Muhterem Okuyucularımız;
"Bağı çözmek ve serbest bırakmak" mânâsına gelen tâlâk; "Nikâh ile sabit olan evlilik bağının kaldırılması" demektir.
Talâkın meşru oluşu Kur'an-ı kerim, Sünnet-i seniyye ve İcmâ ile sabittir.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Ey peygamber! Kadınları boşadığınız zaman, onları iddetleri içinde boşayın." (Talâk: 1)
Talâk Allah-u Teâlâ'nın buğz ve adâvetini mucip bir helâl olmakla birlikte, talâkın câiz olması Allah-u Teâlâ'nın bir rahmeti olmaktadır. Zaruri bir ihtiyacı gidermek için meşru kılınmıştır. İhtiyaç olmadığı takdirde mekruhtur.
Geçici bir öfkeden veya esiri olduğu bir arzudan dolayı hemen talâka sarılmak doğru değildir. Bütün bunlar İslâm'ın âdâb ve esaslarını çiğnemektir ve günahtır.
Mahmud bin Lebid -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e bir kimse gelerek hanımını üç talâkla birden boşadığını haber verdi.
Resulullah Aleyhisselâm gadaplı bir şekilde kalkarak:
"Daha ben aranızda iken Allah'ın kitabıyla mı oynanıyor?" buyurdu.
Derken birisi kalkıp 'Yâ Resulellah! Onu öldüreyim mi?' dedi." (Nesâî. Talâk 6)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in bu ifadesi meselenin dinen ne kadar kötü olduğunu göstermektedir.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- böyle yapanları kamçı ile cezalandırırdı.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuştur:
"Üç şey vardır ki bunların ciddisi ciddi, şakası da ciddidir:
Nikâh, boşanma ve ric'at (bir adamın boşamış olduğu karısına tekrar dönmesi)." (Ebu Dâvud-Tirmizî)
Evlilikte birbirini tanıma, huyların öğrenilmesi, kaynaşılması zaman alır. Sabırla bu süreç aşılır. Sonunda sevgi, saygı, huzur ve selamet olur. Ama sabır ve şükürle...
Bu arada bazı sıkıntılar olabilecektir. Bu da karşılıklı anlayış ve hoşgörüyle aşılabilir.
Boşanmak, ayrılmak, kurulmuş bir düzeni değiştirmek, bitirmek, bunlar ciddi sebepler olmadan yapılmamalıdır. Hele çocuk varsa hiç düşünülmemelidir. Küçük meseleler büyütülmemelidir. Bilhassa kayınvalide, kayınpeder meseleleri, gelin kayınvalide, damat kayınpeder gibi sıkıntılar olabilmektedir.
Aralarında müthiş bir husumet ve geçimsizlik bulunduğu halde erkek karısının nafakasını ödemeye, kadın da erkeğin nikâhı altında hapsedilmeye zorlanırsa, nikâhın devam ettirilmesinde taraflar için bir fayda düşünülemez. Aksi halde daha büyük tehlikeler doğabilir, hatta cinayetlere ve intiharlara kadar götürebilir.
Bu mahzurları dikkate alan İslâm, gerektiğinde evliliğin sona erdirilmesi kapısını aralamış, nikâh haklarına riâyet edilmediği ve tarafların tamiri güç anlaşmazlıklara düştüğü durum gibi sebepler karşısında boşanmayı meşru kılmıştır. Boşanmanın hiçbir zaman sebepsiz olmadığı bir gerçektir.
Buna rağmen boşanma ictimâi bir yaradır. Çocukların sahipsiz kalmasına, fertler ve âileler arasına huzursuzlukların, düşmanlıkların girmesine sebep olur.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz boşanmayı tavsiye etmemiş ve bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın helâl kıldığı şeyler arasında, boşanma hiç sevmediği helâldir." (İbn-i Mâce: 2018)
Boşanmanın şer'î hükümleri değişiktir. Bazen kadını boşamak vâcip, bazen müstehap, bazı durumlarda da mübah olur. Allah-u Teâlâ dinen vâcip veya müstehap, ya da mübah kılınan bir şeye buğzetmez. Haram veya mekruh olan şeye buğzeder. Allah-u Teâlâ'nın buğzettiği boşama, mekruh olan yani sebepsiz yere yapılan boşamadır.
Böyle bir boşama evliliğin yararlarını giderir, üzüntülere yol açar. Aynı zamanda küfrân-ı nimettir.
Başta çocuklar olmak üzere talâk çeşitli zararlara yol açabilir. "İki şerden ehven olanı tercih edilir." kaidesi ile amel edilerek daha büyük ve daha ağır zararları kaldırmak uğruna daha hafif olanlarına katlanılır.
Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerin nur ışığı altında hüküm ve sonuçları ayrıntılı olarak izâh edilen "Boşanma" konusu, bilinmeyen veyahut âmel edilmeyen birçok mevzu ile ele alınarak bu konuda Ümmet-i Muhammed'in daha hassas davranılması gerektiği açıklanarak arz edilmiştir.
•
Bu ay içerisinde başlayacak olan "Üç Aylar"ınızı ve idrak edilecek olan "Regaip Kandili"nizi tebrik eder, Cenâb-ı Hakk'tan, Ümmet-i Muhammed'e hayırlara vesileler olmasını niyaz ederiz.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Şer'î hudutlar bilinmediği, gereği gibi âmel edilmediği için bir erkek bilerek veya sinirlenerek ya da sarhoş olduğu halde hanımını üç talâkla boşuyor, sonra pişman olup tekrar birleşme çaresi arıyor. Hududullah buna ancak kadının başka bir erkekle evlenmesinden sonra izin veriyor.
Kadının tekrar kocasına dönmesini sağlayan nikâhın, sahih ve bizzat arzulanan samimi bir evlilik için olması gerekiyor.
Bunun içindir ki, her kim kendisini ilk kocasına helâl kılmak için anlaşma ile bir adamla evlenirse bu evlilik geçerli olmadığı gibi, ikinci koca bu kadını boşadığı zaman kadın ilk kocasına helâl olmaz. Böyle bir nikâh, nikâh değil zinâdır.
Böyle bir oyuna başvuranlar Allah-u Teâlâ'nın lânetine müstehak olur.
Hülle olarak isimlendirilen bu tür nikâh Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- dan rivayet edilen şu Hadis-i şerif'le yasaklanmıştır:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- hülle yapana da yaptırana da lânet etmiştir." (İbn-î Mâce: 1934)
Kadının eski kocasına dönebilmesi için başka bir erkekle sahte nikâhla evlenmesi ve sahte nikâha başvurması haramdır.
Bu haramı meşrulaştıranlar da Allah-u Teâlâ'nın lânetine müstehak olurlar.
Burada üç talâğın ne kadar ciddi olduğunu ve boşanma için en son basamak olduğu belirtilmektedir.
Evlilikten maksat; Allah-u Teâlâ'nın karı ve koca arasında yaratmış olduğu meyil ve muhabbet nimetine şükredip, şefkat ve merhamet duyguları ile birbirlerini tamamlamak tatmin etmek ve güzel nesil yetiştirmektir. Bunun için de karşılıklı sadâkat ve itimadın, saygı ve sevginin bulunması ve devam etmesi zaruridir.
Şu kadar var ki, eşler arasında sadakât ve itimat bağları çözülür, küçük ya da büyük anlaşmazlıklar, geçimsizlikler çıkabilir. Âile hayatı endişeli bir duruma gelir, beraber yaşamaları imkânsızlaşır. Onları bu sıkıntıdan kurtaracak ve selâmete çıkaracak hukukî bir imkân aranır. İşte bu hâl, meydana gelen huzursuzluğun giderilmesi için evliliğe son verecek bir boşanmanın meşru kılınmasını gerektirir.
İslâm dini prensip olarak evliliğin çözülmesini hoş karşılamaz ise de, zaruret zamanında son çare olarak boşanmayı mübah kılmıştır. Allah-u Teâlâ, evlilik hayatı çekilmez bir hâl aldığında, müminlere yolların en güzeline girmelerini, meşru bir boşama yapmalarını emretmektedir. Çünkü bu durumda karı ve kocayı zorla birbirine bağlı tutmak imkânı yoktur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar vardır." buyurmaktadır. (Teğabün: 14)
Dini hayata, hayır ve infaka, ahlâk ve fazilete karşı olan her davranış bu Âyet-i kerime'nin şümulüne girmektedir.
Kimi eşler vardır ki kocalarının, kimi çocuklar da vardır ki babalarının düşmanıdırlar. Bu düşmanlık onları sâlih amellerden alıkoymak mânâsınadır. İbâdet ve taatten meşgul ederler. Haram kazanca ve günah olan işlere sevk ederek büyük mesuliyetlere maruz bırakabilirler.
Bu düşmanlık eşleri boşamaya kadar götürebilir, böyle bir durumda nikâhın devamı büyük zararlara yol açar.
Şöyle ki;
Aralarında müthiş bir husumet ve geçimsizlik bulunduğu halde erkek karısının nafakasını ödemeye, kadın da erkeğin nikâhı altında hapsedilmeye zorlanırsa, nikâhın devam ettirilmesinde taraflar için bir fayda düşünülemez. Aksi halde daha büyük tehlikeler doğabilir, hatta cinayetlere ve intiharlara kadar götürebilir.
Bu mahzurları dikkate alan İslâm, gerektiğinde evliliğin sona erdirilmesi kapısını aralamış, nikâh haklarına riâyet edilmediği ve tarafların tamiri güç anlaşmazlıklara düştüğü durum gibi sebepler karşısında boşanmayı meşru kılmıştır. Boşanmanın hiçbir zaman sebepsiz olmadığı bir gerçektir.
Buna rağmen boşanma ictimâi bir yaradır. Çocukların sahipsiz kalmasına, fertler ve âileler arasına huzursuzlukların, düşmanlıkların girmesine sebep olur.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz boşanmayı tavsiye etmemiş ve bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın helâl kıldığı şeyler arasında, boşanma hiç sevmediği helâldir." (İbn-i Mâce: 2018)
Boşanmanın şer'î hükümleri değişiktir. Bazen kadını boşamak vâcip, bazen müstehap, bazı durumlarda da mübah olur. Allah-u Teâlâ dinen vâcip veya müstehap, ya da mübah kılınan bir şeye buğzetmez. Haram veya mekruh olan şeye buğzeder. Allah-u Teâlâ'nın buğzettiği boşama, mekruh olan yani sebepsiz yere yapılan boşamadır.
Böyle bir boşama evliliğin yararlarını giderir, üzüntülere yol açar. Aynı zamanda küfrân-ı nimettir.
Başta çocuklar olmak üzere talâk çeşitli zararlara yol açabilir. "İki şerden ehven olanı tercih edilir." kaidesi ile amel edilerek daha büyük ve daha ağır zararları kaldırmak uğruna daha hafif olanlarına katlanılır.
Aile hayatının devam edebilmesi için karşılıklı hoşgörü çerçevesinde ve sabır, sükût ilkesinde birçok meseleler halledilebilir ve üstesinden gelinebilir. Ufak sebeplerden dolayı aile yuvasını yıkmak, şer'î hükümleri bilmeden, cahilce dil alışkanlığı yaparak boşamak ve hatta üç talâk hakkını kullanıp evlilik müessesini kökünden yıkıp, çocuklarının anne ve baba şefkati olmadan büyümesine sebep olmak hoş karşılanmayan bir durumdur. Kul hakkına girer.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kadınlarınızla iyi geçinin." (Nisâ: 19)
Muâşeret, eşler arasında husule gelen beraberlik ve sevgidir. Eşler arasındaki hukukun aslını birbirleriyle iyi geçim teşkil eder. İslâm dini kadınlara iyi muâmelede bulunmayı emretmiştir.
Kocaların kadınlarına lütufkâr davranması, yumuşaklıkla muamele etmesi ve sevgisini araması esastır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Affeder, kusurlarına bakmaz, günahlarını örterseniz, şüphe yok ki Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir." (Teğâbün: 14)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Şüphesiz ki kadın kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Senin için yeknesâk bir şekilde doğrulmaz.
Ondan istifade etmek istersen kendisinde eğrilik olduğu halde istifade edersin, doğrultmaya kalkarsan kırarsın. Kadının kırılması boşanmasıdır." (Müslim: 1468)
Bir diğer Hadis-i şerif'lerinde:
"Kadın eğe kemiği gibidir. Onu doğrultmaya kalkarsan kırarsın. Bulunduğu halde bırakırsan eğriliğine rağmen ondan faydalanabilirsin." (Tirmizî)
O yüzden insan ahkâm-ı İlâhi'ye muğayir iş yapmayacak. Hudud-u İlâhi dahilinde olacak.
Kadında eğrilik fıtrîdir, özünde tevarüs edegelen bir şey gibidir. Eğriliklerini doğrultmaya imkân yoktur. Kadını ne pahasına olursa olsun doğrultmaya çalışan onu mutlaka kırar.
Erkek hiçbir zaman kadından müstağnî kalamayacağı cihetle geçinmenin çaresini bulmak ve sabırlı olmak ona düşen bir vazifedir. Onlarla güzel geçinmenin esası; tahammül, anlayış ve iyi davranıştır.
İmâm-ı Gazâlî -rahmetullahi aleyh- Hazretleri buyururlar ki:
"Kocanın karısı ile iyi geçinmesi, ona karşı güzel ahlâkla muamelede bulunması, kadının hakkıdır. Güzel ahlâktan murad, kadına ezâ-cefâ etmemek değil, onun ezâsına tahammül göstermektir. Resulullah Aleyhisselâm'ın yolundan giderek kadının taşkınlık ve gazabına karşı halim selim davranmaktır."
Bu itibarla insan, kadından ev ve âile düzeniyle ilgili maksatları tam olarak elde etmek isterse, o takdirde mutlaka önemsiz bazı şeyleri görmemezlikten gelmesi, öfkesini tutması gerekir.
