Asr-ı saâdette müslümanlar herhangi bir güçlükle karşılaştıkları ve dinin bir hükmünü anlayamadıkları zaman gelirler ve Resulullah Aleyhisselâm'a sorup öğrenirlerdi.
Resulullah Aleyhisselâm'ın ahirete irtihalinden sonra fetihlerle İslâm ülkesinin sınırları genişlemeye ve nüfusu çeşitlenip artmaya başladığında, fakih sahabeler yeni hadiseleri çözüme kavuşturmak için ictihada başvurmuşlardır.
Ashâb-ı kiram devrinde sonraki devirlere nispetle yeni meseleler ve bunlara bağlı hükümler çok değildi. Onlar yalnızca gerçekleşen hadiselere eğilmişler, onlara çözüm arama yoluna gitmişler, meydana gelmemiş hadiselerle ilgilenmemişlerdir. Aralarında görüş ayrılığı yok denecek kadar azdı.
•
Tabiin devrinde de ilimde derinleşmiş, salâhiyet ve ehliyete haiz âlimler, çözümü gereken meseleleri Kur'an-ı kerim ve Sünnet-i seniyye'ye başvurarak çözüme kavuşturdular.
Tabiin'den sonra talebeleri gelmektedir. Bunlara "Tebe-i tabiin" denir. Fıkhî mezheplerin ortaya çıkışı bunların dönemine rastlar.
Ashâb-ı kiram ve Tabiin devirlerinde "Rey"in büyük önemi vardı. Tabiin döneminde ictihad usülleri ortaya çıkmış, müslümanlar arasındaki ihtilâflar artmış, tartışmalar çoğalmış, çeşitli fırkalar ortaya çıkmıştı.
Müslüman ismini taşıyan veya müslüman olduklarını iddiâ ettikleri halde İslâm'ı içten yıkmaktan başka gayesi olmayan bir takım ifsatçılar uydurma hadisler yaymışlardır. Uydurulan bu sözleri sahih Hadis-i şerif'lerden ayırmak için İslâm âlimleri çok büyük gayret sarfetmişler, şâyân-ı hayret ölçüler koymuşlardır.
•
İslâm dini'nin hükümlerini en iyi bilen, en iyi açıklayan ve karşılaşılan yeni meselelere "Nass"ların rehberliğinde çözümler getiren bazı büyük âlimlerin etrafında topluluklar teşekkül etmeye başladı. Kitap ve Sünnet'ten hüküm çıkarmak kudretinde olmayan kimseler, haliyle bu kudrette olan müctehidlere tâbi oluyorlardı. Bu topluluklar giderek mezhep haline geldi. Böylece Hanefî, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezhebi gibi Fıkhî mezhepler ortaya çıktı.
Hasan Basrî, Evzâî, Sevri, Taberi... gibi çok değerli müctehidler gelmişse de, bugün umum olarak mezheplere saldırıldığı için, dört büyük mezhep üzerinde duruyoruz. Çünkü ehl-i dalâlet mezheplerle çok oynuyor.
•
İhtilâflardan sonra doğan görüş ayrılıkları dinin özüne âit değildir. Bunlar anlayış farklarından umumi hükümleri hususi meselelere tatbikten ibarettir. Değişik meselelerde ihtilâf eden müctehidler daima "Nass"lara bağlı kalmışlardır. Bunlar Ashâb-ı kiram'ın sözlerine muhalefette bulunanlara müsamaha etmezlerdi. Çünkü Ashâb-ı kiram vahyin gelişini ve tatbik edilişini görmüşler, yaşamışlar, öğrendiklerini Resulullah Aleyhisselâm'dan almışlar ve kendilerinden sonra gelenlere titizlikle öğretmişlerdir.
İslâm dini'nde Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerle açık olarak emredilen ve üzerine icmâ edilen meselelerde ihtilâf yoktur. Hakkında icmâ olan dinin hükümlerinden herhangi birini inkâr eden kimse dinden çıkar ve kâfir olur.
Mezheplerdeki cüz'î ihtilâflar Din-i mübin'in uygulama alanı ile ilgili hükümlerine yani "Fürû"a âittir. Büyük müctehidler, ihtilâfların sebeplerini büyük bir titizlikle araştırmışlar, çözüm bulmak için gayret sarfetmişlerdir.
Mühim olan Allah-u Teâlâ'nın hükmüdür, şahsın hükmü yoktur. Yaratan da, yaşatan da, hüküm veren de ancak Allah-u Teâlâ'dır.
Müctehid imamlar ilmin en derunî noktalarına vardıkları için, Kur'an-ı kerim ve Hadis-i şerif'leri en iyi anlayan onlardır.
Din-i mübin'i aslından çıkarmamak için ölüme razı olmuşlar. Canlarını dahi ortaya koymuşlar, bir çok eziyetler çekmişlerdir.
Bunlar dinde yıldız gibi, kibrit-i ahmer gibidir. Müctehid imamlar Kur'an-ı kerim ve Hadis-i şerif'lerde açıkça beyan edilen hususlarda hiçbir zaman ihtilâfa düşmemişlerdir. İctihatlarını yaparken bu iki kaynağı esas almışlardır.
Kur'an-ı kerim ve Hadis-i şerif'lerde geçen bazı ahkâmın uygulanması için te'viller yapmışlardır.
•
Mezheplerin ortaya çıkışına ve ümmet-i Muhammed'e rahmet oluşuna bazı misaller verelim.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Her kırk koyundan bir koyun zekât vermek gerekir." (Tirmizî. Zekât: 4)
Hanefî ulemâsı koyunun aynî olarak veya kıymetinin verilmesini söylemişlerdir. Çünkü zekâtın farz olmasındaki gaye, fakirin ihtiyacının giderilmesidir. Fakir koyuna mahtaçsa koyun, kıymetine muhtaçsa kıymeti verilir. Yani kırk koyunu olan ve zekât vermekle mükellef bulunan bir kimse, bir koyunun kıymetini vererek, zekât vecibesini yerine getirmiş olur. Bu koyunlardan birini aynî olarak vermesi gerekmez.
Şâfiî ulemâsı ise bunun uzak bir tevil olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Hadis-i şerif'in zâhirinden anlaşılan mânâ, aynî olarak koyunun verilmesi gerektiğidir. Zira Resulullah Aleyhisselâm bunu hususi olarak zikretmiştir. Onun içindir ki Şâfiî ulemâsı koyunun yerine kıymetinin verilmesini geçerli saymamıştır. Bu hususta Malikîler de Hanbelîler de Şâfî ulemâsının görüşünü paylaşmışlardır.
Bu Hadis-i şerif Muaz bin Cebel -radiyallahu anh- tarafından Yemen'de vali iken şu şekilde uygulanmıştır.
Yemenlilere "Darı veya arpa yerine, bana hamîs (beş zira uzunluğunda elbise) veya kullanılmış elbise getiriniz. Bu sizin için daha kolaydır. Medine'deki Resulullah Aleyhisselâm'ın ashabı için daha faydalıdır." demiştir.
O, zekât toplarken, zekâtı çıkarılan malın aynı cinsten olması yerine elbise almıştır. Yemen'de elbise bol, Yemenliler'in ise elbise vermesi kolaydı. Medine'de ise elbise az olduğu için Ashâb-ı kiram elbiseye muhtaçtı.
Bu uygulamanın hikmeti ise fakirlerin yiyecek, içecek ve giyecek gibi değişik ihtiyaçlarını temin etmeye yöneliktir. Öyleyse zekât olarak malın kıymetinin verilmesi, bu ihtiyaçların karşılanması bakımından daha faydalıdır.