Muhterem Okuyucularımız;
Allah-u Teâlâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i aliyyü'l-âlâ peygamber yaparken, onun ümmetini de ümmetlerin en efdali yaptı.
Ümmetinin efdal oluşu Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in efdal oluşundan gelir.
Fatih Sultan Hazretleri de kendi zamanının faziletlisi idi. Onun faziletinden dolayı askeri de faziletli olmuştur.
Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuştur:
"Kostantiniyye muhakkak fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır, onu fetheden askerler ne güzel askerlerdir." (Ahmed bin Hanbel)
O bu millete neler miras bıraktı...
Hâtem-i veli'nin faziletinden dolayı da ihvan faziletli olmuştur. Bu faziletin sebebi de budur.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyurmuşlardır:
"Ümmetim yağmura benzer. Evvelkiler mi daha hayırlıdır, sonrakiler mi daha hayırlıdır bilinmez." (Tirmizî)
Görüyorsunuz ki o zamanla bu zaman bitişmiş oluyor.
Evvelkilerden murad "Asr-ı saâdet"tir. Sonrakiler ise ikinci bin seneden sonra gelen ve "Hâtem-i velî" ile başlayan iman kurtarma ve cihad devresidir.
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Hangisi daha hayırlıdır bilinmez." buyuruyor. Bu mucize beyanı ile başta gelenlerle sonda gelenleri birbirine bitiştirmekle, "Ashâb" ile "İhvan"ı bir zincirin baklaları hâline getirmektedir. Hepsi de aynı yolun yolcularıdır, hiç fark yok. Onlar göre göre inandılar. Bunlar görmeyerek aynı imana sahip oluyorlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Siz kendi nefislerinizi ıslah etmeye bakın. Siz doğru yolda bulundukça yoldan sapanların size zararı olmaz." (Mâide: 105)
Rivayete göre Ashâb-ı kiram'dan Ebu Sâlebetü'l-Haşenî -radiyallahu anh- Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e bu Âyet-i kerime'nin tefsirini sorduğunda şöyle buyurmuştur:
"Yâ Ebu Sâlebe! İyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış. Ne zaman ki aşırı derecede cimrilik hâkim olur, nefislerin arzusu peşinden gidilir, dünya ahiret üzerine tercih edilir, herkes kendi görüşünü beğenir, kimse kimseyi tanımaz bir hâle gelirse, o zaman kendini kurtarmaya bak ve halk tabakasını bırak! Muhakkak ki sizin arkanızda karanlık gece parçaları gibi fitneler vardır. O fitneler içerisinde, sizin üzerinde bulunduğunuz inancın benzerine sımsıkı yapışan bir kimse için, sizden elli kişinin sevabı kadar sevap vardır."
Ashâb-ı kiram: "Yâ Resulellah! Onlardan elli kişinin sevabı kadar sevabı vardır değil mi? (Yani ‘Sizden' kelimesi yanlışlıkla mı kullanıldı?)" diye sorduklarında buyurdu ki: "Hayır! Sizden elli kişinin sevabı kadar sevap alır. Çünkü siz iyiliklerde yardımcı bulursunuz, fakat onlar bulamazlar." (Ebu Dâvud - Tirmizî - İbn-i Mâce)
Bidayetle nihayetin birleşmesi mevzusunu hafife almayın, şaşmayın, hayret etmeyin. Ashâb-ı kiram'ın yüksekliğini tarif etmek mümkün değildir. Amma bugünkü ihvanın derecesi de sizin bileceğiniz bir şey değildir.
Gerçek ihvanın bu zamanda kıymeti bu kadar artmış oluyor. Seçkin seçkindir, ötekine hiçbir sözümüz yok. Lâkin seçkin seçkindir. O mânevî ordu, az olmasına rağmen Allah-u Teâlâ'nın desteği ile çok kuvvetli olacaktır. Üç kelime ile beyan etmişler: "İhlâs, sadâkat, tesanüd."
Binaanaleyh bunlara çok dikkat ederek, böylece tutunalım.
İhlâs çok mühim. Sadâkatin özü Allah'a bağlanmak. Bu iki cümle hayati bir ders. Birbirinizi sevin, muhalefet etmeyin. Muhalefet edeceğinize, ortaya Allah-u Teâlâ'nın kitabını, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Hadis-i şerif'ini koyun oradan halletmeye çalışın. Ama şeytanın, nefsin arzusu ile halletmeye çalışmayın. Hele böyle bir zamanda birlik ve beraberliğe çok ihtiyaç var.
İşte ihvanda bu ihlâs ve tesanüd olacak, bize Allah yeter! Bu tesanüdle beraber Hazret-i Allah'a sığınıp çıktığın zaman önünde hiçbir kimse duramaz. Çünkü seni O korur. Bu yol Allah yoludur. Bu yolun kıymetini orada anlayacaksınız. Mühim olan mürşidinin yanında olmak değil, yolunda olmaktır.
Hazret-i Allah ve Resulullah'a gönülden bağlı ol. İbadet ve taata devam et. Mahviyyetten ve hiçlikten ayrılma. Yolu bunlarla alın... Ölçü budur.
Ben hayatta iken veya benden sonra bu yolu bırakırsanız, siz sapıtmış olursunuz. Bu çok büyük bir sözdür. Niçin? Hazret-i Allah ve Resulullah'a ait bir yol olduğu için.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Rivayete göre Ashâb-ı kiram'dan Ebu Sâlebetü'l-Haşenî -radiyallahu anh- Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e bu Âyet-i kerime'nin tefsirini sorduğunda şöyle buyurmuştur:
"Yâ Ebu Sâlebe! İyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış. Ne zaman ki aşırı derecede cimrilik hâkim olur, nefislerin arzusu peşinden gidilir, dünya ahiret üzerine tercih edilir, herkes kendi görüşünü beğenir, kimse kimseyi tanımaz bir hâle gelirse, o zaman kendini kurtarmaya bak ve halk tabakasını bırak! Muhakkak ki sizin arkanızda karanlık gece parçaları gibi fitneler vardır. O fitneler içerisinde, sizin üzerinde bulunduğunuz inancın benzerine sımsıkı yapışan bir kimse için, sizden elli kişinin sevabı kadar sevap vardır."
Ashâb-ı kiram: "Yâ Resulellah! Onlardan elli kişinin sevabı kadar sevabı vardır değil mi? (Yani ‘Sizden' kelimesi yanlışlıkla mı kullanıldı?)" diye sorduklarında buyurdu ki:
"Hayır! Sizden elli kişinin sevabı kadar sevap alır. Çünkü siz iyiliklerde yardımcı bulursunuz, fakat onlar bulamazlar." (Ebu Dâvud - Tirmizî - İbn-i Mâce)
İslâm'ın ilk devirlerinde de İslâm garipti, bu zamanda da İslâm garip duruma düşmüştür.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Müslümanlık garip olarak başladı, başladığı gibi garip olarak avdet edecektir.
Ne mutlu gariplere!" (Müslim)
"Garipler kimdir?" diye sorulduğunda şöyle buyurmuşlardır:
"Garipler o kimselerdir ki, halk tarafından bozulmuş olan sünnetimi ıslah ederler, öldürülmüş olan sünnetimi de ihyâ ederler." (Tirmizî)
Bunun da sebebi Allah-u Teâlâ'nın bunlara Asr-ı saâdet hayatının benzerini yaşatması, din-i İslâm'ı bütün hükümleri ile ayakta tutmak için her türlü mücadele ve mücahedeyi yapmalarıdır.
Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde ise buyururlar ki:
"Garipler sayıları pek az olan sâlih kişilerdir. Bu kişiler sâlih olmayan bir topluluk içinde yaşarlar. Yaşadıkları bu topluluk içinde kendilerini seven az, buğz eden ise çoktur." (Ahmed bin Hanbel)
Bu Hadis-i şerif'e bunlar da mazhar olduğu için aynı yolda birleşiyorlar. Bunlar o gariplerdir. O devir de garipti, bu devir de gariptir. "Ashâb" ile "İhvan" birleştiği gibi, mücadele hususunda da aynı noktada birleşiyorlar. Bu gariplik ânında nuru yaydıklarından ötürü bu fazilet veriliyor. Bu Hadis-i şerif bilhassa onlara işaret ediyor, ikinci bin seneden sonra bu mücahidlere bu ad veriliyor. Yeni doğar gibi doğuyorlar.
Muhyiddin-i İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri "Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-evliyâ" eserinde şöyle buyurmaktadır:
"Mustafa'nın asrıyla birleşen devir sana gizli kalmasın." buyuruyor. ("Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-evliyâ"; s.22, Bas.:Mısır, 1954)
Bugün imanı muhafaza etmek çok zor, imandan kaymak çok kolaydır. Her an imandan kayma tehlikesi olduğu için onlara bu derece verilmektedir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif'lerinde de onları Ashâb-ı kiram'a tanıtarak şöyle buyuruyorlar:
"Onlar bugün sizin üzerinde bulunduğunuz hakikate sarılırlar." (Kûtu'l-Kulûb)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir kabristana gelip:
"Ey mümin cemaatin diyârı! Size selâm olsun! İnşaallah biz de size katılacağız. Kardeşlerimizi görmüş olsa idik ne kadar sevinirdim." buyurdu.
Ashâb-ı kiram:
"Yâ Resulellah! Biz senin kardeşlerin değil miyiz?" dediklerinde:
"Siz benim ashâbımsınız. İhvanımız ise, henüz gelmemiş olanlardır." buyurdu.
"Henüz gelmemiş olan ümmetinizi nasıl tanıyacaksınız yâ Resulellah?" diye sorulduğunda ise şöyle cevap verdi:
"Bir kimsenin; alnı ak ve ayakları sekili bir atı olsa, tamamen siyah ve hiç alacası olmayan at sürüsü arasında kendi atını bilemez mi?"
"Elbette bilir yâ Resulellah!"
"Kardeşlerimiz de yüzleri, el ve ayakları abdest nuru ile parlak olarak geleceklerdir. Ben de havzın başında onları bekleyeceğim." (Müslim: 249)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu Hadis-i şerif'inde: "Allah-u Teâlâ onları kendi nuru ile nurlandırmıştır. Ben onları o nur ile tanıyacağım." buyurmuyor da: "Abdest nuru ile tanıyacağım!" buyuruyor. Burada herkesin anlayabileceği bir tabir kullanmışlar. Çünkü: "Onları o nur ile tanıyacağım." buyurduğu zaman hafsala almaz. Allah-u Teâlâ kendi nuru ile nurlandırdığı için, o nuru görüp tanıyor. Onlar nuru yayıyorlar, Allah-u Teâlâ onları nurlandırıyor, o nur ile mahşere çıkacaklar, o nur ile tanınacaklar.
Nitekim Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem– Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Cennete ilk giren cemaatin yüzleri ayın on dördüncü gecesindeki kadar aydın, onların arkasından girenlerin yüzleri ziya bakımından en parlak yıldız gibidir." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1343)
O karanlık içinde o nur, ayın parladığı gibi parlayacak. Aya baktığın zaman gördüğün gibi onu da görüyorsun. Ayda da Allah-u Teâlâ'nın nuru var, onda da O'nun nuru var. İş O'nun nurundadır. Nur olduğunu söylemiyor da, halkın anlayacağı bir tabir kullanıyor. Bunların yüzü ayın on dördüncü günü gibi olan kısmındandır, oradan tanıyacak.
O görüyor ve söylüyor, sen görmüyorsun söylüyorsun. Fakat Allah-u Teâlâ ona öyle bir üslup vermiş ki, umum halkın anlayacağı bir kelime söylüyor. O ilâhî nuru görüyor, nura baka baka konuşuyor. Yoksa Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı da abdest alıyordu, amma Resulullah Aleyhisselâm'ı görüyorlardı.
Onlar nurun karşısında idiler. O nur yetiyordu onlara. Ve fakat asırlar boyu o nurdan uzaklaşılmış, ortalık kararmış. Gelecek ümmet ise hem görmüyor, hem abdest alıyor. O nurdan uzaklaşmışlar amma, Ashâb-ı kiram'ın hayatını yaşıyorlar, Ashâb-ı kiram'a bitişmiş durumları var.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Amellerin efdali en güç olanıdır." buyuruyorlar. (Münâvî)
Bunun içindir ki bu sınıf bunlara verilmiştir.
Demek ki; "İhvanımız ise henüz gelmemiş olanlardır." buyurulan kimseler, bilhassa ikinci bin seneden sonra gelecek olan bu ümmet içinde Hâtem-i veli'ye tâbi olan ihvan topluluğudur; hususiyetle Bayraklılar. Çünkü cihad edenle etmeyen, evde oturan bir değildir.
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Bir kimsenin; alnı ak ve ayakları sekili bir atı olsa, tamamen siyah ve hiç alacası olmayan at sürüsü arasında kendi atını tanıyamaz mı?"
Beyanı ile bu zamanın karanlığını siyah atlara benzetmektedir. Ortalık o kadar kararacak ki, hiç beyaz yeri kalmayacak. Fakat o kararmış ortamda o beyazlığı, o nuru taşıyacak insanlar da bulunacak. Allah-u Teâlâ bu karanlık ortamda Hâtem-i veli'nin ihvanına öyle bir nur verecek ki, nurun alâ nur olacaklar.
Ashâbı dinde kardeş yolda arkadaştı. İhvanı ise dinde de kardeş, yolda da kardeş kabul etti. Faziletini siz düşünün!
Çünkü Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı zamanında güçlük vardı amma, destek aldıkları iki güç de vardı. Kur'an-ı kerim âyetleri an be an nâzil oluyordu. Her an için tecelliyât-ı ilâhî'ye mazhar idiler. Diğer taraftan Resulullah Aleyhisselâm'ın nuru karşılarında idi. İçleri dışları nurlanıyordu. Onun terbiyesini görüyorlar, sohbeti ile müşerref oluyorlardı. Ahlâkı ile ahlâklanıp tabiatı ile tabiatlanıyorlardı. İlâhî hükümleri kaynağından öğreniyorlardı. O nur onlara yetiyordu, onları eğitiyor, terbiye ediyordu. Büyük bir mânevî destek vardı. Onlar gördüler, göre göre iman ettiler. Bakıyorlardı, yol alıyorlardı.
Resulullah Aleyhisselâm bu Din-i mübin'i onlarla kurdu, onlarla yaydı.
Şimdi ise aradan uzun bir zaman geçmiş bulunuyor. O nurdan uzaklaşılmış, ortalık tamamen kararmış, kapkara olmuş. Dünya kurulalıdan beri böyle bir fitne kopmadı.
Böyle olduğu halde, sonda gelenlerin bağlılıkları Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı gibi olduğundan ötürü ona yaklaşmış ve bitişmiş durumda oldukları için, onların yakınlığı bunlara geçti. Aynı hayatı yaşadıkları için kardeş oluyorlar. Dereceleri çok yüksek.
İslâmiyet o zamanda garipti, şimdi de garip hâle geldiği için bu yakınlık husule geliyor.
Onlar o hayatı yaşadıkları gibi, bunlar da aynı hayatı yaşıyorlar ve diğer müslümanlara yaşatmaya çalışıyorlar. Bu güç zamanda Allah-u Teâlâ'nın lütfu ile; bir taraftan nuru muhafaza ediyorlar, bir taraftan nurlandırmaya çalışıyorlar. Bir taraftan nefisle cihad ediyorlar, bir taraftan beşeriyet ile cihad ediyorlar. İlâhî hükümleri duyurmaya, beşeriyeti nurlandırmaya gayret ediyorlar.
Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri: "Onu tanıyıp itibar gösteren kimseye, ondakinin benzeri gibi bir elbise giydiriliyordu." buyuruyor. ("Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ"; s.16, Bas.:Mısır, 1954)
Bu elbise ilâhî bir nurdur. Bu lütuf yalnız sâdık ihvana âittir. Allah-u Teâlâ ona giydirdiğini yakınlarına da giydirecek, üzerlerinde o elbise olduğu halde Mahşer'e çıkılacak. Mahşer halkının arasında en büyük şerefi taşıyacak. Dikkat ederseniz ona giydirilen elbise ihlâslı ve sâdık olan hakiki ihvana da giydiriliyor. Bu ise sadakat ile bütün gönlü ile bağlı olan kimseye âittir, başkasına âit değildir. O elbise öyle bir elbisedir ki, mahşerde de o elbise ile çıkılacak.
Kardeşler! Bu çok büyük bir lütuftur, çok büyük bir müjdedir. Bu size yeter! Yeter ki Allah-u Teâlâ kabul buyursun ve hakikati bize duyursun. Ona giydirilen elbiseden, sıddık olan ihvan da giyer. Allah-u Teâlâ'nın ona ihsan ettiği elbise nur elbisesidir, mânevî elbisedir; dünya elbisesi değil, ahiret elbisesidir.
