Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
Başyazı - İmanı Mahveden Kalbî Hastalıklar - Ömer Öngüt
İmanı Mahveden Kalbî Hastalıklar
Başyazı
İsmail Yavuz
1 Ocak 2010

 

"Onların Kalplerinde Hastalık Vardır."
(Bakara: 10)

"Kalplerinde Hastalık Bulunanların: '(Devir Onların Lehine Döner de) Bize Bir Musibet Erişir Diye Korkuyoruz.' Diyerek Onların Arasına Koşuştuklarını Görürsün. Umulur ki Allah Bir Fetih Ya da Kendi Katından Bir Emir Getirir de Böylece Onlar İçlerinde Gizledikleri Şeyden (Nifaktan) Dolayı Pişman Olurlar."
(Mâide: 52)

"Allah'a ve Peygamber'ine Muhalefette Bulunanlar, Kendilerinden Öncekilerin Alçaltıldığı Gibi Alçaltılacaklardır."
(Mücâdele: 5)

"Kim Bir Hata veya Bir Günah İşler de Sonra Onu Bir Suçsuzun Üzerine Atarsa, Muhakkak ki Büyük Bir İftira ve Apaçık Bir Günah Yüklenmiş Olur."
(Nisâ: 112)

"Velilerimden Birisine Düşmanlık Eden Kimseye Ben Harp İlân Ederim."
(Hadis-i Kudsî)

İMANI MAHVEDEN KALBÎ HASTALIKLAR

 

"Kötülüklerin Zâhir ve Bâtın Olanlarından (Açığından Gizlisinden) Uzak Bulununuz." (En'âm: 151)

"Rabb'inin huzurunda durmaktan korkan ve nefsini hevâ ve hevesten alıkoyan kimseye gelince, şüphesiz ki cennet onun varacağı yerin tâ kendisi olacaktır." (Nâziât: 40-41)

"Yoldan çıkanların barınacakları yer ateştir. Ne zaman oradan çıkmak isteseler, yine oraya döndürülürler. Onlara: "Yalanlamakta olduğunuz ateş azabını tadın!" denir." (Secde: 20)

"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" (Furkân: 43)

 

Allah-u Teâlâ "Onların kalplerinde hastalık vardır.", "Maraz vardır." buyuruyor. Maraz olduğundan kalbi bozuluyor.

"Onların kalplerinde hastalık vardır. Allah da onların hastalıklarını artırmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle onlara elem verici bir azap vardır." (Bakara: 10)

Âyet-i kerime ile işaret buyurulan bu korkunç hastalıklar, tedavi edilmezse insanın ebedî ahiret hayatını öldürdüğü için çok tehlikelidir.

Kin, kibir, gadap, şehvet, haset, riyâ, tamah, ucb, maksat, menfaat gibi kötü sıfatlar kalp hastalıklarıdır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"Kötülüklerin zâhir ve bâtın olanlarından (açığından gizlisinden) uzak bulununuz." buyuruyor. (En'âm: 151)

Bir kimsenin ihlâsı ortadan kalkarsa, niyetini bozar, maksat menfaat arzusuna dalarsa, artık o yolunu değiştirmiştir. Kalbi bozulmuştur.

Bu gibileri Hazret-i Allah tasarrufundan ayırıyor.

"Onlar Allah'ı unuttular, Allah da onları unuttu. Münafıklar fâsıkların tâ kendileridir." (Tevbe: 67)

Zira Hazret-i Allah sevdiği seçtiği kulunu hıfz-u himayesinde, tasarruf-u ilâhiye'sinde bulundurur. Korur ve muhafaza eder. Diğerleri ise hıfz-u himayeden çıktığı için şeytan yuları takar, alır götürür.

Müslümanken, paraya, dünyaya, makam-mevki sevdasına kapılır. Bir de bakmışsın dünyevî ihtirasları için, "Ben olayım" sevdası için imanını kenara bırakmıştır. Kaymıştır. Dökülmüştür.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde kalplerinde hastalık bulunanları münafıklarla birlikte zikretmiştir:

"O sırada münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar: 'Bunları dinleri aldatmış!' diyorlardı. Halbuki kim Allah'a tevekkül ederse, bilsin ki Allah yegâne galip ve hikmet sahibidir." (Enfâl: 49)

Binaenaleyh ihlâs kaybolduğu zaman o kimseye nefis ve şeytan nüfuz etmeye başlar.

"Böylece Allah şeytanın attığı vesveseleri, kalplerinde hastalık bulunan ve kalpleri kaskatı olan kimseler için bir imtihan vesilesi yapar. Zâlimler, gerçekten derin bir ayrılık içindedirler." (Hacc: 53)

Kalp bozulduğu zaman iyiyi kötü görmeye başlar. Nefsi yaptıklarını hoş gösterir. Her türlü vesvesenin peşine takılır.

"Kalplerinde hastalık bulunanlar ve kâfirler: 'Bu misalle Allah neyi kastetmiştir?' desinler. İşte Allah dilediğini böyle şaşırtır, dilediğini doğru yola eriştirir. Rabb'inin ordularını ancak kendisi bilir." (Müddessir: 31)

Bu gibi kimseler Allah ve Resul'ü hakkında, varisleri hakkında sûizanda bulunurlar.

