ondan yarattığını da aynı yerde koyuyorum. Bütün kainatın maske olduğunu yalnız O'nun mevcud olduğunu biliyorum. Kendi nûrundan Habibi'ni yaratmış, Habibi'nin O'nun nûru olduğunu ikinci kelime ile tamamlıyorum. Biz Kelime-i tevhid'i böyle söyleriz. Ve Cenâb-ı Hakk'ı hem bilir, hem görür, hem söyleriz. Kelime-i tevhid'in son lübü budur. Çünkü ben kendimin, kainatta bir maske olduğumu bilerek Kelime-i tevhid'i söylüyorum. Yalnız O var. Nûrundan nûrunu yaratmış, o nûrdan da kâinatı donatmış. Nereye baksan Hazret-i Muhammed olduğunu göreceksin.
Bunun içindir ki, dikkatle bakarsanız şunu görürsünüz: Kâinatın ismi Muhammed Aleyhisselâm'dır.
Delilini mi istiyorsunuz?
Bizzat Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Hadis-i kudsî'sinde:
"Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım." buyuruyor. (K. Hafâ. c. 2 sh. 164)
Burada apaçık görülüyor ki Allah-u Teâlâ nûrundan onun nûrunu yarattı ve o nûrdan mükevvenatı donattı, onu yaratmasa idi, mükevvenatı da donatmayacaktı. Onun için Sebeb-i mevcudat oluşu buradandır. Her canlının Hazret-i Allah'a şükretmesi ve Resulullah Aleyhisselâm'a müteşekkir olması lâzım, çünkü onunla hayat bulmuştur.
Demek ki o eflâktan değil, eflâk onun nûrundan yaratılmıştır. O Sebeb-i mevcudat'tır, hem de Ebul-ervah'tır.
Allah-u Teâlâ bütün insanlık âlemine hitap ederek, onlara kendi katından hak bir peygamber, ilâhî bir burhan, büyük bir delil gönderdiğini Âyet-i kerime'sinde haber vermektedir:
"Ey insanlar! Rabb'inizden size hak bir Peygamber gelmiştir. O hâlde kendi hayrınıza olarak hemen ona iman edin!" (Nisâ: 170)
O size İslâm'ı getirmiştir. Âlemlerin Rabb'i olan Allah-u Teâlâ'ya teslim olmak isteyen kimse için takip edilecek tek yol, onun getirdiği dindir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz inanan bütün insanlara Allah-u Teâlâ'nın en büyük nimetidir. Tabii ki bilen için...
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Andolsun ki, Allah müminlere kendi içlerinden bir Peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur." (Âl-i imrân: 164)
Bu lütuf bilen için gerçekten lütufların en büyüklerinden birisidir. İman edenler kurtulacak, iman etmeyen kurtulamayacaktır.
Sûrî ve mânevî, zâhirî ve bâtınî, ilmî ve amelî, dünyevî ve uhrevî bütün üstünlüklerin ve yüceliklerin hepsi onda toplanmıştır.
•
Allah-u Teâlâ onu her şeyden azîz, kadrini yüce kılmış, herkese ve her şeye tercih etmiştir. Canlardan da cananlardan da azîzdir. Yaratılmışlar arasında naziri ve benzeri yoktur. Yaratılan hiçbir şeyle, hiçbir kimse ile ne ölçülür, ne de eşit tutulur. Yüce makamında tektir. Niçin? O'nun nuru olduğu için.
"Andolsun, içinizden size öyle azîz bir Peygamber gelmiştir ki sıkıntıya uğramanız ona çok ağır ve güç gelir. Üstünüze çok düşkündür. Müminlere çok şefkatli, çok merhametlidir." (Tevbe: 128)
Onu yaratan ona Azîz buyurduğu gibi, yine kendisine mahsus olan Raûf ve Rahîm isimlerini ona da atfetti. Onu yüceltmek için kendi isminden pay ayırdı. O "Azîz"i öyle "Azîz" bir makama yerleştirdi ki, bu ilâhî lütuf insan tasavvurunun hâricindedir.
Bu ism-i şerif'leri ona vermek demek; Allah-u Teâlâ'nın varlığı onda tecellî etti demektir.
Meselâ bir insan yakasına bir rozet takar. Bunun mânâsı: "Ben buraya âitim!" demektir. Allah-u Teâlâ ona rozetini takmış, kendi ism-i şerif'lerini lâyık görmüş. Bu ise kuvve-i beşerin takati haricinde bir lütuftur. Mahlûk olan insanın aklı ve ilmi buraya girmez.
"Raûf"; bütün müminlere karşı gayet ince bir şefkati ve derin bir merhameti olan, rahmeti çok engin, affetmeyi seven demektir. O bizâtihi bu ism-i şerif'in mazharıdır.
"Rahîm"; insanların tevbe ederek doğru yolu bulmalarını çok arzu eden, çok şefkatli, çok merhametli demektir. Bu ism-i şerifin de bizâtihi mazharıdır.
Bu fazilete peygamberlerinden hiçbirisi mazhar olmamıştır.
O her zaman ve mekânda Azîz'dir. Allah katındaki şeref ve faziletinin yüksekliğine hudut yoktur. Mertebe ve kemâli her an yükselmektedir.
Âdem Aleyhisselâm'dan itibaren kendi zamanına gelinceye kadar mevcûdâtın en şereflisi olduğu gibi, kendisinden sonra kıyamete kadar da mahlûkâtın en faziletlisidir.
Mübarek vücutları ahirete intikal etmekle, nurlarına aslâ bir noksanlık ârız olmaz. Rûhâniyeti ve nurâniyeti kıyamete kadar bâki kalacak, insanlar o nur sebebi ile hidayete ereceklerdir.
O ki yaratılmışların en hayırlısıdır. Allah-u Teâlâ'nın Habib-i Ekrem'i, dostu, arşının nuru, vahyinin eminidir. Ziynetlendirdiği, şereflendirdiği, keremlendirdiği, büyük kıldığı, ilm-i ezelîsini tâlim buyurduğu temiz kuludur.
Allah-u Teâlâ onu peygamberlerin efendisi ve sonuncusu, takvâ sahiplerinin önderi, günahkârların şefaatçisi ve âlemlerin rahmeti yapmıştır.
O ki iman hakikatlerinin menbâı, Rahmânî sırların iniş yeri, Rabbânî memleketin mahrem-i esrârı, bütün peygamberlerin ahd ve misaklarının vasıtası, Livâ-i izzet'in sahibi, ezel sırlarının müşâhidi, Kelâm-ı kadîm'in tercümanı, ilim ve hikmetin kaynağı, dünya ve ukbâ ehlinin cesetlerinin ruhudur.
Muhammed Aleyhisselâm Hicret'ten bir buçuk sene evvel Receb-i şerif ayının 27. gecesinde Miraç ile şereflenmiştir.
Mirâc-ı şerif hadisesi Kur'an-ı kerim'de şöyle anlatılmaktadır:
"Kulunu (Muhammed'i) gecenin bir anında Mescid-i Haram'dan alıp civarını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir. Ona âyetlerimizden nicelerini gösterelim diye böyle yaptık. Şüphesiz ki Allah işiten ve görendir." (İsrâ: 1)
Mescid-i Aksâ ile Mescid-i Haram'ın arasındaki mesafe uzak olduğu için Kudüs'teki mescide "Mescid-i Aksâ" denilmiştir.
Bu bir esrâr-ı ilâhî'dir. Allah-u Teâlâ yalnız ve yalnız onu seçti, onu çekti ve ona gösterdi.
Ona gösterdiğini kimseye göstermediği gibi, mukarreb meleklerden olan Cebrâil Aleyhisselâm'a dahi vâkıf ettirmedi. Bu şeref ile ondan başka hiç kimseyi müşerref etmedi.
Resulullah Aleyhisselâm bu gece göklerin ve yerin melekûtundan haberdar oldu ve Allah-u Teâlâ'nın kudret ve azametini gösteren âyet ve alâmetleri, harikulâde halleri gördü.
O kendisi Allah-u Teâlâ'nın âyetlerinden en büyük bir âyettir. Bu şekilde miraç, Muhammed Aleyhisselâm'a âyet göstermekten daha çok, onun kendisini bir âyet olarak kâinata göstermek olmuştur.
Resulullah Aleyhisselâm'ın, başkasında bulunmayan, eşi benzeri olmayan yüce değerleri vardır:
İlk defa onun için kabir yarılacak ve o binitli olarak mahşere gelecektir. Mahşer divanının en büyüğü odur.
Âdem Aleyhisselâm'ın ve ondan sonra gelenlerin altında toplandıkları sancak onun sancağıdır.
Durak yerinde ziyaretçileri en çok olan havuz onun havuzudur.
En yüce ve en büyük şefaat Allah katında onun şefaatidir.
Ümmeti arasında hüküm veren ilk peygamber odur.
Bütün müminler cennete onun şefaati sayesinde gireceklerdir.
Cennete ilk giren odur.
Onun ümmeti cennete diğer ümmetlerden önce gireceklerdir.
Cennetteki makamların en yücesi olan "Vesile"nin sahibi odur.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah'ın senin üzerindeki lütuf ve nimeti çok büyüktür." (Nisâ: 113)
Üstünlüklerin en üstünü Hazret-i Allah'ın dostu olmasıdır.
Bir yaratılmış ki yaratan ona âşık olmuş.
•
Allah-u Teâlâ onun hayatı üzerine yeminde bulundu:
"Resul'üm! Senin ömrüne andolsun ki!.." (Hicr: 72)
Allah-u Teâlâ onu o kadar seviyor ki, yaptığı iş ve icraatlarından, ibadet ve taatlarından, istikametinden, adâletinden, şefkat ve merhametinden o kadar hoşnut ki onun ömrüne yemin ediyor. Bu yemin hoşnutluğundan ileri geliyor.
Burada onun için yüce bir makam, büyük bir şeref vardır. Cenâb-ı Hakk ondan başka hiçbir kimsenin, hiçbir peygamberin hayatı üzerine yemin etmedi. Ona verdiğini de hiç kimseye vermedi.
Ayrıca doğup büyüdüğü, yaşadığı belde olan Mekke-i mükerreme üzerine de yemin etmiştir:
"Ve bu güvenilir şehre andolsun ki!.." (Tîn: 3)
Bazı beldeler vardır bitki bitirir, bazı beldeler vardır bitirmez. Bazı beldeler vardır ilâhî rahmete mazhar olmuştur, bazı beldeler vardır ki olmamıştır. Dilediğine lütfetmiş, nazar etmiş, dilediğine vermemiş.
Allah-u Teâlâ, kulu ve Resul'ü Muhammed Aleyhisselâm'ın fazilet ve meziyetini, şeref ve haysiyetini, yüceler yücesindeki mevkiini çok açık bir şekilde beşeriyete ilân etmiştir:
"Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber (Muhammed)e çok salât ve senâ ederler.
Ey iman edenler! Siz de ona salât-ü selâm getirin ve tam bir teslimiyetle gönülden teslim olun." (Ahzâb: 56)
Ne yüce mertebedir ki, onu yaratan ona salât-ü selâm getiriyor, sevgili Peygamber'ini anıyor. Ulvî makamındaki melekler de onun için mağfiret diliyorlar, senâ ediyorlar.
Bu nimet ve şereften üstün bir ikbal ve ikram düşünülemez.
Sonra da süflî âlemdeki insanlara Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine salât-ü selâm getirmelerini emrediyor.
Müminler bu sayede kendilerini zulmetten nura kavuşturan, ulvî ufukların kapılarını açan Peygamber'lerine; salât ve selâmlarını, hürmet ve tâzimlerini, övgü ve senâlarını, minnettarlıklarını arzetmiş oluyorlar.