"Eğer onlardan hoşlanmazsanız, umulur ki hoşunuza gitmeyen bir şeye Allah birçok hayırlar koymuş olabilir." (Nisâ: 19)
Onlardan hoşlanmıyorsanız, sırf nefisleriniz onlardan hoşlanmıyor diye ayrılmaya kalkışmayın. Hoşlanmamanıza rağmen katlanın. Belki sizin hoşlanmadığınız bir durumda, sevdiğinizde bulamayacağınız birçok hayır bulabilirsiniz. Aranızda güzel bir ülfet ve muhabbet tecellî eder.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivâyet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Mümin bir erkek mümin bir kadına, hoşuna gitmeyen bir huyundan dolayı buğzetmesin. Eğer onun bir huyundan hoşlanmıyorsa, başka bir huyundan hoşlanabilir." (Müslim)
Çoğu zaman aynı kadında hoşuna gidebilecek başka huylar mutlaka bulunur.
Halife Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz çok celâlli bir zât-ı âliydi, şeytan bile korkardı.
Hanımından sıkılmış ve bunalmış olan bir zât bir gün Halife'ye giderek hanımını şikâyet etmek ister, fakat daha Halife'nin yanına girmeden Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-Efendimiz'in hanımının kendisiyle çekiştiğini duyar ve "Ben kimi kime şikâyet ediyorum" diyerek geri döner.
Tam dönerken Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz önüne çıkar. "Niye geldiğini" sorar, o da: "Ben hanımımdan bizar kalmış, bunalmış ve onun için şikâyete gelmiştim. Fakat sizin hanımınızın size söylediği sözleri duydum, benim hanım bu kadar ileri gitmiyor, kimi kime şikâyet edeceğim diye dönüyorum" der.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-Efendimiz:
"Benim hanımım evimi muhafaza eder, çorbamı pişirir, çocuklarıma bakar, cehennemde bana perdedir. Bu yaptığı hareket ahkâm dairesindedir. Onun haricinde olsa ben onu yok ederim." buyurarak "Senin hanımın bunları yapıyor mu?" diye sorar.
"Yapıyor!" cevabını alınca;
"Daha ne istiyorsun?" diyerek o zâtı gönderir.
Hülasâ-i kelâm; şer'î hudutlar tamamsa diğer hususlar eğriyse eğriliğiyle idare etmemiz lâzım.
Erkek eşini haksız yere sövüp dövmemeli, onun emanet olduğunu bilmeli, her ihtiyacını temin etmeli, kaba, haşin olmamalı, şefkat ve merhametle muamele etmelidir.
Bunu yaparken de kadını başının üstüne oturtmamalı, kalbinin içine sokmamalıdır. Lâtif ve sessiz bir idareyle idare etmelidir.
Bir hanımda şu düşünce olacak:
"Ben evdeyim, eşim de çalışıyor, çabalıyor bana getiriyor."
Her getirdiğine teşekkür etmesi lâzım.
"Efendi! Allah râzı olsun, çalışıyorsun, getiriyorsun ben oturuyorum ve yiyorum" diyecek.
Haliyle müteşekkir olacak.
Erkek de şöyle düşünecek:
"Ben dışardayım geziyorum, çalışıyorum, o benim taht-ı makamımda oturuyor."
Bir su getirse dahi hanımına; "Allah râzı olsun, teşekkür ederim" demesi lâzım.
Bu karşılıklı teşekkür; sevgi ve saygının oluşmasını sağlar ve böyle olunca da o eve fitne girmez, bu minval üzere devam edildiği müddetçe de gelecek fitneler dahi önlenir.
Hazret-i Allah çocuğa; anne-babasına itaati, hanımada kocaya itaati emreder.
İnsan huzuru kendi içinde bulacak ki, evine huzur verebilsin. Bu ise Hazret-i Allah'a samimi yönelmekle olur. Aşk ile ibadetle olur. Herkes uyurken, sen uyanık ol, herkes gülerken sen ağla. Zikirle fikirle meşgul olmak lâzım ki şeytan oyun oynamasın, vesvese vermesin.
Bu merbudiyetle Cenâb-ı Hakk o kuluna huzur verir. Kuru ekmeği de olsa şükreder. Ubudiyete ihlâsla devam ederse huşuyu da verir. Maiyetine alır, kurbiyyet husule gelir. Bunlar hep ilâhi lütuftur. Biz orada olmadığımızdan huzuru bulamıyoruz. Herkes yaşayayım diyor. Nefsini yaşıyor, ruhun ne olduğu belli değil.
Kadın da itaatkâr olmalıdır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"İyi kadınlar itaatkâr olanlardır." (Nisâ: 34)
İtaatkâr olmak, kadının en mühim vasfı olduğu gibi, en mühim vazifelerinden birisidir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Eğer bir kimsenin ötekine secde etmesini emredecek olsaydım, kocası üzerindeki hakkının büyüklüğünden dolayı kadının kocasına secde etmesini emrederdim." (Tirmizî: 1159)
Allah-u Teâlâ âilede erkeğin reisliğini esas kılmıştır.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Erkekler kadınlar üzerine idareci, hâkimdirler. Çünkü Allah birini diğerinden üstün yaratmıştır. Bir de erkekler mallarından kadınlara harcamaktadırlar." (Nisâ: 34)
Erkeklerin, kadınların üzerine hâkim olmalarının birinci sebebi fıtrîdir. Allah-u Teâlâ yaratılıştan erkeklere güç ve kuvvet vermiş, büyük güçlükler karşısında onları sabırlı ve mütehammil kılmıştır.
İkinci sebebi ise kesbîdir, yani kazançla ilgilidir. Erkekler kazanç sağlamak hususunda kadınlardan daha güçlüdürler. Bu sebepledir ki hanımı evin işini görürken, onun geçimini sağlamak erkeğin vazifesi olmuştur.
Âile yuvasının sağlam, uzun ömürlü ve mesut olmasında en az erkek kadar kadının da payı büyüktür. Kadına, erkekten çok farklı hususiyetler ihsan edilmiştir. Hamile kalması, çocuğunu doğurması, emzirip doyurması, büyütüp yetiştirmesi ve terbiye edip hayırlı bir insan yetiştirmesi, kısacası ana olması, onun sahip olduğu faziletlerin başında gelir.
Erkeğin kadın üzerindeki bu hâkimiyetini, zâlim bir insanın çaresiz bir insan karşısında dilediği gibi hükmedebilmesi için Allah-u Teâlâ tarafından bir ruhsat olarak değerlendirmek aslâ mümkün değildir. Zira İslâm, hiç kimsenin hiç kimseye zulüm ile hükmetmesine ruhsat vermemiştir.
Kadın yuvasını sevmeli, kanaatkâr olmalı, israftan kaçınmalı, kocasına karşı daima saygılı olmalı, her işte onun rızâsını kazanıp gönlünü hoş etmeye çalışmalı, yapacağı bütün işlerinde onunla istişare etmeli, kendinden evvel kocasını düşünmeli, hakkında iyilikten başka söz söylememeli, ilâhî hükümlere aykırı olmayan meşru bütün hallerde kocasına mutlak surette itaat etmelidir.
Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ- vâlidemizden rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Kocası kendisinden râzı olduğu halde bir kadın vefat ederse cennete dâhil olur." (Tirmizî: 1161)
Boşanmayı gerektiren aşırı geçimsizlik gibi bir durum bulunmadığı halde bir kadının, kocasından kendisini boşama teklifinde bulunması haramdır.
Sevbân -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuştur:
"Kocasından (boşanmayı gerektiren) çetin bir durum (bir zaruret) olmadan boşanmayı isteyen kadına cennet kokusu haramdır." (İbn-i Mâce: 2055)
Bu Hadis-i şerif'te çok büyük bir tehdit mânâsı vardır.
"Bağı çözmek ve serbest bırakmak" mânâsına gelen tâlâk; "Nikâh ile sabit olan evlilik bağının kaldırılması" demektir.
Talâkın meşru oluşu Kur'an-ı kerim, Sünnet-i seniyye ve İcmâ ile sabittir.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Ey peygamber! Kadınları boşadığınız zaman, onları iddetleri içinde boşayın." (Talâk: 1)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- şöyle demiştir:
"Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Hafsa'yı boşadı, sonra tekrar kendisine döndü." (Ebu Dâvud)
Talâk Allah-u Teâlâ'nın buğz ve adâvetini mucip bir helâl olmakla birlikte, talâkın câiz olması Allah-u Teâlâ'nın bir rahmeti olmaktadır. Zaruri bir ihtiyacı gidermek için meşru kılınmıştır. İhtiyaç olmadığı takdirde mekruhtur.
Geçici bir öfkeden veya esiri olduğu bir arzudan dolayı hemen talâka sarılmak doğru değildir. Bütün bunlar İslâm'ın âdâb ve esaslarını çiğnemektir ve günahtır.
Mahmud bin Lebid -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e bir kimse gelerek hanımını üç talâkla birden boşadığını haber verdi.
Resulullah Aleyhisselâm gadaplı bir şekilde kalkarak:
"Daha ben aranızda iken Allah'ın kitabıyla mı oynanıyor?" buyurdu.
Derken birisi kalkıp 'Yâ Resulellah! Onu öldüreyim mi?' dedi." (Nesâî. Talâk 6)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in bu ifadesi meselenin dinen ne kadar kötü olduğunu göstermektedir.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- böyle yapanları kamçı ile cezalandırırdı.
Bir kimse Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-ya gelerek "Ben karımı yüz talâkla boşadım, bana bir şey gerekir mi?" diye sorduğunda şu cevabı verdi:
"Kadın senden üç talâkla boşanmıştır. Geri kalan doksan yedisi ile Allah'ın âyetiyle alay etmiş olursun." (Muvatta. Talâk 2)
Allah-u Teâlâ talâkı üç kıldığı için, Abdullah -radiyallahu anh- üçten fazla boşamayı ciddiyetsizlik, dinin ahkâmı ile alay etmek olarak vasıflandırmıştır.
Boşamayı belirten sarih lâfız kocanın dilinden dökülecek olursa, bundan sorumlu tutulur. "Boşamaya niyet etmemiştim.", "Şaka yapıyordum.", "Lâf olsun diye söylemiştim." gibi mazeretler ileri sürmesi fayda vermez.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuştur:
"Üç şey vardır ki bunların ciddisi ciddi, şakası da ciddidir:
Nikâh, boşanma ve ric'at (bir adamın boşamış olduğu karısına tekrar dönmesi)." (Ebu Dâvud-Tirmizî)
Evlilikte birbirini tanıma, huyların öğrenilmesi, kaynaşılması zaman alır. Sabırla bu süreç aşılır. Sonunda sevgi, saygı, huzur ve selamet olur. Ama sabır ve şükürle...
Bu arada bazı sıkıntılar olabilecektir. Bu da karşılıklı anlayış ve hoşgörüyle aşılabilir.
Boşanmak, ayrılmak, kurulmuş bir düzeni değiştirmek, bitirmek, bunlar ciddi sebepler olmadan yapılmamalıdır. Hele çocuk varsa hiç düşünülmemelidir. Küçük meseleler büyütülmemelidir. Bilhassa kayınvalide, kayınpeder meseleleri, gelin kayınvalide, damat kayınpeder gibi sıkıntılar olabilmektedir.
Burada herkese görevler düşüyor. Gelin kayınvalideye tahammül edebilmeli, eşinin hatırı için saygıda kusur etmemelidir. Kayınvalide gelinin daha genç olduğunu, zamanla nasihatle düzeleceğini düşünmeli, oğluna gelinini şikâyet etmemeli, gelinin eksiklerini dışarıya vurmamalı, hatalarını örtmeli, kapamalı, şefkatle nasihat etmelidir. Kız anneleri de kızlarına çok aşırı karışmamalıdır, kızın evine müdahale etmemelidir, bilâkis destek olmalıdırlar. Kadınların haklarını en iyi veren İslâm dinidir, bu hussusta Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadırlar:
"Kadınların haklarına riayet ediniz. Bu hususta Allah'tan korkunuz. Zira siz onları Allah'tan emanet olarak almışsınızdır." (Ebu Dâvud)
Kocaların hakkı çok yüksektir. Fakat kadınların da hakkı vardır.
"Kadınlar hakkında Allah'tan korkunuz. Çünkü siz onları Allah'ın emaneti olarak aldınız. Onların ırzlarını Allah'ın kelimesi (nikâh akdi) ile kendinize helâl kıldınız." (İbn-i Mâce: 3074)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz Vedâ Hutbesi'nde şöyle buyuruyor:
"Ey insanlar!
Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah'ın emaneti olarak aldınız."
Emanet aldınız.
Emanet olduğu bilinirse hayat tatlı, güzel olur. Bu da huzurla mümkündür.
Binaenaleyh Allah-u Teâlâ'dan korkun, riayet edin hükme. Haksız yere sövme, dövme...
"Karılarını döven kimseleri hayırlılarınız olarak bilmeyiniz." (İbn-i Mâce: 1985)
Haksız yere dövme, mazlum ah edebilir. Ancak namustan emin değilseniz bırakın. Namustan şüphe etmiyorsanız o zaman tutun. Çünkü bu devirde namuslusunu bulmak zor, buldun şükret. Diğer eksiklerini de idare ediver, mühim olan namus.
Meşru olmayan sebeplerde sabrı gerektirir, tahammülü, katlanmayı gerektirir. Niçin?Birbirlerinize emanetsiniz, çocuklarınız var, aileleriniz var. Ayrıldınız ne olacak? Yenisi daha iyi olacak mı?Acaba bu evlilikte ne hikmetler vardı da oldu, hiç düşündünüz mü? Hazret-i Allah, bir sert, bir yumuşak biri diğerini idare ediyor. Kimini olduruyor, kimini erdiriyor.