"Hani o zaman münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar: 'Allah ve Resul'ü bize sadece kuru vaadlerde bulundular.' diyorlardı." (Ahzâb: 12)

Bu sûizanlarını gizlerler. Ancak Allah-u Teâlâ onların kalplerinde gizlediklerini ortaya çıkarmaktan aciz değildir.

"Kalplerinde hastalık olanlar, yoksa onların kinlerini Allah'ın aslâ dışarı vurmayacağını mı sandılar?" (Muhammed: 29)

Kalplerinde hastalık bulunanlar ifsat ve bölücülük yaptıkları gibi hainlik yapmaktan da çekinmezler.

"Kalplerinde hastalık bulunanların: '(Devir onların lehine döner de) bize bir musibet erişir diye korkuyoruz.' diyerek onların arasına koşuştuklarını görürsün. Umulur ki Allah bir fetih ya da kendi katından bir emir getirir de böylece onlar içlerinde gizledikleri şeyden (nifaktan) dolayı pişman olurlar." (Mâide: 52)

Kalpte maraz olduğu zaman her kötülük husule gelir.

Kişi ancak Allah-u Teâlâ'nın kurtarması ile kurtulur. Ancak Allah için hareket edenleri, Allah-u Teâlâ uyandırır, ikaz eder, yolunu gösterir. Onlara hakikati bildirir, duyurur. Onları nefis ve şeytanın hilelerinden kurtarır. Nefsin ayrı hilesi vardır, tükenmez; şeytanın ayrı tuzakları vardır, bitmez. Fakat Allah-u Teâlâ bir kula lütfuyla tecellî ederse bütün bu hileler ve tuzaklar hükümsüzdür.

"Ey Rabb'imiz! Bizi doğru yola hidayet ettikten sonra kalplerimizi saptırıp döndürme. Bize kendi nezdinden bir rahmet ver. Şüphesiz ki bağışı en bol olan sensin." (Âl-i imrân: 8)

Nefis Kur'an-ı kerim'de öncelikle, tek tek kişilerin kendileri mânâsında kullanılır.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"O gün her nefis iyilik ve kötülük olarak ne işlemişse önünde hazır bulur." (Âl-i imrân: 30)

Diğer birçok Âyet-i kerime'lerde:

"Enfüsüküm=kendiniz",

"Enfüsühüm=kendileri"

Gibi ifadelerde "Nefis" hep tek tek kişilerin "Ene" si mânâsındadır.

Ruh gibi nefis de insanın yaratılışında mevcuttur. Toprak, su, hava ve ateşten teşekkül etmiş zulmânî bir buhardır. Karın boşluğunda bulunur, kumandası secde yeridir, bütün vücuda oradan kumanda etmek ister.

Ruh ile nefis vücutta ayrı ayrı yer tutmuşlardır. Nefsin hayatı da ruh iledir.

Nefis süfliyattan, ruh ise ulviyattan yaratılmışlar-dır. Nefis ahlâk-ı zemime, ruh ise ahlâk-ı hamide ile techiz edilmiştir. Ruh çok lâtiftir, çok âlî, çok yüksek makamdan gelmiştir.

Bu karanlık cesetle birleşmeden önce terakki edemiyordu. Cesette nefis ile bir araya gelince mücadele başladı ve yükselebilme kuvvetini elde etti.

Ulvî olan ruh, süflî olan nefis birbirinin zıddıdırlar. Allah-u Teâlâ ruhu nefse âşık etmek suretiyle, ikisini bir arada barındırmıştır. Eğer ruh nefse aldanıp onun boyasına girerse, asliyetini ve ulviyetini kaybeder, onun gibi kararır ve onun esiri olur. En ulvî makamdan geldiği halde, kendisini unuttuğu için Yaratan'ını da unutur. Vücutta hakimiyeti nefis eline geçirir, bütün icraatlarını rahat bir şekilde yapar.

Nefsin tabiatında şehvete, günaha ve kötülüğe meyil vardır. Gücünü hep o yönde kullanır. Onun özelliği böyle olduğu için, insanoğlu sırf kendi nefsine kalırsa, her türlü fenalığa sürüklenir.

Ukbe bin Âmir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Vallahi ben, vefatımdan sonra Allah'a şirk koşmanızdan korkmuyorum, fakat nefislerinize uymanızdan korkuyorum." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 661)

Nefis yedi başlı bir ejderdir. Haset, riyâ, kin, kibir, şehvet, gadap, yalancılık... gibi hayvânî sıfatlardan hangi sıfatta kişiyi yakalarsa, onu alır cehennemin ortasına kadar götürür. Tahribatı dış düşmandan daha büyüktür. Eğer dizginlenmezse Allah-u Teâlâ'nın koyduğu hudutları aşar, gayesine ulaşır. Bu hudutları aşan kimse, kendisini uçurumdan attı demektir.

Bir Hadis-i kudsî'de:

"Nefsine düşman ol. Çünkü o bana karşı düşmanlık ve harp ilân etmiştir." buyuruluyor.

Kişi onun hakkını ona vermeli ve yoluna devam etmelidir. Ve fakat onun arzusuna kapılmamalıdır.

Nefis her iyiliğe engel olmak isteyen, her kötülüğün kapısını açan arkadaştır. Kişinin bu dünyada da arkadaşıdır, kabirde de arkadaşıdır, mahşerde de arkadaşıdır, cennette ve cehennemde de arkadaşıdır.