Bu vesile ile de Allah katında itibar kazanmış, birçok ecir ve mükâfâtlara nâil olmuş oluyorlar. Allah-u Teâlâ onu sevdiği için onu sevenleri de sever.
Sâdık müminler asırlar boyu o Nur'un aşkında ve şevkinde yaşamışlar, ona karşı besledikleri muhabbet bağından bir an olsun ayrılmamışlar, salât-ü selâm ile tebcil etmekten geri durmamışlardır.
•
Allah-u Teâlâ onun hakkında Âyet-i kerime'sinde:
"Resul'üm! Biz senin şânını yükselttik." buyurdu. (İnşirâh: 4)
Tasavvur buyurun ki bütün mükevvenâtı yaratan, âlemleri donatan Allah-u Teâlâ onun yüce şânını yükselttiğini ve bütün âlemlerin en şereflisi olduğunu beyan buyuruyor. Bu şeref yalnız ona mahsustur.
Muhammed Aleyhisselâm bütün peygamberlerin en faziletlisi, en üstünüdür. Kâinatın mebdeî, mahlûkâtın ekmeli ve efendisidir.
İlâhî kudret, ahlâkî olgunluk bakımından onun gibi bir beşer yaratmış değildir.
Allah-u Teâlâ ona iyiliklerin, güzelliklerin, faziletlerin hepsini ihsan ve ikram etmiştir.
Âyet-i kerime'sinde Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini ve onun yüksek ahlâkını överek şöyle buyurmuştur:
"Senin için tükenmeyen bir mükâfât var." (Kalem: 3)
Allah-u Teâlâ onu öyle sonsuz bir ihsan ve ikrama mazhar etmiş ki, bu "Tükenmeyen mükâfât"a mahlûkun aklı ermez.
Öyle bir mükâfat ki aslâ sonu gelmeyen bir mükâfât, hiç kimsenin minnetini çekmeden sırf Allah-u Teâlâ'nın lütfu ve yardımı olan bir mükâfât.
"Ve sen hiç şüphesiz büyük bir ahlâka sahipsin." (Kalem: 4)
Allah-u Teâlâ onu bizzat kendisi meth-ü senâ ediyor ve büyük bir ahlâk sahibi olduğunu beyan buyuruyor.
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine bahşettiği yüceliği başka hiç kimseye vermemiştir. Geçmiş ve geleceklerin en üstün ahlâkını yalnız ona bahşettiğini ferman buyurmuştur. Onu başka bir tarifle anlatmak mümkün değildir. Başkalarının tam mânâsıyla anlayamayacakları güzelliklerle seçkin kılınmıştır.
Kur'an-ı kerim'in mânâlarına nihayet olmadığı gibi, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-in "Huluk-u azîm" tabiriyle bildirilen güzel vasıflarına da nihayet yoktur.
Geçmişin ve geleceğin bütün ahlâk güzelliklerinin hepsini istisnasız üzerinde toplamıştır.
Bu, Allah-u Teâlâ'nın ona bahşettiği ihsan-ı ilâhî'dir. Yalnız ona bahşetmiştir.
Kendisinden evvel gelen peygamber kardeşlerinin dinlerinde bulunan ahlâk ve fazilet gibi değerlerin eksikliklerini tamamlayarak kemâle erdirmiştir.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz en büyük şefaat makamı olan Makam-ı Mahmud'a erdirilerek de diğer peygamberlere üstün kılınmıştır.
Âyet-i kerime'de:
"Ümid edebilirsin ki, Rabb'in seni bir Makâm-ı Mahmud'a gönderecektir." buyuruluyor. (İsrâ: 79)
O öyle bir makamdır ki, hiç kimsenin şefaat edemeyeceği bir zamanda yalnız ona şefaat izni verilecek ve şefaati kabul olunacak peygamber yalnız Muhammed Aleyhisselâm'dır.
Bu makam Resulullah Aleyhisselâm'ın insanlara şefaat etmek üzere çıkarılacağı, herkesin hamd ile yüceltileceği Livâ-i hamd altında muazzam şefaat makamı demektir. O makamda günahkârlara ve biçarelere şefaat edince mahşer halkı tarafından Resulullah Aleyhisselâm pek çok senâ olunacağı için o makama "Mahmud" denilmiştir.
Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine hitaben Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde:
"Sana Rabb'in, sen râzı oluncaya kadar verecek." buyuruyor. (Duhâ: 5)
Mahşerde ilâhi mahkemenin bir an evvel başlaması için en büyük şefaatte bulunacak olan Muhammed Aleyhisselâm'ın bu Şefaat-i uzmâ'sı mahşerdeki bütün insanlara ve cinlere şâmildir.
Şefaat; bir kimsenin suçunu affettirmek, kendisinden cezayı gidermek için hakkında yapılan bir iltimas ve istirhamdan ibarettir.
Şefaat sayesinde kıyametin sıkıntısı ve şiddeti ümmetine dokunmayacaktır.
Onun âlemlere rahmet oluşu sebebiyledir ki; ümmeti cehennemde ebedî kalıp azap görmekten kurtulacaktır, hesapları bütün ümmetlerden önce görülecek, işledikleri kabahatlere ve diğer hallere diğer peygamberler ve ümmetleri vâkıf olamayacaklardır. Alacakları mükâfatlar kat kat olacak, cennette nimetlerin en büyüğü olarak Cemâlullah'ı müşâhede edeceklerdir.
•
Allah-u Teâlâ Zât-ı akdes'i ile Resulullah Aleyhisselâm'ı bir tutmuş, ona yapılan muhalefeti kendisine yapılan muhalefet gibi saymıştır.
Her kim ne şekilde olursa olsun, Resulullah Aleyhisselâm'ı incitirse, Allah-u Teâlâ'yı incitmiş olur.
Allah-u Teâlâ onu rahatsız edenleri, dâvetine kulak vermeyenleri, emirlerine aykırı hareket edip yasaklarından kaçınmayanları ve bu hususta ısrar edenleri Âyet-i kerime'lerinde çok çetin bir azapla tehdit ediyor ve şöyle buyuruyor:
"Allah'ın Peygamber'ini incitip üzenlere acıklı bir azap vardır." (Tevbe: 61)
Onlar dünyada da ahirette de belâlarını bulacaklar, ebedî bir azaba uğrayacaklardır.
"Allah'ı ve Peygamber'ini incitenlere, Allah dünyada da ahirette de lânet etmiştir. Onlara alçaltıcı bir azap hazırlamıştır." (Ahzâb: 57)
Peygamber'e yapılan eziyetin, Allah'a eziyet mânâsına gelmesi, azabın şiddetini daha da arttırmaktadır. Çünkü o, âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. İnsanların hidayete ermeleri onu sevindirir, dalâlete sapmaları onu üzer.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine hitaben:
"Onların sana baktıklarını görürsün. Oysa onlar görmezler." buyuruyor. (A'râf: 198)
Yani senin hakikatini göremezler ve bilemezler. Onların bakışı Abdullah oğlu Muhammed'den ibarettir. Oysa Allah-u Teâlâ onu kendi nûrundan yaratmış, âlemleri o nûr ile donatmış. İşte bunu bilmezler. Onun aslı nûrdur.
Zâhirini görenler onun hakikatini göremediler. Ona bir beşer gözüyle baktılar.
Onu methetmek isteyenler, methederken âcizliklerini itiraf etmişlerdir.
Biz her şeye itiraz ederiz de nefsimizin bize yaptığı oyunlara itiraz etmeyiz. Bunun için de Hakk'ı bilemiyoruz, hakikati de bulamıyoruz.
Aklın dereceleri var. Kişinin ilmi ve aklı tekâmül etmediği için hakikati kendi zan ölçüsü ile ölçmeye kalkar. Halbuki aslında kişi kendisinden haberdar değildir.
Onun içindir ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Nefsini bilen Rabb'ini bilir." buyurdu. (K. Hafâ)
Amma kendini bilmen için yaratılışını, nimetlerle donatılışını, bidayetten nihayete kadar terbiye ediliş şeklini ve sana suret vereni bilmen ve görmen gerekir. Ve fakat sen bunu bilemiyorsun, kendini göremiyorsun.
Bize düşen Allah ve Resul'üne kayıtsız teslim olmak ve itaat etmektir.
Allah-u Teâlâ'nın sevgisine mazhar olabilmek, ancak ve ancak Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e kayıtsız ve şartsız tâbi olup itaat etmekle mümkündür.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Habib'im! Onlara söyle; Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana tâbi olun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.
Allah son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir." buyuruyor. (Âl-i imrân: 31)
Bu Âyet-i kerime'nin hükmü, Resulullah Aleyhisselâm'ın yolunda olmadığı halde Allah-u Teâlâ'yı sevdiğini iddia eden herkese şamildir. Bir kimse bütün söz ve fiillerinde ona uymadıkça bu iddiasında yalancıdır.
Bu Âyet-i kerime nâzil olunca münafıkların başı Abdullah bin Ubeyy "Bakınız Muhammed kendisine itaati Allah'a itaat gibi tutuyar ve bizlere hıristiyanların İsâ'yı sevdikleri gibi kendisini sevmemizi emrediyor." dedi.
Bunun üzerine ikinci Âyet-i kerime nâzil oldu:
"Resul'üm de ki: 'Allah'a ve Peygamber'e itaat edin.' Şayet yüz çevirirlerse şüphesiz ki Allah kâfirleri sevmez." (Âl-i imrân: 32)
Nitekim:
"Sünnet-i seniyyeme tâbi olmayan benden değildir." (Münâvî)
Hadis-i şerif'i mucibince; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in her emr-i şerifine ittiba etmek gerekir.
Bunları yapmayıp kayıtsız şartsız teslim olmayan, sünnet-i seniyye'ye riayet etmeyen ümmetlik dâvâsını kaybetmiştir. Çünkü "Onlar benden değil" buyurduğuna göre onları ümmet olarak kabul etmiyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i canımızdan fazla sevmedikçe,
Yaşadığını ruhen yaşamadıkça,
Nefse tatbik ettirmedikçe; gerçek ümmeti olduğumuzu nasıl ispat edebiliriz?
Şunu çok iyi bilelim ki Hadis-i şerif'te:
"İlmini arttıran fakat dünyaya karşı zühdünü arttırmayan kişi, ancak Allah ile arasındaki uzaklığı arttırmış olur." buyuruluyor. (C. Sağir)
Bir insanın zahiri ilimde çalışması ve ilimde ilerlemesi ona ancak kalbin katılığını temin eder. İlimle beraber amel ve takvâ gerekir, ibadet ve itaat gerekir. Böylece iç âlemine geçebilsin, kalbin kilidini çözebilsin.
•
Allah-u Teâlâ hem Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin beşeriyet âlemindeki ulu mevkisini, hem de Ümmet-i Muhteremesi'nin değerini Âyet-i kerime'si ile bütün insanlığa duyurmuştur:
"Böylece sizi, bütün insanlara karşı şâhitler olmanız için tam ortada vasat bir ümmet kıldık. Peygamber de size şâhit olsun." (Bakara: 143)
Allah-u Teâlâ her peygamberi kendi ümmetine şâhit tutmuş, Ümmet-i Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- ise bütün insanlar üzerine şâhit kılınmıştır. Onlar insanlara şehâdet ederken, kendilerine de şehâdet eden bir Resulullah Aleyhisselâm vardır.
Vasat ümmet; orta yolu takip eden, ifrat ve tefrite düşmeyen, her şeyde ölçülü ve mutedil olan, dünya ve ahiret dengesini kurabilen, hak ve adaletten ayrılmayan, hakka hak, bâtıla bâtıl diyen bir ümmettir.
Kıyamet gününde bütün ümmetler bu ümmetin efendiliğini, diğer ümmetlere olan üstünlüğünü itiraf edeceklerdir.