Bu yüzden ağzınıza şaka ya da ciddi "Boş ol!" sözünü almayın, söylemeyin, bununla tehdit etmeyin, Allah'tan korkun.
Şu kadar var ki hakiki mümin; sıkıntı ve cefâ anında huzuru bulandır.
Ahmet Yesevi -kuddise sırruh-Hazretleri karısına sabır etmişti. Birçok veli hanımına sabırla veli olmuşlar. Çünkü kadın zayıftır, konuşabilir, kıskançtır üzebilir. Sabır ne güzeldir. İdare ne güzel bir meziyettir.
Birçok erkekler kadın yüzünden ermiştir. Birçok kadında var ki erkeklerin huysuzluğu yüzünden ermiştir. Bedava bir şey vermiyorlar.
1- "Boş ol!" dedin boşadın, o çocukların durumu ne olacak?
2- "Boş ol!" dedin boşadın, o kadının durumu ne olacak?
3- "Boş ol!" dedin boşadın, annelerin, babaların durumu ne olacak, eş dost ne diyecek? Herkesin bir onuru var.
4- "Boş ol!" dedin boşadın, daha iyisini alacağını kim garanti edecek, belki gelen gideni aratır.
6- Boşadın, Hazret-i Allah, Resulullah râzı mı? "Emanet" buyruğunu unuttun, râzı olduğunu biliyor musun?
Sabır denilen yoldan neden gitmedin. Takdirine rıza göstermedin, istenmeyen kapıyı zorladın kırdın.
7- Boşadın, kul hakkı yok mu, çocukların hakkı yok mu? Kadın perişan, çocuklar perişan. Bu onlara revâ mı?
Bunlar çok mübrem bir sebep yokken, sudan bahanelerle boşayan içindir. En mübrem sebep namustur, Hazret-i Allah'ın emir ve nehiylerinin dışına çıkmaktır, gerisi şeytan ve nefistir bir de şeytanlaşmış insanlardır.
Erkek de kadın da evine bağlı olmalıdır. Bilhassa gelişen teknolojiyi; internet, medya, televizyon, sinema gibi zamane aygıtları Hazret-i Allah'ın hoşlanmadığı boşanma denilen kapıyı çalmaktadır. Bunların yaydığı fitneler nefse hoş gelmekte fakat imanlar kaymakta, haramlar işlenmekte lüzumsuz yere vakit israf edilmektedir. Çünkü bunlar küfür basamaklarına adım atmaktır. Böylece bu fitne aletlerinden yuvalar yıkılmaktadır. Nefisler yol bulmakta, şeytan azdırmaktadır. Bu yüzden uzak durulmalıdır.
"Ey iman edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun." (Tahrim: 6)
Talâk hakkı, akıllı ve bâliğ olmak şartı ile ancak kocanındır.
Kadın da nikâh akdinde taraf olmasına rağmen, boşama hakkı kadına değil erkeğe verilmiştir. Ancak koca ona vekâlet verirse veya ona havale ederse, o takdirde talâk verebilir.
Mehiri veren, evin ve hanımın nafakasını kazanan erkek olduğu için, neticeyi erkek daha iyi takdir eder. Büyük zararlara yol açacak keyfi tasarruflarda bulunmaz.
Kadın ise erkekten daha duyguludur. Talâk hakkına o sahip olmuş olsa, basit sebeplerden dolayı bu hakkını kullanıverir.
Boşanmada malî bakımdan zarar görmediği için, çabuk öfkelenmesi sebebiyle talâkı kullanma noktasında temkinli hareket edemez.
Bir de şu var ki, kadın talâk hakkının erkeğin elinde olduğunu bilerek nikâh akdini kabul etmiştir.
Talâkı hâkimlere bırakmak hiç de doğru olmayan bir uygulamadır.
Zira erkek talâk verdiği zaman, mahkeme kararı olmasa da haramlık meydana gelir.
Aynı şekilde bu durum kadının kendi iyiliğine uygun değildir. Çünkü belki boşanma, açıklanmasının kadının aleyhine olan gizli sebeplerden dolayı olabilir. Talâk hâkime bırakıldığı zaman bu kararlar mahkeme kayıtlarına geçerken ve ilân edilirken âile sırları açıklanmış olacaktır.
Bazen de ayrılma sebebi bir ahlâk uyuşmazlığı, bir tiksinme olduğu için ispat edilmesi zor olabilir.
Zaruret ve özel durumlar hariç, hâkim talâk verme hakkına sahip değildir.
Talâkın rüknü, boşanma mânâsını ifade etmesi için konulan; "Bağı kaldırmak, yol vermek, serbest bırakmak." gibi sarih lafızlarla,
"İrtibatı kesmek" gibi mânâlar ifâde eden "Kinayeli lâfızlar" olabileceği gibi,
Kadının nikâhını ortadan kaldırmak için konulmuş "Lâfızlar" veya "Lâfız yerine geçen işaretler"dir.
Rüknü ve şartları eksiksiz bulunursa talâk yemin gibi kocayı bağlayıcıdır, bundan dönüş olamaz.
Boşandıktan sonra tekrar onunla ikinci olarak evlenirse bu talâk hesaba katılır. Üçüncü defa tekrar onunla evlense talâk yine hesaba katılır.
Âile bağı mukaddestir. Bu bağı muhafaza etmek, aceleye ve ihmale mâni olmak için İslâm bir takım şartlar koyarak talâkı kayıt altına almıştır.
Talâk, kabul edilebilir bir ihtiyaçtan dolayı olmalıdır. Hiçbir ihtiyaç yokken boşanmak, evlilik nimetine nankörlük etmektir.
Talâk birden fazla olmamak üzere ayrı ayrı olmalıdır.
Talâk verecek kocanın mükellef yani akıllı ve bâliğ olması, kendi isteği ile yapan bir kişi olması şarttır. Delinin talâkı geçerli olmaz, baygın da böyledir.
Kişi aşırı derecede sinirlendiği zaman talâkı geçerli olmaz.
Meselâ ne yaptığının, ne söylediğinin farkında olmayacak derecede kızan veya sözlerinde ve hareketlerinde tutarsızlık olacak derecede sinirlenen kişinin talâkı geçerli olmaz. Bu hâlin kendisinde nâdir görülmesi şarttır.
Eğer kişi ne söylediğinin idrakinde ve şuurunda olmaya devam ederse talâkı geçerlidir. Kişilerde meydana gelen her talâkta çoğu zaman bu hal görülür. Çünkü sinirli insan bu durumda kendinden sâdır olan dinden çıkma, adam öldürme, boşama ve diğer söz ve hareketlerinden sorumludur.
Sarhoş bir kimsenin talâkı geçerli sayılır. Çünkü o bu uyuşturucuyu kendi isteği ile almıştır. Eğer bir kişi zaruret icabı sarhoş eden bir şey içmek veya tehdit altında içmek gibi bir yolla sarhoş olmuşsa talâk vâki olmaz.
Talâkta kasıt şarttır. Bu, kişinin talâk niyeti olmasa dahi "Talâk" sözünü ifade etmesidir.
Talâk kadın üzerinde cereyan eder. Talâk vâki olması için kadının zifaftan önce olsa da bilfiiil mevcut olan sahih bir evlilik halinde olması veya dönüşü mümkün olan bir talâkın iddeti içinde bulunması şarttır. Çünkü Ric'î talâkla iddet sona ermedikçe evlilik bağı devam eder.
Koca karısını temiz halinde ve mukarenette bulunmadan boşamalıdır.
Bir kimse karısını üç talâkla boşarsa, ikinci bir kere ona akit yapması helâl değildir.
Ancak boşanan kadın bir başkasıyla evlenir, onunla mukarenette bulunur, o kocasından da onun kendi iradesi ile boşaması veya ölmesi sonucu ayrıldıktan sonra iddetini tamamlayacak olursa yeni bir nikâh akdi yapabilir.
Bu şekilde ilk kocasına tekrar dönmüş, kocası da onun hakkında üç talâk hakkına yeniden sahip olmuş olur.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Boşanma iki defadır." (Bakara: 229)
Erkek karısını ancak iki defa boşayabilir ve süresi içinde ona iki defa dönebilir. Karısını iki defa boşayan erkek, her boşamadan sonra üç hayızlık süre içinde karısına dönebilirse de, üçüncü boşamadan sonra tekrar dönmesi mümkün değildir.
"Bundan sonra kadını ya iyilikle tutmak ya da güzellikle salıvermek lâzımdır." (Bakara: 229)
Yani eşinizi bir ya da iki talâkla boşadığınızda, ya henüz iddeti içindeyken, aranızı düzeltmek ve ona iyilik yapmak niyetiyle onu geri almak, ya da bir zarar vermemek kaydıyla iddeti bitinceye kadar bekleyip böylece boşanmış olmasını sağlamak arasında serbestsiniz.
"Eğer erkek, karısını üçüncü bir defa daha boşarsa, bundan sonra kadın başka bir erkeğe nikâhlanmadıkça kendisine helâl olmaz." (Bakara: 230)
Artık nikâh yenileyemezler.
"Bu ikinci koca onu boşarsa, Allah'ın hudutları içinde duracakları takdirde tekrar birbirlerine dönmelerinde bir günah yoktur." (Bakara: 230)
Eğer eski karı ve koca tekrar birleşmelerinde, Allah'ın sınırlarını çiğnemeyeceklerine dâir bir ümit içinde iseler, ikisinin yeni bir akitle birbirine dönmelerinde, kendileri için bir mahsur yoktur.
Bu ilâhi bir müsaadedir. Elverir ki karı-koca hukukuna artık riâyet etsinler.
Lâfızları bakımından "Sarih" ve "Kinâyeli" diye iki kısma ayrıldığı gibi, sarih ve kinâyenin her biri de dönüşü olup olmaması bakımından "Ric'î" ve "Bâin" diye ikiye ayrılır.
Sünnet-i seniyye'ye uygun olup olmaması bakımından "Sünnî" ve "Bid'î" diye ikiye ayrılır.
Derhal ve şarta bağlı olup olmaması bakımından "Müneccez" veya "Muaccel", "Muallak" ve "İstikbâle izâfe etme" diye kısımlara ayrılır.
İster Türkçe, ister başka dil ile, ister sözle, ister yazı ile, ister işaretle olsun, evlilik talâkla sona erer.
Sözle olanı ya "Sarih" yani açık olur, veya "Kinâyeli" yani kapalı olur.
Doğrudan doğruya boşamayı ifade eden sözlerdir.
Meselâ; "Sen boşsun.", "Boşanmışsın.", "Seni boşadım." gibi "Boşamak" kelimesinden türeyen bütün sözler bunun gibidir. "Sen bana haramsın.", "Seni kendime haram ettim." gibi kocanın söylediği sözler de böyledir. Her ne kadar bunlar kinâyeli sözler ise de, halk arasında ekseriyetle boşanma için kullanıldığından, bu gibi ifadeler de bu hususta "Sarih" haline gelmiştir.
Talâk vermek için dilde ve örfte "Boşama" mânâsı taşıyan bir lâfzın kullanılması veya yazılması, ya da anlaşılır şekilde işaret edilmesi şart olduğu gibi; vasıflarını saymak, ismini söylemek veya işaret etmek suretiyle tayin ederek "Boşama"yı hanıma isnat etmek şarttır.
Meselâ "Karım boştur." veya işaret ederek "Şu boştur.", "Sen boşsun." ya da karısından bahsedilirken "O boştur." demesi gibi.
Lâfız sarih olursa, meselâ koca karısına "Sen boşsun." dese, hiç niyete veya boşamayı gösterecek bir şeye ihtiyaç olmaksızın boşanma gerçekleşir. "Ben boşanmak istemiyordum." gibi iddiâlarına itibar edilmez. Çünkü talâkın ciddisi de ciddi, şakası da ciddidir.
Bu, boşanmaya da başka şeye de yorumlanması mümkün olan ve halkın boşanmada alışmadığı ifade ile verilen talâktır.
Meselâ kocanın karısına "Babanın evine git.", "Git.", "Çık.", "Uzak ol.", "Sen benim karım değilsin.", "İddet bekle." gibi, esasen dilde boşama için konulmamış lâfızlarla verilen talâk kinayeli talâktır.
Kinayeli boşamada niyet esastır. Kalp niyeti veya hâl delâleti ile boşama kastedilirse, talâk meydana gelir.
Yalnız "Sen haramsın.", "Sen bana haramsın, ben sana haramım.", "Helâlim haram olsun." gibi haram sözüyle meydana gelen kinayeli sözler, niyetsiz söylense bile geçerli olan bir talâktır.
Erkeğin karısına "Sen talâksın", "Sen bir talâkla boşsun." gibi söylediği sözlerin her biriyle bir Ric'î talâk husule gelir.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-e Irak'tan bir mektup gönderilmiş, bir erkek karısına "Senin ipin boynundadır." derse bunun hükmünün ne olduğu, karısının boş olup olmayacağı sorulmuştu. O da oradaki memuruna "O kimseye Hacc mevsiminde beni Mekke'de bulmasını emret!" diye haber gönderdi.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- tavaf yaparken o kimse gelip selâm verdi, kendisini tanıttı. "Ben senin bulmanı emrettiğin kimseyim." dedi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- "Ben sana şu Beyt-i Muazzama'nın Rabbi adına soruyorum. "İpin boynundadır!" derken ne kastettin?" diye sordu. O kimse "Sen bu mukaddes mekândan başka bir yerde yemin verseydin, sana doğruyu söylemezdim. Ben bununla boşanmayı kastetmiştim." cevabını verince Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-:
"Bunun hükmü senin kastettiğin şeydir." buyurdu. (Muvatta. Talâk 5)
Koca sinirli olmadığı ve boşanmadan bahsedilmediği bir sırada kinayeli sözlerle verilen talâk hakkında, hangi kinayeli sözle olursa olsun, niyet bulunmadıkça "Boşamıştır." hükmü verilemez. Sinirli olmadığı fakat boşanmadan bahsedildiği bir sırada vermişse ve bunlar "İddetini say.", "Kesin ayrısın." gibi sözler ise, niyetine bakılmaksızın boşanma husule gelir. Amma "Git.", "Çık.", "Kalk." gibi sözlerde ise, niyeti sorulur.