Hakikaten yolda sadakatinizi gösterirseniz, onu tanıdığınızdan ötürü Allah-u Teâlâ size bu lütfu bahşeder. O elbise eskimez, çürümez. Herkes çıplak çıkarken kişi, o elbise ile çıkar, çıplak çıkmamaya vesiledir. Ne büyük lütuf, ne büyük şeref! İhvanın özenmesi gereken en mühim şey! Çünkü kimseye giydirilmemiş olan o mânevî elbise ona giydirilmiş, o kadar.
Zaten "Siyah Bayraklılar"ın fazileti de buradan geliyor.
Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Hüreyre -radiyallâhu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Onlar benim ümmetimden, âhir zamanda gelecek bir topluluktur ki; kıyamet gününde, tıpkı peygamberlerin haşrolunduğu gibi haşrolunacaklardır. İnsanlar, durumları gösterilip de onları gördükleri zaman, onların peygamberler olduklarını sanacaklar. Tâ ki ben; ‘Ümmetimdir, ümmetimdir!..' deyip de kendilerini tanıtıncaya kadar... Nihayet halk onların peygamber olmadıklarını anlayacak. Şimşek ve rüzgâr misâli geçip gidecekler, nurlarından mahşer ehlinin gözleri kamaşacak!" (el-Vesâyâ li-İbnü'l-Arabî, Hâlet Ef. no.: 198/2 486a yaprağı)
Niçin gözleri kamaşacak? Onlardan başka giyinen yok ki! Bu ihsan ve ikram karşısında bir mahluk âciz düşer, şükretse edemez, bir şey yapsa yapamaz.
Çalışanlar bunun için çalışsın!
Resulullah Aleyhisselâm'ın: "Hayır! Bunlar benim ümmetimdir!" buyurması, bu şerefin hiç şüphesiz ki ona âit olduğunu gösterir.
"Siyah Bayraklılar"ın fazileti bu yöndendir. Evet peygamber değil amma peygamberlik vazifesi ile muvazzif olanın bayraklılarıdır. Çünkü onlar bu nuru yaydılar, zülmânâtı dağıttılar.
Nitekim İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
"Bu zât, geçmiş ümmetlerdeki ulü'l-azm peygamberlerin işini görür." (234. Mektup)
Bütün bu fazilet oradan geliyor. Allah-u Teâlâ'nın ezelden koymasından, ezelden yerleştirmesinden doğuyor. Kulda hiçbir şey yok, kul bir maskeden ibarettir.
Muhyiddin-i İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri bir ifşaatlarında şöyle buyuruyorlar:
"Seniye ameli'ne ve ‘En ulu tecellî'ye göre, Peygamber'in sahâbesinden herhangi bir kişiyi öne geçirmiş olan şey, sana has kılınan zamanda, senin ihvanın arasında da meydana gelince; senin zamanın onların zamanıyla birleşir ve artık onların yoldaşı cümlesinden olursun!" ("Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-evliyâ"; s.18)
Dikkat ederseniz bu beyanlarında Ashâb'la ihvan mevzu ediliyor.
Kardeşler! Bu lâf işi değildir, bu bir lütuf işidir.
Bu ilâhî bir lütuftan ibarettir, aslâ şahsa âit değildir. Burada murad-ı İlâhî anlatılıyor, Hâtem-i veli anlatılmıyor. Binaenaleyh siz ilâhî iradeye bakın, O'nun hükmüne, takdirine, taksimine dikkat edin, payınıza düşürene çok şükredin.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Biz rahmetimizi kime dilersek ona isabet ettiririz." (Yusuf: 56)
Allah-u Teâlâ onları bu lütfa mazhar eder.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Siz kendi nefislerinizi ıslah etmeye bakın. Siz doğru yolda bulundukça yoldan sapanların size zararı olmaz." (Mâide: 105)
Rivayete göre Ashâb-ı kiram'dan Ebu Sâlebetü'l-Haşenî -radiyallahu anh- Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e bu Âyet-i kerime'nin tefsirini sorduğunda şöyle buyurmuştur:
"Yâ Ebu Sâlebe! İyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış. Ne zaman ki aşırı derecede cimrilik hâkim olur, nefislerin arzusu peşinden gidilir, dünya ahiret üzerine tercih edilir, herkes kendi görüşünü beğenir, kimse kimseyi tanımaz bir hâle gelirse, o zaman kendini kurtarmaya bak ve halk tabakasını bırak!
Muhakkak ki sizin arkanızda karanlık gece parçaları gibi fitneler vardır. O fitneler içerisinde, sizin üzerinde bulunduğunuz inancın benzerine sımsıkı yapışan bir kimse için, sizden elli kişinin sevabı kadar sevap vardır."
Ashâb-ı kiram: "Yâ Resulellah! Onlardan elli kişinin sevabı kadar sevabı vardır değil mi? (Yani ‘Sizden' kelimesi yanlışlıkla mı kullanıldı?)" diye sorduklarında buyurdu ki:
"Hayır! Sizden elli kişinin sevabı kadar sevap alır. Çünkü siz iyiliklerde yardımcı bulursunuz, fakat onlar bulamazlar." (Ebu Dâvud - Tirmizî - İbn-i Mâce)
Bidayetle nihayetin birleşmesi mevzusunu hafife almayın, şaşmayın, hayret etmeyin. Ashâb-ı kiram'ın yüksekliğini tarif etmek mümkün değildir. Amma bugünkü ihvanın derecesi de sizin bileceğiniz bir şey değildir.
Onlar her zaman için o nurun karşısında bulunuyorlardı, her an vahiyle mülâkî idiler. O nur yetiyordu onlara. Amma o nurdan bin dört yüz sene uzaklaşılmış, vahiy inmemiş, ortalık kararmış, amma vekili kalmış. Ona sıdk ile bağlı olan işte bu dereceye nâil oluyor.
Ashâb'la ihvan bir araya gelecek, yekvücud hâle gelecek. Ona ne verdiyse ona da verecek. Onu nasıl yürütüyorsa onu da öyle yürütecek.
Muhyiddin-i İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri buyurur ki:
"İnsanın Sübhân olan Rabb'i ile beraberliğini devam ettirmesinin ve O'nu görüp gözetmesinin mevcûdiyeti zevâle ermez. Nitekim Hakk onu gösterir; şeriat ona işaret eder ve onunla ilgili olarak, yıkım ve ölüm ibâresi içinde bir de duyum gelir. Bu ise öncüleri olan kişinin, onlardan (ilk devirdekilerden) yetmiş kişinin ecriyle amel edeceği için, yapacağı amelle onları öne geçireceği ve üstünleştireceği anlarla ilgilidir."
Hadis-i şerif'te elli buyuruluyor, görüldüğü üzere burada da yetmiş buyuruluyor. Onun tarifi mümkün değil, ilâhî lütuftan başka hiçbir şey de değil.
Gerçek ihvanın bu zamanda kıymeti bu kadar artmış oluyor.
Seçkin seçkindir, ötekine hiçbir sözümüz yok. Lâkin seçkin seçkindir.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyurmuşlardır:
"Ümmetim yağmura benzer. Evvelkiler mi daha hayırlıdır, sonrakiler mi daha hayırlıdır bilinmez." (Tirmizî)
Görüyorsunuz ki o zamanla bu zaman bitişmiş oluyor.
Evvelkilerden murad "Asr-ı saâdet"tir. Sonrakiler ise ikinci bin seneden sonra gelen ve "Hâtem-i velî" ile başlayan iman kurtarma ve cihad devresidir.
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Hangisi daha hayırlıdır bilinmez." buyuruyor.
Bu mucize beyanı ile başta gelenlerle sonda gelenleri birbirine bitiştirmekle, "Ashâb" ile "İhvan"ı bir zincirin baklaları hâline getirmektedir. Hepsi de aynı yolun yolcularıdır, hiç fark yok. Onlar göre göre inandılar. Bunlar görmeyerek aynı imana sahip oluyorlar.
Onlar öyle bir hâle gelecekler ki Allah-u Teâlâ'nın emir ve yasaklarına uyacaklar, Resulullah Aleyhisselâm'ın Sünnet-i seniye'sine sarılacaklar ve aynı noktada Ashâb-ı kiram ile birleşecekler. O önde o arkada, amma burada birleşecekler. Bu öyle bir lütuftur ki, tarifi mümkün değil. İnsan bu lütfun değerini bilse sürünerek çalışır. Resulullah Aleyhisselâm'dan bin dört yüz sene sonra da zuhura geldiği için, Ashâb-ı kiram'ın vazifesini yaptıkları için, aynı onun hayatını yaşayacaklar, bir noktada birleşecekler. Allah-u Teâlâ bütün halkı kaldırdı, bu iki noktada topladı.
Yani bunun meziyetini tarif etmek mümkün değil. Bize ihlâsla ubûdiyet, sadâkatle çalışma düşer. Bize düşen budur, ötesi O'na âittir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'in bir noktasında:
"Halk tabakasını bırak!" buyuruyor.
Dikkat ederseniz Resulullah Aleyhisselâm Ashâb'la ihvanı birleştirdi, halk gitti. Halk niçin nazar-ı itibara alınmıyor? O'nun rızâsı yolunda olmadığı için alınmıyor. O nur sahipleri nura kavuşunca halk nazar-ı itibara alınmıyor. Baştakiler nihayetiyle birleşti, "Ashâb" ile "İhvan" kaldı, halk gitti.
Ashâb" ile "İhvan"ın nazar-ı itibara alınması ne kadar mühimdir. O zaman da halk vardı, bahsedilmiyordu, şimdi de halk var, yine bahsedilmiyor. Bunun sebebi Ahkâm'ı yaşamamalarıdır. Bu hâlât ihvanda kalacak, halktan kalkacak. Onun içindir ki ben halkla meşgul değilim. Ben kendimle ve Cenâb-ı Hakk'ın nasipdar ettiği nasipdarlarla meşgulüm.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde yeryüzü halkının çoğunun durumunun yoldan sapmış olduğunu haber vermektedir.
"Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, onlar seni Allah'ın yolundan saptırırlar.
Onlar sadece zanna uyarlar ve yalandan başka söz de söylemezler." (En'âm: 116)
Ne inançlarında yakîn, ne ölçülerinde hakkâniyet, ne de kararlarında isabet bulunur. Bütün iş ve icraatlarında nefsânî arzu ve heveslerine uyarlar. Şahsi takdir ve tahminlerini hüküm yerine koyarlar.
Mütebâki Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Senin Rabb'in kendi yolundan sapanı en iyi bilendir. Hidayete ermiş olanları da en iyi bilen O'dur." (En'âm: 117)
Onları yolunda bulundurur, o yolda yürütür, her türlü tehlikelerden muhafaza eder.
O öyle bir zamanda gönderildi ki; nice türemelerin ürediği, allahlık dâvâsında bulunan firavunların yine türediği, putların dikildiği, ilâhlık dâvâsında bulunulduğu, herkesin kendi bayrağını açtığı bir anda gönderildi. İşte böyle bir zamanda Zühal yıldızı karanlığı delip geçtiği gibi, bu Siyah Bayraklılar da biiznillâh-i Teâlâ bu zulümâtı deldiler ve dağıttılar, nur-i ilâhîyi yaydılar. Allah-u Teâlâ indirdiği ilimle bunların hepsini yok etti. Hiçbir şey kalmadı, sadece isimleri kaldı. Bundan sonra Hazret-i Mehdi gelecek, İsa Aleyhisselâm gelecek, amma bu türemeler olmayacak.
Resulullah Aleyhisselâm'ın yolu Ashâb'ın yolu ile bu yol ve ihvanın yolu birleşir, ötesi hükümsüzdür.
Bunun sebebi onun velâyetini Hâtem-i veli'ye, nübüvvetini Hazret-i Mehdi'ye, risâletini İsa Aleyhisselâm'a verdiği için burada merdiven birleşmiş oluyor, sebepleri bunlardır. Zaten üç merdivenin mânâsı da budur.
Cenâb-ı Hakk'a sonsuz şükürler olsun ki bu doğrudan doğruya bir lütf-u ihsandır ve bu lütf-u ihsânı tarif etmek de mümkün değildir.
Ebu Tâlib el-Mekkî -kuddise sırruh- Hazretleri, Ali bin Ebî Tâlib -radiyallahu anh-in bir duâlarında şöyle buyurduğunu eserinde nakletmişlerdir:
"Allah'ım! Yeryüzünü ilâhî hücceti ayakta tutacak olan kimseden hâlî bırakma. Onların sayıları çok az, Allah katındaki değerleri ise çok yüksektir. Kalpleri en yüce yere bağlıdır. İşte onlar, kulları ve beldeleri içinde Allah'ın halifeleridir. Ah, onların yüzlerini görmeyi ne kadar çok isterdim!" (Ebu Tâlib el-Mekkî, Kûtu'l-Kulûb, c.1, s.134; Ebu Nuaym "Hilyetü'l-Evliyâ", c. 1, s. 79-80)
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz, sonra da ağlamış ve ona karşı iştiyak duyduğunu söylemiştir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri'ne buyurduğu Hadis-i şerif'lerinin bir noktasında, bu topluluğu görmeye duyduğu iştiyakı açıkça dile getirmiş ve gözyaşı döküp ağlamışlardır:
"Ne mutlu onlara, ne mutlu onlara! Allah'ın, onlarla benim aramı birleştirmesini ne kadar çok isterdim!"
Ebu Tâlib el-Mekkî -kuddise sırruh- Hazretleri "Kûtu'l-Kulûb" isimli eserinde Hazret-i Ali -kerremallâhu veche- Efendimiz'in ağladığı ve yüzlerini görmeyi arzuladığı, ilâhi hücceti ayakta tutacak olan zümrenin faziletini ve meziyetini tafsilatlı olarak açıklıyorlar:
"Ali -kerremallâhu veche-nin kendilerini özlediğini belirterek gözyaşı döktüğü o kimseler, daha önce Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- tarafından da özlenmişlerdir.
Zirâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bu hususla ilgili olan Hadis'inde:
‘Kardeşlerimle buluşmaya öyle hasretim ki... Kardeşlerimi görmeyi ne kadar da isterdim! Onlar sizden sonra gelecek bir topluluktur.' buyurmuştur.
Bundan sonra da o, kardeşleri olarak zikrettiği kimselerin vasıflarını anlatmaya başlamıştır.
Onların ‘Kardeşler' diye tavsif edilmelerinin sebebi, kalplerinin peygamberlerin kalpleri üzere, ahlâklarının da imânın esaslarına dayanıyor olmasıdır."
"Âhiret âlimlerinden olan bir zâtın aklı, kalbinden gelen ilâhî nurlarla aydınlanır. Anlayışı, ilim ve müşâhadesinin istidlâlinden bilgilenir. Ahlâkı, sahip olduğu yakînî imânın sıfatlarıyla şekillenir. Gücü, yolu ve sülûku da, O'nun yolu ve sünneti üzeredir. İşte böylece de onun kardeşlerinden olmuştur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in görmeyi özlediği kimseler, aynı zamanda peygamberlerin de kardeşleridir.
İşte onlar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in de bir Hadis'inde buyurduğu gibi; halk içindeki gariplerdir.
O şöyle buyurmuştur:
‘İslâm garip olarak başladı, başladığı gibi garip olarak son bulacaktır. Ne mutlu gariplere!'
Denildi ki; ‘Onlar kimlerdir?'
Buyurdu ki:
‘Onlar o kimselerdir ki, insanların bozduğunu ıslâh ederler.'
Bu Hadis'in başka bir lâfzında ise şu ifadeler yer alır:
‘Onlar o kimselerdir ki, insanlar tarafından bozulmuş olan sünnetimi ıslâh ederler; öldürülmüş olan sünnetimi de ihyâ ederler.'
Onlar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in insanlar tarafından bilinmeyen ve terkedilmiş olan yolunu tekrar ortaya çıkaracaklardır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- başka bir rivâyette şöyle buyurmuştur:
‘Onlar benim sünnetime ve bugün sizin üzerinde bulunduğunuz yola sımsıkı sarılırlar.'
Bir diğer rivâyette ise şu ifâde geçmektedir:
‘Garipler, sayıları pek az olan sâlih kimselerdir. Sâlih olmayan bir topluluk içinde yaşarlar. Yaşadıkları bu topluluk içinde kendilerini seven az, buğzeden ise çoktur. İşte onlar Allah-u Teâlâ'nın kendilerine nimette bulunarak, İlliyyûn'un en üst mertebesinde peygamberlere yoldaş kıldığı kimselerdir.'
Onlar, Allah-u Teâlâ tarafından kendilerine lütufta bulunulan peygamberlere arkadaş olacaklardır." (Kûtu'l-Kulûb, c. 2, s. 50-51)
Ebu Tâlib el-Mekkî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin bu beyanları; âhir zamanda ilâhî hücceti ayakta tutacak zümrenin, fesad zamanında ıslah vazifesini yerine getirecek "Garipler"in ve Hadis-i şerif'lerde kardeşler diye vasıfları zikredilen aynı kimseler olduklarını tasdik etmektedir.