•
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'ı kendi nûrundan yarattı. O nûrdan da mükevvenatı donattı. Nereye baksan o nûr. Ona verdiğinden ötürü bütün kainat ona muhtaç.
Fakir der ki; "Sen Allah-u Teâlâ'nın nûrusun, bütün âlemlerin gurur ve sürurusun." Ben onunla gurur duyuyorum, onunla sürur duyuyorum. Çünkü Rahmeten lil-âlemin olduğu için onunla kaimim.
Âyet-i kerime'de:
"Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik." buyuruluyor. (Enbiyâ: 107)
O rahmeten lil-âlemin olduğu için o rahmetten sen de nasibini aldın, onunla da kaimsin. Bütün kâinat oradan alıyor. Ay da, güneş de, yer de, gök de, her şey oradan alıyor.
Zamanın velisi de onunla kaim. Hatem-i veli'de tecelli ettiği için bütün âlem ondan alır. Amma ondan değil, onun içindekinden alır.
Fakat kişi o aslın içindekini görmüyor da şahısla kaim olduğunu zannediyor. Perdeyi kaldır Allah. Kâinat da böyledir.
•
Hâtem-i veli'ye gelince, ona da dilediğini vermiştir. Nasıl diledi? Allah-u Teâlâ'nın bütün âlemleri bir kimsede sığdırması O'nun için güç değildir.
Allah-u Teâlâ o kalbe tecelli ettiği zaman Allah'tan başka hiçbir zerre o kalpte bulunmaz. O'nun tecelli ettiği yerde her şey mevcuttur. Bütün âlemleri onda dürmüş olur.
"Fakirliğimle övünürüm." (K. Hafâ)
Hadis-i şerif'inin sırrı onda tecelli etmiştir.
O hiçbir şeye sahip olmadığını bilir. Fakirliği ile de övünür. Aynı sırra o mazhar olur. Perdeyi kaldır O var.
Bütün âlemleri onda sığdırmasında Allah için güçlük mü var?
Hadis-i kudsî'de:
"Yere göğe sığmadım mümin kulumun kalbine sığdım." buyurmuyor mu?
O sığdığı zaman O'ndan başkası yoktur zaten. Artık onda ne elbisenin, ne maskenin hükmü var. Bütün âlemleri onda sığdırmıştır. O tecelli ettiği zaman ne kişi kalıyor, ne elbise, ne maske, yalnız O var. İşte bütün âlemler O'nda. O onda.
Hiçbir yere sığmayan, hangi kalbe sığarsa o kalpte O var.
Bütün kâinat ondan alır, o kalpten alır. Halbuki o kalbin hükmü yok. O'nun hükmü var. Amma o kalpte tecelli ediyor. Bütün âlemlerin o kalpten alışı aslında O'ndan alışıdır. Yani Hazret-i Allah'tan alıyor, amma onun deposuna vermiş. Onun için geçmişin ve geleceğin alışı işte bu şekildedir.
"Mümin kulun kalbi, Rahman olan Allah'ın arşıdır." (K. Hafâ: 2/130)
Arşurahman nasıl olur? Perdeyi kaldır O var. Amma O perdenin altında.
Demek ki:
Bütün mükevvenatı bir insanda sığdırmasında onun için bir güçlük yokmuş. Peki bütün âlemi bir insana nasıl sığdırıyor? Hazret-i Allah o kalpte tecelli ettiği zaman o kişiden zerre kalmaz, O olur. Bütün âlemleri onda dürmüş olur. Şu kadar var ki, onda zerre kalmayacak.
Ali Havvas -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
"Hatta ne kadar veli gelmiş ve gelecek ise bunların hepsi feyizlerini ve medetlerini bu iki zâttan almaktadırlar."
Aslında hep Allah. Onu ona vermiş, onu ona vermiş, o kadar.
Allah-u Teâlâ bu büyük zâtlara bu sırrı duyurmuş. Kime ne verdiğini onlara bildirmiştir.
Hâtemü'n-nebi'den bütün kâinat alıyor.
Hâtemü'l-veli'den bütün insanlık alıyor.
Aslında Hazret-i Allah'tan başka hiçbir şey yok. Onlar ise bir perdeden ibarettir. O nasıl tecelli ederse öyle olur.
Bütün kâinat almıyor, kâinata oradan veriyor. Yani Allah-u Teâlâ o perdenin altında veriyor. Doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ'nın vermesidir, alma diye birşey yok. Oradan veriyor. Kişi bir perdedir, o perdede ise O var.
O sığdığı zaman O'ndan başkası yok zaten. Artık onda ne elbise, ne de maskenin hükmü olur.
Allah-u Teâlâ'nın nuru, âlemlerin gurur ve sürûru Muhammed Aleyhisselâm, hayât-ı saâdetlerinde o nuru taşıdı, o nur ile iş gördü.
Peygamberlik kapısı kapandıktan sonra o nur:
"Âlimler peygamberlerin vârisleridir." (Buhârî)
Hadis-i şerif'i mucibince vârislerine sirayet etmeye başladı. Kıyamete kadar gelecek olan onun vârisleri de o nuru taşıyorlar.
Kur'an-ı kerim her asra hitap ettiğine göre:
"Biliniz ki Resulullah aranızdadır." (Hucurât: 7)
Âyet-i kerime'sinden, o nurun kıyamete kadar bâki kalacağı anlaşılmış oluyor.
Binaenaleyh iş gören onun nurudur, o nurdur. Bu, hususa âittir.
Onlar o Nur'un vârisi oldukları için, o nur onlara o Nur'dan geliyor. Binaenaleyh onlarda bulunan nur, o Nur'dur.
Nübüvvetin üstünde hiçbir rütbe olmayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan büyük şeref tasavvur edilemez.
Allah-u Teâlâ kimi sevip seçmişse, kimi zâtına çekmişse, emânetini kime vermişse, Resulullah Aleyhisselâm'ın nurunu kime takmışsa, vâris-i enbiyâ işte onlardır.
Lütfuyla bahşettiği, nurunu akıttığı, tarafından hâlis ilim verip mârifetullah nuruyla kalbini doldurduğu, bu has ilimle müşerref ettiği kullardır.
İnsanoğlu her ne kadar bu nûru kavramak istiyorsa da, herkes onu bulamıyor.
Çünkü:
"Allah dilediği kimseyi nûruna kavuşturur." (Nûr: 35)
Hep Hazret-i Allah'ın lütuf tecelliyatı.
Allah-u Teâlâ dilediği kulunu perdelemiştir. Hiçbir şeyini göstermez. Şöyle tarif edelim: Kafesteki bir kuşu salıversen, dışarıda yabani kuşlar onu parçalar. Allah-u Teâlâ dilediğini perdelemezse kainat parçalanır. Onun için Allah-u Teâlâ dilediği kulunu perdelemiştir. Dilediği zaman onun nûrunu perdeler, kapatır.
Şeyh'ül-Ekber Muhyiddin İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri "Anka-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ" isimli eserinde Hâtem-i veli'nin özelliklerini sıralarken şöyle buyuruyor:
"Allah-u Teâlâ bütün muhteşemliğine rağmen onu halkın nazarından gizler." (sh: 16)
Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm'ı yaratmazdan evvel Resulullah Aleyhisselâm'ın nurunu yarattığı gibi, Hâtem-i veli'nin nurunu da Âdem Aleyhisselâm'ı yaratmazdan evvel halketmiş ve nurunu yerleştirmiştir.
Nitekim Muhyiddin-i İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
"Âdem çağından son Nebi'ye varıncaya kadar tıyneti bakımından olan varlığı gecikse de, nebilerden hiçbir fert yoktur ki, ilmini sonuncu peygamber olan Muhammed Aleyhisselâm'ın ışığından almış olmasın. Çünkü o hakikatiyle mevcuttur ve bu da Peygamber Aleyhisselâm'ın;
'Âdem henüz su ile toprak arasında iken ben peygamber idim.'
Meâlindeki sözü ile sâbittir. Başka peygamberler ancak ümmetlerine gönderildikleri zaman Nebi olmuşlardır.
Keza velilerin sonuncusu Hâtemü'l-evliyâ da, Âdem su ile toprak arasında iken veli idi. Diğer veliler, ancak ilâhî ahlâk cümlesinden olan velilik şartlarını kazandıktan, Allah'ın Veli ve Hamîd isimlerinin feyzine mazhar olduktan sonra veli oldular.
Şu hâle göre sonuncu Peygamber'in veliliği yönünden sonuncu Veli'ye nisbeti, Resul ve Nebi'lerin ona nisbeti gibidir. Bu itibarla Resul'lerin sonuncusu hem Veli, hem Nebi, hem de Resul'dür. Hâtemü'l-evliyâ ise irfânı aslından alan Vâris'tir, mertebeleri müşâhade eder. Ve o şefaat kapısının fethinde Âdemoğlu'nun seyyidi ve cemaatin mukaddimi olan Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in hasenâtından bir hasenedir." ("Fusûsu'l-Hikem ve't-Ta'lîkat aleyhi"; s. 63-64, Ebu'l-A'lâ Afîfî'nin ta'lik ve tahkikiyle. Beyrut, 1946)
İşte bu esrar-ı ilâhî o zamandan geliyor. O zaman lütfedilmiş, o zaman ihsan edilmiş, o kaynaktan geliyor.
Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm'ı yaratmadan evvel iki nur halketmiş. Hâtem-i enbiyâ'nın nuru, Hâtem-i evliyâ'nın nuru. Hâtem-i enbiyâ biliniyor, diğerini halketmiş amma onun iç durumu ve aslı yine bilinmiyor. Bunu böyle yaratmasının hikmetini ancak O bilir. İkisini bir yarattı, fakat azameti Hâtem-i enbiyâ'ya verdi. O azametin aynısı Hâtem-i evliyâ'ya intikal etti. Ayrı yaratmadı, nurlar bir yaratıldı. Bu husus o kadar ince ve o kadar mühimdir ki; bu iki nuru, bu iki kandili yaratmış, fakat Resulullah Aleyhisselâm'a bütünüyle bu nuru vermiş. Resulullah Aleyhisselâm'ın nuru bu kandile de geldiği için, o kandil de o oluyor. Oradan oraya geçmiş, o orada olduğu için o demektir. Cenâb-ı Hakk bugün böyle tecelli etmiş. Bu nur sayesinde bu cihadlar yapılıyor, onun içindir ki bu cihada "Cihad-ı ekber" deniliyor.
Zaman-ı saâdetlerinde, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz üzerine düşen vazifeyi hakkıyla yaptı. Fakat bin dört yüz seneden sonra ortalık karardı, iman nuru kayboldu, şimdi o kandilden bu kandile geçmiş oluyor.
Bu kandil ile işini yürütüyor. İşi yürüten yine O. O da bir kandil, o da bir kandil. O aynı kandilden öteki kandile aynısı akmış. Aktığı için o olmuş. O kandil vazifesini bitirdi, o nur oraya aktı, şimdi bu kandile vazife düştü. Bu bakımdan bir ruh iki bedende gizli. Onda da aynısı, ona intikal ettiği için onda da aynısı. Bir ruhun iki bedende tecelli edişinin sebebi budur. Tam vâris olduğu için ona verilen, akıntı hâlinde ona da verilmiş. Yani Allah-u Teâlâ ona ihsan ettiğinin olduğu gibisini ona akıtmış. Ruh bir beden iki. Niçin? Çünkü Âdem Aleyhisselâm'dan evvel o iki kandili yaratmış. Onun bütün meziyeti oradan geliyor.