Nefsin arzu ettiğini yapmamakla muvaffak olunur. Nefsin arzusu ile Hakk yoluna giderken dahi, kişinin arkadaşı nefistir ve şeytandır.

Nefis nuru çamurla örtmek ister. Uykudan uyanınca, çamur kalkınca kendisini görür.

Kişi kendisinin Allah yolunda mücadele ettiğini zanneder, beşeriyeti irşada kalkar ve fakat kendi nefsi onu işgal etmiştir de bilmez.

Fakir der ki:

"Ey zâhid!... Fethetmek için seni kuşanmış görüyorum. Fakat sen fethedildiğini bilmiyorsun. Evvelâ kendi içine dön. İçindeki düşmanını öğren. Evini ve odalarını işgaliyetten kurtar."

Hakiki imana sahip olabilmek için nefisle mücadele etmek gerekir.

Kişiler ilk önce kendilerini düzeltmeli, iyiliği emir ve kötülükten men etmeye önce kendi nefislerinden başlamalı; başkalarından önce kendilerini düzeltmeye çalışmalıdırlar. En efdal cihad budur.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"İnsanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz?" buyuruyor. (Bakara: 44)

Öğüt verme durumunda olan bir kimsenin, söylediklerinden önce kendisi tarafından yaşanmasının sözden daha çok tesirli olduğu bir gerçektir.

Bildiğiyle amel etmeyen, sözleriyle icraatları birbirini tutmayan bu gibi kimseler hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurur:

"Ey iman edenler! Yapmadığınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmadığınız şeyleri söylemeniz Allah katında büyük bir gazaba sebep olur." (Sâff: 2-3)

Allah katında en makbul ilim, amel edilen ilimdir. Amelsiz ilim vebalden ibarettir. Yalnız öğrenmekle iktifa edenler âlim değil, ilmin kabıdır.

Üsâme -radiyallahu anh-den rivâyet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde ise Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:

"Kıyamet günü bir kişi getirilip cehenneme atılır. Bağırsakları karnından dışarı fırlar ve o haliyle değirmen döndüren merkep gibi döner. Cehennem halkı onun yanına toplanır da: 'Ey filân! Bu ne hâl? Sen bize iyiliği emredip, kötülükten alıkoymaya çalışmaz mıydın?' derler. O da: 'İyiliği emrederdim de kendim yapmazdım, kötülükten vazgeçirmeye çalışırdım da onu kendim yapardım.' cevabını verir." (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 1351)

Onun bu durumu, etrafına ışık verip kendisini yakan muma benzer.

Ahmed Rufâî -kuddise sırruh- Hazretleri bu hususta şöyle buyurmuştur:

"Unu elersin aşağıya düşürürsün, kepeği kendine bırakırsın."

Kişi İslâm'ı hayatında yaşamıyor, başkasına yaşamasını söylüyor. Onun içindir ki sözleri hiç tesir etmiyor. Kendisi yaşamış olsa, söz bile söylemeden, onun hâli numune olur. İnsanlar onun hâlinden istifade ederler, yollarını doğrulturlar.

Yaşamayıp sadece konuştuğu zaman birisi onun durumuna bakar, "Bunun hareketleri zaten eğri, sözünden ne hayır gelir?" der, yol arayan insanı dahi yoldan çıkarmış olur.

Nefis kendisine yapılan nasihatleri kabul etmediği gibi, ona perde vurmak için güzel sözler söyler. Fakat o güzel sözler kendi ayıbını perdelemek içindir. Nefis onu öyle yaptırıyor, o da onun doğru olduğunu zannediyor ve kabul ediyor. Çünkü o perdenin kalkacağı günü bilmiyor. Yarın perde kalktığı zaman, bütün yapılan işler ortaya çıktığı zaman, nedâmetin çokluğu, faydasının hiç yokluğu görüldüğü zaman sen meydanda kaldın! Ne nefis kaldı, ne de örtüsü kaldı. Hakk ile başbaşa kaldın! İşte insanların aldandığı nokta burasıdır.

Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde insanların kendilerini temize çıkarmalarını yasaklamakta ve şöyle buyurmaktadır:

"Kendinizi beğenip temize çıkarmayın. Çünkü O, kötülükten sakınanı daha iyi bilir." (Necm: 32)

İyiler de kötüler de gün gelecek Hakk'ın huzurunda seçileceklerdir.

Henüz âkıbetini görmeyen ve kaderin sırrını bilmeyen insan için, böyle bir iddiâ ile böbürlenmesi çok tehlikeli bir sonuçtur, cehalet ile düşüştür.

Nefisle başbaşa kalıp muhasebe yaptığımız zaman, bir değeri olup olmadığını ona duyurmak için, onu kalp paraya tahvil ederiz. "Ey nefis! İşte sen busun, senin bu kadar bile değerin yok!" deriz. Geçmez parayı çocuk bile almıyor, oraya buraya atıyor.

İhlâs nokta-i nazarından nefisle muhasebe yapıldığı zaman, bu gibi ince hesaplar ortaya çıkar. Hem dalâlet içinde yüzerken, hem de kişinin kendisini beğenmeye kalkışması helâk olmak demektir.