Rükâne -radiyallahu anh- anlatıyor:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e 'Yâ Resulellah! Ben karımı kesinlikle boşadım.' dedim. 'Peki bununla ne kastettin?' diye sordu. 'Bir talâk kastettim.' dedim. 'Bununla bir talâk kastettiğine yemin eder misin?' dedi. Ben de 'Vallahi bununla bir talâk kastettim.' dedim.
Bunun üzerine:
"Bunun hükmü senin kastettiğin şeydir." buyurdu ve kadını ona geri verdi. (Ebu Dâvud: 2196)
Koca bununla iki veya üç talâka niyet ederse, hükmü niyete göredir.
Yazı ile talâk: Koca bilinen mektuplar gibi kağıt üzerine karısının adını, adresini yazar. "Hanımım filâncaya." dedikten sonra "Sen boşsun." der ve açıkça boşamayı ifade ederse, bunun hükmü sarih olan lâfızlarla verilen talâkın hükmü gibidir. Niyetinde olmasa bile boşama meydana gelir.
Elçi ile talâk: Bu, kocanın uzakta bulunan karısına onu boşadığını bildirmek için bir kimseyi göndermek suretiyle yapılan boşama şeklidir. Elçi o kadına gider, durumu olduğu gibi tebliğ eder. Bunun hükmü de sarih sözlerle yapılan boşamanın hükmü gibidir, boşama vâki olur.
Karşılıklı istekle yeniden nikâhlanma olmadıkça evliliğe dönüş câiz olmaz.
Talâk, Sünnet-i seniyye'ye uygun olup olmaması açısından "Sünnî" ve "Bid'î" diye ikiye ayrılır.
Boşama hususunda hissi ve acele karar vermemek, yanlışlığa ve huzursuzluğa düşmemek için Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz tarafından talâkta "Sünnî" boşama emredilmiştir.
En güzel boşama tarzı demektir. Bu da hayızdan sonraki temizlik devresinde mukarenette bulunmadan bir Ric'î talâkla boşanan kadına, iddeti bitinceye kadar bir daha boşama yapılmamasıdır.
Zira bu telâfisi mümkün olduğu için daha az pişmanlık getiren ve kadına az zarar veren bir boşama şeklidir.
Güzel boşama tarzı mânâsına gelen bu talâkın üç şartı vardır:
Boşamanın kadının temiz olduğu zamanda olması.
Bu devrede mukarenette bulunmadan olması.
Yalnız bir Ric'î talâkla olması.
Bir temizlik devresinde şartlara uygun olarak meydana gelen bir ric'î talâktan sonra, istenirse yine öbür aydaki temizlik devresinde aynı şartlarla bir boşama yapılır. Sonraki ayın temizlik zamanında yine aynı şekilde boşama yapılabilir. Böylece ortalama üç aylık olan iddet zamanı içinde her ay birer ric'î talâk ile üç boşama tamamlanmış olur. İstenirse de bir-iki boşamadan sonra iddet içinde tekrar evliliğe dönülebilir.
Sünnet-i seniyye'ye aykırı olarak yapılan boşamadır.
a. Kadını hayızlı iken boşamak.
b. Kadını temiz olduğu günlerde mukarenetten sonra bir defa boşamak.
c. Kadını bir temizlik günlerinde, bir defada veya ayrı ayrı zamanlarda birden fazla boşamak.
Kişi bu bid'atı işlerse boşama sahih ise de tahrimen mekruhtur, kişi günahkâr olur, gazab-ı ilâhîyi celbeder.
"Sarih" ve "Kinâye" talâktan her biri, dönüş imkânı olup olmaması açısından "Ric'î" ve "Bâin" olmak üzere iki kısma ayrılır.
Fiilen evlenip karı-koca olduktan sonra erkeğin karısını sarih boşama sözleriyle boşamasıdır.
Meselâ; "Seni boşadım.", "Benden boş ol.", "Talâkın bana vâcip oldu." gibi sarih boşama sözleriyle, boşama niyeti olmasa dahi bir "Ric'î talâk" meydana gelir. "Sen benim karım değilsin.", "Ben senin kocan değilim." gibi biraz kinâyeli talâk tabirleri boşama niyetiyle söylenirse, yine bir "Ric'î talâk" husule gelir.
Bu çeşit boşamadan sonra erkek yeni bir nikâh yapmaksızın ve mehir ödemeksizin, karısıyla iddeti içinde normal âile hayatına dönebilir. Burada kadının rızâsı aranmaz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Boşanma iki defadır. Bundan sonra kadını ya iyilikle tutmak ya da güzellikle salıvermek lâzımdır." (Bakara: 229)
Erkeğin kadına tekrar dönmesi ancak birinci ve ikinci talâktan sonra henüz iddet bitip "Bâin" olmadan yapıldığı takdirde câiz olur. İddet bitince "Ric'î" talâk "Bâin" olur. Bundan sonra ise koca ancak yeni bir nikâhla karısını geri alabilir.
Ric'î talâkta boşanmanın bir bedel karşılığı olmaması gerekir.
a. Verilen talâk, kocanın sahip olduğu talâk sayısını eksiltir. Meselâ karısını bir Ric'î talâkla boşayan erkeğin geriye iki talâk hakkı kalır.
b. Koca hanımını bir talâkla boşadıktan sonra dönüş yapmadan iddet bitse, kadın kocasından kesin olarak ayrılır. Karşılıklı istekle yeniden nikâhlanma olmadıkça evliliğe dönüş câiz olmaz.
c. Koca boşadığı hanımına iddet devam ettikçe dönebilir. Çünkü Ric'î talâk cinsî mukareneti haram kılmaz.
d. Kadın iddeti doluncaya kadar kocasının evinde ikametle mükelleftir.
e. Ric'î talâkla boşanan kadın, boşayanın karısı durumundadır. Ona ikinci bir talâk verebilir, zihar yapabilir. İlâ ve liân yapabilir.
f. O müddet içinde eşlerden birisi vefat etse diğeri ona varis olur.
Yeniden nikâh olmadıkça, iddet içinde dahi olsa evlilik hayatına dönülemeyen boşama şeklidir.
Bâin talâk iki çeşittir:
Kocanın boşadığı hanımına ancak yeni bir nikâhla ve mehir tesbit ederek dönebileceği talâktır.
Nikâhtan sonra birleşme meydana gelmeden boşamanın yapılması, birleşmeden sonra ayrılık ifade eden kinâye sözlerle veya şiddet ifade eden tabirlerle boşanmanın yapılması gerekir.
Meselâ "Sen bana haramsın, ben sana haramım.", "Kesin olarak boşsun." gibi mânâ ve maksatları açık olan ifadeler kadına karşı söylendiği takdirde, boşama niyetine ihtiyaç kalmadan Bâin talâk meydana gelir.
Fakat "Senden ayrıldım.", "Çek git.", "Kendine eş ara.", "Âilene katıl." gibi Bâin talâk gerektiren günlük hayatta çok kullanılan kinâye tabirler olmaksızın, boşama niyet ve gayesiyle söylenmezse, boşama husule gelmez.
a. Derhal ayrılık meydana gelir. Nikâh kalkar. Yeniden nikâhlanmadıkça evliliği sürdürmek câiz değildir.
b. Bâin talâk iddetinde kadının kocasından örtünmesi, onun evinde iddet doldurması gerekir. Fakat o erkekle bir odada yalnız kalamaz.
c. Bu talâktan sonra eşlerden birisi ölse, diğeri onun vârisi olamaz.
Talâkın üç olması demektir. Erkeğin karısını üç kere boşamaya hakkı vardır. Bir veya iki bâin talâkla boşamış ise onunla iddet içinde veya iddetten sonra yeni bir nikâh yapmak suretiyle evlenebilir.
Bu üç talâk ister ayrı ayrı vererek tamamlansın, ister "Üç" sözünün sözle veya işaretle talâkla birlikte bulunması şeklinde olsun, ister bir mecliste veya çeşitli meclislerde talâkı üç defa tekrar etsin, talâk "Beynûnet-i Kübrâ" olur.
Meselâ "Sen üç talâkla boşsun." demesi veya "Sen boşsun." deyip üç parmağı ile işaret etmesi gibi.
"Boşsun, boşsun, boşsun." demesi halinde üç talâk vâki olur. Ancak ikinci ve üçüncü "Boşsun." kelimeleriyle birinciyi kuvvetlendirmek istemişse, o takdirde sadece bir talâk vâki olur.
Üç talâk husule gelirse artık bir daha boşama hakkı kalmaz. Koca boşadığı karısı ile, onun ancak başka bir koca ile sahih bir nikâhla evlenip gerçek zifaf olduktan, ikinci kocasından da ölüm veya başka şekilde ayrılıp iddetini tamamladıktan sonra evlenebilir. Buna "Şer'î tahlil" veya "Hülle" denir.
Allah-u Teâlâ bu hususta Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Eğer erkek, karısını üçüncü bir defa daha boşarsa, bundan sonra kadın başka bir erkeğe nikâhlanmadıkça kendisine helâl olmaz." (Bakara: 230)
Aralarında üç boşama meydana gelmiş olan erkekle kadının samimi bir âile kurmaları, normal olarak ihtimal dahilinde değildir. Aralarında az da olsa bir cazibe bulunsaydı, bir-iki boşama ile yetinilir, durumun düzelmesine kadar beklenebilirdi.
Erkek ikinci defa karısına döndükten sonra, ya ölünceye kadar evliliğini iyi bir şekilde devam ettirmek veya üçüncü defa karısını boşamışsa onu güzellikle salıvermek zorundadır.
Birinci ve ikinci boşama birer deneme dersidir. Bu denemeler yapıldıktan sonra üçüncü defa boşanmaya lüzum gören ve Allah-u Teâlâ'nın bahşettiği bu tecrübe dersinden faydalanmayı hiç de takdir etmeyen bir erkekle o kadın arasında ciddi bir âile hayatı olacağına ihtimal verilemez. Fakat o kadının elden çıkıp başkasının yatağına girmesi gibi acı bir ayrılıktan sonra bile, ruhların derinliklerinde önce hissedemedikleri bir evlenme ilgisi bulunduğunu takdir ederlerse, o zaman bunun ciddiyetine inanılabilir.
Daha önce karısını iki defa boşayan bir koca, onu üçüncü defa boşamaktan korkar ve boşamayı bir tehdit vasıtası olarak kullanmaktan vazgeçer.
Âyet-i kerime'nin devamında şöyle buyuruluyor:
"Bu ikinci koca onu boşarsa, Allah'ın hudutları içinde duracaklarına inandıkları takdirde tekrar birbirlerine dönmelerinde bir günah yoktur." (Bakara: 230)
Ancak şu şartla ki, kadın ilk kocasından üçüncü talâkla ayrıldıktan sonra başka bir adamla evlenir ve bu adam da herhangi bir sebeple onu boşarsa, işte o zaman kadın ilk kocasına helâl olur ve onunla tekrar evlenebilir.
Burada şu şarta işaret etmek gerekir ki, kadın ilk kocasından ayrıldıktan sonra ikinci şahıs ile gerçek bir evlilik yapması, evliliğin tabii bir neticesi olan karı-koca münasebetlerinin fiilen gerçekleşmesi lâzımdır.
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- vâlidemizden rivayet edildiğine göre, Rifâa -radiyallahu anh- ın karısı Resulullah Aleyhisselâm'a gelerek "Ben Rifâa'nın yanındaydım, beni üç talâkla boşadı ve boşamayı kesinleştirdi. Ben de Abdurrahman bin Zübeyr ile evlendim. Fakat onun tenasül uzvu, şu elbisenin saçağı gibi gevşek." dedi.
Resulullah Aleyhisselâm tebessüm ederek:
"Belki sen eski kocan Rifâa'ya dönmek istiyorsun. Hayır, sen Abdurrahman'ın balcağızını, o da senin balcağızını tatmadıkça (yani birbirinizle mukarenette bulunup onun tadını almadıkça) Rifâa'ya dönemezsin." buyurdu. (Buhari-Müslim)
Üç talâkla boşanmış kadının tekrar kocasına dönmesini sağlayan nikâhın, sahih ve bizzat arzulanan samimi bir evlilik için olması gerekir. Bunun içindir ki, her kim kendisini ilk kocasına helâl kılmak için bir adamla evlenirse, bu evlilik geçerli olmadığı gibi, ikinci koca bu kadını boşadığı zaman kadın ilk kocasına helâl olmaz. Böyle bir nikâh, nikâh değil zinâdır. Böyle bir oyuna başvuranlar Allah-u Teâlâ'nın lânetine müstehak olur. Ancak bu lânet sadece haram olan bu sahtekârlığa başvurmak değil, fakat aynı zamanda bu haramın ikinci bir harama basamak yapılmasından ve haram üzerine haram işlenmesindendir. Çünkü kadının eski kocasına dönebilmesi için başka bir erkekle sahte nikâhla evlenmesi ve sahte nikâha başvurması haramdır. Bu haramı meşrulaştıranlar, bu yüzden Allah-u Teâlâ'nın lânetine müstehak olurlar.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- hülle yapana da yaptırana da lânet etmiştir." (İbn-î Mâce: 1934)
Bir kimseyi lânetlemek, onu Allah-u Teâlâ'nın rahmetinden ve hayırdan uzaklaştırmasını dilemek demektir.