Üç yüz sene kadar önce yaşayan, tasavvuf tarihinin en seçkin simâlarından biri olan ve iki yüze yakın eseri bulunan Abdülgânî en-Nablûsî -kuddise sırruh- Hazretleri "Cevâhirü'n-Nusûs" adlı eserinde:
"Âdem henüz su ile toprak arasında iken ben peygamber idim." (Ahmed bin Hanbel)
Hadis-i şerif'inin tefsir ve izâhını yaparken, bir noktada, Hâtem-i velâyet mevzusu ile ilgili en gizli sırlardan birisine temas ederek şöyle buyurmuştur:
"Bahsettiğimiz türlerden üçüncüsü olan Hâtemü'l-evliyâ da veli iken, Âdem henüz su ile toprak arasında idi. Çünkü o, Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in kademi üzerindedir." ("Cevâhirü'n-Nusûs"; s. 38)
Yani Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin nurunu yarattığı zaman henüz Âdem Aleyhisselâm yaratılmamıştı. O su ile toprak arasında iken peygamberdi, Hâtem-i veli de öyledir. O zaman taktığı nurdan ötürü, bütün veliler ve nasipdar olanlar, o zaman taktığı nurdan beri geliyor, sonra takılan birşey yok. Bütün bunlar hep o zamanki yerleştirmenin tecelliyâtıdır.
Dâvud el-Kayserî -kuddise sırruh- Hazretleri ise, eserinde nübüvvet ve velâyet mevzularını ele alırken, Hâtemü'l-evliyâ'nın Hâtemü'l-enbiyâ Aleyhisselâm'la bitiştiği ve onun velâyetiyle tahakkuk ettiği noktaya işaret ederek şöyle buyurmuştur:
"Hâtemü'l-evliyâ, hakikatte Hâtemü'l-enbiyâ'dan başka bir şey değildir." (el-Matlâu Husûsu'l-Kilem)
"Hatemün-nübüvve"nin sırrı bu oluyor, "İki bedende bir ruh" bu oluyor. Tıpkı ona benzeyişi bu oluyor. Ahlâkının olsun, gidişatının, icraatının olsun hep ona benzeyişinin sebebi ve sırrı işte budur.
Bu zât-ı muhterem çok mühim bir noktaya parmak basmış. Halkın bunu bilemeyeceğini söylüyor. Burası çok sırlı. Resulullah Aleyhisselâm Hâtem-i enbiyâ'dır, Allah-u Teâlâ'nın nuru, âlemlerin gurur ve sürurudur. Lâkin Hâtemü'n-nübüvve'nin emaneti ona intikal ettiği için, Hâtemü'n-nübüvve'nin emanetini üzerinde taşıdığı için, Hâtem-i veli'nin nuru ayrı yaratıldığı için bir nevi Hâtemü'n-nübüvve olmuş oluyor.
Risâlet ve nübüvvet kesilmiştir, peygamberlerin devri kapanmıştır. Amma o yol durduğu için, onu o yola sürmüştür, o peygamber vekâletini yürütüyor. Nübüvvetin üstünde hiçbir rütbe olamayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan daha büyük şeref tasavvur edilemez.
Bunu Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretleri ne güzel ifşâ ediyor:
"Mustafa yine geldi." buyuruyor.
Menba o, aynı su olduğu için, o değil amma o geldi, o vazife ile geldi, o feyizle geldi. Mustafa yine geldi, onun feyzi ile, onun rahmeti, onun merhameti ile geldi. Onun asaleten vekâletini taşıdığı için ona ne verdiyse aynısını ona da verdi. O su ile beraber hepsini ona akıttı.
O kanal başkasına gitmemiştir. Bir oraya koymuş, bir oraya koymuş. Merkez orası, oraya akıyor. Orası da hâtem, orası da hâtem. Hâtem'den Hâtem'e aynı su akıyor. Oraya nasıl tecelli etmişse, aynı tecelliyât orada da hâkim. Hep vergi. Kişide hiçbir şey yok. Boru borudur, itibar akan suyadır.
"Mustafa yine geldi." O gelmedi amma, ona verdiğini vekiline de verdi, onun gelmesi ile beraber hepsi geldi. Ona verdiğini aynen ona da vermiş. O vazifesini bitirmiş, onun vazifesini o yapıyor. O orada duruyor, onun vazifesini o yapıyor.
Abdullah-ı Bosnevî -kuddise sırruh- Hazretleri "Şerh-i Fusûsu'l-Hikem-i Bosnevî" isimli eserinde, Hâtemü'l-evliyâ'dan ve bağlı bulunduğu velâyet mertebesinden şu şekilde bahsetmiştir:
"O velâyet-i Muhammediyye-i hassa'nın Hâtem'idir ve hâtemiyet mertebesinde Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in kâmil vârisidir." ("Şerh-i Fusûsu'l Hikem-i Bosnevî"; s. 456)
Niçin? Çünkü o nur oraya aksetmiş, Hâtemiyet'ten ötürü kendi vârisine aksettirmiş.
Âdem Aleyhisselâm'ı yaratmazdan evvel bu iki hâtemi yarattığı için, bu iki nuru o zaman koyduğu için, başka hiç kimseye koymadığı için; oraya bakacak, bilecek ve yazacağını o nurdan yazacak. Yoksa insanda hiçbir şey yok. Sen çık aradan kalsın Yaradan.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah dilediği kulunu zâtına seçer." (Şûrâ: 13)
Şeyhü'l-Ekber Muhyiddîn-i İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri, Allah-u Teâlâ'nın "Hâtemü'l-velâyet"i âlemde tek bir şahsa tahsis edip, velâyeti onunla mühürleyeceğini ifade ederek şöyle buyurmuştur:
"...Onların (velilerin) Hatm'ine gelince; o zamanda bir değil, bilâkis âlemde bir'dir. Allah, velâyeti onunla hatmedip mühürleyecektir. Muhammedî veliler içinde ondan daha büyük bir kimse yoktur." (Fütûhâtü'l-Mekkiyye, c. 2, s. 9. Beyrut, trs.)
Bunun sebebi; Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz âlemde birdi, Âdem Aleyhisselâm yaratılmazdan evvel yaratılmıştı. Hâtem-i veli de Âdem Aleyhisselâm yaratılmazdan evvel yaratıldığı için, aslından vâris olduğu için ve Hâtem de olduğu için, o da âlemde bir tane olmuş oluyor, başka olmuyor.
Allah-u Teâlâ öyle murad etmiş öyle olmuş. Nitekim diğer veliler de bunun böyle olduğunu beyan ediyor.
Bir zât-ı muhterem de:
"O Resulullah Aleyhisselâm'ın gölgesidir." buyurmuş.
Gölgesi demek o demektir, onun intikali demektir! Onun ikinci bir gölgesi yok, bir tek gölgesi var! Zira ondan başka da Hâtem yok.
Her şeyin önderliği kendisine âit olan Sebeb-i Mevcûdât -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir nevi yükünü atmış oluyor. Yani: "Şimdiye kadar ben taşıdım, bundan sonra sen taşı!" mânâsına geliyor.
İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri buyurur ki:
"Hatmü'l-evliyâ üzerine inkârın çok ve fazla oluşu, tam mazhar oluşundandır." (Kitabu'n-Netice)
Bu bir tam vârisliktir. Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'ın vazifesini ona vermiş, onun vazifesini o yapıyor. Bu vazife onundu, Allah-u Teâlâ ona intikal ettirmiş, o vazifeyi vekiline yaptırıyor. Yani peygamber değil amma, vazifesi peygamber vazifesi.
İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
"Bu zât, geçmiş ümmetlerdeki ulü'l-azm peygamberlerin işini görür." (234. Mektup)
Şeyhü'l-Ekber Muhyiddîn-i İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri "Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ" isimli eserinde şöyle buyurmaktadır:
"Müşâhede ile Hatm-i kerim'i gördüm ki, daha henüz cesetlenmemiştir.
Beyt'in güneşi ancak onda gördüğüm gibidir; yeri de şah damarının yaratıldığı yerdir.
Onun tepesinden parıldayıp duran Nur, derinlikte gizlenmiş bir cisim şeklindedir." ("Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ", s. 63-64; bask,:Mısır, 1954)
Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm'ı halketmezden evvel bu iki hatemi halketmiş ve bu iki kandile nasiplerini koymuş, gelen bu iki kandilden alacak. O ikinci kandilin suyu da aslen oradan geliyor.
O o zamanda tekti, bu bu zamanda tek...
Hakim-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri "Nevâdir'ül Usûl" isimli eserinde Hâtem-i veli'nin özelliklerini belirtirken şöyle buyurmaktadır:
"İşte o ârif veli, mukarreb sıddık ve seçilmiş olan Faruk'tur. O Allah'ın yeryüzündeki 'Bir'idir." (Nevâdir'ül Usûl, c.1 sh: 479-480)
Nasıl ki Resulullah Aleyhisselâm herkesten ve her şeyden evvel yaratılıp en son gönderildiyse, o da o zaman yaratıldı fakat bu zaman gönderildi.
Bu ise murâd-ı ilâhîdir, ilâhî bir lütuftur, beşere âit değildir, buna mahlûkun aklı ve ilmi yetmez. O zaman verilmiş, o zaman lütfedilmiş, bütün bu sırlar işte oradan geliyor.
Allah-u Teâlâ bu zevât-ı kiram'a neler göstermiş, gördüklerini kaleme almışlar.
Mahmud Şebüsterî -kuddise sırruh- Hazretleri ise şöyle buyurmaktadır:
"Onun peygamberlerin sonuncusuyla tam bir münâsebeti vardır. Bu yüzden umumî rahmet de onunla zuhur eder." (Gülşen-i Râz)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in nurunu taşıyan, umuma hayat veriyor. O da bir "Sirâc-ı münir"dir. Onun nurunu taşıdığı için dünyaya değil, âlemlere şâmildir. Maskede hüküm yok, hüküm Hazret-i Allah'ındır.
Abdülgânî Nablusî -kuddise sırruh- Hazretleri "Cevâhirü'n-Nusûs" adlı eserinde, velâyet ilimlerinin alındığı asıl kaynak olan Hâtemü'l-velâyet kandili ile ilgili olarak şu malûmatı vermiştir:
"Kıyamet gününe kadar her devirdeki veliler bu ilmi ancak Hâtem-i veli'nin, o zamandaki velâyet kandilinin nûrundan görebilirler." (Cevâhirü'n-Nusûs, s: 36)
Bunlar hep ezeli tecelliyat, o zaman koymuş, gün geçtikçe perdeyi açıyor, O yapmış yani, mahlûka âit bir şey yok, O yapmış.
Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri "Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-evliyâ" adlı kitabında; Hâtemü'l-evliyâ'nın bir hidâyet rehberi ve Muhammedî bir imam olarak batı tarafından zuhûr edeceğini ortaya koymuş; apaçık ilmî bir kerâmet olarak da, "Nûrun alâ Nûr"un ve "Sır üstüne sır"rın ona verileceğini beyan buyurmuştur:
"Bir hidâyet rehberinin batı tarafından doğması yaklaşmıştır. Bu, şirklerin zevâl bulup batmasıyla, onun avcısı yok edilip tuzağı ortadan kaldırılarak, şirklerle ilgili olan bağının çözülmesiyle, O'na yönelmiş olan bir güneş ve O'nu tenzîh eden bir makamdır.
Bu batış, her ikisinin de 'Ayn'ı ile ilgili olan iki kısım üzerinde gerçekleşir. Onun batışı da kendi kalbinde meydana gelir. Zira o Gayb âleminde, Rabb'inden verilmiş bir nûr üzerindedir. Onda artakalan şey ise O'nun toprağının nûrudur.
'Nûr üstüne nûrdur.' (Nûr: 35)
Ve sırlar üstüne gelen sırlar onun olur." ("Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-evliyâ"; s.15, Bas.:Mısır, 1954)
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Mektûbat" adlı eserinin "260. Mektub"unda, irşad kutbu olarak gönderilecek olan Hâtem-i veli'den bahsederek şöyle buyurmuştur:
"Onun hidayet ve irşad nurları bütün âleme yayılır.