 

ALLAH-U TEÂLÂ'YA VE RESUL-İ EKREM'İNE
İTAAT ETMEK

Gönüldeki gerçek imanı açığa çıkaran en büyük ölçü, en büyük delil; Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a itaat etmek, hükümlerine rıza göstermektir. İnananlar tereddüt etmeksizin boyun eğerler. Bu ise Allah-u Teâlâ'ya ve O'nun aziz Peygamber'ine karşı takınılması gereken edeb tavrıdır.

Âyet-i kerime'sinde buyuruyor:

"Aralarında hüküm verilmek üzere Allah'a ve Peygamber'ine çağrıldıkları zaman, müminlerin sözü sadece "İşittik, itaat ettik!" demekten ibarettir. İşte saâdete erenler onlardır.

Kim Allah'a Peygamber'ine itaat ederse, Allah'tan korkar ve O'ndan sakınırsa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Nûr: 51-52)

Buradaki itaatın mânâsı; bütün ilâhî emirlere uymak ve yasak edilen şeylerden de tamamen sakınıp çekinmek demektir. İtaat etmek farz olup, aykırı hareket etmek ise haramdır.

Âyet-i kerime'lerde:

"Eğer siz gerçekten müminler iseniz, Allah'a ve Peygamber'ine itaat ediniz." (Enfâl: 1)

"Kim Allah'a ve Peygamber'ine itaat ederse, o gerçekten büyük bir kurtuluşa ermiştir." buyuruluyor. (Ahzâb: 71)

Allah-u Teâlâ ile Peygamber'i arasında ayrılık gayrılık düşünülemez. Resulullah Aleyhisselâm'a itaat, Allah-u Teâlâ'ya itaatın yolu, hatta bizâtihidir.

Allah-u Teâlâ ona itaat etmeyi, kendisine yapılacak itaatla birlikte emretmiştir. Ona yapılan itaatı kendisine yapılan itaat, ona muvafakatı kendisine muvafakat gibi saymıştır.

Âyet-i kerime'sinde:

"Peygamber'e itaat eden, muhakkak ki Allah'a itaat etmiş olur." buyurmuştur. (Nisâ: 80)

Bunun da yegâne sebebi; kendi arzusu ile konuşmaması, konuştuğunun da ancak kendisine vahyedilenlerden ibaret oluşudur.

İhtilafların çözümünü Hazret-i Allah ve Resul'üne -sallallahu aleyhi ve sellem- arzetmek ilâhi bir emirdir.

"Herhangi bir şey hakkında anlaşmazlığa düşerseniz, onu hemen Allah'a ve Peygamber'e arzedin. Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız." (Nisâ: 59)

Allah-u Teâlâ, ihtilafların çözümünde, Allah'ın kitabı ile Resul'ünün sünnetinden başka şeyleri hakem kılmak isteyenleri münafık olarak vasıflandırmaktadır:

"Onlara 'Allah'ın indirdiği Kur'an'a ve Peygamber'e gelin!' denildiği zaman, münafıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün." (Nisâ: 61)

İman edip itaat edenlere bitmez-tükenmez mükâfatlar vâdetmiştir:

"Kim Allah'a ve Peygamber'e itaat ederse, işte onlar Allah'ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle, sâlihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel birer arkadaştırlar. İşte itaatkârlara yapılan bu ihsan Allah'tandır. Her şeyi bilici olarak Allah yeter." (Nisâ: 69-70)

İtaat etmeyenlere ise en çetin azabla azap edeceğini beyan buyurdu:

"Allah'a ve Peygamber'ine muhalefette bulunanlar, kendilerinden öncekilerin alçaltıldığı gibi alçaltılacaklardır." (Mücâdele: 5)

Cehennem halkı, cehennemin çılgın alevleri arasında yanıp dururken, dünyada iken Hazret-i Allah'a ve Muhammed Aleyhisselâm'a itaat etmiş olmalarını candan arzu edecekler:

"Eyvah bize derler, keşke Allah'a itaat etseydik, Peygamber'e itaat etseydik." (Ahzâb: 66)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:

"Hakk katında insanların mükerrem ve muhteremi takvâ ve tâatı çok olan kimsedir." (Buhârî)

"Cenâb-ı Allah kendine itaat eden kimseyi her şeyden korur." (Câmiu's-sağir)

"Kavim ve kabilesi olmadığı halde şeref ve yücelik arzu edenler takvâ ve tâata devam etsinler." (Münâvî)

"Cenâb-ı Allah'a itâatkâr ve takva sahibi olandan başka kimse gerçek akıllı değildir." (Münâvî)

"Ümmetimin cümlesi cennete dahil olur, ancak bana itaat etmeyenler, (yâni onlar itaatsizlikleriyle uygun bir zaman için) cehennem ateşi ile azab olunurlar." (Buhârî)

"Bana itaat eden cennete girecek, etmeyen direnmiş kaçınmış sayılacak." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2171)

 

KUR'AN-I KERİM'İN HÜKÜMLERİNE
UYGUN HAREKET ETMEK

Kullarını cehâlet ve dalâlet karanlığından kurtarmak için Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'a peygamberlik müddeti esnasında zaman zaman ve çeşitli vesilelerle, ilâhi bir nûr, ilâhi bir düstur ve bir ahlâk fermanı olan Kur'an-ı Âzimüşan'ı ihsan buyurmuştur.

Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:

"İndirdiğimiz bu Kur'an, feyz kaynağı mübarek bir kitaptır. Ona uyun, emirlerine bağlanın ve Allah'tan korkun. Tâ ki merhamet olunasınız." (En'âm: 155)

Allah-u Teâlâ eşi-ortağı olmayan tek ve benzersiz bir ilâh olduğu gibi Kelâm-ı kadim'i de diğer söz ve kitaplara nispette eşsiz ve benzersizdir.

1400 yıldan bu yana Kur'an-ı kerim'in bir benzeri ortaya konmamıştır, kıyamete kadar da beşer bundan âciz kalacaktır.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:

"Kur'an'a sımsıkı sarılınız, onu önder ve rehber tutunuz. Zira o, âlemlerin Rabb'i olan Allah'ın mübarek kelâmıdır. O'ndan geldi ve yine O'na varacaktır." (C. Sağir)

"Allah'ın Kitab'ına sımsıkı sarılın. Helâlini helâl bilip işleyin, haramını haram bilip terkedin." (Taberânî)

Kur'an-ı kerim; Allah-u Teâlâ'nın varlığına, birliğine, sıfatlarına, meleklere, peygamberlere, kaza ve kaderin mânâsına, ölümden sonraki âhiret hayatına dair inanç meselelerini ihtiva eder, en güzel şekilde açıklığa kavuşturur.

Müslümanların yapmaları gereken namaz, oruç, hacc, zekât... gibi ibadet ahkâmını bildirir.

Fertler arasındaki münasebetleri düzenleyen ticaret, miras, nikâh... gibi hükümleri ihtiva eder.

Adam öldüren, yol kesen, hırsızlık yapan, zina eden kimseler hakkında verilecek cezalarla ilgili hükümler vardır.

İnsanlarla iyi geçinme, ana-babaya hürmet, iyiliği emretme, kötülükten sakındırma... gibi ahlâkî hükümleri ortaya koyar.

Dünya saadetine ahiret selâmetine ulaştıracak nasihat ve tavsiyeler yer alır.

Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'in kıssalarından, geçmiş milletlerin yükseliş ve helâk oluşlarından bahseden ve bizim ibret almamızı sağlayan Âyet-i kerime'ler vardır.

Hükmü kıyamete kadar devam edecek ve insanlığın bütün ihtiyaçlarını karşılayacaktır.

İslâm dininden saparak nifaka düşenler ve nifak çıkaranlar Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lere istinad ve itibar etmezler. Sadece kendi zanlarına ve çıkarlarına bakarlar.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"İşte böyle... Çünkü onlar Allah'ın indirdiğinden tiksinip hoşlanmamışlardır." (Muhammed: 9)

Hazret-i Allah'ın indirdiğinden hoşlanmayıp tiksinenler İslâm gibi görünürler ve fakat küfre hizmet ederler ve onlarla ünsiyet kurarlar, onlarla birlik olurlar. Dünyaya taparlar. Gayeleri madde, menfaat ve şöhrettir. Şöhret ise bir âfâttır.

Gerçek müslümanlarla aslâ ülfet etmezler ve müslümanları alaya alırlar.

Onlar Allah-u Teâlâ'nın hükümlerinden hoşnut olmadıkları için böyle yapıyorlar. Âyet-i kerime'ler karşılarında açık açık okunduğu halde ikrah ettikleri görülüyor.

"Bunun için Allah onların amellerini boşa çıkarmıştır." (Muhammed: 9)

Çünkü amellerin kabulü için asıl ve esas olan imandır. Onlar ise bu imandan mahrum kimselerdir.

Allah-u Teâlâ onların hidayetten mahrum kalmalarının sebebini beyan etmek üzere Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:

"Hayır! Zulmedenler körü körüne heveslerine uymuşlardır." (Rûm: 29)

Onlar ahkâm-ı ilâhi'ye gözü yumuk baktılar. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'ler önlerine serildiği halde hafife aldılar, kendi zan ve tüzüklerine uydular. Madde ve menfaate taptılar, dünyayı ahirete tercih ettiler.

"Allah'ın saptırdığı kimseleri kim doğru yola eriştirebilir? Onların yardımcıları da yoktur." (Rûm: 29)

Delilsiz ve ilimsiz olarak kendi bâtıl yollarına gittikleri için İslâm hududundan çıktılar. İradelerini şerre sarfettiler. Allah-u Teâlâ'nın dalâlete düşürdüğü kimseyi hiç kimse hidayete erdiremez. Onların müstehak oldukları azaptan kurtaracak yardımcıları da yoktur.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde insanların yalnızca kendi dinine yönelmelerini emir buyurmaktadır:

"Hakk'a yönelerek kendini Allah'ın insanlara yaratılıştan verdiği dine ver." (Rûm: 30)

Allah-u Teâlâ kullarını İslâm'ı kabul edecek ve onu inkâr etmeyecekleri bir kabiliyete sahip olarak yaratmıştır. Her insan İslâm fıtratı üzere dünyaya gönderilmektedir. İnsanlar bu fıtratta sebat etmelidirler. Allah'ın dininden uzaklaşıp başka yollara yönelirlerse, fıtratlarına aykırı hareket etmiş olurlar.