Bu fazilet ve meziyet her ne kadar o topluluğa ait gözükse de, aslında şahıstan umuma doğru gidiyor. Bütün fazilet, bütün meziyet tek bir şahsa verilmiş, ondan etrafındakilere de sirayet ediyor.
Evliyâullah Hazerâtı "Hâtemü'l-velâye" olan bu zâta gıpta ettikleri gibi, bu zümreden olmayı da arzu etmiş ve bunu açıkça dile getirmişlerdi.
Nitekim âhir zamana yakın bir dönemde yaşayan İsmail Hakkı Bursevi -kuddise sırruh- Hazretleri'nin şu sözleri bunun açık bir delilidir:
"Ey mümin!
Hakk Teâlâ'nın bizi âhir zamana te'hir etmesi, her yönüyle bize nazar etmesindendir. Zira yardımcımız az, düşmanımız çok olduğu cihetten, dinimizde sebâtımıza göre şehitlerin ecirlerini buluruz; Hadis'te de sabit olduğu üzere, Resulullah'ın ihvanı oluruz ve âkıbetimiz hayırlı, sonumuz ise en büyük saâdet olur. Zira fesad neticesinde ıslâh ile netice vermek gerekir ki, hakiki mertlik de budur." (Kitâbu'n-Netice; Genel: 506, 18a yaprağı)
İşte âhir zamanda Resulullah Aleyhisselâm'ın bozulmuş olan sünnetini ıslâh eden, öldürülmüş olan sünnetini de ihyâ eden "Peygamber Vekili"nin ve ihvanının, ind-i İlâhî'deki kıymet ve üstünlüklerinin bu derece yüksek olmasının sebebi budur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün bir kısım insanlardan bahsetmiş, vasıflarını beyan buyurmuş; sonra da onlara: "Allah'ım, onları koru! Muhalefet edenlere karşı onlara yardım et! Kıyamet gününde gözümü onlarla aydınlat!" diye duâ etmiş ve akabinde şu Âyet-i kerime'yi okumuştu:
"İyi bilin ki Allah'ın velî kulları için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar." (Yunus: 62)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in özellikle duâ edip; "Gözümü onlarla aydınlat!" buyurduğu, korku duymayan, mahzun olmayan bu insanlar kimdi?
Onlar Resulullah Aleyhisselâm'ın kavuşmak için iştiyak duyduğu kimselerdir. Bir gün onlara olan iştiyakını Ebu Zerr -radiyallahu anh- ve beraberindekilere haber vermeyi murat ederek şöyle anlatmıştı:
"Allah güzeldir, güzeli sever. Benim neden hüzünlendiğimi, ne düşündüğümü, neyi özlediğimi biliyor musun ey Ebu Zerr!" diye sormuştu.
Onlar da:
"Hayır, bilmiyoruz yâ Resulellah! Bize niçin gamlandığını, neyi düşündüğünü anlatır mısın?" diyerek cevap verdiler.
Resulullah Aleyhisselâm bir "Ahh!" çekti;
"Benden sonra gelecek kardeşlerimi özledim!" buyurdu ve özelliklerini bir bir sıraladı:
"Onlar peygamberlere benzerler. Şehit mertebesindedirler. Sadece ve sadece Allah rızâsı için baba ve kardeşlerinden uzak kalırlar. Yine Allah için malın peşinde koşmayı da terk ederler. Mütevazidirler, nefislerini hor ve hakir görürler. Şehvetlerine meftun olmaz, fani dünyanın şaşasına iltifat etmezler. Allah sevgisiyle Allah'ın evlerinden bir evde gamlı ve mahzun bir şekilde toplanırlar. Kalpleri ve ruhları bütünüyle Allah'a bağlıdır. Allah onları bilir. Onlardan biri hastalandığında sabrı sebebiyle bir sene nafile ibadetten çok sevap kazanır."
Bu yetmez mi bir mahlûka?
Nitekim bu Hadis-i şerif'in:
"Kalpleri ve ruhları bütünüyle Allah'a bağlıdır." cümlesini Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri şerhetmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Onlar, kalpleri O'ndan gayrı her şeyden uzaklaşıp, tek bir kalp gibi birbirine bağlanmaları nedeniyle birleşip böyle olmuşlardır." ("Hâtmü'l-Evliyâ", 9. Bölüm)
Ebu Zerr -radiyallahu anh- ve arkadaşları hayli merak içindeydiler. İştiyakla dinleyip, anlatmaya devam etmesini istediler.
Resulullah Aleyhisselâm onların diğer vasıflarını da anlatarak şöyle buyurdu:
"Onlar gamlandıklarında her nefesine bir derece verilir.
Onlardan bir tanesinin tesbihi dağlar kadar altını tasadduk eden kimsenin kazandığı sevaptan daha fazladır.
Onlardan birine bakman, Kâbe'ye bakmandan daha sevimlidir. Onun sevindirdiği, Allah'ın sevindirdiği kimse gibidir.
Onların yanına günahkâr bir topluluk da otursa, rahmeti gereği Allah onları affetmeden bırakmaz.
Ey Ebu Zerr! Onların gülmeleri ibadet, şakalaşmaları tesbih, uykuları sadaka hükmündedir. Allah onlara günde yetmiş kere nazar eder. Ben işte onlara müştakım ey Ebu Zerr!" (Sarı Abdullah Efendi, "Semerâtü'l-Fuad" s. 82)
Ne büyük bir devlet, lütuf, ihsan ve ikrâm-ı ilâhi... Hamd-ü senâlar olsun!
Daha sonra Resulullah Aleyhisselâm saçlarını bitkin bir şekilde düzeltti. Başını kaldırdığında ağlamaktaydı. Gözyaşları inci taneleri gibi dökülüyordu. Bir kere daha "Allah!" deyip: "Onları özledim, onlara kavuşmak istiyorum!" buyurdu;
"Gözümü onlarla aydınlat!" diyerek duâsını tekrar yaptı ve:
"İyi bilin ki Allah'ın velî kulları için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar." (Yunus: 62)
Âyet-i kerime'sini bir kez daha okudu.
Seyyid Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurmaktadır:
"Sana bu insan lâzım, bunu ara, bulunca muhalefet etme, sözlerine darılma, uzak kalmaktan hoşlanma."
Onu sev ve sözlerine bağlan, her nereye varsan böyle birini ara ve zihninde onu gezdir."
Selmân-ı Fârisî -radiyallahu anh- Hazretleri aramakla buldu ve ebedî saâdete erdi.
"Şunu bil ki: O ne söylerse selâmet ondadır. Helâk, bataklık başkadadır."
O Hakk'ın emriyle hareket ettiği için selâmettedir, iradesi elinde olmadığı için O hareket ettiriyor.
"Allah'tan onu iste; yol bundan başkaya varmaz. Himmet başkalarında yoktur."
Niçin yoktur? Allah-u Teâlâ ona vermiş, başkasına vermemiş. Başka tarafta aramak boşuna harekettir.
"Mümin-i kâmil'in kalbi, Rahman olan Allah'ın arşıdır."
Hadis-i şerif'inde beyan edilen Arşurahman'a koydu, kişi ondan alacak. Başkasına koymadığı için bütün çabalar boşa gider.
"Yolunu bu ülkeye vardırmayan kurtulamaz, amma Allah başka türlü emretmiş ise bir şey denemez. Allah'ın doğru yolu gösterdiği kimselere kimse şaşmaz." (Fütûhü'l-Gayb, 33. Makale)
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri de bu Zât-ı âli'nin ve ihvanının durumunu şöyle ifade buyuruyorlar:
"O zâtı tanıyan ve ona karşı ihlâs sahibi olan bir tâlip, onu düşünür ona teveccüh ederse; veya o zât bir tâlibi sever, ona teveccüh eder, onun terakki etmesini isterse, o kimsenin kâlbine bir pencere açılır. Sevgisi, teveccühü ve ihlâsı nisbetinde anlatılan bu yol ile o deryâdan feyz alır.
Bir kimse Allah-u Teâlâ'nın zikrine müteveccih olur da; inkâr ettiği için değil de o zâtı tanımadığı için bu zâta hiç teveccüh etmezse, yine ondan feyz alır. Fakat birinci anlatılanın istifadesi, bu ikinci anlatılanın istifadesinden daha fazla olur.
Bir kimse o zâtı inkâr eder beğenmezse, veya o zât bu kimseye incinmişse; Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri'nin zikri ile meşgul olsa bile, irşadın ve hidayetin hakikatından mahrumdur. Ona inanmaması veya onu incitmiş olması, bir set olur ve feyiz yolunu kapatır. O şânı büyük kutup onun istifade etmemesi için teveccüh etmemiş olsa bile, onun zararını istememiş olsa bile, hidayete kavuşamaz. Onda irşad ve hidayetin ancak sureti vardır, hepsi o kadar, faydası çok azdır.
Amma o zâta, o kutb-u irşâda inanan ve sevenler, ona teveccüh etmeseler de, Allah-u Teâlâ'nın zikrinden hâlî olsalar dahi, yalnız bu sevgileri sebebiyle irşad ve hidayet nûruna kavuşurlar." (260. Mektub)
Nitekim Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin "Fethu'r-Rabbânî" isimli eserindeki beyanı ise şöyledir:
"İşte Allah'ın hayır dilediği kimseler bu zâtı bulurlar. Hayır dilemedikleri de onu göremez, kör olurlar. Bulamazlar, kaybolurlar." (5. Meclis)
Oraya oraya bağlanır ve orada kalır. Bu neye benzer? Gerek âhir zaman âlimleri olsun, gerek sahte şeyhler olsun, gerekse Allah-u Teâlâ'nın tayin etmediği kimseler olsun; bu gibi kimselerin durumu şöyledir: Bir insan bir memlekette çalışır, kazanır, büyük bir sermaye toplar, bavulunu doldurur ve başka bir memlekete gider. Fakat bakar ki, götürdüğü paralar o memlekette geçmiyor! Dönüş de yok! O paraları kazanmak için bir ömür harcamış, fakat geçmiyor. Bunlar da böyledir. Çalıştı amma boşuna çalıştı. Para kazandı amma, orada o para geçmiyor. Yaptığı iş ind-i İlâhî'de geçmediği için hükümsüz kalıyor.
Hakk yolu senin zan yoluna benzemez. Hakk yolu Allah-u Teâlâ'nın hüküm yoludur. Amma sen öyle zannetmişsin, orada kalmışsın, kimin kabahati var? Yol kesici yol kesmiş, ötekisi de bağlanmış! Nedamet çok, faydası hiç yok!
"O günde ki, bütün gizli sırlar meydana çıkarılır." (Târık: 9)
Âyet-i kerime'si ile haber verildiği gibi, gönüllerde saklanan bütün gizli sırlar, niyetler, maksatlar ortaya serilir.
İhlâs ehli az, dalâlet ehli çoktur. Onlar da müslümanım diyor amma İslâm'ı yaşamıyor, onun içindir ki bir fırka üzerinde toplanıyor.
Merhametlilerin en merhametlisi olan Allah'ımız Tebâreke ve Teâlâ Hazretleri kullarına en büyük öğütlerinden birisini vererek Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Allah'tan nasıl korkmak lâzımsa O'na yaraşır şekilde öylece korkun.
Sakın siz müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin." (Âl-i imrân: 102)
Böyle bir kalbe girmek bu kadar büyük saâdet olduğu gibi, o kalpten düşmek de o kadar büyük felâkettir.
Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri'miz "Fethü'r-Rabbânî" isimli eserinin "5. Meclis"inde şöyle buyuruyorlar:
"Yakınlık buradan başlar. Mülk burada, ün, saltanat bu ufukta. Beylik yine bu yolda. Köşkünü buraya kuranın, zerresi kocaman dağ olur..."
Oraya kuran Hakk'ta kuruyor. Ben hükümsüz ve değersiz olduğuma göre hüküm ve değer Hazret-i Allah'a aittir. O kalbe girenler Hazret-i Allah'ın köşküne kuranlar oluyor.
Allah-u Teâlâ kimi o münbit araziye ekerse, o fâni olduğu için ve onu Hakk ileriye sürdüğü için, köşkünü Hakk'ta kurmuş oluyor. O fânî olduğuna göre, onun gönlünde de bâki olan Allah-u Teâlâ var. O bir maskedir, bir perdedir, hükümsüzdür. O araziye köşkünü kuruyor amma, gerçek mânâda Hakk'ta kurmuş oluyor.
Ben bir zerreyim, köşkünü kuran O'nda kuruyor, halk ise beni görüyor. Mülk O'nun, hüküm O'nun. Hükümdar O, başka hükümdar yok. O var ediyor, O yok ediyor. Vücud O, mevcud O...
Feyiz ve bereket, lütuf ve ihsan hep burada tecelli ediyor. Onlar da o tecelliyâtın mirasçılarıdır. Resulullah Aleyhisselâm'ın mirasçıları yani.
Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri diğer bir ifşaatlarında bu hususta şöyle buyuruyor:
"Bunun gibi onun ilmine, velâyetine ve sanatına varis olan talebeleri, canının ve gönlünün oğulları da aynı derece ve değerdedir." (Fütuh'ul-Gayb, 33. Makale)
Yetişenlere, gönüle girenlere ne mutlu. Bu bir saadet-i ebediyedir. Yanında bulunmak marifet değil, gönlünün içine girmek marifettir. "Girdim!" demekle girilmiyor.
Bu bayraklılar o gönüle nasıl girdi? Bir taraftan nuru muhafaza ediyorlar, bir taraftan nurlandırmaya çalışıyorlar. Bir taraftan nefisle cihad ediyorlar, bir taraftan beşeriyet ile cihad ediyorlar. İlâhî hükümleri duyurmaya, beşeriyeti nurlandırmaya gayret ediyorlar. Aynı iman, aynı izan, aynı cihad... Onlar onun yolunda yürür, onun yolunda olmaya gayret eder, rızâ-i İlâhi'yi ararlar, istikamet, ihlâs ve mahviyet üzeredirler. Tesanüd ile kardeşlik, uhuvvette birlik, ihlâs üzere mahviyeti yaşarlar. Teslimiyet ve sadâkat üzeredirler...
Evet birçok çalışan zümreler var, görünüşte herkes çalışıyor, amma kabuğunda. Kimisi koltuk için, kimisi cep için, kimisi mevki için çalışıyor. Rızâ çalışanlara kaldı.
Bunlar kabukta değil. Bunlar biiznillâh-i Teâlâ, Hazret-i Allah'ın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın yolu üzerinde bulunuyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in, Hadis-i şerif'lerinde hiç kimsenin yapamadığı cihadı yaptıklarını haber verdiği cihadı; bu mücâhidlerin nasıl yaptıklarını, dünyaya bu nuru nasıl yaydıklarını, Hâtem-i veli'nin cihad durumunu Seyyid Abdülkâdir Geylânî -kuddise sirruh- Hazretleri "Fethu'r-Rabbânî" adlı eserinin 60. Meclis'inde şöyle beyan buyuruyorlar:
"Kim ki bu hâle ererse, artık Azîz ve Celîl olan Allah'ın kapısından onu hiçbir engel alıkoyamaz. Bayrağı indirilemez. Askeri mağlup edilemez. Hakk'ı haykıran sesi susturulamaz. Tevhid kılıcı için bir hudud çizilemez. İhlâs adımları yürümekle yorulmaz. Hiçbir iş ona güç gelmez. Hiçbir kapı, önünde kapalı durmaz, açılınca da kapanmaz. Bütün kapalı kapıların kanatları uçuşur, bütün yönler açılır. O Hakk Teâlâ'nın huzuruna varıncaya kadar, hiç kimse onu durdurmaya güç yetiremez." (60. Meclis)
Bu ifşaatında üç nokta var:
O, Hakk tarafından gönderilmiştir, Hakk onu destekliyor. Onun içindir ki onu hiç kimse mağlup edemez.
Ona öyle bir bayrak verilmiştir ki, o bayrak nübüvvet bayrağıdır. Onu o taşıyor.
Hadis-i şerif'te Hazret-i Mehdi'den evvel Siyah Bayraklılar'ın çıkacağı beyan buyuruluyor. Siyah bayrak Resulullah Efendimize âittir, o bayrağı o taşıyor.
Allah-u Teâlâ onu desteklediği gibi, askerini de ordusunu da destekliyor.