Tâ arşın çevresinden yerin zeminine kadar; kendisine irşad, hidayet, iman ve mârifet gelen herkes, elde edeceğini ancak onun yolu ile elde eder, ondan istifadesini yapar, herkes ondan feyz alır. Arada o olmadan, onun tavassutu olmadan kimse bu nimete kavuşamaz, böyle bir devlet kimseye müyesser olmaz. Onun hidayetinin nurları bahr-ı muhid gibi bütün âlemi sarmıştır. O deryâ donup kalmış buz denizi gibidir, hiç dalgalanmaz." ("Mektûbât" 260. Mektup)
Güneş her meyveyi olgunlaştırır. Bazı meyveler var ki güneşi görmediği halde, güneş onu da olgunlaştırır. Fakat bu olgunlaşmadan o meyvelerin haberi olmaz. Güneş vuruyor, nasipdar olan gıda alıyor, gölgede kalan ışığını alamıyor.
Resulullah Aleyhisselâm Sebeb-i mevcûdat'tır, Allah-u Teâlâ onu yarattı, onun nurundan âlemleri donattı.
Resulullah Aleyhisselâm'ı:
"Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiyâ: 107)
Âyet-i kerime'sine muhatap yapmış, "Rahmeten lil-âlemîn" kılmış, onu âlemlere rahmet olarak göndermiştir. Onun nuru âlemleri ihâta etmiştir. O "Rahmeten lil-âlemîn"dir.
Hâtem-i veli de "Rahmeten lil-âlemîn"in vekâletine vâris olma hasebiyle "Rahmeten lil-âlemîn" olmuş oluyor. "Rahmeten lil-âlemîn"in yaydığı rahmeti, vekili olduğu için o da yayıyor, yani Allah-u Teâlâ yaydırıyor.
İrşad nurlarının dünyaya değil, bütün âlemlere yayılmasının sebebi; O "Rahmeten lil-âlemîn", bu da "Rahmeten lil-âlemîn"in vekili. Bunun içindir ki Resulullah Aleyhisselâm'a verilen ismin aynısı ona da verilir. Çünkü onun vekilidir, onun hâtemidir.
Allah-u Teâlâ'nın Hâtem-i nebi'ye verdiğinin aynısı ona intikal ettiği için aynı ismi o da taşıyor. Niçin? Hâtem olduğu için. Niçin? Hâtem'i peygamberlerden evvel yaratıldığı için.
İbn-i Atâullah el-İskenderî -kuddise sırruh- Hazretleri "Hatmü'l-Evliyâ" kitabından nakillerle donattığı "Letâifü'l-Minen" isimli eserinde; onun bilinen ve bilinmeyen diğer bütün eminlerden farklı olduğunu ve âhir zamandaki fitnelerin onun velâyet nurlarını kirletemeyeceğini, bilâkis onun bu devirdeki fitneleri kirletip örteceğini haber vermiştir:
"Bil ki o, açık ve gizli eminlerden başkadır. Sıddîk ve velinin fesad devrinde de nurları kirlenmez; onların değeri de düşmez. Çünkü onlar devirlerle birlikte değil, devrin Sâhibi ile birliktedirler. Devrin Sâhibi ile olan kimse ise devrin dışladığı herhangi bir şeyle dışlanamaz. Devrin Sâhibi ile beraber olan kişi (bilâkis) onun dışladığını tağyir eder (değiştirir) ve onun kirlettiğini de kirletip örter." ("Letâifü'l-Minen"; Cârullah Ef:no. 1620, 11b yaprağı)
Allah-u Teâlâ bu hakikat güneşinin doğmasını murad etmiş. O murad ettiği zaman o güneşi doğdurur, karlar erir.
İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Mektubat" adlı eserinde şöyle buyurmuşlardır:
"Onun perdesi nurdur.
Bu yüce mertebe, zâtî tecellilerin dahi üstündedir. Nerede kaldı fiillerin ve sıfatların tecellilerinden üstün olmasın. Zira tecelli, tayin şaibesi olmadan düşünülemez. Bu makam, tüm tecellilerin üstündedir. Lakin zati tecellilerin kaynağı, işte sırf o nurdur. Tecelli, ancak onun vasıtası ile düşünülebilir. Eğer o olmasa, tecelli hasıl olmazdı.
Zannediyorum; Rabbani Kâbe'nin hakikati de o nur hazretleridir. Ki herkes tarafından secde edilir ve tüm tayinlerin de aslıdır.
Zati tecellilerin merkezi ve sığınağı, o nur olduğuna göre, başkaları tarafından secde edilişi onun methinden ne artırır ki!
Sübhan Allah, üstün ihsan ve yardımı ile binlercesinin içinden bir arifi, bu devlete kavuşma şerefi ile şereflendirdiği zaman, onu bu makamdaki Fenâ ve Bekâ ile has kıldığı zaman bu nurun bekâsına nâil olması mümkündür. Üstten, üstün üstünden bol hazza ve nasibe nail olup, nurdan da nura geçerek nurun aslına ulaşması mümkündür.
"Bu Allah'ın fazl-u ikramıdır, kime dilerse ona verir. Allah büyük lütuf sahibidir." (Cum'a: 4)
Bu marifetler, fikir ve bakış alanının ötesinde olduğu gibi, aynı şekilde keşif ve müşahede alanının da ötesindedir.
Bu ilimlerin anlaşılması hususunda keşif ve müşahede ehli, ilim ve akıl ehli insanlar gibidir. Bu hakikatlerin anlaşılmasına, peygamberlik feraseti nuru ile ve peygamberlere tâbi olarak varmak, mutlaka gerekmektedir.
Bilinmesi gerekir ki,
Bu nur, haşa kendinde imkân şaibesi olan cevher ve araz olma ihtimali bulunan bir nur değildir. Bilâkis o, öyle bir mertebedir ki, ona 'Nur'dan başka bir şey söylenmesi mümkün değildir. İsterse bu başka şey, varlığın vacipliği olsun. Çünkü vaciplik de ondan aşağıdır." (488. Mektup)
İbn-i Atâullah el-İskenderî -kuddise sırruh- Hazretleri, "Letâifu'l-Minen" isimli kitabında, Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin "Hatmü'l-Evliyâ"da kapalı tuttuğu "Aşk şarabı"ndan ve onu içecek olan kimseden bahsederek şöyle buyurmuştur:
"Onunla konuşan dedi ki: Aşkı öğrendim. Peki aşk şarabı nedir? Aşk kâsesi ne demektir? Kim içer? Tadı nedir? Ne şekilde içilir?..
Buyurdu ki: Şarap, Mahbûb'a yüklenen göz kamaştırıcı Nur'dur. Kâse, kalpler O'na dâir kuvvet buluncaya kadar, buna vâsıl olabilme lütfudur. İçen, en büyük tahsisle velâyete erdirilen kimse ve O'nun kullarından olan birtakım sâlihlerdir. O Allah'ın takdiri ile âlim ve O'nun sevgililerinin en sâlihidir. Onun keşfi de işte bunu taşıyacak olan kimseye âittir." "(Kitâbu Letâifu'l-Minen"; Cârullah, no: 1620, 28b yaprağı)
Sen yok olursan O taşır, kendi nurunu kendisi taşır! Kişinin sadece ismini geçirir. Şöhretini yaymayı murad ettiği zaman ismini kullanır, onu öne sürer, kendi nurunu ancak kendisi taşır. Çünkü zaten O var, sen yoksun.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Ey iman edenler! Eğer siz Allah'tan korkar, takvâ sahibi olursanız, o size furkan (iyi ile kötüyü ayırdedecek bir marifet bir nur) verir." (Enfâl: 29)
Bu ilim, O'nun ihsan edeceği mârifet ile mümkündür.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri "Nevâdirü'l-Usûl" isimli eserinde buyurur ki:
"O Allah'ın yeryüzündeki 'Tek'idir." ( c. 1, s. 620)
Allah-u Teâlâ öyle murad etmiş, öyle olmuş. Nitekim diğer veliler de bunun böyle olduğunu beyan ediyor.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde:
"Her birine âlemlerin üstünde meziyetler verdik." buyuruyor. (En'âm: 86)
Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'i bütün âlemlere duyurduğu, fazilet ve meziyetlerini bildirdiği gibi, ona da âlemlerin üzerinde meziyetler vermiştir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Rahmeten Lil-âlemîn" olduğu için, onun rahmeti âlemleri kuşatmış oluyor. Bu ise Allah-u Teâlâ'nın nurundan geliyor. Nurundan nurunu yarattı, o nur ile âlemleri donattı. Âlemleri kuşatan onun nurudur. Onun intikali olunca o rahmetten rahmet intikal etmiş oluyor. Çünkü onun rahmeti, onun intikali. Bütün bunlar murâd-ı ilâhîdir, Allah-u Teâlâ'nın hükmü ile kudreti ile oluyor, fakat sahnede şahsı gösteriyor.
"Ey Peygamber! Biz seni bir şâhit, bir müjdeci, bir uyarıcı, Allah'ın izniyle Allah'a çağıran ve nûr saçan bir kandil olarak gönderdik." (Ahzâb: 45- 46)
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'ı Ahzâb sûre-i şerif'inin 46. Âyet-i kerime'lerinde beyan buyurulduğu üzere "Nur saçan kandil" mânâsına gelen "Sirâc-ı münîr" yaptığı gibi, Hâtem-i veli'de de tecelli etmiş; ona da Resulullah Aleyhisselâm'a verdiği nuru vermiş, verdiği için bütün âlemleri o nur ihata etmiştir.
Bir kere Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e buyurulanın fakire de atfedildiğini bilin.
Bu noktada bir hususu daha arzetmiş olalım ki; Hâtem-i nebi'nin velâyeti ona intikal ettiği için, o nur onda da mevcuttur. Çünkü o nur velâyette bulunuyor. Velâyet intikal ettiği için, o nur oraya geçmiş oluyor.
O da sirâc-ı münirdi, bu da sirâc-ı münirdir. Çünkü Allah-u Teâlâ orada da tecelli etti, burada da tecelli etti. Oraya da nuru koydu, buraya da nuru koydu. O nur O'nun nurudur. Koyduğu zaman nur saçıyor.
Velâyet'inin müstakil bir biçimde ancak Hâtem-i veli'nin zuhûru ile ortaya çıkması, irşadın bütün dünyaya yayılmasıdır.
"Onlar Allah'ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Halbuki kâfirler istemeseler de, Allah nûrunu tamamlayacaktır." (Sâff: 8)
Şeyhü'l-Ekber Muhyiddin-i İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri "Fusûs'ül-Hikem" isimli eserinde Allah-u Teâlâ'nın Hâtem-i evliyâ'yı ezelden ayırdığına ve onun ruhî yapısına temas ederek şöyle buyurmuştur:
"Onun maddesi ruhlar arasındaki bir ruhtan değil, ancak Allah'tan gelir. Belki de onun rûhu, bütün ruhlara madde olur." (Fusûsü'l-Hikem)
Allah-u Teâlâ ezelden o iki nuru yarattı, murad ettiğini yerleştirdi, oradan yerleştirdi.
Allah'tan geldiği için onun ruhunun bütün ruhların mayası olduğunu beyan ediyor.
Çok derin bir nokta, bu noktaya inmek gerekiyor. Resulullah Aleyhisselâm ne ise o aynadan onu gör.
Onu ondan yaratmamış. Onu da yaratmış, onu da yaratmış. Hem onu ayrı yaratmış, hem de üstelik Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin velâyetinden akıttığı için, hem onun ümmeti, hem onun vekili, hem de nurunu taşıyor. Tam vâris. Vekil'inin değeri, ondan vekâlet geldiği içindir. Hem ayrı bir nura sahip, hem de ayrı bir intikale sahip. Nurları ayrı yarattığı için; hem ona lütfetmiş, hem ona lütfetmiş. Üstelik onun nurunu oraya akıtmış.