"Zira Allah'ın yaratışında bir değişme yoktur." (Rûm: 30)

Allah'ın yaratışının benzeri ve karşılığı yoktur. İnsanlar kaybettikleri bu kabiliyeti hiçbir şey ile yerine koyamazlar. Allah-u Teâlâ'nın yarattığı fıtratın aksine din uydurmaya hiç kimse sahib-i salâhiyet değildir. İnsanların bu dine muhalefet etmesi aslâ düşünülemez.

"Bu, dimdik ayakta duran bir dindir." (Rûm: 30)

Dimdik ayakta durmak ne demek? Allah-u Teâlâ indirdi, hükmü ile emri ile indirdi. Bu din O'nun şeriatıdır. Ancak bu din ile amel edilir. Bu din ile amel eden müslümandır, bu din ile amel etmeyenler; inkâr etmezse fâsıktır, inkâr ederse kâfirdir. Bu dini bozmaya ve yıkmaya çalışmak, kâfirin küfür alâmetlerinden birisidir.

İnsan aklı kendi başına bırakılmış olsa, başka bir din seçemez. Hak dinden sapan bir insan ise insan ve cin şeytanlarının azdırmaları sonucu sapar.

"Fakat insanların çoğu bilmezler." (Rûm: 30)

Bu ilâhi nimetin kıymetini ve ulviyetini takdir edemezler, heva ve heveslerine uyarak bâtıl yollara saparlar.

Bunun içindir ki bunlar kendi zanlarını esas olarak tutarlar. Hakikatin o olduğunu zan ve iddiâ ederler. Hakikati yalnız kendilerinin bildiğini, başka kimsenin bilmediğini zannederler.

Ve böylece hem kendilerini hem de başkalarını gerçekten sapıtırlar. Niçin? Hazret-i Allah'ın âyetlerini ve ahkâmını hiçe saydıkları, kendi zanlarını esas tuttukları için.

"Hepiniz O'na yönelin ve O'ndan korkun, namaz kılın, müşriklerden olmayın." (Rûm: 31)

Allah-u Teâlâ kullarının kendisine yönelmelerini, yalnız kendisinden korkmalarını ve kulluk yapmalarını, nefislerini ilâh edinmemelerini emir buyuruyor. Zira bu bir şirktir, yapan müşriktir. Kim ki bu emr-i ilâhi'yi dinlemezse, onun Hazret-i Allah ile ve İslâm dini ile ne ilgisi kalır?

"Onlar ki dinlerinde ayrılığa düşüp fırka fırka oldular. Her bölük her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan (din veya kitapla) sevinmektedir." (Rûm: 32)

Bu Âyet-i kerime'de de Allah-u Teâlâ, dinlerinde ayrılığa düşüp fırka fırka olan bölücülerin müşrik olduğunu ve tuttukları yoldan memnun olduklarını beyan buyuruyor.

Kendi yanında bulunan dinden murad, yaptıkları isimdir. Kitapları ise kendi zanlarına göre uydurdukları hüküm ve tüzükleridir. Bunun böyle olduğunu çok iyi bilin.

 

ALLAH-U TEÂLÂ'NIN
SEVDİKLERİNİ SEVMEK

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:

"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve sâdıklarla beraber olun." (Tevbe: 119)

Bu emr-i şerif'e uyarak bir Mürşid-i kâmil aramak vâciptir.

"Sâdıkîn"den murad "Mürşidûn" yani mürşidler olduğu "Bahr-ul Hakâyık" tefsirinde beyan buyurulmuştur.

Allah-u Teâlâ'nın veli kullarının cümlesine hürmet edip sevgi beslemelidir. Zira onlar Hakk'ın sevdiği ve muhabbet için seçtiği kullarıdır.

Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Biz kimi dilersek onu derece derece yükseltiriz." (En'âm: 83)

İşte bunlar bu derecelere yükselttiği kullardır. Gerçek bahtiyar insan bunlardır.

Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"Bize kendi katından bir veli ver, bize kendi katından bir yardımcı ver." (Nisâ: 75)

Bazı zevât-ı kiram bu Âyet-i kerime'yi:

"Bize senden sana gitmemizi gösterecek, bize kılavuzluk edecek bir veli ver." şeklinde mânâlandırmışlardır.

Veli; dost, sevgili, ermiş gibi mânâlara gelir. "Evliyâullah" Allah-u Teâlâ'ya dost olanlardır.

Velâyet ise; Allah-u Teâlâ'nın kulunu, kulun Mevlâ'sını dost edinmesi, Hâlik ile mahlûk arasındaki karşılıklı sevgi ve dostluk demektir. Kulun Hakk'ta fâni olup O'nunla bekâ bulmasından ibarettir.

Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"Allah müminlerin dostudur." (Âl-i imrân: 68)

Allah-u Teâlâ'nın kuluna yakınlığı dünyada ona lütfedeceği mârifeti ile, ahirette de rıdvan ile vukua gelir. İlim ve kudretiyle yakınlığı bütün insanlara şâmildir, ünsiyeti ile yakınlığı ise velilere hastır.

Saîd bin Cübeyr -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e evliyâullahın kimler olduğu sorulduğunda şöyle buyurmuştur:

"Onlar öyle kimselerdir ki görüldüklerinde Allah zikrolunur, onları gören Allah'ı hatırlar." (Câmiüs-sağîr)

Bu Hadis-i şerif'e göre Allah dostlarının sîret ve halleri Allah-u Teâlâ'yı akla getirir. Çünkü onlarda edep, hayâ, huzur, huşu ve tevâzu alâmetleri dikkati çeker.