Bu husus şu Âyet-i kerime'nin şümulüne girer:
"Ey Peygamber! Allah sana da sana tâbi olan müminlere de yeter." (Enfâl: 64)
Allah-u Teâlâ'nın beşeriyete büyük bir lütfu olan Muhammed Aleyhisselâm, şirk ve dalâlet içinde yüzen beşeriyeti hidayet ve saâdete kavuşturmak için tek başına dâvete başladı. Kısa zamanda muvaffak oldu. Beşeriyet uyandı, gönüller nurlandı.
O'nun öne sürdüğünü kimse engelleyemez.
Bu kadar topluluklar vardı, her tarafı istilâ etmişti. O'nun kudreti hepsini yok etti, sildi ortadan.
Bu neye benzer?
Allah-u Teâlâ Musa Aleyhisselâm'ı Firavun'u imana dâvet için vazifelendirdiği zaman, henüz işin başında:
"Seni kardeşinle destekleyeceğiz. İkinize öyle bir güç vereceğiz ki, onlar size aslâ erişemeyecekler. Âyetlerimizle, siz de size uyanlar da üstün geleceksiniz." buyurmuştu. (Kasas: 35)
Üstün gelmedi mi?
Halbuki o emri aldığı zaman karşısında azgın bir Firavun ve büyük bir ordusu vardı. Kendisi ise zayıf ve nahif idi. Fakat Allah-u Teâlâ'nın destek vaadi üzerine Firavun'dan da ordusundan da kuvvetli oldu.
Ona da Allah-u Teâlâ öyle geniş, öyle hudutsuz bir irşad ihsan buyuracak ki, kılıcını her tarafa sallayacak.
Lütfu ile onu öyle hallendirmiş ki, kendi lütuf tecelliyâtından başka içindekileri hep atmış ve attırıyor. Zahirî kılıç kâfiri keser, İslâm neşv-ü nemâ bulur, bu kılıç ise yabanîleri keser, hakikat neşv-ü nemâ bulur.
O, O'nun tecelliyâtı ile yürüyor. Hakk'tan gelen azim onu yürütür. Allah-u Teâlâ onda rızâ-i İlâhî'den gayrı ne gaye, ne maksat, ne menfaat, hiçbir şey bırakmamış.
Allah-u Teâlâ ona öyle bir azim ve irade vermiş ki, Allah-u Teâlâ onu desteklediği için, o azamet ile her güç iş kolay geliyor.
Nitekim bu ilmin dünyanın her tarafına yayılışının sebebi ve sırrı budur.
Allah-u Teâlâ öyle tecellî etmiş, azimle yöneldiği zaman, hangi kapı olursa olsun açılıyor. Hiçbir kapı kapalı kaldı mı? Ecnebi devletleri de kapıları açtı. Bunu kim yapabilir? Milyarlar sarfetsen buna muvaffak olabilir misin? Bu O'nun lütfudur. Hiçbir kapı kapalı kalmıyor, her kapı açık.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Onların gönüllerini birleştiren Allah'tır. Eğer sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin. Fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O Azîz'dir, hüküm ve hikmet sahibidir." (Enfâl: 63)
İlâhî bir lütuf bu, başka bir şey değil. Allah-u Teâlâ öyle murad etmiş.
Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i hiç kimse durduramadığı gibi; onu da kimsenin durduramayacağının ifşaatıdır.
Ebu Hüreyre -radiyallâhu anh- Hazretleri'ne öğüt ve nasihatte bulunurken, kurtuluşa erişebilmesi için ona âhir zamanda gelecek olan bu topluluğa uymasını tavsiye etmiş ve onların kimler olduklarını açıkça ifşâ ederek şöyle buyurmuştu:
"Ey Ebu Hüreyre! Sen, insanlar çekindikleri zaman çekinmeyen, insanlar ateşten emin olmak istediklerinde korku duymayan topluluğun yolu üzerinde bulun!"
Ebu Hüreyre -radiyallâhu anh- dedi ki:
"Yâ Resulellah! Onların vasfını bana anlat ki onları tanıyayım!"
Buyurdu ki:
"Onlar benim ümmetimden, âhir zamanda gelecek bir topluluktur ki; kıyamet gününde, tıpkı peygamberlerin haşrolunduğu gibi haşrolunacaklardır. İnsanlar, durumları gösterilip de onları gördükleri zaman, onların peygamberler olduklarını sanacaklar. Tâ ki ben; ‘Ümmetimdir, ümmetimdir!..' deyip de kendilerini tanıtıncaya kadar... Nihayet halk onların peygamber olmadıklarını anlayacak. Şimşek ve rüzgâr misâli geçip gidecekler, nurlarından mahşer ehlinin gözleri kamaşacak!"
Dedim ki; "Yâ Resulellah! O hâlde bana onların yaptıklarına dâir bir misal ver de, ben de onlara katılayım!"
Buyurdu ki:
"Ey Ebu Hüreyre! Bu topluluk, zor ve güç bir yola girerek peygamberlerin derecesine kavuşurlar. Allah kendilerini doyurduktan sonra açlığı, giydirdikten sonra çıplaklığı, içirdikten sonra susuzluğu tercih ederler; Allah'ın katındakine ümitlerini bağlayıp bunları terkederler. Hesabından korku duyarak helâli dahi bırakırlar. Dünyaya sadece bedenleri ile ilgi gösterirler, onun herhangi bir şeyiyle iştigâl de etmezler.
Onların Rabb'lerine olan itaatleri karşısında, melekler ve peygamberler dahi hayrete düşer. Ne mutlu onlara, ne mutlu onlara! Allah'ın, onlarla benim aramı birleştirmesini ne kadar çok isterdim!"
Sonra Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- onlara duyduğu iştiyaktan dolayı ağladı ve daha sonra şöyle buyurdu:
"Allah yer ehline azap etmeyi murad ettiğinde onlara nazar eder de, azâbı derhâl onlardan geri çevirir. Onun için ey Ebu Hüreyre, sen onların yolu üzerinde bulun! Onların yoluna karşı gelen, vereceği hesâbın şiddetinden tir tir titreyecektir!" ("el-Vesâyâ li-İbnü'l-Arâbî"; Hâlet Ef. no.: 198/2 486a yaprağı)
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı, O nur'u görmek şerefine nâil olup, iman eden ve bu imanı ölünceye kadar koruyan kimselerdir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır." (Tevbe: 100)
Bu ise büyük bir bahtiyarlıktır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'te buyururlar ki:
"Ashâb'ım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidayeti bulursunuz." (Beyhâkî)
"Sahâbemi bana terkediniz. Nefsim kudret elinde olan Cenâb-ı Allah'a yemin ederim ki, fakir ve düşkünlere Uhud dağı ağırlığında altın infak etseniz, onların amelinin sevabı gibi sevaba nâil olamazsınız." (Buhârî)
Üzerlerinde tezahür eden bütün güzellikler hep o Nur'dan lemean etmiştir. Bir kere sohbetinde bulunmakla çok büyük derecelere nâil oldular.
Durum böyle olmakla birlikte Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri'ne âhir zamanda gelecek olan bu topluluğa katılmasını emretmesinde çok büyük ibret ve dersler vardır.
Nazar-ı dikkatinizi toplayabilmek için, bu hakikatin ehemmiyetini size duyurabilmek için bu ibare yeter.
Şöyle ki;
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Allah-u Teâlâ'nın nuru, âlemlerin gurur ve surûrudur. Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri onun bizzat huzur-u saâdet'inde terbiye görüyordu. En çok Hadis-i şerif rivâyet edenlerden birisi idi ve aynı zamanda seçkin Ashâb-ı kiram'dandı.
Buna rağmen ona bu topluluğa katılmasını emretmesi, bütün insanların dikkatlerini çekmesi ve bu âlî yolu tarif etmesi içindir. Yoksa dünya kurulduğundan beri onun fevkinde bir nur, bir terbiyeci gelmedi ki ondan terbiye alsın.
Bunun mânâsı; bu topluluk o topluluk, o topluluk bu topluluktur. Arada hiç fark olmadığını ihsas ettirmek istiyor.
O böyle olduğu halde, ona o topluluğa katılmasını, o ordunun askeri olmasını emrederse kime ne düşer? Bu ise, beşerin idrâkinin haricinde bir lütuftur.
Bunun bir mânâsı da: "Onlar peygamberlerle beraber haşrolacaklar, o haşrın içine sen de gir! Bu ordu mahşerde büyük bir nazar toplayacağından ötürü, sen de bu orduya iltihak et! Bu dereceye sen de nâil ol, bu lütufa dahil ol!" demektir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri'ne o orduya katılmasını emretmesinin sebebi budur.
Hadis-i şerif'te onların mahşerdeki durumları göz önüne getirildiğinde görülecektir ki, onlar Allah-u Teâlâ'nın hususiyetle desteklediği kimselerdir.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin memleketinden sürülmesinin sebebi bu sırdır. Sakın siz o hâle düşmeyin!
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinin bir noktasında: "Bu topluluk, zor ve güç bir yola girerek peygamberlerin derecesine kavuşurlar." buyuruyor. Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı'nın vazifesi de güç idi. Bunlar da o güç yola girdiklerinde bu vazife verilir.
Allah-u Teâlâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i aliyyü'l-âlâ peygamber yaparken, onun ümmetini de ümmetlerin en efdali yaptı.
Ümmetinin efdal oluşu Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in efdal oluşundan gelir.
Fatih Sultan Hazretleri de o zamanın faziletlisi idi. Onun faziletinden dolayı askeri de faziletli olmuştur.
Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuştur:
"Kostantiniyye muhakkak fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır, onu fetheden askerler ne güzel askerlerdir." (Ahmed bin Hanbel)
O bu millete neler miras bıraktı...
Hâtem-i veli'nin faziletinden dolayı ihvan faziletli olmuştur. Bu faziletin sebebi de budur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hayat-ı saâdetinde iken Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri'ne bu ordunun askeri olmasını tavsiye ediyor. İspat olarak bu Hadis-i şerif'i gösteriyorum.
Kardeşler! Siz bu zamanın en hayırlı insanlarısınız. Çünkü Allah-u Teâlâ bu ilmi bugün indirdi ve bugün size bu ilmi yaydırdığı için, bu zamanın en faziletli insanlarısınız.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Bayraklı" demedi, "Bayraklılar Ashâbı" buyurdu.
İşte bu fazilet umuma âittir, şahsa âit değildir. Şu kadar var ki şahıstan umuma doğru gidiyor.
İşte size izahı ve ispatı.
Nitekim Bediüzzaman Hazretleri bunu teyid etmiş ve parmak basmış, bunun böyle olduğunu beşeriyete duyurmuş.
"Emirdağ Lâhikası" adlı eserinde buyurur ki:
"Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve mânevi ordusu, yalnız ihlâs ve sadâkat ve tesanüd sıfatlarına tam sahip olan bir kısım şakirtlerdir. Ne kadar az da olsalar, mânen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar." (sh. 259)
O mânevî ordu, az olmasına rağmen Allah-u Teâlâ'nın desteği ile çok kuvvetli olacaktır.
Üç kelime ile beyan etmişler:
"İhlâs, sadâkat, tesanüd."
Binaanaleyh bunlara çok dikkat ederek, böylece tutunalım.
İhlâs çok mühim. Sadâkatin özü Allah'a bağlanmak. Bu iki cümle hayati bir ders. Birbirinizi sevin, muhalefet etmeyin. Muhalefet edeceğinize, ortaya Allah-u Teâlâ'nın kitabını, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Hadis-i şerif'ini koyun oradan halletmeye çalışın. Ama şeytanın, nefsin arzusu ile halletmeye çalışmayın. Hele böyle bir zamanda birlik ve beraberliğe çok ihtiyaç var.
İşte ihvanda bu ihlâs ve tesanüd olacak, bize Allah yeter! Bu tesanüdle beraber Hazret-i Allah'a sığınıp çıktığın zaman önünde hiçbir kimse duramaz. Çünkü seni O korur. Bu yol cihad yoludur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Ey Peygamber! Allah sana da sana tâbi olan müminlere de yeter." (Enfâl: 64)
Kardeşler! Kıymetini bilin, yola sarılın, ihlâs, sadakât, mahviyetle yol alın. Ahkâm-ı ilâhi içerisinde, istikamet üzere yürüyün.
Şu duâyı yapıyorum: Yâ Rabb'i! Senin meclisine oturan bütün ihvanı hesapsız geçiriver, hesaba çekme.
Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Ümmetimden yetmiş bin kişi hesapsız olarak cennete gireceklerdir. Onların kalpleri bir adamın kalbi üzerindedir." (Buhârî, c. 8, 124; Müslim, İman 371-372)
Gayeleri bir. Ne idi gaye? Allah! Hedef O olduğu için, o hedefe göre yönelmişlerdir. Yetmiş bin kişi amma, bir kişinin yönelmesi gibi yetmiş bin kişi yönelmiş.
Bu bir gönül işidir. Muhabbet erbâbının işi başka. Bunlar hesaplarını dünyada verenlerdir. Dünyada hesaplarını bitirmişler, Allah-u Teâlâ defterlerini kaldırmış, orada onlara hesap sormayacak.
O öyle murad etmiş, hep oradan geliyor. Sermayedir o işi yaptıran. O lütfetmedikçe kuldan hiçbir şey husule gelmez.
Çünkü O Ganî'dir, biz fakiriz. O bir kişiye tecellî eder amma, binlerce kişi istifade eder.
Onun için fakir der ki: "Hakk ile olalım, Hakk ile ölelim!.."
Muhyiddîn İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri Hâtemü'l-veli hakkında: "Hiç şüphe yok ki o, herkesin kendisine muhtaç olduğu bir Seyyid'dir." buyuruyor. (Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ ve Şemsü'l-Mağrib)
Emanet-i ilâhi onda olduğu için, O koyduğu için...
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri bu ordunun o ordu olduğunu açık bir şekilde beyan etmektedir.
Buyurur ki:
"Âhir zamanda Mehdi yokken, henüz yaklaştırılıp seçilmemişken; aradaki boşlukta, Hâtem'ül-velâye'den başka adaleti (hakkaniyeti) ayakta tutacak kimse olmaz. Ve o, bütün veliler üzerine o devirde, Allah'ın hücceti olmaya muvaffak olur.
İşte bu son evliyâ âhir zamanda; Allah-u Teâlâ'nın bütün peygamberler üzerine hücceti olan ve kendisine Hâtemü'n-nübüvvet verilmiş olan, son peygamber Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- gibi olur." ("Hatmü'l-velâye"; Fâtih no.: 5322, 168b yaprağı)
Nitekim Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretleri de, bütün ehl-i İslâm'ı onlara tâbi olup iman etmeye dâvet etmektedir:
"Açtılar kenz-i füyûzu olunuz hil'at-pûş,
Mustafa geldi yine cümleniz iman ediniz!"
İşte Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri'ne söylediği bu idi. O ordu çok kıymetli olduğu için ve mahşerde ayrı bir meziyet bahşedeceğinden ötürü: "Sen de o orduya katıl!" buyuruyor.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Böylece biz İbrahim'e yakîn sahiplerinden olması için, göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk." (En'âm: 75)
Yakîn sahibi olmak demek, zâhirden bâtına geçip, hiç şüpheye yer vermeyecek şekilde hakikati bilmektir.
Allah-u Teâlâ İbrahim Aleyhisselâm'a gösterdiği ve öğrettiği gibi fakire de gizli şeyleri gösterir ve öğretir.
O bildirdiği için bizim başka bilgiye ihtiyacımız olmaz. O'nun bilgisine dayanarak bile bile, göre göre konuşuruz. O bize melekûtu göstermeseydi, bu sırları ifşâ etmeye çekinirdik. Küçücük bir kelime ile insan kayabilir. Onun için gayet rahat konuşuyoruz. Oysa bizim Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh- Hazretleri'ne sonsuz muhabbetimiz vardır. Amma öyle murad etmiş. İtiraz da edemezsin, inkâr da edemezsin. Murad-ı ilâhî ne ise o tecellî edecek.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururular ki:
"İnsan üzerine öyle bir zaman gelecek ki, sünneti eskitecekler ve bid'atları tazeleyeceklerdir. O gün benim sünnetime bağlanan garip kalır ve yalnız kalır. Bid'atlara bağlı olan kişi ise elli ve daha fazla arkadaş bulabilir."
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı Resulullah Aleyhisselâm'ın bu beyanı üzerine:
"Yâ Resulallah! Allah'ın selâmı senin üzerine olsun! Bizden sonra daha faziletli kullar gelecek mi?" diye sorduklarında:
"Evet! Bizden sonra daha faziletli kullar gelecek!" buyurdu.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı:
"Seni onlar görürler mi?" diye sorduklarında:
"Hayır!" cevabını verdi.
"Peki onlara vahiy mi iner?" dediklerinde: "Hayır!" buyurdu.
"Onlar o zamanda nasıl olurlar?" dediler.
Buyurdu ki: "Tuzun suda eridiği gibi kalpleri erir."