Ukbe bin Âmir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bir gün:
"Ben size kiralık tekeyi bildireyim mi?" buyurdu.
"Bildir yâ Resulellah?" dediler.
"O, hülle yapan kimsedir. Allah hülle yapana da yaptırana da lânet etsin." buyurdu. (İbn-î Mâce: 1936)
Çünkü nikâh ebedî bir müddetle yapılır. Üç günlük, beş günlük, bir yıllık gibi bir müddetle yapılan nikâh çok çirkin bir haysiyetsizliktir. Kadının eski kocasına helâl olmasına imkân sağlamak için, bir adamın kendi nefsini kiraya vermesi demektir.
Bakara sûre-i şerif'inin 230. Âyet-i kerime'sinin devamında şöyle buyuruluyor:
"Bunlar anlayan bir topluluk için Allah'ın açıkladığı hudutlardır." (Bakara: 230)
İşte Allah-u Teâlâ'nın şer'î hükümleri bunlardır. Yapılan açıklamaları gereğince anlayan bir topluluğa bunları açıklamaktadır.
Bir kişinin karısına "Seni boşadım." demek suretiyle derhal boşamak isteyerek yapılan boşamadır. "Boş" sözünün ağızdan çıkmasıyla talâk hemen gerçekleşir, neticeleri husule gelir.
Gerçekleşmesi ilerideki bir zamana bırakılan talâktır. Meselâ karısına "Yarın boşsun." veya "Filân ayın filân gününde boşsun." dese, o gün gelince talâk vâki olur.
Bu talâk "İse", "Zaman", "Şayet" gibi talik, yani şart edatlarını kullanarak talâkın meydana gelmesini ileride bir işin olmasına bağlamaktır.
Meselâ kişi karısına "Filânın evine girersen boşsun.", "Memleketine gidersen boşsun.", "Evden benden izinsiz çıkarsan boşsun." demesi gibi.
Buna mecâzi yemin denilir.
Eğer şart olması da olmaması da imkân dahilinde olan ihtiyâri bir iş ise, bu ya kocanın fiillerinden, ya hanımın fiillerinden ya da üçüncü bir şahsın fiillerinden olur.
Kocadan olanlar: Meselâ "Filânla konuşursam karım boş olsun!" demesi gibi sözlerdir. Onunla konuşmadıkça talâk husule gelmez.
Hanımdan olanlar: Meselâ kocanın karısına "Filânın evine gidersen boşsun!" demesi gibi. O eve girmedikçe boş olmaz.
Üçüncü bir şahıstan olana misal: Kocanın karısına "Kardeşin o işi yaparsa sen boşsun!" demesi gibi.
Bir şarta bağlı olarak yapılan boşamalarda, şart bulunduğu zaman talâk gerçekleşir.
Kur'an-ı kerim'de hususiyetle "Talâk" sûresi mevcuttur. Allah-u Teâlâ bu sure-i şerif'te, Bakara sure-i şerif'inde açıklanmamış bazı haller ile ilgili âileyi ilgilendiren, boşanmanın dışındaki bazı hallere âit hükümleri açıklamaktadır.
Allah-u Teâlâ ümmetini hayra götüren, hidayete erdiren seçkin Peygamber'ine tâzim ve aynı zamanda ümmet-i muhteremesini uyandırmak ve öğretmek için hitap ederek şöyle buyurur:
"Ey peygamber! Kadınları boşadığınız zaman, onları iddetleri içinde (iddetlerini gözeterek) boşayın." (Talâk: 1)
Burada önce Resulullah Aleyhisselâm'a nidâ ile başlaması, beyan edilecek boşama tarzının onun şeriatına âit Allah-u Teâlâ tarafından gönderilen yeni bir hüküm olması hasebiyle duyurma ve tenbih ifade etmekte, aynı zamanda konunun önemini daha da artırmaktadır.
Ay halindeyken kadın boşanmayacağı gibi, kendisine mukarenette bulunduğu temizlik halinde de boşanmaz. Bir müslüman, karısından ayrılmayı arzu derse, ayrılacağı zamanı seçmesi lâzımdır. Kadın ay halinden temizlendikten sonra, onunla hiç mukarenette bulunmadan boşanmalıdır.
En güzel ve sünnet olan şekil budur.
Bu ise iddetin en kısa zamanda başlaması, mukarenet sonucu gebelik meydana gelmemesi ve kocasının tam bir idrak ve düşünüş halinde ve aklını kullanarak boşaması içindir. Kadının hayız anında boşanması yasaklanmıştır ki, iddet zamanı uzayıp da kadın zarar görmesin.
Âdet günlerinde kadın boşamak haram olduğu gibi, temiz halde iken mukarenette bulunduktan sonra boşamak da mekruhtur.
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- zamanında karımı hayız halinde boşadım. Bunun üzerine babam Ömer -radiyallahu anh- durumu Resulullah Aleyhisselâm'a anlatmış da şöyle buyurmuştur:
"Ona emret de karısına dönsün. Sonra onu temizlenip başka bir hayız görünceye kadar terk etsin. Kadın temizlendiği vakit ya ona mukarenette bulunmadan boşasın, yahut nikâhında tutsun. Çünkü kadınların kendisi için boşanmasını emrettiği iddet budur." (Müslim: 1471)
Âyet-i kerime bu müddetin nazarı dikkate alınmasını, rastgele boşama yapılmamasını emretmiş olmaktadır.
"Ve iddeti sayın." (Talâk: 1)
Evlilik iddet süresinin bitimiyle sona erdiği için, boşama zamanını iyi belirleyip iddet günlerini tesbit etmek lâzımdır.
"Rabbiniz olan Allah'tan korkun." (Talâk: 1)
O'nun emir ve nehiylerine aykırı hareket etmekten, hükümlerine uymamaktan sakının. Gerek boşamada gerekse iddette kadınları zarara sokmaya kalkışmayın.
"Onları evlerinden çıkarmayın." (Talâk: 1)
Kocasından ayrılan bir kadın iddetini kocasının evinde beklemelidir. İddet süresi içerisinde koca üzerinde mesken hakkı vardır. Kocanın onu çıkarmaya hakkı yoktur. Kadının da çıkması câiz değildir.
"Kendileri de çıkmasınlar." (Talâk: 1)
Kocası izin vermiş olsa bile bir zaruret olmadıkça çıkmaları haramdır, çıkarsa günah işlemiş olur. Bu yasak soyu ve kadını korumak içindir.
"Apaçık bir hayâsızlık yapmaları hali müstesna." (Talâk: 1)
Geçimsizlik, serkeşlik ve dikbaşlılık yapıp da ihtiyaçları yok iken çıkıp gitmeleridir ki bu durumda fâhiş bir terbiyesizlik yapmış olurlar.
Çıkıp giderlerse iddet hakkından kurtulmuş olmazlarsa da, ev nafaka hakları düşer.
Kötü bir fiilde bulunurlarsa, o zaman kocasının evinde durması zor olduğundan çıkarılması câizdir.
"Bu hükümler Allah'ın hudududur." (Talâk: 1)
Kendilerine muhalefet edilmemesi icabeden ilâhî hükümlerdir. Bu hükümlere uymak ve haddi aşmaktan korkmak gerekir.
"Kim Allah'ın hududlarını aşarsa, kendine yazık etmiş olur." (Talâk: 1)
Allah-u Teâlâ, yolunda gidenlerin kurtuluşu için emir ve yasaklarla bir takım sınırlar çizmiştir. O sınırları geçtikleri zaman hak yoldan çıkarlar ve karanlıklara saparlar. Bu ise nefislere karşı en büyük zulümdür ve bu yüzden cehennem azabını hak etmiş olurlar.
İnsanlar Allah-u Teâlâ'nın hükümlerindeki hikmetleri gereğince bilemezler. O sayılacak iddet içinde Allah-u Teâlâ kişinin kalbinden karısına karşı nefreti çıkarabileceğini, tekrar karısı ile beraber yaşamayı arzu edebileceğini düşünemezler.
Eğer o kimse Allah-u Teâlâ'nın Kitab-ı kerim'inde gösterdiği yola uyarak karısına böyle bir mühlet tanırsa, Allah-u Teâlâ onun arzu ettiğini irade buyurur.
Nitekim Âyet-i kerime'nin sonunda şöyle buyuruluyor:
"Sen bilmezsin, belki de Allah bunun ardından bir durum peyda ediverir." (Talâk: 1)
İddet süresi boyunca boşanan kadının, kocasının evinde kalmasının hikmeti; kocasının onu boşamaktan dolayı pişmanlık duyması, Allah-u Teâlâ'nın onun kalbinde ona dönmek arzusunu halketmesi dolayısıyladır. Şüphesiz ki kalpler Allah-u Teâlâ'nın iki parmağı arasındadır, onları dilediği tarafa çevirir.
Onun içindir ki herhangi bir sebeple karısını boşayacak olan kimse öfkeyle her şeyi kesip atıvermemeli, ilerisini de hesaba katmalı, Allah-u Teâlâ'nın bu emir ve nehiylerle tayin ettiği hududu aşmamalı, önce iddetini gözeterek temiz bir halde talâk vermeli ve iddeti saymalıdır. Şayet ayrılmak gerekirse bununla hem maksat hasıl olur, hem de bir tecrübeye imkân bırakarak düşünüp uyanmaya ve pişmanlık duyulursa geri dönmeye fırsat tanınmış olur.
Öyleyse en iyisi işi Allah-u Teâlâ'ya havale etmek, O'na bağlanmak, O'nun takvâsını gözetmektir.
•
Âyet-i kerime üç talâkın bir çırpıda verilmesinin mekruh olduğuna işaret etmektedir. Çünkü üç talâktan sonra dönmek mümkün değildir. Üç talâk vermek şeytana yardım, öyle yapmamak ise ona karşı çıkmaktır.
Nitekim Câbir -radiyallahu anh- den rivâyet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Şeytan tahtını deniz üzerine koyar. Sonra çetelerini gönderir. Şeytanın katında ona derece itibariyle en yakın olanı, en büyük fitne çıkaranıdır.
Bunlardan birisi gelerek 'Şöyle şöyle yaptım!' der. Buna karşılık şeytan 'Sen bir şey yapmamışsın.' der. Sonra bir başkası gelip 'Onu karısıyla birbirinden ayırmadan bırakmadım.' der. Şeytan onu kendisine yaklaştırır ve 'Sen en iyisin!' karşılığını verir." (Müslim: 2813)
•
İddet süresi sona doğru yaklaşınca, daha önce belirtilen müddet miktarı içerisinde yani iddeti son bulmadan önce koca boşandığı karısını geri alabilme ve talâktan dönebilme yetkisine sahiptir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"İddet sürelerini doldurduklarında, onları güzellikle tutun." (Talâk: 2)
Bu şart geri dönüşün sonu, ayrılığın başlangıcı olan zamanı göstermek içindir. Binaenaleyh iddet müddeti içinde kocanın her zaman dönme hakkı vardır. Fakat iddet bitince tercih hakkı ortadan kalkar, ayrılık gerekir. Kadının izniyle nikâh tazelenmedikçe birleşme mümkün olmaz.
"Veya onlardan güzellikle ayrılın." (Talâk: 2)
Tutmayı ya da salıvermeyi tercih etseniz de bunları iyilikle yapmalısınız. Ayrılacaksanız güzellikle ayrılın. İddetini lüzumsuz yere, sırf ona eziyet vermek için uzatmayın. Gücünüz yetiyorsa, boşanma nedeniyle ona bir şeyler verin.
"İçinizden adalet sahibi iki kişiyi de şahit tutun." (Talâk: 2)
Şüpheyi ortadan kaldırmak için, karı-koca ayrılsalar da geri kalsalar da şahitlerin şehadeti gerekir. Herkes boşanma haberini duyabilir, fakat tekrar birleşme haberini duyamaz.
Şahit tutma emri teşvik içindir. İhtilâfa kapı açılmaması için hikmetli bir tavsiyedir.
"Şahitliği Allah için yapın." (Talâk: 2)
Çünkü şahitlik edilmesini Allah-u Teâlâ buyurmaktadır. Şahitlere düşen de hiçbir şeyi gizlemeyerek, sırf Allah rızâsı için şehadet etmektir. Şahit, şahitliğini gizlerse hıyanet etmiş olur.
İşte bunlar Allah-u Teâlâ'nın emridir, her müminin bu emirlere boyun eğmesi lâzımdır.
"İşte bu, Allah'a ve ahiret gününe inananlara verilen öğüttür." (Talâk: 2)
Çünkü bunlara riâyet edip faydalanacak olanlar, Allah'a ve âhiret gününe imanı olan kimselerdir.
İman kabiliyeti kalmamış, gönülleri kararmış ve mühürlenmiş olanlar ne Allah'tan korkar, ne ahireti sayar, ne de nasihat dinlerler, onlar kendi nefislerinin hevâsına dalarlar.
"Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder, sıkıntıdan kurtarır." (Talâk: 2)
Dünya ve ahirette her türlü üzüntüden çıkacak bir yol bahşeder. Düştüğü darlıktan ve âile yüzünden çekmekte olduğu sıkıntılardan kurtulacağı bir çare gösterir.
"Ona hayaline gelmeyecek yerlerden rızık verir." (Talâk: 3)
Boşayan da boşanan da Allah'tan korktuğu takdirde, Allah-u Teâlâ ona bir çare yaratır ve ummadığı yerden nasibini verir.
"Kim Allah'a tevekkül ederse, Allah ona yeter." (Talâk: 3)
Sebeplere dayanma sınırlı, Allah'a güvenme ise sınırsızdır. Kuvvet ve emniyet sebeplere dayanmakla değil, ancak ve ancak Allah-u Teâlâ'ya güvenmekledir. Şu kadar var ki sebeplere sarılmak tevekküle mâni değildir, çünkü bu husus emr-i ilâhidir.