"Yüzlerinde secde izinden nişanları vardır." (Fetih: 29)

Âyet-i kerime'si bu hususa işaret eder.

Onlarla bulunan, sohbetlerinden istifade eden, öğüt ve irşadları istikametinde Allah-u Teâlâ'ya kulluk vazifelerini ifâya çalışan kimseler, bu Hadis-i şerif'in sırrını onlarda açıkça görürler.

Amr bin Cemuh -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i kudsî'de ise Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Kullarımdan benim velilerim ve halkımdan sevdiklerim o kimselerdir ki, benim zikrimle zikrolunur ve zikirleri ile ben zikrolunurum." (Râmuz el-Ehâdis)

Yüz yirmi dört bin peygambere mukabil her asırda yüz yirmi dört bin veli bulunur.

Allah-u Teâlâ veli kulları hakkında:

"İyi bilin ki, Allah'ın veli kulları için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklar." buyuruyor. (Yunus: 62)

Allah korkusu her korkuyu silmiş olduğu için başka korku kalmamıştır. İlerisi daha güzel olduğu için de geçmiş ile ilgili hüzün yoktur, müjdeler vardır.

"Onlar iman edip takvâya ermiş olanlardır." (Yunus: 63)

Velâyet nurları üzerlerine akseder durur. Tam bir iman ile ilâhî emirleri ve hükümleri ifâya devam ederler. Her türlü haram ve şüpheli şeylerden sakınırlar.

"Dünya hayatında da âhirette de onlar için müjdeler vardır." (Yunus: 64)

Bu da onların hususiyetleridir. Allah-u Teâlâ'nın kendilerine karşılık olarak teveccühü ve ikramıdır. Dünyada da müjdelenmişlerdir, ahirette de müjdelenmişlerdir.

Dünyadaki müjde Allah-u Teâlâ'nın dostluğu ve onlara olan teveccühüdür. Bundan daha büyük müjde olur mu?

Onlar ahirette de O'nunla olacaklardır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlar:

"Cennetliklerin Allah katında en kıymetli olanları, Vech-i İlâhî'ye sabah ve akşam nazar ederler." (Tirmizî: 2556)

Daha sonra şu Âyet-i kerime'leri okumuşlardır:

"Nice yüzler vardır ki o gün ışıl ışıl parlar, Rabb'lerine bakarlar." (Kıyâmet: 22-23)

Bunlar mukarreblerdir ve Adn cennetinin ehlidirler.

"Allah'ın verdiği sözlerde aslâ değişme yoktur." (Yunus: 64)

O'nun verilmiş hükmünü kaldıracak hiçbir kuvvet yoktur, olması ihtimali de mevcut değildir. Elbette ki ilâhî vaad tamamen gerçekleşecektir.

"Bu en büyük saâdetin tâ kendisidir." (Yunus: 64)

Evliyâullahın dünyada ve âhirette müjdelenmiş olmaları öyle bir ihsan-ı ilâhîdir ki, bunun fevkinde bir nimet tasavvur edilemez.

Çünkü onlar peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle, sâlihlerle beraber bulunurlar. En büyük saâdet ise; Allah-u Teâlâ'nın cemâl-i bâkemâli ile müşerref olurlar. İşte bundan daha büyük saâdet olamaz.

Velâyet; "Bâtınî" ve "Zâhirî" olmak üzere ikiye ayrılır.

Bâtınî velâyet, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in velâyetidir. Zâhirî velâyet ise beşeriyetin mazhariyetine göredir. Bir kısmı umumî olup, buna "Velâyet-i amme" adı verilir. Bütün enbiyânın, evliyânın ve tevhid ehlinin velâyetidir. Hususi olana ise "Velâyet-i hassa" denir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e ve onda fâni olan kutuplara mahsustur.

Bir velâyet hangi mertebede vâki oluyorsa, o mertebeye göre isim alır. O mertebe ve makamlardan süzülen bir veli ise o nispette Hakk'a tekarrüb eder.

Duâlarında Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in:

"Ey Allah'ım! Bana kendi sevgini, seni sevenlerin sevgisini ve beni sana yaklaştıracak olanların sevgisini nasip eyle." (Tirmizî)

Buyurmaları, bu sevginin çok mühim olduğunu ifade etmektedir.

Allah-u Teâlâ bir kulu hayra yöneltirse, o hep iyileri sever. Bu, hukuk-u peygamberiye gereğidir. Hakk'ın dostlarını sevmek ve onların sevgisini kazanmak büyük bir nimet, dünya ve ahiret sermayesidir. Onlara Allah için gönülden bağlı olanlar, ahirette de onlarla beraberdirler. Onların gönüllerine girenler onlarla ilhak olurlar.

Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri:

"Sâdât-ı kiram ve Pirân-ı izam Efendilerimiz hakkında besleyebildiğim cüz'i bir muhabbetten başka bir sermayem yoktur." buyurmuşlardır. (31. Mektup)

Yusuf Aleyhisselâm'ın bir peygamber olduğu halde:

"Ey göklerin ve yerin yaratıcısı! Dünyada da ahirette de benim yârim yardımcım sensin. Müslüman olarak canımı al ve beni sâlihler zümresine kat." (Yusuf: 101)

Diye duâ ettiğini Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde haber veriyor.