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı: "Onlar o devirde nasıl yaşarlar?" diye sorduklarında:
"Onlar o devirde kurdun sirkede yaşadığı gibi yaşarlar!" buyurdu.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı son olarak:
"Dinlerini nasıl muhafaza ederler?" dediklerinde:
"Avuçtaki kor gibidir ki; elinden onu bıraksan söner, tutsan ve sıksan elini yakar." cevabını verdi. (Abdüllâtif)
Şimdi bu Hadis-i şerif'in açıklamasını arzedelim:
"İnsan üzerine öyle bir zaman gelecek ki, sünneti eskitecekler."
Yani ilâhî hükmü atacaklar, küfrü yerleştirecekler.
"Ve bid'atları tazeleyecekler."
Küfür âdetlerini yeniden sahneye koyacaklar, şimdi olduğu gibi kardeşler!
"O gün benim sünnetime bağlanan garip kalır."
Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a gerçekten gönül veren kimse bugün garip hâle düşmüştür. Bu gariplik zâhirî görünüş itibariyledir, mânen ise onlar Allah-u Teâlâ'nın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın katında çok muteberdirler.
"Ve yalnız kalır."
Bu yalnız kalışı; halkın küfre, bid'atlara, günahlara meyletmesinden ötürüdür. O ise onlardan değildir.
"Bid'atlara bağlı olan kişi ise elli ve daha fazla arkadaş bulabilir."
Bu hususu size şöyle arzedelim: "Setefteriku ümmetî..." Hadis-i şerif'i mucibince yetmiş üç fırkadan yetmiş ikisi yoldan çıkmıştır.
Allah-u Teâlâ yeryüzü halkının çoğunun durumunun sapık olduğunu haber verererek Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar sadece zanna uyarlar." (En'âm: 116)
Dine bağlılığın zayıfladığı, halkın hak yoldan uzaklaştığı dönemlerde insanların çoğuna uymak dalâlet sebebi olarak belirtilmektedir.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı Resulullah Aleyhisselâm'ın bu beyanı üzerine: "Yâ Resulallah! Bizden sonra daha faziletli kullar gelecek mi?"diye sorduklarında: "Evet! Bizden sonra daha faziletli kullar gelecek!" buyurdu.
Delil olarak size bu Hadis-i şerif'i gösteriyorum. Bu zamanın en faziletlileri bunlardır.
Bunun sebeb-i hikmeti; halk küfre meyletmiş, kâfirler cirit oynuyor. İnsanlar dünyanın şâşâsına, zevk ve sefâsına dalmış, Allah-u Teâlâ'nın hükmünü bırakmışlar, Resulullah Aleyhisselâm'ın Sünnet-i seniye'sini unutmuşlar. Bunlar ise bütün güçleri ile Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a bağlı kalmışlar.
"Ümmetim fesada düştüğü bir zamanda Sünnet-i seniye'me sarılanlara yüz şehit sevabı vardır." (Beyhâkî)
Hadis-i şerif'inin sırrı burada toplanıyor.
Yüz şehit sevabı şimdiye kadar yoktu ve şimdiye kadar yüz şehit sevabı kimseye verilmemişti.
Böyle bir mükâfatın verilmesi, bu güçlük sebebiyledir. İşte bu en güç olandır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Amellerin efdali en güç olanıdır." buyuruyorlar. (Münâvî)
Yüz şehit sevabı gibi böyle bir ücret şimdiye kadar hiç kimseye verilmedi, ancak bunlara verildi.
Öyle bir ifsad ki misli görülmemiş.
Günahların açık olarak işlendiği ve isyana dönüştüğü, dünya kurulalıdan beri bir eşinin gelmediği, böyle bir bunalım geçirilmediği, her türlü fitnenin ortaya çıktığı, her türlü kötülüğün anasının mevcut olduğu yirminci asrın seyyiat zamanında yaşıyoruz.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı: "Seni onlar görürler mi?" diye sorduklarında: "Hayır!" cevabını verdi.
Görmemişler amma görmüşcesine inanırlar, belki görenden de fazla!
"Peki onlara vahiy mi iner?" dediklerinde: "Hayır!" buyurdu.
Vahiy inmez amma, vahyin geldiği yerden alır.
"Onlar o zamanda nasıl olurlar?" diye sordular.
Buyurdu ki: "Tuzun suda eridiği gibi kalpleri erir."
Bunun sebeb-i hikmetine gelince;
İslâm diyarında küfür hâkim olmuş. Vicdansızlık, adaletsizlik, hırsızlık, vatan hâinliğini sürdürüyorlar. İmanlı ve vatanperver bir kimse bu hâli görür. Müdahale etse gücü yetmiyor, sabretse gönlü yetmiyor. Bu haksızlık karşısında eriyor.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı: "Onlar o devirde nasıl yaşarlar?" diye sorduklarında: "Onlar o devirde kurdun sirkede yaşadığı gibi yaşarlar!"buyurdu.
Ortalığın bozukluğunun iç durumu bildiriliyor. İfsat edilmiş, bozulmuş, fakat Allah-u Teâlâ onlara ayrı bir hayat vermiş, onlar o hayatla hemhâl oluyorlar ve Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm'la yaşıyorlar. Çünkü gönüllerinde onlar var.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı son olarak: "Dinlerini nasıl muhafaza ederler?" dediklerinde: "Avuçtaki kor gibidir ki; elinden onu bıraksan söner, tutsan ve sıksan elini yakar." cevabını verdi.
Tasavvur buyurun ki, bir memur veya bir subay; imanını açığa vursa işinden olacak, küfrü yaşasa imanı râzı değil! Bu kadar sıkıntılar içinde imanını muhafaza etmeye çalışacak. Onlara uysa küfre kayacak, imanını ilân etse düşman kazanacak. Çünkü küfür hâkim olmuş.
Dikkat ederseniz, elhamdülillâh hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmeden bütün gerçekler açıklanmış ve söylenmiştir.
İslâm'ın esaslarından birisi de cihaddır.
Allah-u Teâlâ müminlere cihadı emretmiş ve Âyet-i kerime'sinde:
"Ey müminler! Allah yolunda nasıl cihad etmek gerekiyorsa öylece hakkıyla cihad edin." buyurmuştur. (Hacc: 78)
İşte hakkıyla cihad budur!
Cihaddan maksat, hak din olan İslâm'ın yüceltilmesi, cihanın her köşesine yayılmasıdır. Bu gaye için bütün müslümanların bütün güçleri ile, canla başla, malla, kalemle çalışmaları, bütün imkânlarını seferber etmeleri farzdır.
Münâfıklara karşı açılacak cihad; delil ortaya koymak, belgeleri açıklamak, içlerindeki kötü niyetleri teşhir etmek, ikiyüzlülüklerini ve dönekliklerini su yüzüne çıkarmak demektir.
Allah-u Teâlâ inananları Allah yolunda kahramanlığa ve fedakârlığa teşvik ederek Âdiyât sûre-i şerif'inde şöyle buyurmuştur:
"Andolsun o koştukça koşanlara! Kıvılcımlar saçanlara! Sabahleyin akına çıkanlara! Orada tozu dumana katanlara! O toz duman içinde bir topluluğun ortasına dalanlara andolsun ki!"
Bu Âyet-i kerime'ler hem o gariplere âittir ve hem de bu gariplere âittir.
İşte Resulullah Aleyhisselâm'ın Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri'ne katılmasını emir buyurduğu topluluk bu topluluktur.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri "Şifâu'l-Alîl" isimli kitabında, Allah yoluna dâvet edenleri üç kısma ayırarak; bunların ilk ikisinin peygamberler ve veliler olduğunu belirtmiş; üçüncü sınıfın ise peygamberlerle veliler arasındaki tabakayı oluşturan, ferdâniyyet mertebesine çıkartılan ve mahşerde kendisine velîlerin saflarının öncülüğü verilecek olan "Bayraklılar ashâbı" olduğunu ifâde etmiştir.
O, bu sınıfı temsil eden velî ile Hâtemü'l-evliyâ olan zâtın vasıflarını birleştirerek, bu ifşaatı ile Resulullah Aleyhisselâm'ın Mehdi'den önce çıkacağını haber verdiği, Hadis-i şerif'te işâret edilen ve "Bayraklılar"ın öncüsü olacağı bildirilen "Ayağı sakat zât"ın aynı şahıs olduğunu açıkça ortaya koymuştur:
"Peygamberlerin yolu velîlerin yolundan başkadır. Peygamberler O'nun dilemesiyle himâye edilmeye ehildir; velîler ise O'na yönelmeleriyle O'nun hidâyetine ermeye ehildir.
Nitekim O, indirdiği Âyet-i kerime'de bunu beyan ederek şöyle buyurmuştur:
‘Allah dilediği kulunu kendine seçer, kendisine yönelen kimseye de hidâyet eder.' (Şûrâ: 13)
O seçtiği kimsenin kalbini kendine doğru çeker, sonra da onun kalbini, kendisine çekeceği bir yol üzere kendisine doğru seyrettirir. O'na yönelen ise, kendisine O'na yönelme yolunu açarak hidâyetine erdirdiği bir kimsedir. Peygamberlerin yolu tahsis edilme yolu, velîlerin yolu ise; tâ ki O'na vâsıl oluncaya kadar, kalpleri tathir ve ahlâkı tasfiye ile, sıdk ve bağlılık üzere kullarına şeriat kıldığı lütuf yoludur. Peygamberlere onları nefisleri yoluyla değil, çekilmeleri yoluyla sirâyet ettirir. İşte peygamberlerle velîler arasındaki fark budur.
Sonra bir de O'nun, velîlerden sırf kendi hizmetinde bulunmaları için kendilerini seçip temizlediği, Allah-u Teâlâ'ya dâvet eden, yarın mahşerde velilerin saflarının öncülüğü ile kendisini senâya da ehil kılacağı bir ‘Bayraklılar ashâbı' vardır ki; onlar peygamberlerin yolu üzere kendilerini seçtiği ‘Hassü'l-Has'; yâni ‘Seçkinlerin de seçkini' dir. O kalplerini onların yolu üzere kendisine çekip de seyrettirdiği için, cezbe ile onları kendisine seyrettirir, sonra da onları nefsen bu yol üzerinde yürütür.
Onlar peygamberler ve veliler arasında, kendilerinden başkalarını ikâme ederler. Onlar, neredeyse peygamberlerin yakınına kadar ulaşmışlık üzeredir; diğer veliler de onun idrak ve anlayışı üzerindedir. Onların uykusu da, uyanıklığı da çok büyüktür. Onlar bu lütuf yoluyla seyrettikleri için peygamberlerin yolunu da görürler. İşte onlar, kalplerini kendi vahdâniyyet'inin içinde boğduğu ve kendilerini eşyâya karşı fertleştirdiği ‘münferidler'in arasındadır.
Ayrıca onlar, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in rivâyet ettiği muhaddes'lerdendir....
İşte bu, O'nun kendi dilemesinin bir karşılığı olarak kendilerini seçtiği; kendileri için bu kerâmeti bâriz kıldığı, peygamberlerle veliler arasındaki tabakadır. Onlar O'nun kabzasında (himâyesi içinde)dir; O'nunla işitir, O'nunla görür, O'nunla düşünürler, hâllerinde de O'nunla tasarruf ederler. O da onları kendi hâllerini görmekten, nefislerini hatıra getirecek şeylerden ve hevânın gölgesinden alıkoyarak hareket ettirir. İşte Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in tâbileri de onlardır.
Nitekim şöyle buyurulmuştur:
‘De ki: İşte benim yolum budur, basîret üzere Allah'a dâvet ediyorum.' (Yusuf: 108)
Yâni bana gösterilerek O'na dâvet ediyorum.
Devamla şöyle buyuruldu:
‘Ben de, bana tâbi olanlar da!' (Yusuf: 108)
O'na tâbi olandan başkası Allah'a dâvet etmiş sayılmaz.
Ve buyuruldu ki:
‘Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ederim, ben müşriklerden değilim.' (Yusuf: 108)
Rabb'i şirkten tenzih, O'nu yüce tutmak ve zikrettiğimiz şeye göre; hâllerini görmekten, nefsi hatıra getirmekten ve hevânın gölgesinden uzaklaşmaktır. İşte onlar Âyet'ten konuşmaları, O'nun tedbirini keşifleri, O'nun ferdâniyyet'ini zikretmeleri ve nefislerinin şımarıklıklarına ve âfetlerine, dünya hayâtının ayıbına, aldatmacasına ve gurûruna karşı; kendileri hakkında gerek amellerinde, gerek yükselişlerinde, gerekse derecelerinde kalplerinin sıdkını talep edip, Allah-u Teâlâ'nın verdiği nimetleri zikredip, kendisine gelen ilâhî vergiler karşısında nefsi tasfiye husûsunda devamlılık göstermelerine nisbetle, hikmet ve güzel öğütle basîrete ve Allah'a dâvete de ehildirler, başkalarını da O'nun yoluna dâvet ederler. Onlar O'nun tahsisine ehildirler.
İlk sınıf O'nun dininin kumandanları ve emînleridir. Zayıf imâna mübtelâ olanları O'nun ilmine dâvet ederler ve aynı zamanda yarattıkları üzerine Allah'ın bir hüccetidirler. İkinci sınıf da O'nun dâvetçileri, hakîmleri ve idârecileridir, O'nun nimetini telkin ederler. Üçüncü sınıf ise târife sığmaz."("Kitâbu Şifâu'l-Alîl"; Veliyyüddin, no: 770, 5a-6a yaprağı)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in vârisleri üç kısımdır: Sehm-i nübüvvet'ine vâris olanlar; çekinmeden halkı Hakk'a dâvet ederler, açık açık söylerler. Sehm-i velâyetine vâris olanlar; birçok esrâr-ı ilâhîye vâkıftırlar, bilirler söylemezler, irşada mezun değildirler.
Hem nübüvvetine hem de velâyetine vâris olanlara gelince; ikisi de bir kimsede toplandığı zaman vekâlet toplanmış oluyor. O onun vekilidir, ona akıl ermez. Resulullah Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ'nın nuru, âlemlerin gurur ve sürurudur. Ona mahlukun aklı yetmediği gibi vekiline de akıl ermez, tarife sığmaz. İzaha kalkmak hatadır. O hususi bir daire olmuş oluyor, o daireye hiç kimsenin ne aklı ne de ilmi ermez. Hususun da hususudur. Onlar için ölçü yoktur. Zira Hazret-i Allah onları yönetiyor.
Yani bu yol peygamberlerin yoludur, onlar son peygamberin vekilidir, yolunun yolcularıdır. İrşada mezun olanlar ancak onlardır. Asıl dâvetçi bunlardır. Dâvetçi olan, onun vekâletini taşıyandır, tam vâristir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Hadis-i şerif'inde tarif buyurduğu "Bayraklılar" bunlardır.
Kıyâmet'in küçük alâmetlerinden çıkmayanı kalmadı; hepsi çıktı, şimdi iş büyüklere kaldı. Böyle bir zamanda Allah-u Teâlâ bizi kalemle mücâdele ile vazifelendirdi. Bu kitaplar bizden sonraki boşluğu Hazret-i Mehdî'ye ulaştıracak, ona köprü olacak.
Hazret-i Ali -kerremallahu veche- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Tâ ki onları, onlardan sonra gelenlere emânet etsin ve kendileri gibi olanların kalplerine nakşetsin." (Ebû Tâlib el-Mekkî, "Kûtu'l-Kulûb", c. 1, s. 134)
Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri Kur'an-ı kerim Âyet-i kerimelerine bakarak Sâffât sûresinde geçen bir Âyet-i kerime'de Hazret-i Mehdi Aleyhisselâm'ın onun kardeşi olduğunu ve kardeşine evlâtlarını emanet edeceğini haber verir.
Buyururlar ki:
"Sâffât'ta, beraberindeki oğullarının cümlesini kardeşine sunup takdim edeceği mevzu edilir." ("Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ ve Şemsü'l-Mağrib", s. 72-75, bas.:Muhammed Ali Sabîh Matbaası, Mısır, 1954)
Bu yüzden vasiyetimizde; "Bize göre yol kesilmiştir, Hazret-i Mehdi'yi gözleyin. O niyette olun, o niyetle ölün!" demişizdir.
Bizim bu beyanlarımızı çok evvelden gören Mevlânâ Abdurrahmân Câmî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin talebesi Hüsâmeddîn Ali el-Bitlisî -kuddise sırruh- Hazretleri "Şerhu Hutbetü'l-Beyân" isimli mecmuadaki risalesinde Mehdi ile olan ilgimizi şöyle işaret buyuruyorlar:
"Onun kalbi ise, Mehdî'nin kalbinin de üzerindedir, onun davetçisi olduğunu açıkça ibrâz eder ve hidâyete davet eder." ("Mecmû'a-i Şerhu Hutbeti'l-Beyân li'l-Hüsâm el-Bitlisî", Konya Bölge Yazma Eserler Ktp. Akseki, nr.: 164, vr. 268)
Bu zât-ı muhterem tâ o zaman bu hakikati dile getirmiş, kaleme almış. Allah râzı olsun.