Bu durumda neticeye kolayca varılır, işler kolayca hal imkanı bulur ve kişi kolaylıklar içinde ömrünü huzurlu olarak devam ettirir.
Tevekkül edenin muradı, Allah-u Teâlâ'nın irade ve rızâsına teslim olmaktan ibaret olursa, Allah-u Teâlâ onun mükâfâtını büyütür.
"Şüphesiz ki Allah emrini yerine getirendir." (Talâk: 3)
Hiçbir güç ve kuvvet Allah-u Teâlâ'nın emrini yerine getirmesine mâni olamaz. Hükmünü istediği gibi yürütür.
"Allah her şey için bir ölçü tayin etmiştir." (Talâk: 3)
Ondan önce de meydana gelmez, sonraya da kalmaz. Hiçbir şey tesadüf ve başıboş değildir.
"Çıkarmak ve gidermek" mânâsına gelen Hul'; "kadının bir bedel karşılında evlilik bağından kurtulması" demektir. Muhâlea kelimesi de aynı mânâda kullanılır.
Karı-koca geçinemez ve Allah-u Teâlâ'nın emirlerini yerine getirmekten korkarlarsa, kadının kabul etmesi şartıyla ve bir bedel karşılığı ile kocasından ayrılmasına ruhsat vardır.
Hul' Kur'an-ı kerim ve Sünnet-i seniyye ile sabittir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Eğer siz de karı ve kocanın Allah'ın sınırlarında duramayacaklarından endişe ederseniz kadının fidye vermesinde her ikisine de bir vebal yoktur." (Bakara: 229)
Karı-koca arasında bulunan sevgi ve saygının, sadâkat ve ünsiyetin yerini nefret ve kin alırsa, erkeğin âile reisi olarak evinin işlerini ihmal etmesinden korkulabilir. Aynı şekilde kadının da nefreti dolayısıyla kocasına kötü davranmasından veya ona hıyanetlik etmesinden endişe duyulabilir. Bütün bunlar Allah-u Teâlâ'nın hoşnut olmadığı davranışlardır. Gerek erkek ve gerekse kadın bu çeşit davranışlarla Allah-u Teâlâ'nın koymuş olduğu sınırı aşmış, evlilik hakkındaki hükümlerine riâyet etmemiş olurlar.
İşte bu durumlarda Allah-u Teâlâ'nın hududunu aşmaktan korkan erkek kadar kadın da korkabilir ve kocasından kendisini boşamasını isteyebilir. Hatta boşaması için erkeğe fidye verebilir, mehr-i muacceli geri verir, mehr-i müeccelinden vazgeçebilir.
Karı ile koca arasında böyle bir anlaşma olursa yaptıkları bu anlaşmadan dolayı üzerlerine her hangi bir günah yoktur.
Diğer Âyet-i kerime'lerde ise şöyle buyuruluyor:
"Bununla beraber eğer mehirlerinin bir kısmını kendiliklerinden gönül hoşluğu ile size bağışlarlarsa, onu afiyetle yiyin." (Nisâ: 4)
"Aralarında sulh yapmalarında onlara bir günah yoktur." (Nisâ: 128)
Sünnet-i seniyye'den delili ise; Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- nın rivâyet ettiği Hadis-i şerif'tir.
Cemile binti Selül -radiyallahu anhâ- Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in huzuruna gelerek:
"Yâ Resulellah! Allah'a yemin ederim ki, ben kocam Sâbit bin Kays'ın dinine bağlılığını da ahlâkının güzelliğini de tenkit etmiyorum. Lâkin onun yanında kalırsam küfrü mucib bir duruma düşmekten korkuyorum. Ondan o kadar tiksiniyorum ki tahammül edemiyorum." dedi.
Bunun üzerine Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- ona "Sâbit'in vaktiyle mehir olarak sana verdiği bostanını kendisine geri verir misin?" diye sordu. Kadın "Evet veririm." deyince Sâbit -radiyallahu anh-e:
"Bahçeyi al ve onu bir talâkla boşa." buyurdu. (Buhârî. Talâk 12 - İbn-i Mâce: 2056)
Kadının bu ifadesi, imana girdikten sonra tekrar küfre düşmesine sebep olabilecek ciddi bir nefret halinin ifadesidir. Böyle bir söz söylemenin haram olduğunu bildiği halde, şiddetli nefretin kendisini böyle bir duruma düşürmesinden korkuyordu.
İslâm'da ilk vâki olan hul' budur.
Görüldüğü üzere İslâm sırf erkeğe âit olan talâk hakkına paralel olarak, evlilikten kurtuluş için bu yolu meşru kılmıştır. Böylece kadın fidye vererek bu evlilikten kurtulmuş olur.
Kocanın talâk verme ehliyetine sahip olması gerekir. Bu da akıllı ve bâliğ olmasıyla mümkündür.
Hul'un koca veya vekilin dışında hiç kimse tarafından yapılması sahih olmaz. Eşlerden her ikisinin veya birinin hul' hususunda vekâlet vermesi geçerlidir.
Hul' bedeli vekilden istenmez. Ancak "Kadın ödemezse ben öderim." diyerek kefil olmuşsa ondan istenir, o da bu bedeli kadından alır.
Kadının üzerinde sahih bir nikâh akdi bulunması şarttır. İster zifafta bulunmuş olsun, ister olmasın, isterse Ric'î talâkla boşanmış iddet halinde bulunsun hüküm aynıdır.
Hul' bedelinin mehir olabilecek bir mal olması lâzımdır. Şer'an mal sayılan ve elde edilebilen bir mal olması; tayin edilmiş olsun veya olmasın, hul' vaktinde mevcut olması veya kıymeti mal ile değerlendirilebilen bir menfaat olması demektir.
Kadın Hul' isterse kocasının bunu kabul etmesi Sünnet-i seniyye'dir. Şu kadar var ki, meyil ve muhabbeti varsa, kadının sabredip fidye verme yoluna gitmemesi müstehaptır. Âilede durumu normal ise kadının hul' istemesi mekruhtur.
Geçimsizlik koca tarafından geliyorsa hul' yoluyla yapacağı boşamada kadından bir şey alması harama yakın mekruhtur.
Geçimsizlik kadın tarafından ise, kocası hul' fidyesi olarak mehir miktarını geçmeyecek meblağı alabilir. Kadına verdiği mehir bedelinden fazla olursa mekruhtur. Bununla beraber aldığı mal ona helâldir.
Karı-koca hul' yaparlarsa bununla bir "Bâin talâk" gerçekleşir. Şayet bu talâk bâin olmasaydı erkek dönebilir, kadın yine onun hakimiyetine girmiş olurdu.
Hul' sebebiyle eşlerden her birinin hakkı olarak diğerinin zimmetinde bulunan ve evliği ilgilendiren bütün haklar düşer. Fakat eşlerden birinin diğeri üzerindeki haklardan veya boçlardan olup da ödünç ve emanet gibi evlilikle ilgili haklar Hul' ile düşmez. Aynı şekilde iddet nafakası da anlaşmada düşürüleceği açıkça zikredilmedikçe düşmez.
Hul' bedelinin nakit para ve mal ile değerlendirilen bir menfaat olması geçerlidir.
Meselâ belli bir müddet evde oturmak, çocuğu emzirmek, bakımını ve yetiştirilmesini üzerine almak, iddet nafakasından vazgeçmek gibi.
Talâk evliliğe son vermek, fesih ise evlilik akdinin devamına engel olmak demektir. Talâk kocanın isteği ile olur, ayırma ise talâk veya hul' gibi isteğe bağlı yollar bir fayda vermediği zaman kadının boşanmasına imkân sağlamak için hâkimin hükmü ile gerçekleşir.
Mahkemenin ayırması talâk da olabilir, nikâh akdini yok sayan bir fesih de olabilir.
Özürler; birleşmeye mâni cinsî özürler, birleşmeye mâni olmayan fakat evliliği sürdürmeyi mümkün kılmayacak şekilde tiksinti veren, nefret doğuran özür ve hastalıklardır.
Kadının tenasül uzvunda bulunan ve cinsî mukarenete mani olan özür ayrılma sebebi olduğu gibi, erkeğin tenasül uzvunun cinsî birleşmeyi yapamayacak şekilde kesik veya yok denecek kadar küçük olması, ya da iktidarsız olması da boşanma sebebidir.
Zira bunlar giderilme imkânı olmayan özürlerdir. Zararları devamlıdır. Bu özürler oldukça evliliğin asıl gayesi olan nesil yetiştirme ve haram yollara düşmeme gerçekleşmez. Bunun için de eşlerin ayrılmaları zaruridir.
Hastalık ise iki tarafta da nefret doğuran cüzzam, çiçek, frengi, büyük ve küçük abdestini tutamama, akıl noksanlığı... gibi şeylerdir.
Bu özür ve hastalıkların bazısı karı-kocadan birini rahatsız eder, bazısı da tiksinti verir.
Özür sebebiyle boşanma isteği sadece kadının hakkıdır. Çünkü kocanın boşamak suretiyle kendisine gelen zararı kaldırması mümkündür. Kadının ise kendisine boşama isteği hakkının verilmesi dışında bu zararı gidermesi mümkün değildir. Çünkü kadın normal durumlarda boşama hakkına sahip değildir.
Özür sebebiyle boşanmada hak sahibinin dâvâ açmış olması ve mahkeme kararının bulunması şarttır.
Nikâhtan önce bu kusurlar bilindiği halde nikâha rızâ gösterilmişse, boşanma isteği kabul edilmez. Nikâhtan sonra farkına varılmışsa boşanma isteğinde bulunabilir.
Hastalık sebebiyle ayrılmada, durum hâkime arzedildiğinde hastalığın iyi olacağına kanaat getirilirse ayrılma isteği bir yıl ertelenir.
Bu çeşit boşanma isteği talâk değil bir fesihtir. Dolayısıyla boşanma bir "Bâin" talâk hükmündedir.
Erkekteki tenâsül uzvuna âit özürler sebebiyle ayrılma, zifaftan veya halvetten önce ise kadın mehirin yarısını alır. Çünkü ayrılık koca yüzünden olmuştur. Ayrılma zifaftan veya halvetten sonra ise; eğer koca birleşmede bulunamadığını ikrar ederse kadın mehirin tamamını alır ve kadına iddet vâcip olur. Bundan sonra kadın onun durumunu bilerek onunla evlenirse kadının ayrılma hakkı yoktur.
Yemin mânâsına gelen "İlâ"; kocanın karısına İlâ süresi olan dört ayda mukarenette bulunmamak üzere yemin etmesidir.
Bu yemin:
"Vallahi ben sana yaklaşmayacağım.", "Seninle cinsî mukarenette bulunmayacağım." gibi yemin olabilecek her söz ya da "Vallahi ben dört ay veya daha fazla sana yaklaşmayacağım." gibi sözlerdir.
Kişinin bir müddet hanımına yaklaşmamaya yemin etmesi İlâ'nın rüknüdür.
Dört ay bitmeden hanımına dönerse yeminini bozmuş sayılır.
İlâ yemininin bir dünyevî bir de uhrevî hükmü vardır.
Uhrevî hükmü; hanımına dönmezse günahkâr olur. Çünkü ilâ harama yakın mekruhtur.
Dünyevî hükmü ise; İlâ'ya bağlı iki hüküm vardır. Yeminden dönme ve yemine sadık kalma.
Koca yeminden dönerse ya kefâret veya ne üzerine yemin yapmışsa o şey lâzım gelir. Yemin edilen şeyin değişmesiyle yeminden dönmenin hükmü de değişir. Meselâ Allah-u Teâlâ'nın ismiyle veya yemin edilebilen sıfatlarından bir sıfat ile yemin etmişse "Vallahi sana yaklaşmayacağım." demişse, diğer yeminlerde olduğu gibi üzerine yemin kefâreti vâcip olur.
Yemin kefâreti, ya bir gün on fakiri doyurmak veya onları giydirmektir. Kişi fakir olursa üç gün peşpeşe oruç tutması vâcip olur.
a. Kadının, İlâ'nın yapıldığı sırada hükmen de olsa, İlâ yapanın hanımı bulunması lâzımdır.
b. Kocanın boşama ehliyetine sahip olması lazımdır.
c. İlâ'yı bir mekân ile kayıtlı bulunmaması lazımdır. Çünkü başka yerlerde de yaklaşması mümkün olur.
d. Hanımına yaklaşmasını bir şarta bağlamaması gerekir. Çünkü başka bir şey gerekmeden yalnız hanımına yaklaşması mümkündür.
e. Yasağın sadece cinsî mukarenetten olması lâzımdır.
f. Mukareneti terk etmesi o kararlaştırılan müddet içinde olmalıdır ki, o da dört aydır.
İlâ yemininin tanzimi ve hükmü hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenlerin dört ay beklemeleri gerekir." (Bakara: 226)
Erkeğin karısına yaklaşmamak üzere yemin etmesi, Âyet-i kerime'de geçen "Yu'lûne" kelimesiyle ifade edildiği için bu hadise "İlâ" adıyla tanınmıştır.
Bu dört ayın İlâ'da sınır kabul edilmesi, mukarenette bulunmak veya bulunmamak açısından, kadına zarar verip vermemenin sınırı da kabul edilmiştir.
Erkeğin karısına yaklaşmamak üzere yemin etmesi, yani İlâ'da bulunması boşama yollarından birisidir. Âyet-i kerime'de belirtildiği üzere boşanmanın gerçekleşmesi için, erkeğin yemininden dönmeksizin dört ay geçmesi gerekir.
Allah-u Teâlâ onlara bu zaman içinde düşünüp taşınma fırsatı tanımıştır. Eğer koca bu zarar verme işini terketmede bir yarar görürse, hemen yerine getirir, ayrılmalarında yarar görürse ayrılır.
İlâ yapan koca, hanımını İlâ müddeti içinde boşarsa İlâ'nın hükmü düşer ve geriye yemin kalır.