Tasavvur buyurun, o nurunun nurundan nur intikal etmiş.
Başkasına o miras düşmemiş. Yakınları var amma miras evlâdına düşmüş.
Bu Yaratan'ın işidir, mahlûkun işi değildir.
Âyet-i kerime'de buyurur ki:
"Biz rahmetimizi kime dilersek ona isabet ettiririz." (Yusuf: 56)
Bu iş Hazret-i Allah'a âittir, mahlûka âit değildir. Meselâ şu yazı, yazana âittir amma levhaya âit değildir. Bunu anlatmaya çalışıyorum. Buraya girmek doğru değil.
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyuruyorlar ki:
"Allah'a ne zorluğu olur,
Âlemi bir şahsa doldurur." (492. Mektup)
Neden bu kadar yükseltti, onu mânevi arş yaptı. Onda emaneti olduğu için.
Bir Hadis-i kudsî'de:
"Yere göğe sığmadım, mümin kulun kalbine sığdım." buyuruluyor. (K. Hafâ)
Hafsalanızın almadığını biliyorum. Onun için bu Hadis-i kudsî'ye dikkat edin. Yani aslında o yok. Ama o bilir yok olduğunu ve bir maskeden ibaret olduğunu. Kendisi biliyor ama siz bilmiyorsunuz. Size onun maske olduğunu içinde O'nun olduğunu anlatmaya çalışıyorum.
Hep O, onda tecelli etmiş. Sen onu görüyorsun ama o, o değil. Hani Efendi Hazretleri'nin bir sözü var; "Ben, ben değilim, bir ben var benden içeri." Halk kişiyi görüyor içindekini görmüyor.
Hiçbir yere sığmayan, hangi kalbe sığarsa o kalbte O var.
Bütün kâinat ondan alır, o kalpten alır. Halbuki o kalbin hükmü yok. O'nun hükmü var. Amma o kalbte tecelli ediyor. Bütün âlemlerin o kalbten alışı aslında O'ndan alışıdır. Yani Hazret-i Allah'tan alıyor, amma onun deposuna vermiş. Onun için geçmişin ve geleceğin alışı işte bu şekildedir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadırlar:
"Mümin kulun kalbi, Rahman olan Allah'ın arşıdır." (K. Hafâ: 2/130)
Arşurahman nasıl olur? Perdeyi kaldır O var. Amma O perdenin altında.
Demek ki:
Bütün mükevvenatı bir insanda sığdırmasında onun için bir güçlük yokmuş. Peki bütün âlemi bir insana nasıl sığdırıyor? Hazret-i Allah o kalpte tecelli ettiği zaman o kişiden zerre kalmaz, O olur. Bütün âlemleri onda dürmüş olur. Şu kadar var ki, onda zerre kalmayacak.
Ali Havvas -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
"Hatta ne kadar veli gelmiş ve gelecek ise bunların hepsi feyizlerini ve medetlerini bu iki zâttan almaktadırlar."
Aslında hep Allah. Onu ona vermiş, onu ona vermiş, o kadar.
Allah-u Teâlâ bu büyük zâtlara bu sırrı duyurmuş. Kime ne verdiğini onlara bildirmiştir.
Hatemün-nebi'den bütün kâinat alıyor.
Hatemül-veli'den bütün insanlık alıyor.
Aslında Hazret-i Allah'tan başka hiçbir şey yok. Onlar ise bir perdeden ibarettir. O nasıl tecelli ederse öyle olur.
Bütün kâinat almıyor, kâinata oradan veriyor. Yani Allah-u Teâlâ o perdenin altında veriyor. Doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ'nın vermesidir, alma diye birşey yok. Oradan veriyor. Kişi bir perdedir, o perdede ise O var. O sığdığı zaman O'ndan başkası yok zaten. Artık onda ne elbise, ne de maskenin hükmü olur.
Seyyid Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Gayb âleminden sesler" mânâsına gelen "Fütûhü'l-Gayb" adlı eserinin 33. Makale'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Dördüncüsü:
En yüksek derece buna verilmiş ve melekût âleminde kendisine: 'Azîm' Adı verilmiştir.
İşte Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- bu büyük zâtın şanını tarif ederken şöyle buyurmuştur:
"Bir kimse öğrenir ve öğretirse; ayrıca bildiği, öğrettiği ile amel ederse melekût âleminde ona AZÎM ismi verilir."
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Her birine âlemlerin üstünde meziyetler verdik." (En'âm: 86)
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'i bütün âlemlere duyurduğu, fazilet ve meziyetlerini bildirdiği gibi, ona da âlemlerin üzerinde meziyetler vermiştir.
Melekût âlemi her şeyi dünyadakilerden daha iyi biliyor.
İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyuruyorlar:
"Ve bu bir dergâhtır ki, havâss (zâtlar) ona meşyen ale'l-vücuh (yüzüstü sürünerek) gelir." (Kitâbü'n-Netice; Genel, no: 1136, 248a yaprağı)
Bunun manası şudur ki; orada Hakk var, hakikat var, her şey var. Niçin? Bir kul varlığını ifna ederse, zerre miktar kendisinde varlık kalmazsa, Hazret-i Allah'ın varlığı tecelli eder.
Nazargâh-ı ilâhi olduğu için, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in velayeti mevcut olduğu için büyük zâtlar oraya sürünerek gelirler.
İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri aynı eserinde devamla şöyle buyurmaktadırlar:
"Ve bu türbeye kubbedir ki, seri eflâkin (süratli feleklerin) fevkindedir."
Bununla şunu demek istiyor. O öyle bir tecelliyat-ı ilâhi'ye mazhar olmuş ki, kim ki o tecelliyata yönelirse istifade eder. Her kim ki meylederse tecelliyatın ziyasına nâil olur. Hayatta olsun, vefatta olsun.
Bunun da sebebi Var olduğu için, varlığı ifnâ edildiği için.
Abdülkerim-i Cîlî -kuddise sırruh- Hazretleri "El-İnsanü'l-kâmil" isimli eserinde Hâtemü'l-evliyâ'nın makamının, Resulullah Aleyhisselâm'a ihsan buyurulan Makâm-ı mahmud'dan başka bir şey olmadığını ve bu makama ondan başka hiçbir velinin erişemeyeceğini ifade ederek şöyle buyuruyorlar:
"Her kim bu yakınlık makâmına vâsıl olursa, o kimse Hâtemü'l-evliyâ olup, hitam (hatemiyet) makâmında Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in vârisidir.
Çünkü bu yakınlık makamı, makâm-ı mahmud ve vesîle makâmıdır. Oraya kadar vâsıl olan velinin vardığı yer, kimsenin erişemeyeceği bir makamdır." ("El-İnsanü'l-kâmil"; s. 455, trc. A. Mecdi Tolun)
İşte ispatı bu! Bu zât-ı muhterem en ince sırlardan, gerçek vuslattan bahsetmiş; Hakk'a yakınlığın, Resulullah Aleyhisselâm'a ihsan ettiğini ihsan etmekle mümkün olacağını, yani ona ne bildirirse ona da onu bildirmekle mümkün olacağını ifşâ etmiştir. Allah-u Teâlâ ona duyurmasa o bilebilir mi? Onlara duyurduğunu da ben size anlatıyorum.
"Kimsenin erişemeyeceği bir makam." buyuruyor. Hâtem-i veli'ye ihsan edeceğini Allah-u Teâlâ ona duyurmuş.
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini insanların en mükerrem ve en değerlisi kıldığı gibi, ümmet-i muhteremesini de ümmetlerin, en faziletlisi yapmıştır. Bu fazilet hiç şüphe yok ki Sebeb-i Mevcûdât -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'den gelir.
Öyle bir fazilet ki, Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde:
"O sizi seçti." buyurmaktadır. (Hacc: 78)
Allah-u Teâlâ bu ümmetin çölağacı otlardan olmadığına, diğer ümmetler gibi yalnız kendi maslahat ve menfaati için değil, cihanşümûl bir vazife için çıkarıldığına işaret ederek Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmuştur:
"Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz." (Âl-i imrân: 110)
Sizin bu faziletiniz Hakk katında mâlumdur ve Levh-i mahfuz'da yazılmıştır. Size bu lütfu bahşederek bütün ümmetlerden üstün kılmıştır.
"İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah'a inanırsınız." (Âl-i imrân: 110)
Bu efdâl ümmetin bütün ümmetlerden üstün olması; tâbi oldukları âlicenap peygamberin bütün peygamberlerden üstün olmasından dolayıdır. Bu ümmet insanların faydasına çıkarılıp "Emr-i bil-ma'rûf nehy-i anil-münker" yapan, Allah-u Teâlâ'ya gönülden inanıp, O'nun uğrunda cihad eden mümtaz bir ümmettir.
Bu Âyet-i kerime cihatçılar için en büyük müjde olduğu gibi, bu nura karşı çıkanların da küfrünü ortaya koyan en büyük alâmettir.
•
Hiçbir peygamberin ümmeti vâris-i enbiyâ mertebesine nâil olamamıştır. Yani hiçbir peygamberin ümmetine "Emr-i bil-ma'rûf nehy-i anil-münker", "İyiliği emir kötülükten nehiy" vazifesi verilmemiştir, ancak bu vazife ümmet-i Muhammed'e tevdi ve ihsan buyurulmuştur.
"Sehm-i nübüvvet'ine vâris olanlar"; çekinmeden halkı Hakk'a dâvet ederler, açık açık söylerler.
"Sehm-i velâyetine vâris olanlar"; birçok esrâr-ı ilâhîye vâkıftırlar, bilirler söylemezler, irşada mezun değildirler.
"Hem nübüvvetine hem de velâyetine vâris olanlar"a gelince; ikisi de bir kimsede toplandığı zaman vekâlet toplanmış oluyor. O onun vekilidir, ona akıl ermez. Resulullah Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ'nın nuru, âlemlerin gurur ve sürûrudur. Ona mahlûkun aklı yetmediği gibi vekiline de akıl ermez, tarife sığmaz. İzaha kalkmak hatadır. O hususi bir daire olmuş oluyor, o daireye hiç kimsenin ne aklı ne de ilmi ermez. Hususun da hususudur. Onlar için ölçü yoktur.
Yani bu yol peygamberlerin yoludur, onlar son peygamberin vekilidir, yolunun yolcularıdır, nurunun nurudur. İrşada mezun olanlar ancak onlardır. Asıl dâvetçi bunlardır. Dâvetçi olan, onun vekâletini taşıyandır, tam vâristir.
Allah-u Teâlâ bu nurun kimlerde bulunduğunu beyan etmek üzere Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Sonra biz o kitabı kullarımızdan beğenip seçtiklerimize miras bıraktık." (Fâtır: 32)
Senden sonra ümmetinden olan kullarımızın içinden seçip beğendiğimiz süzme kulları ona vâris kıldık. Senin ümmetin en ileri süzme ümmet olduğu gibi, onların içinde en seçkinleri de bu vârislerdir.
Allah-u Teâlâ'nın bu mirası kime bıraktığı burada belli oluyor. Zaten bütün bu icraatlar bu mirastan ötürü değil mi?
Allah-u Teâlâ bâtınî ilim verdiği kimseler hakkında Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Kur'an kendilerine ilim verilen insanların kalplerinde parıldayan apaşikâr âyetlerdir." (Ankebût: 49)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hiç okuma-yazma bilmiyordu. Nübüvvet verilmeden önce onun herhangi bir hazırlık yaptığını da hiç kimse görmemişti. Böyle olduğu halde geçmişin ve geleceğin ilimlerini içinde toplayan Kur'an-ı kerim gibi bir kitabı getirmesi ve onu beşeriyete sunması, Allah tarafından gönderilmesinin apaçık delilidir.