Allah-u Teâlâ kime o lütfu vermişse, hâl ile yetişen hâl ile o işi bitirir. Tabii ki fakirin gizli niyazlarımız var, arzularımız var. Bu nuru Hazret-i Mehdi'ye ulaştırmak. Zaten Hazret-i İsa Aleyhisselâm'la Hazret-i Mehdi birleşecek, ondan sonra bu nur kıyamete kadar gidecek, O'nun seçtiği esastır, halkın seçtiği esas değil.
Allah-u Teâlâ, Mehdî Hazretleri'ni ise kılıçla cihad etmek için gönderecek. Onun ömrü sırf cihadla geçecek. O bir şey yazmayacak, çünkü yazmaya vakti olmayacak.
Nitekim Bedîüzzaman Saîd-i Nursî -kuddise sırruh- Hazretleri bu vazifeye işâret eder.
"O zât (Mehdî), o tâifenin uzun tasdîkâtı ile yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak." buyurmuşlardır. ("Emirdağ Lâhîkası", s. 259)
"Hâtemü'l-velâye" ile ıslahat başladı. Birinci ıslahat nûrla, "Hâtem'lik"le olacak. Mehdi Hazretleri kılıçla ıslahat yapacağı gibi, İsâ Aleyhisselâm da müslümanlarla hıristiyanlar arasında hakemlik yapacak ve Deccal'i öldürecek.
Şeyhü'l-Ekber Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri "Fütûhâtü'l-Mekkiye"sinde, Hâtemü'l-evliyâ'nın ve ihvânının Hazret-i Kur'ân'ın hükmüyle yürüyeceklerine ve onu değiştirmek isteyenlerle mücâdele edeceklerine dâir açık bir işâret vererek, onun vazifesi ile Hazret-i Mehdî'nin vazifesi arasındaki bağı gözler önüne sermiştir:
"Hatmü'l-velâyeti'l-Muhammediyye, O'nun hükmünün vâki‘ olmasıyla, kendi zamânından sonra Allah'ı bilen birinin yapamayacağı bir biçimde yaratılanları Allah ile bilir. O ve Kur'an ihvânı, tıpkı Mehdî ve kılıç ihvânı gibidir." ("Fütûhâtü'l-Mekkiyye", c. 6, s. 67, Beyrut, 1994)
Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri burada Hâtemü'l-evliyâ'nın ihvânını "Kur'ân ihvânı" olarak vasıflandırmıştır. Bu ise onun ve ihvânının Kur'an âyetleriyle, yâni Ahkâm-ı İlâhî ile iş ve icraat yapacağına delâlet eder. Onun kalemle yürüttüğü bu mücâdeleyi Mehdî kılıçla devâm ettirecek; yâni o kalemle yürüdü, Mehdî kılıçla yürüyecek. Hazret bu beyanları ile iki vazifeyi birleştirmiş, mütemmim hâle getirmiş oluyor.
Bunun delilini mi istiyorsunuz?
Sa‘deddîn el-Hamevî -kuddise sırruh- Hazretleri "Risâle fî Zuhûr-ı Hâtemü'l-Velâye" adlı eserinin son satırlarında bu vazifeye bizzat işâret etmiş; Hâtemü'l-velî'nin Allah tarafından verilmiş mânevî bir kılıca sâhip olduğuna dikkati çekerek, onu "Din kâfirleri"ne gâlip getirecek olan bu kılıcın "kalem"inden başka bir şey olmadığını haber vermiştir:
"Bil ki, onun alâmetlerinden birisi de; onun kılıcının, mukâbele ettiğinde kendisini gâlip getiren ‘kalem'i olmasıdır.
Peygamber Aleyhisselâm kâfirlere kendi kılıcıyla vurup onları öldürürdü; Hâtemü'l-velî de onlara bâtında kendi kalemiyle vurur ve onları helâk eder. Böylelikle Allah onu, Zât'ıyla mukâbelede bulunan bir ‘kılıç' kılar.
Allah-u Teâlâ'nın kılıcı ikidir:
‘Din kılıcı' ki, Muhammed Aleyhisselâm'ın izinde bulunmaktır. O kılıç, din ehlinin kendisiyle ayakta durduğu; şirk, şek (şüphe) ve tahmin ehlinin boyunlarının kendisiyle vurulduğu kılıçtır.
‘Yakîn kılıcı' ise ‘Kibriyâ kılıcı'dır ki; Kudsî ruh'tan sür'atle ‘Hâtemü'l-evliyâ'ya ulaşır. Bu kılıç ise; ‘Temkîn ehli'nin kendisiyle ayakta durduğu, alâkaların ve mel'un (şeytan)ın vesveselerinin kendisiyle kesilip koptuğu, din kâfirlerinin ruhlarının Zât'ıyla katlolunduğu bir kılıçtır.
Yakınlığın incelikleriyle onlardan sıyrılıp çıkarılan müminlerin ruhlarının cemaati içinde Allah, onları katlettiği din kılıcını Hâtemü'l-enbiyâ'ya has kılmış ve şeytanın nüfûzundan selâmete erişen Yakîn erbâbı'na mîras bırakmıştır." ("Risâle fî Zuhûr-ı Hâtemü'l-Velâye", Süleymâniye Kütüphânesi, Ayasofya, nr.: 2058, vr. 207b)
Nitekim fakir bundan seneler evvel, daha bu ifşaatların hiçbiri yokken şöyle demiştik: "Bize kalemle mücâdele verilmiş, Hazret-i Mehdî'ye ise kılıç ile biçerek ifsâdı kaldırma verilse gerek." Bu zâtların bu ifşaatları yıllar sonra bizim bu sözümüzü tasdik etmiş oluyor.
Dikkat ederseniz Hazret, onun "din kâfirlerini bâtında kendi kalemiyle vurup helâk edeceğini" beyan buyuruyor. Onun vazifesi bâtınî, Mehdî Hazretleri'ninki ise zâhirîdir. Çünkü o Resulullâh'ın "Velâyet"ine vâris olarak gelmişti, o ise "Nübüvvet"ine vâris olarak gönderilecek. Bu vazifenin, bâtında gizli olan "İlmullah"a dayandığı daha önce çok defâ size arzedilmişti, şimdi tasdîkini bizzat bu zâttan işitiyorsunuz.
Allah-u Teâlâ'nın onu "Zât'ıyla mukâbelede bulunan bir kılıç" kılmasının mânâsı; kendisini göstermemek için fakiri ileriye sürmüş, dışarıdan bakınca o vurmuş gibi gözüküyor. Oysa kalemi veren de, kılıcı vuran da O'dur. O'nun vuruşu olduğu için hiç kimse de cevap veremiyor, onun karşısında hiç kimse duramıyor.
Niçin? O desteklediği için...
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruhla takviye edip desteklemiştir." (Mücâdele: 22)
Sa‘deddîn el-Hamevî -kuddise sırruh- Hazretleri onun kalemle mücâdele edeceğini beyan buyurduğu gibi; herhangi bir dalâlet ehline mukâbele ettiğinde bir "kılıç" mesâbesindeki bu "kalem"le, "din kâfirleri"ne her defâsında gâlip geleceğini de açıkça ifşâ ediyor.
Gerek Şeyhü'l-Ekber -kuddise sırruh- Hazretleri'nin, gerekse Sa‘deddîn Hamevî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin yukarıdaki ifşaatlarından; bu ilmin O'ndan geldiği, bu vazifeyi O'nun tevdî ettiği, bütün bu icraatların O'nun emriyle husûle geldiği meydana çıkmış oluyor.
Burada Hazret-i Allah'ın buyurduğu ve duyurduğu şu Âyet-i kerime tecelli eder:
"Ben ve peygamberlerim elbette galip geleceğiz" (Mücâdele: 21)
İlim O'nun ilmidir, kalem O'nun kalemidir; mahlûka âit hiçbir şey yoktur.
Hakim et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri:
"Âhir zamanda Mehdi yokken, henüz yaklaştırılıp seçilmemişken; aradaki boşlukta, Hâtemü'l-velâye'den başka adaleti (hakkâniyeti) ayakta tutacak kimse olmaz." buyurmuşlardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Hepiniz topluca sımsıkı Allah'ın ipine sarılın!" (Âl-i imrân: 103)
Bölünüp parçalanmamak için de topluca Allah'ın ipine sarılın.
Kur'an-ı kerim'e ve Sünnet-i seniyye'ye sımsıkı sarılanlar kendilerini her türlü tehlikeye karşı emniyet altına almış olurlar. Bu tehlikenin en büyüğü ise müslümanlar arasındaki tefrikadır, din adına bölünüp parçalanmalardır.
"Parçalanıp ayrılmayın." (Âl-i imrân: 103)
Bölünmeyin, birbirinize arka çevirmeyin, ayrılık doğuracak, din kardeşliğinizi zedeleyecek işler yapmayın, yahudiler ve hıristiyanlar gibi tefrikaya düşmeyin, Hakk ve hakikatten ayrılıp uzaklaşmayın.
Bu ilâhî beyanda birlik ve beraberliğin, uhuvvet ve kardeşliğin ehemmiyeti apaçık görülmektedir.
Bu emr-i ilâhî karşısında bütün müslümanların yekvücud olması ve Allah-u Teâlâ'nın ipine sımsıkı sarılması gerekir.
Kim ki bunu yapmazsa Allah-u Teâlâ'nın apaçık emr-i şerifine itaat etmemiş olur. Din-i İslâm'ı parçaladığı için şeytan fırkasından olmuş ve kendisini cehenneme hazırlamış demektir.
Emr-i İlâhî çiğnendiği için, dinde ayrılık yapmanın, parçalanıp ayrılmanın mesuliyeti, suç ve cezâsı o kadar ağırdır ki; Allah-u Teâlâ azapların tehirini ahirete bırakmamış olsa idi, bölücülük yapanların, tefrikaya sapanların cezâlarını dünyada vererek onları hemen yok ederdi. Ezelden onlara tanınmış bir sürenin dolmasını murad ettiği için hemen helâk etmemektedir.
Bu kadar açık gerçeklerden sonra, onun ahirete göçmesiyle sağa-sola dağılmanız, şaşırmanız, başka yol aramanız sizin için en büyük bir dalâlettir ve en büyük bir zarardır. Çünkü bu artık sondur, "Hâtem"dir. Bu yol vesilesi ile Hakk Teâlâ'nın ihsan ettiği nimetinin kıymetini bilin, şaşkınlık geçirip sağa sola dağılmayın.
Bulunduğunuz yolun kıymetini bilin; Allah-u Teâlâ'ya şükredin, ihlâsınızı artırın, niyetiniz hâlis olsun.
Gönlünü Hazret-i Allah'a ve Resulullah'a ver ki; seni sevsin, zâtına çeksin. Ama bunun şartları var; ihlâs, istikamet, mahviyet olacak ki rızâsına nail olasın.
Bu gerçeği çok iyi bilin ki bizden sonra artık veli gelmeyecek, irşad kapıları kapandı. Veli ismi altında gelenler, şimdi çıkan sahtekârlar gibidir. Allah-u Teâlâ bu lütfu ihsan ve ikram etti. Bu karanlık ortam içinde bu nuru O akıttı, bu nuru O yaydı. Bu zülmânât o zaman dağıldı. Bu sözler asırlarca önce söylenmiş. Hâtem-i veli'den sonra niçin veli yoktur? Hâtem olduğu için yoktur. Nasıl ki Hâtem-i enbiyâ'dan sonra enbiyâ gelmeyecekse, Hâtem-i evliyâdan sonra da evliyâ gelmeyecek. Gelse bile kendi çapında... Veli yok lâkin, onun edebi ve düsturu var.
Binaenaleyh bundan sonra kapılmayın, hiçbir şeye yeltenmeyin. Bizden sonra şeytan sizi dürtmesin, sizi aldatmasın.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Sakın aldatıcı şeytan Allah'ın affına güvendirerek sizi yoldan çıkarmasın!" (Lokman: 33)
"Veli yok!" denildi, siz de aramayın! Şeytan sizi şirk batağına düşürmesin, böyle bir hevese kaptırmasın. Bu merdiven üçtür. Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'a ihsan ettiği velâyeti Hâtem-i veli'ye düşürmüş, nübüvveti Hazret-i Mehdi'ye, risâleti de İsa Aleyhisselâm'a düşürmüş. Hakikat budur, ötesi zandır. Bir batağa düşersiniz, olmaz bir yere saparsınız, yoldan raydan çıkmış olursunuz.
Bunu her ihvanın iyiden iyiye bilmesi lâzım, bizden sonra bocalamaması lâzım.
Meselâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Rüyâmda (havuzumun başında) ayakta duruyormuşum. Bir de baktım ki, ondan içmek için bir bölük insan geldi. Ben onları tanıyınca benimle onların arasında bir melek belirdi, onları çağırdı. Ben de ona: ‘Bunları nereye götürüyorsun?' dedim. ‘Vallâhi cehenneme götüreceğim!' karşılığını verdi. ‘Neden götürüyorsun? Bunlar benim bildiklerimdir!' dedim. Melek: ‘Onlar senin vefatından sonra kıçlarıyla dönüp (dinlerine) arkalarını çevirerek mürted oldular.' dedi.
Sonra yine havuzun başındaymışım, bir cemaat daha gördüm. Hatta onları da tanıdım. Benimle onların arasında bir melek belirdi, onları çağırdı. Ben ona: ‘Bunları nereye götürüyorsun?' diye sordum. Melek: ‘Vallâhî cehenneme götüreceğim!' karşılığını verdi. ‘Ne sebeple götürüyorsun?' Bunlar benim iyi bildiklerimdir!' dedim. ‘Melek: ‘Onlar senin vefatından sonra kıçlarıyla dönüp (dinlerine) arkalarını çevirerek mürted oldular.' dedi.
Bunun üzerine: ‘Bunlardan kırlarda başı boş kalan hayvanlar gibi, azdan az kişinin kurtulacağını sanıyorum.' buyurdu." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2060)
Durum budur, yolda ayaklarınızın kaymaması için bu pek hassas hakikati size duyurmaya çalışıyorum.
Buradaki kardeşlik yalnız tanışmaktan ibaret, asıl kardeşlik ahirette başlayacak.
Buradaki görüşmeler, buradaki haller orada uzun uzun anlatılacak. Yoksa burada her şey muvakkat. Görüyorsunuz ki yarından emin değiliz, kimin elinde senet var? Fakat muvakkat bir yer olmasına rağmen ahiretin bütün kazancı buradan götürüleceği için ve bir de saha-i imtihan olduğu için çok kıymetlidir. Asıl hayat, asıl kardeşlik orada yaşanacak.
Ümmet-i Muhammed'i öz kardeş bilmek ve sevmek, müslümanların birleşmesini ve çoğalmasını arzu etmek lütfu, Hazret-i Allah'ın kardeşlerimize cidden büyük bir ihsanıdır.
Onun için oranın hayatı bambaşka, çok güzel. Orada konuşuluyor, görüşülüyor, serbest olanlar çıkıyor, gidiyor. Ahiret hayırlı ve orası çok güzel, gönül oraya gitmek istiyor.
Allah-u Teâlâ:
"Senin için ahiret, dünyadan daha hayırlıdır." buyuruyor. (Duhâ: 4)
Amma gelde inan...
Biz o hayata aşinayız; hayat vefat hiç fark etmez. Yalnız Sahib'im nasıl murat ederse...
Biz Cenâb-ı Hakk'ın kudret elindeyiz. Bütün arzum Sahib'ime bağlılık. O nasıl isterse, O nasıl hükmederse benim arzu ve isteğim bu oluyor.
Benim; kalmamla gitmem, Sahib'imin kudret elindedir. Ben Cenâb-ı Hakk'ın kudret elindeyim. İster alır, ister bırakır, nasıl isterse öyle yapar. Onun için ölüm için bir telâşım yok...
Biiznillâhi Teâlâ Hakk bizi ihata etmiş, mahlûk bizi ihata edemez.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Kardeşlerimi görmeyi ne kadar isterdim." buyuruyor ve iştiyâkından ağlıyor. O günden bugüne 1400 yıl geçmiş. O nuru aksettirmiş. O zamanla bu zaman hiç farkı yok. Onun için en büyük şeref budur. Bulunmaz bir deryadasınız. Bilmiyorsunuz. Siz bunu ancak ahirette anlarsınız. Hakikaten bir şeyler söylemek istiyordu amma bunu duyurması mümkün değildi, dersiniz.
İşte siz bu yolun içinde bulunuyorsunuz. Onun için kuru ekmeğe râzı olun, Hakk'tan ayrılmayın. Ben gidiyorum...