Dört ay geçtikten sonra boşanma "Bâin" talâkla vâki olur.
Bazı erkekler kadını oyalamak veya boşlukta bırakarak eziyet vermek için, onunla evlilik hayatı yaşamak istemez. Karısının başka bir eş bularak hayatını yenilememesi için nikâh bağını çözmekten kaçınır. İslâm bu gibi durumları önlemek için İlâ'ya dört ayı geçmemek üzere sınır koymuştur.
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ- Allah-u Teâlâ'nın isimlendirdiği İlâ hususunda şöyle söylemiştir:
"Süre tamamlandıktan sonra bu kimseye karısı helâl olmaz. Yâ iyilikle evlilik hayatını devam ettirir veya boşama yoluna gider. Bu ikisinden birini yapmayıp İlâ'ya devam etmek haramdır." (Buhârî)
Âyet-i kerime'nin devamında şöyle buyuruluyor:
"Eğer o süre içinde kadınlarına dönerlerse, şüphesiz ki Allah çok bağışlayan, merhamet edendir." (Bakara: 226)
Erkeğin kefâret vererek İlâ yemininden dönmesi, karısına rahmet ve şefkatle yaklaşması ve yıkılmak üzere olan yuvayı yıkılmaktan kurtarması, yemininde ısrar etmesinden hayırlıdır.
İlâ'dan dönmek; sözle ve fiille olmak üzere iki şekilde olur.
Fiili olanı, hanımı ile malum şekilde mukarenette bulunmasıdır. Sözle olanı ise hanımına "Sana döndüm." gibi sözlerdir.
Sözle dönüşün geçerli olması için mukarenetten âciz olması, İlâ süresi bitinceye kadar bu âcizliğin devam etmesi ve sözle dönüş yaptığı zaman nikâh mülkiyetinin mevcut olması lazımdır.
"Eğer boşanmaya karar verirlerse (ayrılırlar). Şüphesiz ki Allah işitendir, bilendir." (Bakara: 227)
Karı ile koca ancak bu dört ay içinde tekrar birleşebilir. Koca bu süre içinde eşi ile mukarenette bulunursa hayırlı bir iş yapmış olur. Ancak yeminini bozduğu için kefaret vermesi gerekir.
Bu sürenin bitmesi kocanın karısını boşamaya karar verdiğinin bir delilidir.
Âyet-i kerime'lerde İlâ için eşine dönmek veya onu boşamak arasında başka bir şık yoktur. Dolayısıyla bu yemini bozmamak, onu boşamaya karar vermek demektir.
Böyle bir durumda artık aradaki bağın çözülmesi gerekir. Ya erkeğin kendisi boşar, ya da hâkim boşanmalarına karar verir. Böylece her iki taraf da başka kişilerle yeni bir âile hayatı kurmaya çalışırlar.
Kendisine İlâ yapılmış kadının ayrıldıktan sonra iddet beklemesi gerekir. Çünkü o artık boşanmıştır.
•
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ezvâc-ı tâhirat arasında çıkan bir huzursuzluk sebebiyle bir aylık İlâ'da bulunmuştur.
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- vâlidemizden rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- hanımlarının odalarına bir ay girmemeye yemin etti. Bu yemin üzerine yirmi dokuz gün bekledi. Nihayet otuzuncu günün sonuna doğru benim odama teşrif buyurdu. Ben "Bir ay odalarımıza girmemeye yemin etmiştiniz?" dedim.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- üç defa 'Ay bazen şöyledir.' buyurdu ve her defasında elinin on parmağını salıveriyordu. Sonra yine üç defa 'Ve ay bazen şöyledir.' buyurdu ve parmaklarının tamamını salıverdi, üçüncü defasında bir parmağını yumdu." (İbn-î Mâce: 2059)
Bu durum Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin terbiye için başvurduğu bir yoldur ve bu te'dibin gerektirdiği kadar süre ile yetinmiştir. (Geniş bilgi için bakınız: Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm. sh. 624-633)
Liân "Lânetleşme" demektir. Terim olarak liân ise; karısına zina isnat eden kişinin ve zina isnad edilen karısının, usûle uygun olarak karşılıklı lânetleşmelerine denir.
Karı-koca arasında Liân, Nûr sûre-i şerif'indeki Âyet-i kerime'lerle meşru kılınmıştır.
Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Karılarına zinâ isnad eden ve kendilerinden başka şahitleri bulunmayanların şahitliği, kendisinin doğru sözlülerden olduğunu Allah'ı dört defa şahit tutmasıyla olur." (Nûr: 6)
Allah-u Teâlâ hanımını zina ile itham eden ve fakat iddiâsının doğruluğuna dair hiç bir delil getirmeyen kimsenin üzerine düşeni haber vermektedir.
Hanımını zina ile itham edenin üzerine farz olan, zina suçunun ispatı ve iftira haddinden kurtulmak için dört şahit yerine bizzat kendisinin sözünün doğruluğuna dair dört defa Allah'ın ismi ile yemin ve şehadette bulunup, beşinci olarak "Eğer sözümde doğru değilsem Allah'ın lâneti üzerime olsun." demesi lâzımdır.
"Beşincisinde, eğer yalan söyleyenlerden ise Allah'ın lânetinin kendi üzerine olmasını diler." (Nûr: 7)
Zina ile itham edilen kadın da eğer zina ettiğini kabul etmiyorsa, zina cezasından kurtulmak için, dört şahit yerine dört defa Allah'ın ismi ile yemin ve şehâdette sulunması gerekir.
"Kadının da dört defa Allah'ı şahid tutması, kocasının yalan söyleyenlerden olduğuna şahidlik etmesi, cezayı kendisinden kaldırır." (Nûr: 8)
Kendi iffetinin ispatı ve kocasının yalancılardan olduğunu ispat için beşinci olarak Allah'ın ismi ile şehadet ederek "Eğer kocam doğru söylüyorsa Allah'ın gazabı üzerime olsun." demesi lâzımdır.
"Beşincisinde, eğer kocası doğrulardan ise Allah'ın gazabının kendi üzerine olmasını diler." (Nûr: 9)
Liân karı-koca arasında iki sebepten dolayı meşru kılınmıştır.
Birincisi; yabancı bir kadının zina etmesi yabancı bir erkeğe herhangi bir leke getirmez. Amma bizzat kendi karısının zina etmesi kocasını lekelediği gibi, onun soyunu da bozar. Buna sabretmek ise mümkün değildir.
İkincisi ise; bir insan kolay kolay karısını zina ile itham etmez. Zina ile itham etmesi, ithamın doğruluğuna şehâdet eder. Ancak itham tam bir şehâdet olmadığı için yeminle bu şehadet kuvvetlendirilir.
Âyet-i kerime'lerde erkeğin yemin ve şehâdetten sonra lânet okumasının, kadının ise beşinci defa yemin ve şehadetle birlikte Allah'ın gazabını zikretmesinin bildirilmesinin hikmeti şudur:
Allah-u Teâlâ'nın gazabı, ceza bakımından lânetinden daha şiddetlidir. Kadının zina suçunu işlemesi, erkeğin ona zina isnat etmesinden daha çirkin olduğu için kadın yeminde daha şiddetli cezayı zikretmektedir.
Allah-u Teâlâ Liân'ı meşru kılmasaydı, kocaya mutlaka iffete iftira cezası uygulanması gerekirdi. Halbuki zahire bakılırsa koca doğru söylemektedir. Çünkü bu hadisede o da rezil olmaktadır. Eğer kocanın yeminleri, kadına zina cezasının tatbik edilmesini gerekli kılsaydı, kadın hakkında hüsnü zanla muamele yapılmamış olurdu. Kadının yaptığı yeminler kocaya iftira cezasını gerektirseydi o zaman koca hakkında hüsnü zanda bulunulmamış olurdu.
Bu hüküm Allah-u Teâlâ'nın günahkârlara bir lütufkârlığıdır. Eğer bu hüküm kurulmasaydı, böyle bir durumla karşılaşan insanlar halk arasında rezil ve rüsvay olurlardı. Bunun da dışında, böylesi hadiseler karşısında karı-kocanın âileleri arasında doğacak düşmanlıktan dolayı çok kanlar dökülürdü.
Nitekim bir sonra gelen Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah'ın size nimet ve rahmeti bulunmasa ve Allah tevbeleri kabul eden ve hikmet sahibi olmasaydı suçlunun hemen cezâsını verirdi." (Nûr: 10)
O'nun şânı ne kadar yüce, rahmeti ne kadar geniş, hikmeti ne kadar incedir.
Liân Âyet-i kerime'leri kocanın işini hafifletmekte ve istemeyerek içine düştüğü durumdan nasıl kurtulacağını beyan etmektedir.
•
Bu Âyet-i kerime'lerle amel etmenin gereği ile ilgili olarak bir takım Hadis-i şerif'ler olduğu gibi, bunun nüzul sebebine dâir rivayetler de vardır.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
"Allah'ın (Tebük seferinden geri kalmaları sebebiyle) tevbelerini kabul edip affettiği üç kişiden biri olan Hilâl bin Ümeyye -radiyallahu anh- geldi. Anlattığına göre tarlasından evine yatsı vaktinde dönmüştü. Karısının yanında bir adam gördü. Manzarayı gözleriyle görmüş, kulaklarıyla işitmişti. Sabah oluncaya kadar ona bir şey yapmadı. Sabah olunca doğru Resulullah Aleyhisselâm'ın huzuruna varıp şöyle dedi:
'Yâ Resulellah! Gece âilemin yanına dönmüştüm, onun yanında bir adam buldum. Üstelik gözlerimle gördüm, kulaklarımla işittim.'
Resulullah Aleyhisselâm onun söylediklerinden hoşlanmadı ve oldukça canı sıkıldı, kendisine karşı sert davrandı. Bunun üzerine ilgili âyetler nâzil oldu.
Vahiy hali Resulullah Aleyhisselâm'ın üzerinden kalkınca 'Ey Hilâl müjde! Allah senin için bir kurtuluş ve çıkış yolu gösterdi.' buyurdu.
Hilâl -radiyallahu anh- 'Ben Rabb'imden bunu ümit ediyordum zaten.' dedi.
Resulullah Aleyhisselâm bunun üzerine 'Kadına haber gönderiniz gelsin.' buyurdu. Kadın geldi. Âyet-i kerime'leri her ikisine de okudu. Her ikisine de öğüt vererek meselenin ciddiyetini anlattı. Ahiret azabının dünya azabından daha şiddetli olduğunu onlara haber verdi.
Hilâl -radiyallahu anh- 'Onun hakkında söylediklerim vallahi doğrudur!' dedi. Kadın da 'Hayır, yalan söylüyor!' karşılığını verince Resulullah Aleyhisselâm 'Aranızda lânetleşin!' diye emretti. Hilâl -radiyallahu anh- e 'Şahitlik et!' denildi. O da Allah adına kendisinin doğru söylediğine dair dört defa şahitlik ederek yemin etti. Beşinci sefer olunca kendisine 'Ey Hilâl! Allah'tan kork! Zira dünya azabı ahiret azabından pek hafiftir. Yapacağın bu son yemin, yalan söylemen halinde üzerine azabı gerektirecek olan sözlerin olacaktır.' denildi.
O yine 'Allah'a yemin ederim ki, bu söylediğimden dolayı Allah bana dünyada celde cezası vermediği gibi, ahirette de beni azaplandırmayacak.' dedi ve 'Eğer yalan söyleyenlerden isem Allah'ın lâneti üzerime olsun.' diye beşinci kere şehâdette bulundu.
Sonra kadına 'Şahitlik et!' denildi. Kadın da 'Hilâl yalancıdır!' diye dört kere şahitlik yaptı. Beşincisinde kendisine 'Allah'tan kork! Zira dünya azabı âhiret azabından daha hafiftir. Bu söyleyeceğin söz senin üzerine azabı hakettirecektir.' denildi.
Kadıncağız bir müddet durakladı ve tam itiraf edecekken 'Kavmimi geri kalan zamanlarda rezil rüsvay edemem.' dedi ve beşinci defa 'Hilâl doğru söylediyse Allah'ın gazabı üzerime olsun!' diyerek şehâdette bulundu.
Bunun üzerine Resulullah Aleyhisselâm onları birbirinden ayırdı. Kadının çocuğuna babasının adıyla çağrılmamasına, kadına zina isnat edilmemesine, çocuğa da veled-i zina denmemesine, kadına da çocuğa da iftira eden kimsenin had ile cezalandırılacağına hükmetti. Keza bunlar ne boşanma ne de ölüm sebebiyle ayrılmadıkları için Hilâl -radiyallahu anh- üzerinde, ne kadın için iskân olacağı bir evin bulunmayacağını, ne de çocuk için nafaka mesuliyeti olmayacağını hükme bağladı.
Daha sonra Resulullah Aleyhisselâm şöyle buyurdu:
'Şayet kadın kırmızı tenli, zayıf kalçalı, ince bacaklı bir çocuk doğurursa o Hilâl'dendir. Eğer esmer, kısa saçlı, iri yapılı, iri bacaklı, büyük kıçlı bir çocuk doğurursa o vakit çocuk kendisi ile itham edildiği kişidendir.'
Gerçekten kadın esmer tenli, kısa saçlı, iri yapılı, iri bacaklı, büyük kıçlı bir çocuk doğurdu.
Resulullah Aleyhisselâm:
'Eğer şehâdetle yapılan yeminler olmasaydı, benimle o kadın arasında mesele olacaktı.'buyurdular." (Buhârî - Ebu Dâvud - Tirmizî)
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
"Ensar'dan bir erkek Beliclân'dan bir kadınla evlendi ve zifaf yapıp yanında bir geceyi geçirdi. Sabahleyin 'Ben bu kadını bâkire bulmadım.' dedi. Durum Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e intikal ettirildi. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- kızı çağırıp meseleyi kendisinden sorduğunda 'Hayır! Ben bâkire idim.' dedi.