Hâtem'ül-enbiyâ -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'den sonra vahiy kesilmiş, ilham kapısı ise açık kalmıştır. Din kıyamete kadar bâkidir. İnsanların yeni bir dine ihtiyaçları yoktur. Fakat zamanla vesveselere dalıp arzu ve heveslere kapıldıkları için, hakikati hatırlatmaya, ruhlarını kuvvetlendirmeye ihtiyaçları vardır.
Yolunda bulunup ilâhî haşyetle, ihlâs ve samimiyetle ibadet edenleri Allah-u Teâlâ her türlü şüphe ve müşküllerden kurtardığı gibi, onları tecrübesiz fıtrat sahibi yapar, talimsiz ilim öğretir, öğrenmeden âlim eder.
Allah-u Teâlâ'nın nuru kalbe akıtması ile bu kullarının sadırlarında, kalplerinin derinliklerinde; kitap satırları arasında bulunmayan mârifetullah ilmi husule gelir.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri "İlmü'l-Evliyâ" kitabı'nda, Hâtemü'l-evliyâ'ya verilen "Hikmetü'l-Ulyâ"nın ve has velâyet sınıfının mahiyetini beyan etmiştir. Açıklaması ile beraber alıyoruz:
"Celâli büyük, şânı ulu, kibriyâsı yüce, isimleri mukaddes olan Allah, noksanlıktan münezzeh olan kelimeleri ve övgüsüyle şöyle buyurmuştur:
'Onlara Kitab'ı ve Hikmet'i öğretecek.' (Âl-i imrân: 164)
Kitap Kur'an'ın zâhiri, hikmet ise bâtınıdır. Bu ise, kendisine 'Hikmet'in hikmeti' de denilen 'Hikmetü'l-Ulyâ'dır."
Hikmet-i ulyâ'dan maksat esrâr-ı ilâhîdir. Mâlum-u fâzilâneleriniz olduğu üzere Kur'an-ı kerim, zâhirî ve bâtınî mânâlarla mücehhezdir.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Kur'an'ın bir zâhirî bir de bâtını vardır. Bâtını da yedi dereceye kadar gider."
Allah-u Teâlâ zâhirî ulül-elbâb'a varan âlimleri ilimde derinleştirmiştir. Onlar şeriatin zâhirine vâristirler. Açıklayabildiği kadar Âyet-i kerime'leri açıklar.
Bâtınî ulül-elbâb'a gelince; onların muallimi bizzat Allah-u Teâlâ'dır. Bu ilim doğrudan doğruya O'nun öğretmesi ile, bildirmesi ve göstermesi ile kâimdir.
Nitekim İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
"Bu dikkat sonunda elbette bileceklerdir ki, bu mârifet ve ilimler, ulemânın ilimleri, evliyânın da mârifeti ötesindedir.
Hatta onların ilimleri, bu ilimlere nispetle kabuk kalır." (317. Mektup)
Bunun hikmetini şöyle arzedelim:
Allah-u Teâlâ ona bildirdiğini başka bir kimseye bildirmediği için, onun bildiğini başka bir kimse bilmediği için, o "Hikmet-i ulyâ"ya vâsıl olmuştur. Bu ise doğrudan doğruya yakınlık makamıdır. Allah-u Teâlâ'nın çektiği, bildirdiği, duyurduğu kullara mahsustur, tahsil ile elde edilmesi mümkün değildir.
Allah-u Teâlâ en gizli hikmeti ona bildirmeyi, ona duyurmayı murad etmiş, onunla olmayı murad etmiş. Bu ise Hazret-i Kur'an'ın bâtınî mânâsıdır. Bizzat muallimi olan Hazret-i Allah'ın öğretmesi ile mümkündür, başka türlü mümkün değildir, O'ndan gelen bir ilimdir. Daha doğrusu hep O da, robotunu öyle kullanıyor. Herkes robotu görüyor, O'nu görmüyor.
Velilerin "Şeyhü'l-Ekber"ine Allah-u Teâlâ Hâtem-i veli'yi o kadar net bildirmişti ki, onun hiçbir tahsili olmadığı, hiçbir kimseden tek bir harf öğrenmediği halde bu Hâtem-i velâyet'e eriştirileceğini biliyordu.
Bunu öğrenmek için onun şu sözlerine kulak vermek yeterlidir:
"Allah seni kelimeleriyle te'yid etsin, hikmetlerinin bilgisini sana versin ve öncülük sırrını sana açıklasın!
Bil ki, Hâtem velâyet bayrağının taşıyıcısı ve makâmın ve gâyenin nihâyeti olur. Nitekim o, hiç bilmezken Hatm oldu ve cesedlenmiş bir rûhâniyet ve müteaddit bir ferdâniyyet içinde, dilemeksizin ve tasarruf etmeksizin iş onda vâroldu." ("Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ")
Aslında işi gören o rûhâniyet, fakat onun maskesi o rûhâniyeti örtüyor.
Rabbü'l-âlemîn öyle murad etmiş, ona vermeyi murad etmiş o kadar. Yoksa onun aklına hayâline gelen birşey değil.
Allah-u Teâlâ Ahzâb sûre-i şerif'inin 46. Âyet-i kerime'sinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i "Sirâc-ı münîr" yani "Nur saçan kandil" olarak vasıflandırmıştır. O Allah-u Teâlâ'nın nurudur. Allah-u Teâlâ'nın nuru onun içindeydi, içindeki o nur yayılıyordu, amma beşer lambasıyla örtülüydü. O nur ile hareket eder, amma beşeriyet sıfatı o nuru örter.
İşi gören Resulullah'ın nurudur, işi gören Kudsî ruhtur, fakat halk onu görmez.
"Cesetlenmiş rûhâniyet" denildiğine göre, içinde O var.
İşte;
"İçinizde... Görmüyor musunuz?" (Zâriyât: 21)
Âyet-i kerime'sine vâsıl olanlar yalnız bunlardır.
Bunlar Hazret-i Allah'ı görür, kendisini görmez. O'nun kudretini seyrederken, maske olduğunu gözü ile görür. Her şeye vâkıf olmuş olsa, zerresini nefsine mâletmez. Çünkü nefsinin orada hiçbir payı yoktur. Aslını gördüğü için şöyle der:
"Var ile övünürüm, varlığımdan utanırım."
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri devamla buyururlar ki:
"Onlar 'Hikmetü'l-Ulyâ' kendilerine verildiği vakit, nefislerinin gözü ile görmüş oldukları şeyi, artık kalplerinin gözü ile görürler.
Allah-u Teâlâ işte bununla ilgili olarak şöyle buyuruyor:
'De ki: İşte benim yolum budur, basiret üzere Allah'a dâvet ediyorum.' (Yusuf: 108)
Yâni görerek O'na dâvet ediyorum.
İşte o da onları dâvet eder ve onlara Allah-u Teâlâ'ya ulaştıran yolu gösterir.
Devamla şöyle buyuruldu:
'Ben de, bana tâbi olanlar da!' (Yusuf: 108)
Bu basiret ancak Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-e tâbi olan için geçerlidir. O'nun tâbileri de o kimselerdir ki, O'nun yolu üzerinde kalpleriyle Allah'a seyrederler. O'nun tâbîleri işte onlardır."
Yani vekili olan için geçerlidir. Çünkü onun vekili onun yolunu tarif eder.
Ona tâbi olanlar aynı yol üzerindedirler. Onlar da o yol üzerinde irşad ederler, onlar da insanları basiret üzerine Allah-u Teâlâ'ya çağırırlar. "Emr-i bil-ma'ruf nehy-i anil-münker" vazifesini onlar yaparlar. Onlar vazifedârdır. Allah-u Teâlâ kime vazife verdiyse onu korur, ancak o dâvet eder, o irşad eder. O'nun dâvetçileri de asıl bunlardır. Çünkü bunlara gösterilen esrâr başkasına gösterilmemiştir. Onlar hiçbir ücret almazlar, liveçhillâh çalışırlar, hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar.
O yolun üzerine O koyacak, O vazife verecek, hıfz-u himâyesinde tasarruf-u ilâhîsinde yürütecek, başka türlü olmaz, mümkün değildir.
Basiret; onlar Allah-u Teâlâ'nın göstermesi ile görürler. Hikmeti duyurması ile bilirler, onlar göre göre, bile bile konuşuyorlar da siz farkında değilsiniz.
"Onlar Resul'ün halifeleridir. Onlar onun ehl-i beyt'idir."
Yani hem maddî hem de mânevî kanaldan süzülegelen vâristir.
"Diğer veliler ise yönelmeleri ile O'nun hidayetine ermeye ehildir.
Allah Azze ve Celle işte onunla ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
'Allah dilediği kimseyi kendine seçer, kendisine yönelen kimseye de hidayet eder.' (Şûrâ: 13)"
"Ayrıca onlar, ilâhî hücceti ayakta tutarlar.
Onlar o kimselerdir ki, Ali bin Ebu Tâlib -radiyallahu anh- onları tavsif ederek şöyle buyurmuştur:
'Yeryüzü Allah'ın hüccetini ayakta tutan kimseden hâlî kalmaz. Bunların sayıları çok az, fakat Allah'ın yanındaki yakınlıkları çoktur. Ruhları en yüce yere bağlıdır. İşte bunlar kulları içinde Allah'ın halifeleri, beldeleri içinde O'nun eminleridir.'
Onlar Azîz ve Celîl olan Allah'ın Kitap'ta zikrettiği hidâyet imamlarıdır.
Buyurur ki:
'Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk'a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler.' (A'râf: 181)
Onlar, kendilerine itaat etmeleri halka vâcip kılınan emir sahipleridir.
Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur:
'Allah'a itaat edin, Resul'üne itaat edin. Sizden olan emir sahiplerine de!' (Nisâ: 59)"
Bu bir emr-i ilâhîdir ve onlar mânevî önderlerdir. Allah-u Teâlâ onu onlardan ayırmaz. Allah-u Teâlâ onlara itaat edilmesini emir buyuruyor, kurtulmaları için.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri devamla buyururlar ki:
"Allah Azze ve Celle'nin kendisine itaati, üstünlüğü nedeniyle Resul'üne itaatin içinde kılması da bundandır.
Allah Tebâreke ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
'Peygamber'e itaat eden, muhakkak ki Allah'a itaat etmiş olur.' (Nisâ: 80)
İşte bu, bu ümmete, onun diğerlerinden mükerrem kılındığını bildirmek içindir. Onun derecesi diğer Resul'lerin derecesinden daha yüksektir. Zira bu, O'nun bütün herkese 'Hatmü'n-nübüvve' ile gönderdiği kuludur. Ona hem nübüvvet vermiş, hem de onu kendisiyle hatmetmiştir. Nefsi, hevâsı ve hevâsının kendisine yol bulabilecek bir gölgesi yoktur.
İşte Allah onu da ona yükseltmiş; kendisine bir keramet vererek, O'nun ümmetinin içindeki halifelerden kılmıştır. Dolayısıyla onları da hevânın gölgesinden ve nefislerinin kendisini hatıra getirmesiyle ilgili alâkalardan tefrik etmiştir.
O, onu diğer Resul'lerden üstün yaparak, kendisine itaati Resul'e itaatin içinde kıldı. Diğer veliler üzerindeki üstünlükleri nedeniyle, bu halifelere itaati ümmete vâcip kılması da tıpkı bunun gibidir.