Birbirinizi bırakmayın!
Boş konuşan bu yıkıcıların tahribatı karşısında bir kardeşin ayağı kayabilir. Bırakma onu. Yardımcı ol ona. Bırakırsan kurt kapar götürür.
Onun için insanın samimi olarak yolda bulunmak isteyenle beraber olması ve beraber ölmesi lâzım ki ahirette beraber çıkabilelim...
Ehl-i hareket iki boş söz söyler, hakikati örtmeye çalışır. Susma karşısında! Kitabı aç, yerini bularak oku. Sen verme cevabı, bırak hakikat konuşsun. Mukallidin hükmü çöksün. Hakikat Hakk'tan geldiği için güneş gibi parlaktır. Hiçbir mukallidin sözü onu ihata edemez. Amma sen açarsan edemez. Açmazsan, meydanı boş bulur, hükmünü yürütüp icraatını yapar.
Mevlâ dilerse giydirir, dilerse alır. İtimat edin bir defacık aklımdan hayâlimden dahi geçmemiştir. O'ndan başkasından O'na sığınırım. Taç takke hırka bunlar takımdan ibaret. O'nun tacı O'nun rızâsıdır. O râzı mı, sen tacını giydin demektir. Nefis bu gibi şeylerden çok hoşlanır, bunlar bu yolun ziynetidir. Evet birer lütfu ihsandır, fakat; "Allah'ım beni bunlarda bırakma!" diye niyaz etmelidir, bunları benimsememelidir. Hadi bu gibi şeylerden hoşlanıyoruz, bunlara lâyık neyimiz var?
Geçenlerde öyle bir noktaya geldi ki; "Benim hiçliğim erirse, eridiği yerde kir bırakır, n'olur Allah'ım o bıraktığı lekeyi de kazı!" demekten kendimizi alamadık. Eritsem, eridiği yerde kir bırakıyor. Bunun ötesinde insanda ne var? Demek ki sen lekeden ibaretsin. ‘Değil ismimi, âdetâ cismimi kazımaya çalışıyorum.' dememizdeki sır bu idi. Ve biz bunları gözümüzle seyrederiz. Seyrettiğimiz gibi, hakikatini size açık etmekten geri kalmayız. Allah'ımın duyurduğu hiçbir şey esirgenmemiştir. Bunlar ilâhî bir esrârdır. Hiçbir esrârı benim dememişizdir, çünkü benim değil. ‘Allah'ım senin malını teşhir ediyorum, bu kölene bu pür taksirine duyurduğunu duyurmaya çalışıyorum. Belki nasibi olan vardır, nasibini alır.' diyorum. Bunlar hakikatin özüdür, Hakk'tan gelir.
Daha önce de arzetmiştik ki; çeşme akarken gözünüzü açın, çünkü çeşmenin malı değildir. O akıyor bir daha gelmez. Çeşmenin kendisini sıksan bir damla su akmaz. Çeşme de ona muhtaçtır.
Biz bunları gözümüzle seyrederiz. Seyrettiğimiz gibi, hakikatini de size açık etmekten geri kalmayız. Allah'ımın bana duyurduğu hiçbir şey sizden esirgenmemiştir. Bunlar ilâhi bir esrardır. Hiçbir esrarı "Benim!" dememişizdir. Çünkü "Benim!" değildir. "Allah'ım senin malını teşhir ediyorum, bu kölene, bu taksirine duyurduğunu duyurmaya çalışıyorum. Belki nasibi olan vardır nasibini alır" diyorum. Bunlar hakikatin özüdür ve Hakk'tan gelir.
Daha önce arzetmiştik ki: Çeşme akarken gözünüzü açın. Çünkü o su çeşmenin malı değildir. Su akıyor bir daha gelmez. Çeşmenin kendisi de o suya muhtaçtır.
Abd-i acizin kanaati şu ki, niyet-i halisa ile çok da hata yapılsa af ediliyor. Hazret-i Allah kudret elinde bulundurduğu kalbi çevirmediği için muhabbet dönmüyor, râbıta kesilip yine bağlanabiliyor. Fakat kasd-ı mahsusa ile küçücük bir hata yapılsa çok büyük oluyor. Hazret-i Allah kalbi çeviriyor, Râbıta'nın teminine imkân kalmıyor. Kalp bir kere çevrilmesin, o artık hep ters görür.
Allah ehli; tevâzu ve mahviyete değer verir.
Şeytan ehli; kibir ve varlığa değer verir. Bu anahtar elinizde oldukça herkesi ölçersiniz.
•
İhvan ihvanı bırakmamalı, düştüğü zaman kaldırmalıdır. Çok büyük tuzaklar var. Nefis, şeytan, şeytanlaşmış insanlar, şehvet, dünya muhabbeti. Bunlar imanı yok edecek kadar büyük düşmandır. Desteğe ihtiyaç var.
Bu kitaplara sarılın! Umarım Rabb'im yarın beraber haşr-u cem eyler.
Sıkıldığınız zaman kitaplara sarılın, ruhâniyet gelir. Sizi teselli eder.
Bu yola girmek, bu yolda olmak, bu yolda ölmek bir lütuftur.
Seccadeye otur, gözlerini yum, iç âlemine dal. Ne varsa orada var, içte bulmaya bak.
Allah-u Teâlâ bu ilmi fakire hediye etti, biz de size hediye bırakıp gideceğiz. Allah-u Teâlâ'nın hediyesini size bırakacağız. Kıyamete kadar sürecek bir ip, tutunan kurtulur. Bilen için...
Bu topluluğa ayak uydurmak zordur. Çünkü Allah yoludur. Gaye yok, maksat yok, menfaat yok. Ne var? Rızâ var. Allah'ım rızâsından ayırmasın. Bu gemiye bin, bu topluluğa ayak uydur; âhirette ne demek istediğimi o zaman anlarsın.
Muhalif rüzgâr estiği zaman sefere çıkma. Bunlar bir engeldir, yavaş. Sabırla, şuurla, temkinle hareket ederek engelleri geçmeye bak.
Allah-u Teâlâ kullarına öğüt vererek dünya hayatının gün gelip sona ereceğini, daha sonra ahiret hayatının başlayacağını, kendisine dönüleceğini, insanların hesaptan geçirileceklerini hatırlatmakta ve azabından sakındırmaktadır:
"Öyle bir günden korkun ki, o günde hepiniz Allah'a döndürülürsünüz. Sonra herkese kazandıkları noksansız verilir ve hiç kimse haksızlığa uğratılmaz." (Bakara: 281)
Çünkü kendi kazançları ne ise onu almış olacaklar.
"Öyle bir günden korkun ki, o günde kimse kimseden yana bir şey ödeyemez, kimseden fidye kabul edilmez." (Bakara: 123)
Allah-u Teâlâ'nın azabını onlardan hiç kimse uzaklaştıramaz ve ilâhi azaba karşı kimse onları kurtaramaz. Ne zorla kurtarılabilir ne de kolaylıkla.
"O gün kimseye şefaat fayda vermez, onlar hiç kimseden yardım da göremezler." (Bakara: 123)
Aracılar yok olmuş, kişi yaptıkları ile başbaşa kalmış. Herkes kendisini kurtarmaya çalışıyor. O gün toplulukların birbirleriyle yardımlaşmaları, birbirlerini desteklemeleri de kaldırılmıştır.
"Ey insanlar! Rabb'inizden korkun! Çünkü kıyamet vaktinin zelzelesi cidden korkunç bir şeydir.
Onu gördüğünüz gün, her emzikli kadın emzirdiğinden vazgeçer, her hamile kadın çocuğunu düşürür. İnsanları sarhoş sanırsın, halbuki onlar hiç de sarhoş değillerdir. Bununla beraber Allah'ın azabı çok şiddetlidir." (Hacc: 1-2)
Bakıyorlar amma ne yaptıklarını bilmiyorlar. Açık açık gördükleri korkunç manzaralar karşısında gözleri hor ve hakir olmuş.
Allah-u Teâlâ'nın ikinci defa gadaba gelmesi halkı mahşere toplayacağı an olacak. Öyle bir an ki, ahiret güneşi bir mil kadar yaklaştırılmış, insanlar kan ter içinde hararetten kavrulurken, isyanlarına göre tere gömülmüşler. Kimi topuğuna, kimi diz kapağına, kimi de gırtlağına kadar batmış, bazılarını da ter tamamen kaplamış. Hiçbir taraftan imdat yok.
Mahşer yerinde herkesin Allah katındaki mevki ve derecesine göre uzun veya kısa süren bir bekleyiş olacak. Bu bekleyiş dayanılmaz bir hale gelince, mahkemenin başlaması için bir şefaatçi aramaya çalışacaklar, ulül-azm peygamberlere müracaat edecekler, sıra ile Âdem Aleyhisselâm'a, Nuh Aleyhisselâm'a, İbrahim Aleyhisselâm'a, Musa Aleyhisselâm'a, İsâ Aleyhisselâm'a başvuracaklar. Onlar ise "Azîz ve Celîl olan Rabb'imiz bugün çok celallidir. Öyle ki, ne şimdiye kadar böyle gazaplı görünmüş, ne de bundan sonra görülecektir." diyerek her biri birer mazeret göstererek şefaat edemeyeceklerini beyan edecekler.
Sonunda da âlemlere rahmet olarak gönderilen Muhammed Aleyhisselâm'a gelerek haklarında şefaatçi olmasını isteyecekler.
O da Arşurahman'ın altına gelerek secdeye kapanacak, âhiret muâmelesinin başlaması için niyazda bulunacak. Allah-u Teâlâ ona lütfedecek, duâsını ve şefaatini kabul buyuracak ve hesap başlayacak.
Öyle korkunç anlar var.
Orası için çalışın. Orası için hazırlık yapın, ahkâm-ı İlâhi'yi yerine getirin.
En kıymetli amel, en büyük şeref Allah yolunda hizmetçi olabilmektir.
Biz Hakk'a muhtacız, O bizim hiçbir şeyimize muhtaç değildir. O hep ihsanda, biz ise hep isyandayız.
Allah-u Teâlâ kendi lütfundan kime sermaye koymuşsa, o kimse hizmeti minnet bilir. Fakat kime ki o sermayeyi vermemişse, o kimse mihnetle hizmet eder.
Hizmeti minnet bilenler Rahman'ın yolundadır, mihnetle hizmet edenler şeytanın yolundadır. Birisi Hakk'a hizmet ediyor, diğeri şeytana hizmet ediyor. Görünüşte ikisi de Hakk yolunda.
Hizmeti minnet bilenler Allah-u Teâlâ'nın Rızâ-i Bârî'sini kazanır, mihnetle hizmet edenler gadabını kazanır.
Birisi: "Yolunda hizmet ettiren Sahib'ime şükürler olsun." diye şükrünü ortaya koyuyor, diğeri ise: "Hizmet ediyorum." demekle eneliğini ortaya koyuyor. Yaptıklarını nefsine mâlediyor, karşılığını da behemehal bekliyor.
Hakk yolunda hizmet edenler; bütün lütuf, ihsan ve ikramların Hazret-i Allah'a âit olduğu, kendisinin ise hükümsüz ve değersiz bir mahlûkçuk olduğunu hem görüyor hem biliyor.
Çünkü Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Allah ganidir, siz ise fakirsiniz." buyuruyor. (Muhammed: 38)
Bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyuruluyor:
"Ey insanlar! Siz Allah'a muhtaçsınız. Allah ise her şeyden müstağnidir, her hamde lâyıktır." (Fâtır: 15)
Allah-u Teâlâ'nın gani olduğunu, mahlûkta hiçbir şey olmadığını yalnız onlar bilir.
Bundan ötürü o Hakk'ı görüyor, kendisini görmüyor. Diğerleri ise Hakk'ı görmüyor bilmiyor, kendini biliyor.
Hakk'ı görmediği bilmediği için dünyâ mabudluğuna, nefis putuna tapa tapa gidiyor ve böylece huzur-u ilâhî'ye çıkar.
Birisi Hakk yolunda hiçliği ile hizmet ve ibadet ediyor. Diğeri nefis yolunda efendilik taslıyor. İbadeti de bu nevidendir.
Mevlâ bir kulunu hizmet için ileriye sürmüşse, bir ömür boyu onun şükrü edâ edilemez. Rızâ-i Bârî yolunda sabır ve sebat edilirse; hayat boyunca hizmet peşinde olunur, kimseden hizmet beklenmez, hizmet nimet bilinir, mihnetle hizmet edilmez.
Hizmet peşinde olan bir insan rahat aramaz, istirahat aramaz, verir almaz, yedirir yemez, ilâhî hoşnutluktan başka hiçbir şey beklemez, hiç kimseye yük olmaz. Çünkü o Hazret-i Allah'a inanmıştır, en üstününü ona Hazret-i Allah verir.
Âyet-i kerime'de:
"Bizim uğrumuzda bizim için mücahede edenlere elbette yollarımızı gösteririz." buyuruluyor. (Ankebût: 69)
Azami gayret mânâsı çıkıyor. Hazret-i Allah azmi nispetinde o kulunu destekler, hidayetini artırır, sermayesini çoğaltır, yollarını açar, önüne ışık tutar.
Bütün bu lütuf iyilikleri Allah-u Teâlâ'nın desteğinden ileri gelmiştir. Niyetini değiştirdiği an hepsi hükümsüzdür.
Kişi: "Bana bu sermayeyi koyana, bunları bana sevdirene ve yaptırana sonsuz şükürler olsun." diye şükrünü artırırsa ve içten içe hizmeti ve ibadeti arzu ederse, Allah-u Teâlâ ziyadesini ihsan buyurur.
Âyet-i kerime'de:
"Şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım." buyuruluyor. (İbrahim: 7)
Şükrünü çalışma ile artıracak. Çalışma ile artırırsa, çalıştıkça şükrünü artırmış olur. Bu ihlâslı çalışma ve ubudiyet arzusu gönülde olacak. Çünkü Cenâb-ı Hakk kişinin öz niyetine bakıyor.
Hizmetçi olduğuna şükretmezse zaten hizmetçiliğe almazlar. Artık o efendilik taslar. Amma onun efendiliği şeytanadır.
Bu yolda efendilik yok. Yaratıcı Hazret-i Allah'tır. Efendilerin Efendisi ise Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'dir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir defasında Ashâb-ı kiram'ı ile otururlarken onlara su dağıtıyordu. Bir Arabî geldi ve: "Bu topluluğun efendisi kimdir?" diye sordu.
Buyurdular ki:
"Bu topluluğun efendisi onlara hizmet edendir." (Câmiü's-sağir)
Bu beyanları ile hem kendilerinin o topluluğun efendisi olduğunu, hem de gerçek mânâda efendiliğin hizmetle kâim olduğunu bildirmiş oldular.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Onlar ahiret karşılığında dünya hayatını satın alan kimselerdir." (Bakara: 86)
Allah'ım bizi onlardan etmesin.
Halbuki asıl hizmet liveçhillâh yalnız Allah için yapılandır. Hakk için çalışanlara Allah-u Teâlâ ihsan eder, ikram eder, fakat halktan ücret bekleyen kimse, ücretini peşin olarak almıştır, ikinci bir ücret almaya hakkı yoktur.
Yalnız ve yalnız Allah için çalışan, halktan hiçbir şey beklemeyen yok denecek kadar azdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Siz Allah'ın dinine yardım edip sarılırsanız Allah da size yardım eder." (Muhammed: 7)
Bu ilâhî hükme inanıp iman eden kimse; Hazret-i Allah'a sığınır, hiç kimseden çekinmez, çünkü onun desteği bizzat Hazret-i Allah'tır.
Diğer bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Hiç şüphesiz Allah yolunda savaşıp düşmanlarını öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını Allah, cennet kendilerinin olma karşılığında satın almıştır." (Tevbe: 111)
O insan böylece Hazret-i Allah'a sığınmış, yönelmiş, O'nun uğrunda canını ve malını ortaya koymuş. Hazret-i Allah da onun bu alış-verişini kabul etmiş, ona cennetini ihsan buyurmuş.
Hazret-i Allah ile alış-veriş o kadar güzeldir ki, fakat bunun taliplisi de pek azdır. İşte bunlar Hakk'tan ücret beklerler, halka itibar etmezler. Çünkü onun işi Hakk iledir, halk ile değil.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Allah'a tevbe edenler, ibadet edenler, hamdedenler, oruç tutanlar, rüku ve secde edenler, iyiliği teşvik edip kötülükten vazgeçirmeye çalışanlar ve Allah'ın hududunu koruyanlar... İşte bu müminleri müjdele!" (Tevbe: 112)
Nasıl ki her memleketin bir hududu, her kanunun bir hududu varsa, bu da Allah-u Teâlâ'nın çizdiği bir huduttur. Bu huduttan çıkıp inkâr eden, İslâm dâiresinden çıkmış olur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Ben size iki şey bıraktım ki, onlara sımsıkı sarılıp tutunduğunuz müddetçe, katiyyen sapıtmazsınız.