Bunun üzerine Resulullah Aleyhisselâm karı-kocanın liân yapmalarını emretti. Onlar da liân yeminlerini ettiler ve koca kadına mehrini verdi." (İbn-i Mâce: 2070)
Hadis-i şerif'ten anlaşıldığı üzere erkek, hanımının kendisiyle evlenmeden önce zina yaptığını iddiâ etse, liân'a başvurulacağı gibi, ayrılma halinde kadın mehrini tam olarak alır. Erkek bunu ödemekten imtinâ edemez. Liân'dan önce ödemişse tamamını veya bir kısmını geri isteyemez.
Liân'ın rüknü; yemin ile desteklenmiş şahitlik lâfızları ve karı-kocadan her birinin lânetidir.
a. Zifaf olmamış dahi olsa bir kadınla evlilik alâkasının bulunması gerekir.
Bu, Ric'î talâktan dolayı iddet beklerken de olabilir.
Erkeğin vefat eden karısına bu isnadı yapmasından dolayı liân olmaz. Çünkü ölen kadın artık onun karısı değildir.
Kocasından Bâin talâkla yani kesin olarak ayrılmış kadına yapılan isnattan dolayı da liân olmaz ve bu koca yabancı erkekmiş gibi iftira haddi vurulur.
b. Nikâhın fâsit değil sahih nikâh olması şarttır. Fâsit evlenmiş karısına iftirada bulunmasından dolayı liân olmaz. Çünkü o kadın bir yabancıdır.
c. Her ikisinin de karı-koca hür, aklı yerinde, büluğa ermiş, müslüman, konuşabilen ve kazif haddi vurulmamış kişiler olmalıdır.
Kâfir olan eşler arasında, çocuk veya deli eşler arasında liân olmaz. Birisi dilsiz olursa, şüphe bulunduğu için aralarında liân olmaz. Gözü görmeyen ve fâsık eşler arasında liân sahihtir.
d. Liân yapılmasını karı-koca veya her ikisinden birisi istemiş olmalıdır.
Çocuğun reddedilip nesebin iltihak edilmemesi için bazı şartlar vardır.
a. Eşler arasında mahkemenin ayrılma kararı vermesi gerekir. Çünkü ayrılmadan önce evliliğin mevcut olması sebebiyle çocuğun reddi gerekmez.
b. Çocuğun nesebini reddetme doğumdan hemen sonra ilk günlerde, yani bir hafta içinde yapılmalıdır.
c. Reddetmeden önce koca delâlet yoluyla veya zımmen de olsa çocuğu ikrar etmiş olmamalıdır.
d. Mahkeme ayrılma kararını verdiği sırada çocuğun sağ olması gerekir.
a. Hâkim Liân'dan önce eşlere nasihatta bulunup, onları ahiret azabı ile korkutmalıdır.
b. İnsanların görmesi ve herkesin bilmesi için, Liân yaparken erkek ayağa kalkar kadın oturur, sonra kadın ayağa kalkar erkek oturur.
c. Dört âdil kişiden az olmamak üzere Liân sırasında müslümanlardan bir grup hazır bulunur.
Karı-kocadan biri mahkemeden talep ettikten sonra Liân'dan kaçınırsa, Liân yapılmaz veya kendisini yalanlayana kadar hapsedilir.
Erkek sözünden dönerek kendisini yalanlarsa iftira haddi tatbik edilir. Kadının Liân'dan kaçınması, zina suçunu itiraf ettiği mânâsına gelmez. O halde recmi de câiz değildir.
Liân'dan sonra kendisini yalanlayan kocaya, iftira haddi olan seksen sopa uygulandığı zaman Liân'ı geçersiz olur. Âile hayatı da eskisi gibi devam eder. Çünkü onun hanımıdır. Fakat karşılıklı olarak Liân'da bulunan karı-koca talâka gerek kalmadan ebedî olarak birbirinden ayrılmış olurlar.
Çünkü Liân aralarına ebedî bir kin ve düşmanlık sokmuştur. Bu kin ve düşmanlık onların ebedî olarak kopmalarını gerektirir.
Liân'da af, ibra ve sulh geçerli olmadığı gibi, vekillik de geçersizdir.
Zıhar "İki şey arasında benzerlik meydana getirmek." demektir. Terim olarak Zıhar ise; bir kimsenin, karısının tamamını veya yüz, göz, baş, sırt... gibi bir uzvunu, kendisine ebediyyen haram olan bir kadının, tamamına bakması haram olan bir uzvuna benzetmesine denir.
Meselâ "Sen bana anamın sırtı gibisin." veya "Senin yüzün bana kız kardeşimin yüzü gibidir." demesi bir Zıhar'dır.
Bu yemine Zihar isminin verilmesi, sırt mânâsına gelen "Zahr" kelimesi çok kullanıldığı içindir.
Zıhar Kur'an-ı kerim ve Sünnet-i seniyye ile sabittir.
Cahiliye devrinde bir kimse karısına "Sen bana anamın sırtı gibisin." dediği zaman, artık karısı ona haram olur, bu söz boşama sayılırdı, onu bir daha alamazdı.
İslâm'da ilk Zıhar'ı yapan Ubâde bin Sâmit -radiyallahu anh-in kardeşi Evs bin Sâmit -radiyallahu anh-dir. Kendisi ihtiyarlamış ve hırçın bir yapıya sahip olmuştu. Kızdığı zaman aklı gider gelirdi. Amcasının kızı Havle bint-i Sa'lebe -radiyallahu anhâ- ile evli bulunuyordu.
Bir gün hanımından bir istekte bulundu, isteği yerine getirilmeyince de öfkelendi ve:
"Sen bana anamın sırtı gibisin!" deyiverdi. (Ebu Dâvud)
Evs -radiyallahu anh- çok geçmeden söylediğine pişman oldu. Fakat Havle -radiyallahu anhâ- "Nefsimi kudret elinde tutan Rabbime yemin ederim ki, sen bu sözü söyledikten sonra, Allah ve Resul'ü hüküm verinceye kadar yanıma gelemezsin. Git Resulullah Aleyhisselâm'a danış!" dedi. Evs -radiyallahu anh- "Ben utanırım soramam!" karşılığını verince Havle -radiyallahu anhâ- "Ben gider sorarım!" dedi ve Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- validemiz'in hanesinde bulunduğu sırada Resulullah Aleyhisselâm'ın huzuruna vardı.
"Yâ Resulellah! Evs benimle evlendiğinde gençtim, çekici idim. Ancak yaşım ilerleyip birçok çocuğum olunca Evs beni anası gibi kıldı ve kimsesiz bırakıverdi. Eğer bana bir çare bulup onunla geçinmemi temin edersen bunu beyan buyur!" diye istekte bulundu.
Resulullah Aleyhisselâm; "Ben şimdiye kadar bu hususta herhangi bir şeyle emrolunmadım. Senin ona haram kılındığını görüyorum." buyurdu.
Havle -radiyallahu anhâ- "Öyle söyleme Yâ Resulellah! Vallahi o, boşama sözünü hiç anmadı!" dedi. Fakat Resulullah Aleyhisselâm "Senin ona haram kılındığını görüyorum." şeklindeki sözünü tekrarladı. Kadın devamlı surette kendi sözlerini tekrarlıyor:
"Kurbanın olayım nazar buyur Yâ Resulellah!" diyordu.
Nihayet Resulullah Aleyhisselâm;
"Sen şimdi evine dön! İnşaallah bir şey emrolunursa onu sana bildiririm." buyurdu.
Havle -radiyallahu anhâ- bu defa şikâyetini Allah-u Teâlâ'ya arzetmeye başladı.
Ellerini açtı, şöyle duâ ediyordu:
"Ey Allah'ım! Halimin perişanlığını, üzüntü ve tasalarımı, bu ayrılmanın üzerimdeki zahmet ve meşakkatini sana şikâyet ediyorum.
Körpe çocuklarım var. Onları ona bıraksam zâyi olacaklar, yanıma alsam aç kalacaklar.
Allah'ım! Şikayetlerim ancak sanadır!"
Hem duâ ediyor, hem ağlıyordu. O sırada Resulullah Aleyhisselâm'ı vahiy hali bürüdü. Vahyin şiddeti geçtikten sonra gülümseyerek doğruldu ve:
"Müjde yâ Havle! Allah-u Teâlâ ikiniz hakkında vahiy indirdi." buyurdu ve bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime'leri okudu.
"Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah'a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir. Allah sizin konuşmanızı işitir. Muhakkak ki Allah işitendir, bilendir." (Mücadele: 1)
Daha sonra Allah-u Teâlâ "Zıhar"ın hükmünü şöylece beyan etmiştir:
"İçinizden zıhar yapanların kadınları, onların anaları değildir. Onların anaları, ancak kendilerini doğuran kadınlardır." (Mücadele: 2)
Bu şekilde bir tesbit yapılmakla, zıhar yapan kocanın, karısı ile nikahının sona ermesi şeklindeki düşünce ortadan kaldırılmıştır.
"Şüphesiz ki onlar çirkin ve yalan bir lâf söylüyorlar." (Mücadele: 2)
Yalandır, çünkü hanımları, anaları değildir. Bununla beraber çirkin bir sözdür, çünkü zıhar kendisine nikâhı haram olan yakınının bir uzuvunu diline dolamak demektir.
Ayrıca Allah'ın helâl kıldığını haram kılmak gibi küstahlıkla Allah-u Teâlâ'nın haklarına tecavüzdür.
Fakat söylenince de bir hükmü olması gerekir.
"Bununla beraber şüphesiz ki Allah çok affeden çok bağışlayandır." (Mücadele: 2)
•
Daha sonra Allah-u Teâlâ bu çirkin sözün kefaret yolunu açıklamak üzere şöyle buyurdu:
"Hanımları hakkında zıhar yapıp da sonra söylediklerinden dönenler, birbirleriyle temas etmeden önce bir köle azad etmelidirler.
Size böylece öğüt verilmektedir. Allah işlediklerinizden haberdar olandır." (Mücadele: 3)
Öyleyse sizin için koymuş olduğu hükümlere uymaya devam edin, şer'î hudutlara riâyetten ayrılmayın.
"Kim de (buna imkân) bulamazsa, temas etmezden önce birbiri peşinden iki ay oruç tutmalıdır. Buna da gücü yetmeyen altmış fakiri doyurur. Bu, Allah'a ve O'nun Resul'üne iman etmenizden dolayıdır. Bunlar Allah'ın hudutlarıdır. Kâfirler için acı bir azab vardır." (Mücadele: 4)
•
Zıhar hakkındaki Âyet-i kerime'lerin inmesi üzerine Resulullah Aleyhisselâm Evs bin Sâmit -radiyallahu anh-e haber saldı. Gelince onunla konuştular:
- Yâ Evs! Zıhar hükmünden kurtulman için bir köle azad etmen gerekiyor.
- Yâ Resulellah! Köle azad etmeye gücüm yetmez ki!
- Öyleyse devamlı olarak iki ay oruç tutacaksın.
- Günde iki defa yemezsem, gözümün ışığı eksiliyor.
- O halde altmış fakiri doyurmalısın.
- Ona da gücüm yetmez. Meğer ki bana yardım etmiş olasın.
Resulullah Aleyhisselâm Evs -radiyallahu anh-e on beş ölçek zahire bağışladı. O da onunla altmış fakiri doyurdu.
Resulullah Aleyhisselâm daha sonra Havle -radiyallahu anhâ-ya "Kocan çok yaşlanmıştır. Onun hakkında Allah'tan kork! Ona karşı hayırlı olmanı, iyi davranmanı tavsiye ederim." buyurdu. Havle -radiyallahu anhâ- da "Öyle yapacağım." diyerek söz verdi.
•
Zıhar'ın rüknü: Zıhara delâlet eden sözdür. Bu ise kocanın hanımına "Sen bana anamın sırtı gibisin." sözüdür.
Zıhar'ın şartları: Akıllı, büluğa ermiş ve müslüman olan her koca zıhar yapabilir.
Zıhar'ın hükümleri: Kefaret vermeden önce mukarenet haramdır. Zıhar yapan koca kefaret vermeden önce hanımı ile mukarenette bulunsa, irtikap ettiği bu günahtan dolayı Allah-u Teâlâ'dan affını diler. Kefaret verinceye kadar da hanımından tekrar istifade edemez.
Zıhar kefareti: Bu kefaretin meşru oluşu Kur'an-ı kerim ve Sünnet-i seniyye ile sabittir.
Mücâdele sûre-i şerif'inin 3. ve 4. Âyet-i kerime'lerinde görüldüğü üzere; birbiri peşinden iki ay oruç tutulur. Oruç tutmaya gücü yetmeyenler sabahlı akşamlı altmış fakiri doyururlar. Altmış fakire birer fitre miktarı para vermesi de yeterli olur.
Kefaretin sahih olması için niyet şarttır. Çünkü kefaret, zekât gibi temizlenmesi vâcip olan mâli bir haktır, ameller niyetlerle sahih olur.
Bu kefaret ölümle, boşama ile veya herhangi bir şeyle düşmez.
Zıhar'da hâkim tarafından ayırma, sadece koca kefaret vermekten kaçındığı zaman olmaktadır.
Eşlerden biri İslâm dinini terk etse, talâksız aralarında ayrılık husule gelir. Mahkeme kararına lüzum yoktur. Nikâh kendiliğinden fesih oluverir.
Kadın müslüman olsa, kafir olarak kalan kocasına hâkim İslâm'a girmesini telkin eder. Müslüman olursa evlilikleri devam eder. İslâm'ı kabul etmezse, müslüman bir kadının kafirin yanında kalması câiz olmadığı için hâkim onları ayırır.