Onlar has veliler ve Allah'ın yeryüzündeki erleri olan öyle kimselerdir ki, peygamberler ve şehidler kıyamet gününde onların yerlerine ve Allah-u Teâlâ'ya olan yakınlıklarına gıpta edeceklerdir. Allah bilendir." ("Kitâbu İlmü'l-Evliyâ"; Haraççıoğlu, no: 806, 45b - 46a yaprağı)
Nitekim Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz'den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Cenâb-ı Fahri Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"Allah'ın öyle kulları vardır ki, ne peygamber ne de şehit olmadıkları hâlde, peygamberler ve şehitler o kimselerin Allah katındaki derecelerine gıpta edecekler. Bunlar, aralarında ne akrabalık ne de mal menfaati olmadığı hâlde, birbirlerini sırf Allah rızâsı için seven kimselerdir.
Andolsun ki, kıyamet gününde bunların yüzleri nur saçacak, bütün vücutları da nur içinde olacak. Herkes korktuğu zaman onlar korku yüzü görmeyecek, herkes kederlendiği vakit onların gönlüne hüzün girmeyecek." (Ebu Dâvud)
Hazret, Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Kütüphânesi'nde kayıtlı bulunan "Kitâbu İlmü'l-Evliyâ" isimli eserinde Allah-u Teâlâ ile konuşan muhaddes velilerin vasıflarından söz ederken, onlardan birinin yakınlık nûrunun, peygamberlerin yakınlık nûrundan daha öne geçeceğini ifade etmiş; onun bu yakınlıkla ilmin köklerine kadar vâsıl olacağını ve nübüvvete dair ilimden büyük bir pay alacağını haber vermiştir:
"Bu ilim, Allah'ın 'Hikmetü'l-ulyâ'sından, yani en yüce Hikmet'inden alınmıştır. Has menzillerin yakınlığı içinde, Vahdâniyyet nûru ile başlayan ilimden nüksetmiştir."
"Allah'ın Hikmetü'l-ulyâ'sına kadar ulaşabilenler, O'nun Vahdâniyyet'inin içinde yürüyenler, ya da has meclislerde Vech-i Kerîm'e vâsıl olanlar... İşte bunlar peygamberlerle neredeyse aynı seviyede bulunan Hassü'l-has muhaddeslerdir!"
O'nun vahdâniyeti içinde yürüyenler kimlerdir?
Onlar Allah-u Teâlâ'nın hıfz-u himayesinde ve tasarruf-u ilâhîsinde yürürler. Onların iradesi elinde değildir. Nitekim Muhyiddin-i İbnü'l-Arabî-kuddise sırruh- Hazretleri onları: "Cesetlenmiş bir ruh" olarak vasıflandırmıştır. Sık sık arzettiğimiz gibi o bir maskeden ibarettir. Onu yürüten, yöneten, duyuran, gösteren Hazret-i Allah'tır.
O O'nun kabzasındadır, O'nunla hareket eder. O'nunla hareket ettiği için; O'nun ilmiyle, O'nun hilmiyle, O'nun göstermesiyle, O'nun bildirmesiyle yürür, bilir ve bildirir.
"Has meclislerde Vech-i kerim'e vâsıl olanlar" a gelince;
Allah-u Teâlâ onları lütufla çekmiştir, hâliyle hallendirmiştir, yakınlığını duyurmuştur. O'nunla rahat görüşür ve konuşur. İşte "Muhaddesler" in öz sırrı budur, O'nun bildirmesi ile olan bir husustur. O duyuracak, O gösterecek, sen de göre göre, bile bile bildireceksin.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Sizden önce gelip geçen ümmetler içinde muhaddesler (Allah-u Teâlâ tarafından ilham olunan insanlar) vardı.
Eğer ümmetim içinde de böyle bir kimse varsa, o da şüphesiz Ömer'dir." (Buhârî)
Bu hakikati şimdi Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin beyanlarından anlıyoruz. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in buyurduğu bu muhaddesler âhir zamanda da zuhur edecek ve esrâr-ı ilâhîyi duyuracak, bilecekler ve bildirecekler.
Yani geçmiş ümmetlerde yetiştiği gibi, Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz'de tecellî ettiği gibi, bugün de mevcut olduğunu bilin.
Onlar Allah-u Teâlâ'nın doğrudan doğruya kendi iradesi altında yürüttüğü kullardır.
"Allah'tan korkar takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur." (Bakara: 282)
Âyet-i kerime'sinde buyurulduğu üzere onların muallimi bizzat Allah-u Teâlâ'dır. O bir hayâlden heyûlâdan ibarettir. Bütün kuvvet ve kudret, mülkün sahibi olan Allah-u Teâlâ'dadır. O onları dilediği şekilde doldurur, yürütür.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri devamla buyururlar ki:
"Bu muhaddesler öyle kimselerdir ki, peygamberlerin menzillerine kadar yaklaşabildikleri için, neredeyse peygamberlere karışırlar. Onların nûru peygamberlerin yakınlık nûrundan daha da büyüyebilir."
Onlar Allah-u Teâlâ'nın hususi kullarıdır. Peygamberlere vekâleten vazife gördükleri için, niyetlerine ve çalışmalarına göre peygamberlere yaklaşırlar. İşte buraya Ashâb erişemez.
"Buna nüfûz ettikleri taktirde, ilâhî tedbirin esâsına ve ilmin köklerine kadar vâsıl olurlar."
Allah-u Teâlâ dilediği bütün esrârı duyurur ve ilmin köklerine kadar iner.
Nitekim Bâli-i Sofyavî -kuddise sırruh- Hazretleri Fusûsü'l-Hikem şerhi"nde Hâtem-i veli'den: "Zâtiyyet hazinelerinin anahtarları elinde bulunduran zât..." diye bahsetmiştir.
Sizin anlayacağınız mânâ şudur:
Allah-u Teâlâ dilediği bütün esrârını duyurur, çözülmesi gereken bütün işleri bildirir. Dilediği kadar her şeyi anlar, amma kişinin nasibi kadar duyurmaya çalışır, nasibi kadar açar.
"Muhaddesler derecelerine göre Nübüvvet'ten de pay alırlar. Nitekim onların kimine Nübüvvet'in yarısı verilir."
Niçin? Vazifesi o olduğu için.
"Onlardan bir kimseye bundan daha da fazlası verilir ki, ona bu güçle peygamberlerin seçkinlik ve temizliği de verilir."
Bu üçüncü kısmı tarif etmek için ilim ve akıl yetmez. O Allah-u Teâlâ'nın kabzasında yürüyen bir kimsedir.
Nitekim Hakim et-Tirmizî -kuddise sırruh Hazretleri: "Üçüncü sınıf ise tarife sığmaz." buyuruyor.
Doğrudan doğruya O'nun lütfu tecellî ediyor. Dilediğine dilediği kadar verir. Zaten hep O'nun lütfu.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Bu Allah'ın fazl-u ikramıdır, kime dilerse ona verir. Allah büyük lütuf sahibidir." (Cum'a: 4)
"İlâhî Nûr, ona işte bu güçle verilir. Bu güçle ona yakınlık da verilir. Bu güçle ona Hakk ile konuşabilme de verilmiştir. Onun mevcûdiyeti de işte bu güce göredir."
Bunun içyüzü şudur: Vallâhi insan bir maskeden ibarettir, maskeyi çıkar O var, maskeyi indir sen varsın. Amma bu hâli yaşayabilmek çok güçtür. Hep O'nun lütfu, O'nun ihsanı, O'nun gücü, O'nun ikramı. Gel de nefse anlat. Çünkü insan varım diyor ve her şeyi kendi varlığında arıyor, O'nun varlığında aramıyor, kendi varlık zannı içinde yorum yapıyor. Bu gibi kimseler Hakk'ı nasıl bulur, Hakk'tan nasıl konuşur? Hakk ile değil ki. İşitiyor amma neyi işitiyor o da bilmiyor.
"İşte bu tabaka bu ilâhî harflerden her harfi bilir. Her kelimenin hakimiyetinin ortaya çıkışıyla, ilâhî işler üzerindeki gücüyle ve ilâhî işler hakkında elde ettiği fayda ile, ilâhî ilme göre onu isimlendirmeyi de bilir. Vakar ve Hürmet'ten de kendisine pay verilerek, tevdî olunan kelimenin mânâsından faydalanılması gerekeni elde eder." ("Kitâbu İlmü'l-Evliyâ")
Daha doğrusu şu hususu size açık olarak arzedeyim ki; içinde O var, O yürütüyor, O buyuruyor, O duyuruyor, karşıda beşer görünüyor. Bu işin aslı ve özü budur. Rûhâniyet cesetlenmiş, o ceset O'nu göstermiyor. Aslında işi yapan hep Hazret-i Allah'tır.
Nitekim Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri Nevâdirü'l-Usûl" adlı eserinde buyurur ki:
"O öyle bir kimsedir ki, ona yeryüzünde: 'Ey Vâhidî!' diye nidâ eden doğru söylemiştir."
İşte buraya sizin aklınız ermez, buraya yaklaşmayın, çözmeye de çalışmayın. Mârifetullah ehlinin ilmi dahi bu ilim karşısında kabuk kalırsa, buraya kim girebilir? O öyle tecellî edip öğretmiş. Onun muallimi halk olsaydı, halk sapıtıp giderdi.
Allah-u Teâlâ dilediğini ona bildirir, gösterir, duyurur, buldurur. Çünkü O'nunla halleşiyor. Onu O bilir.
Allah-u Teâlâ onda tecelli ettiği zaman, kendisine yaklaştırıp kapıyı araladığı zaman, onlara neyi verdiğini bir kimsenin bilmesi mümkün değildir.
Bu iki kandil üzerinde akıl yürütmeyin, herhangi bir mütalâa yapmayın. Allah-u Teâlâ bu iki kandili yarattığı zaman o kandillere neler koyduğunu yalnız O biliyor, başka kimse bilmiyor. O öyle murad etmiş, ezelden öyle takdir etmiş, Hâtem-i nebi'yi de Hâtem-i veli'yi de Âdem Aleyhisselâm'dan evvel yaratmıştır. Bu lütuf mahlûka âit değildir, bir bilgi ve ilgi dahilinde de hiç değildir.
Beşeri akılla idrak edilemez, burada ilim yürümez. Niçin? Allah-u Teâlâ'nın ne koyduğunu kimse bilmediği için.
•
Müeyyedüddîn Mahmud el-Cendî -kuddise sırruh- Hazretleri "Şerhü'l-Fusûs li'ş-Şeyh Müeyyedüddîn el-Cendî" isimli eserinin son satırlarında; Hâtemü'l-enbiyâ Aleyhisselâm'a sâlat-ü selâmda bulunduktan sonra, onun bâtın vârisi olan Hâtemü'l-evliyâ'ya da salât-ü selâm'da bulunarak şöyle buyurmuştur:
(Ve sallallâhu alâ Hâtemü'r-rusül ve'l-enbiyâ ve vârisehu'l-ekmele fî husûsi Hatmiyyetühû Hâtemi'l-evliyâ'i'l-Muhammediyyîn.)
"Allah'ın salâtı resullerin ve nebilerin Hâtem'inin ve onun Hatemiyyet hususundaki en kâmil vârisi olan, Muhammedî velilerin Hâtem'inin üzerine olsun!" ("Kitâbu Şerhü'l-Fusûs li'ş-Şeyh Müeyyedüddîn el-Cendî"; Şehid Ali Paşa, no.: 1240, 439b-440a yaprağı)
Çünkü o iki kandili o zaman yarattı, o zaman koydu. O onun velâyetine sahiptir. Ona salât-ü selâm getiriliyor, onun velâyetine sahip olduğu için, ona verdiği meziyeti buna da ihsan ettiği için, ona da salât-ü selâm vâciptir. "Ona yaptığını buna da yap!" mânâsına geliyor.
Buradaki murad; Mustafa'nın yine gelmesidir. Çünkü bu kandilin içinde onun mevcudiyeti var.