Birisi Allah'ın kitabı, diğeri ise Resulullah Aleyhisselâm'ın sünnetidir." (İmâm-ı Mâlik, Muvatta)
Biz de sizlere Hazret-i Allah'ın kelâmıyla ve Resulullah Aleyhisselâm'ın Hadis-i şerif'iyle desteklenmiş ve mühürlenmiş kitapları bırakıyoruz, onlara sarılın.
Çünkü her fırsatta demişiz ki, bu kitaplardaki ilim; ilm-i ilâhî'dir, benim değil. Bizden sonra şaşırmamanız için her meselede kitaplara başvurmanızı tavsiye ediyorum.
Hazret-i Allah'ın hükümlerinden ve Sünnet-i seniye'den ayrılmayın.
Hazret-i Allah'a ve Resul'üne -sallallahu aleyhi ve sellem- itaat edip sarılırsanız; bu zulmetten, cehaletten, dalâletten ve bölücülükten kurtulmuş olursunuz.
Âyet-i kerime'sinde buyuruyor:
"Müminler o kimselerdir ki, Allah'a ve Resul'üne iman etmişlerdir. Sonra şüpheye düşmemişler, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihad etmişlerdir.
İşte onlar imanlarında sâdık olanlardır." (Hucurât: 15)
Bölücülükten şiddetle sakının çünkü Cenab-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. Onlar için kıyamet günü büyük bir azap vardır." (Âl-i imrân: 105)
Bu Âyet-i kerime'de yetmiş üç fırkadan o bir fırkaya hitab ediliyor. Yani: "Siz de o kayanlar gibi olmayın, onlar için pek acıklı bir azap hazırladım, siz de kayarsanız bu felâkete uğrarsınız." diye o bir fırkayı ikaz ediyor Hazret-i Allah.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Ayrılık yapan bizden değildir." (Münâvî)
Bunu kesin olarak buyuruyor, hiçbir bölücüyü ümmetliğe kabul etmediğini resmen ilân ediyor.
Allah-u Teâlâ'nın beyanı bu, Resulullah Aleyhisselâm'ın beyanı bu. Bölücülerin sözünün hükmü yoktur. Parti imiş cemaatmış... Hayır!.. Bunların hükümsüz olduğunu, hükmün Hazret-i Allah'a ve Resulü'ne âit olduğunu bilin. Eğer Hazret-i Allah'a ve Resul'üne imanınız varsa bu böyledir.
Bu yolda efendilik yok. Yaratıcı Hazret-i Allah'tır. Efendilerin Efendisi ise Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'dir.
O'nun kapısı olduğu için. O'nun kapısına el atan, O'nun adamına el atan, kapısına el atmış oluyor, kurutuyor. Dünyası da gidiyor, ahireti de gidiyor. Vakıf ve vakıf insanlarına kötü nazar etmeyin. Hazret-i Allah kurutur. İflahı mümkün değil. Dünyası da gider ahireti de gider.
Kim ki ahkâmı inceden inceye süzüp hareket ederse, ona ahirette kolaylık vardır. Sırat köprüsü onun için geniş ve rahat olur, dolayısıyla geçmesi de kolay olur.
Dünyada ahkâma dikkat etmeyen, incelemeyen, orada her halde çok ince hesaptan ve çok ince köprüden geçecek. Şüpheli şeylerden dahi geçmedikçe huzur bulamazsınız.
Bu yol Allah yoludur. Bu yolun kıymetini orada anlayacaksınız. Bütün Evliyaullâh Hazerâtı işte bu münevver yolu anlatmışlar, haber vermişler. Allah hepsinden râzı olsun.
Daha evvel de arzetmiştik ki: "Allah'ım! Beni menfaatin kokusundan dahi koru!"
Bu sözümüzü unutmayın!
Bu yoldan sapan ve dünyaya tapanlardan ibret alın. Bu sözlerimi bir nasihat, bir vasiyet olarak beyan ediyorum.
Tekrar söylüyorum; dünyaya dalmayın, harama kaymayın, şüpheliden dahi sakının ki, yoksa helâkinize vesile olur.
Biz Allah-u Teâlâ'nın lütuf desteği ile yürüyoruz. Bize gelen bize yeter. Helâl olanda bereket var, haram olanda cehennem var. Nefsini nereye satarsan karşılığını alacaksın.
Hakk'tan geldim, Hakk'a gidiyorum. Ne ki aldı isem onu götürüyorum. Bu bir emanetullahtır. Riâyet eden kurtulur. İhanet eden tutulur, felâh bulmaz, dünyada da âhirette de.
Hiç şüphe yok ki önümüzde çok büyük hadiseler, çok büyük sıkıntılar var; şiddetli, tasavvura sığmayacak kadar büyük harpler var. Bunları size hatırlatıyorum, şimdiden Hazret-i Allah'a ve Resul'üne yönelmeye ve sığınmaya bakın. Bu felâketler geldiği zaman şaşırmayın. Artık kendinize gelin, dünyanın sonundayız, ona göre kendinizi ayarlayın. Gün bugündür, yarın ne olacağını Yaratan bilir. Akıllı insan her an Hazret-i Allah'a yönelik olmalı, sonraya kalanlar donakalır. O zaman herkes inanacak amma, iş işten geçmiş olacak.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Dünyanın geniş vakitlerinde, yani sıhhat ve servet, asayiş ve emniyet gibi istirahat sebepleri mükemmel olduğu bir zamanda Cenâb-ı Hakk'a ibadet ve taat ile kendini takdim et ki, muzayakalı bir zamanda seni lütfu ile yad buyursun." (Ahmed bin Hanbel)
Allah-u Teâlâ'ya yönelmekten daha güzel bir kale olmaz, O'nun kalesinin harici boşluktur. O kalesine kimi aldıysa hayat vardır, hem de hayat-ı ebediye vardır. Bu bir ikazdır, hatırlatmadır, yöneltmedir. O dilediğine hidayet verir. Dilerse O her felâketten kurtarır.
Yakın olan kulların Hazret-i Allah'tan en çok istedikleri nedir bilir misiniz? Ölüm...
Nefsin kendisini beğenmesi korkusundan bir an evvel göçmeyi isterler. Kendini beğenme derdi bu kadar tehlikelidir. Beğendiği an helâk eder Hazret-i Allah.
Kişide bir iyilik bir güzellik husule geliyorsa, O'nun koyduğu sermayenin eseridir. Kötülükler ise zaten nefsimizin mahsulüdür.
Hazret-i Allah bir kulu bırakmadıkça bu hale düşmez. Bir de bırakıverirse, kendini beğenir, helâk olur gider. Kılıçla biçilir gibi biçilir.
İnsan yalnız içki içmekle sarhoş olmaz. Hırs, hased, riyâ, kin, kibir, şehvet, yalancılık… gibi ahlâki zemimelerin herhangi biri insanda bulunursa onu sarhoş yapar ve böylece asliyetinden uzaklaşır. Artık o kimseyi hakikate çekmek çok zor olur. Çünkü o, sıfat-ı hayvaniye icraatı yapar. O hayvan ne yaparsa, o sıfattaki insan da o surette icraat yapar.
Nefis vücuda hakimiyet kesbettiği zaman o hükmünü yürütmek ister. Kişiyi tanımaz. "Benim!" der. Hazret-i Allah'ın hükmüne karşı gelen bu mahlûk, düşman. Bundan ötürü insanda hayvanî sıfat doğuyor.
Hangi sıfatla öldüysen öyle haşrolunursun. Nefsin tezkiyesi, ruhun talim ve terbiyesiyle insan, insan olur. Sonra insan-ı kâmil olur, sonra fenâ olur, lafla değil.
İhvanda o nispette edep, mahviyet, tevâzu olacak ki rızâya yönelsin ve Hazret-i Allah da onu sevsin.
Râbıtası kuvvetli olan kişi Mürşid-i kâmil'deki bütün halleri çekebilir. Allah-u Teâlâ onun deryasına ne verdiyse o deryadan olduğu gibi çekebilir. Fakat teslimiyeti, ihlâs, mahviyeti o nispette olacak. Mahviyet olmayan insanda daima engel vardır. Bu engel kendi nefsidir, kendi vücududur. Hakk'a yaklaşmasına mani olur.
İnsanda; sevgi, muhabbet, sadakat, teslimiyet, doğruluk, mahviyet, ihlâs, edep olursa sıdk ile yaptığı râbıtayla Allah-u Teâlâ'nın ihsan ettiği nimeti çekebilir. Râbıta'nın özü işte budur.
Râbıtayı çok kuvvetli tutmak lâzım, ne kadar kuvvetli tutarsak kalp o kadar sâlimleşir.
Kişi ahirette, dünyada sevdiği ve peşinden gittiği kimseler ile beraber haşrolunacaktır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Kişi, sevdiği ile beraberdir." buyuruyorlar. (Buhârî)
Bir insan bir insanı hakikaten Allah için severse, O'nunla olmak isterse, O'nun hayatını yaşamak isterse, bu Hadis-i şerif'in sırrına mazhar olur. Yoksa ben sevdim demekle olmuyor.
Mühim olan mürşidinin yanında olmak değil, yolunda olmaktır.
Bizi üzmeyin, bizim arzu ettiğimiz gibisini yapın zarar etmezsiniz. Bizim tutumumuzu, düsturumuzu alın. Yolu böyle kurmuşlar, biz bu yolu temiz aldık, temiz teslim edeceğiz. Yoksa büyük kaybınız olur. Bu açık konuşmalarımızdan istifade edin.
Her asrın insanı yaşadığı devirde kime tâbi olduysa, kime bağlandıysa, kimin peşinden gittiyse onunla mahşere çağrılacaktır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"İnsan sınıflarından her birini biz o gün imamları ile beraber çağıracağız." (İsrâ: 71)
Hiçbir zaman kayanlardan mesul değiliz. Zira önünde Ayet-i kerime, Hadis-i şerif konmuş, görmemiş, kaymış. Kendisine aittir. Ahirette hiçbir dostu olmaz, sahip de çıkılmaz.
Ey kardeş! Sakın ilâhi hükümleri arkaya atıp, nefis arzusunun peşinden gidenlerden olma. Öğüt ve nasihatten fayda gören müminler sınıfına dahil ol!
Hazret-i Allah ve Resulullah'a gönülden bağlı ol. İbadet ve taata devam et. Mahviyyetten ve hiçlikten ayrılma. Yolu bunlarla alın... Ölçü budur.
Hazret-i Allah kendisine yönelen, ibadet eden kulunu seviyor.
Dünyaya değil, ahirete özenin. Dünyada özenilecek yer yok. Hele şimdiden sonra ne harpler, ne felâketler var...
Siz şerle hayrı çözemezsiniz. Rüyaya iltifat etmeyin. Bize Resulullah Aleyhisselam'dan kalma Hazret-i Kur'an var, Hadis-i şerif var, bizden kalma kitaplar var. Size yetmez mi bu?
Kardeşler!
Ben hayatta olayım olmayayım, buraya devam edin, gelin. Burası boş değil.
İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyuruyorlar:
"Ve bu bir dergâhtır ki, havâss (zâtlar) ona meşyen ale'l-vücuh (yüzüstü sürünerek) gelir." (Kitâbü'n-Netice; Genel, no: 1136, 248a yaprağı)
Efendim; buraya gelin, ihmal etmeyin, yarın huzur-u mahşerde "Yâ Rabb'i! Evet günahım çok ama dünyada ben senin kapına geldim. Senin çorbanı içtim" dersiniz.
Ben hükümsüz ve değersiz bir mahlûkum. Fakat bu mahlûkunu ileri sürmüş, tecelli etmiş. Robot gibi beni kullanmış.
Ben mahlûk olduğumu, aciz olduğumu çok iyi biliyorum. Ama siz de Allah yolunda olduğunuzu iyi bilin. Bu yol doğrudan doğruya Hazret-i Allah ve Resul'ünün yoludur.
Ben hayatta iken veya benden sonra bu yolu bırakırsanız, siz sapıtmış olursunuz. Bu çok büyük bir sözdür. Niçin? Hazret-i Allah ve Resulullah'a ait bir yol olduğu için.
Kardeşler!
Yolun özünde bulunuyoruz, şimdi bize düşen yol almak. Bu yolda en hoşlandıkları şey tevâzu ve kimseye yük olmamaktır.
Benim vazifem ihvanın kurtulması. Kurtulması için "Ey âlemlerin Rabb'i! Bir ihvanı mağfiret edip imanla alırsan vallahi gözyaşlarıyla sana şükrederim."
Ne kadar sevdiğim olursa olsun böyle gidince üzülmem. Niçin? Elhamdülillah Rabb'im bir kişiyi daha bağışladı ve lütfederse bana arkadaş olacak.
Şimdi sizlere gizli bir hususu arz edelim:
Allah-u Teâlâ'nın izin verdikleri şefaat edebilir. Allah-u Teâlâ'nın şefaat için yetki verdiği kul, ilk önce en sevdiği yakınına bunu kullanır. Allah-u Teâlâ ona yine ruhsat verir, bu sefer yakınına yakın olanı çeker. Allah-u Teâlâ yine ruhsat verir, bu sefer de samimi selâm verenleri de çeker.
"Allah-u Teâlâ ruhsat verirse samimi selâm verenden dahi geçmem." sözümüzün sırrı işte budur.
Bundan sonra dördüncü bir şefaat daha vardır ki; yana yana kömür haline gelmiş olanlara kullanır. Artık kömür olmuş; kömür olduğu halde kim olduğu bilinecek, tanınacak. Bugünkü bu et yüzüne suret veren Hazret-i Allah, o kömür halindeki kimseye de aynı sureti verecek. Böylece o kişi tanınacak ki şefaat edilebilsin. İşte Allah-u Teâlâ ruhsat verirse; o onları da toplar ve rahmet deryasına koyar. Onlar da orada çiçek biter gibi biterler. Cenâb-ı Hakk onlara da ruhsat verdiği zaman artık onlar da Cennet-i alâ'ya girerler.
Hatta Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:
"Öyle kimseler vardır ki, öndekileri sokmadan cennete girmez."
Yani bütün sevdiklerini sokacak sonra kendisi girecek.
İhvan için hep şunu isteriz:
"İhvanı boynuma assın da öyle yürütsün beni. İhvanı öne, akrabalarımı arkaya asarak yürütsün ve Mevlâ onları cennete koysun. Beni orada bıraksın, beni yalnız kendisiyle meşgul ettirsin."
Enes -radiyallahu anh- anlatıyor:
Resulullah Aleyhisselâm'a bir zât gelerek:
"Kıyamet ne zaman kopacak Yâ Resulellah!" dedi.
Resulullah Aleyhisselâm ona:
"O gün için ne hazırladın?" diye sordu.
"Farz namazlardan, oruçlardan, sadakalardan başka fazla bir ibadetim yoktur. Fakat Allah ve Resul'ünü çok seviyorum." deyince şöyle buyurdu:
"Sen sevdiğinle berabersin." (Tirmizî)
Hadis-i şerif'i rivâyet eden Enes -radiyallahu anh- der ki:
"Biz Resulullah Aleyhisselâm'ın bu sözüne sevindiğimiz kadar hiçbir şeye sevinmemiştik. Ben de Resulullah Aleyhisselâm'ı, Ebu Bekir'i ve Ömer'i seviyorum ve bu sevgim sebebiyle onlarla beraber olacağımı umuyorum."
•
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'den rivâyete göre bir kimse Resulullah Aleyhisselâm'a gelerek:
"Yâ Resulellah! Ben seni kendi çocuğumdan, hatta kendi canımdan da çok seviyorum. Öyle ki evde otururken sen aklıma gelince, hemen gelip seni görmeden duramıyorum. Fakat beni düşündüren bir mesele var. İkimiz de öldüğümüzde sen cennete girecek ve Peygamber katına çıkacaksın. Ben ise cennete girsem bile seni göremeyeceğimden korkuyorum." dedi.
Resulullah Aleyhisselâm ona cevap vermedi. Daha sonra şu Âyet-i kerime nâzil oldu:
"Kim Allah'a ve Peygamber'e itaat ederse; işte onlar Allah'ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle, sâlihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel birer arkadaştırlar." (Nisâ: 69)
Ey âlemlerin Rabb'i olan Allah'ım! Beni ve bana bağladıklarını hesaba tutma.
Sen Kabe-i Muazzama'yı kaldırıp cennete götüreceksin. Beni o Kabe'nin halkasına tuttur; bütün ihvanı da bana bağla, uçurduğun zaman bizi de beraber uçur. Bize sıratı gösterme, bize hesap sorma, bizi muhasebeye tabi tutma! Amin!