O, bu dilek ile ahirete intikal etmiştir. Gerçekten Allah'a gönülden bağlı olanların can atacakları arzu ve gaye işte bu sondur.

İbrahim Aleyhisselâm:

"Ey Rabb'im! Bana hikmet ver ve beni sâlihler zümresine kat." buyurmuştu.

Süleyman Aleyhisselâm:

"Rahmetinle beni sâlih kullarının arasına kat!" buyuruyor. (Neml: 19)

Diğer Âyet-i kerime'ler de Hazret-i Allah müminlerin nasıl sığınması gerektiğini haber veriyor:

"Ey Rabb'imiz! Üzerimize sabır yağdır ve müslümanlar olarak canımızı al!" (A'râf: 126)

"Ey Rabb'imiz! Günahlarımızı bize bağışla! Kötülüklerimizi ört! Canımızı iyilerle beraber al." (Âl-i imrân: 194)

Evliyâullah'a yakın olan feyz ve berekete nâil olur. Bir istekte bulunurken, bu gibi zevât-ı kiramın yüzü suyu hürmetine istemek çok faydalı olduğu gibi, onları vasıta yaparak Allah-u Teâlâ'ya sığınmak da çok mühimdir.

Suçlu bir çocuğun, kabahati anında babasının çok sevdiği bir dostuna sığınması ve kendisini affettirmesi gibidir.

Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Eğer onlar kendilerine zulmettikleri vakit, sana gelip de Allah'tan tevbekâr olarak günahlarının bağışlanmasını isteselerdi, sen Peygamber de kendileri için af isteyiverseydin, elbette Allah'ı affedici ve merhametli bulurlardı." (Nisâ: 64)

Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsî'de veli kulları hakkında şöyle buyurmaktadır:

"Muhakkak ki Ebrar'ın benimle mülâki olmaya iştiyakları çoğalmıştır. Halbuki benim onlarla mülâki olmaya iştiyakım daha kuvvetlidir."

Tasavvur buyurun ki Allah-u Teâlâ'nın onların üzerinde ne kadar sevgisi var, onlara kavuşmak için ne kadar arzusu var?

Gurbette bulunan bir oğul annesine kavuşmayı ister, amma annesi oğluna kavuşmayı daha çok ister.

Onlara düşmanlık ise Allah-u Teâlâ ile harp etmek demektir.

Diğer bir Hadis-i kudsî'de ise şöyle buyurur:

"Velilerimden birisine düşmanlık eden kimseye ben harp ilân ederim.

Kulumu bana en çok yaklaştıran şey, farz kıldığım ibâdetleri yapmasıdır. Nâfile ibadetlerle de bana o kadar yaklaşır ki, nihayet ben o kulumu severim. Sevince de artık onun duyan kulağı olurum, o benimle işitir. Gören gözü olurum, o benimle görür. Eli olurum, o benimle dokunur. Ayağı olurum, o benimle yürür, (Kalbi olurum, o benimle anlar. Söyleyen dili olurum, o benimle konuşur.) Ne dilerse onu yerine getiririm. Herhangi bir şeyden bana sığınırsa ben onu muhafaza ederim." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2042)

Allah-u Teâlâ onları muhafaza eder, onları kendi hallerine bırakmaz.

Sıdk-ı sefâ, zevk-i vefâ, dünya ve ahiretten tecrid ile tâlib-i Mevlâ bunlardır.

Mânevi ve rûhânî feyizlerle kalbinin diriltilmesini arzu edenler, kalplerini evliyâullahın rûhâniyetinin teveccühüne arzetmelidirler.

 

ALLAH İÇİN SEVMEK
ALLAH İÇİN BUĞZETMEK

Allah için sevgi Allah için buğz; imanın en sağlam kulpudur, imanın tekâmülünde en büyük âmildir.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:

"Amellerin en üstünü Allah için sevmek, Allah için buğz etmektir." (Ebu Dâvud)

"Allah için sulehâyı sevmek, Allah için fasıklara buğz eylemek farzdır." (Buhârî)

"Şu üç haslet kimde bulunursa imanın tadını tatmıştır:Allah ve Resul'ünü herkesten ve her şeyden fazla sevmek. Sevdiğini ancak Allah için sevmek. İman ettikten sonra, ateşe atılmaktan nefret eder gibi, küfre dönmekten nefret etmek." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 16)

Allah-u Teâlâ Musa Aleyhisselâm'a "Benim için bir amel işledin mi?" diye sorduğu zaman "Evet Yâ Rabb'i! Senin için namaz kıldım, oruç tuttum, sadaka verdim." diye cevap vermişti. Allah-u Teâlâ "Yâ Musa! Bunlar senin içindir. Sen benim için bir dostumu dost, bir düşmanımı da düşman edindin mi?" buyurdu.

"Allah için sevgi", kişiyi kendi şahsi menfaati için değil de, Allah-u Teâlâ'nın rızasını kazanmak, âhiret saâdet ve selâmetine ermek için sevmektir. Sevdiğini Allah için seven kimsenin, sevmediğini de Allah için sevmemesi lâzımdır. Hatta ne kadar ibâdet ederse etsin, bunu ayırt edemezse dalâlettedir, ibâdetlerinden fayda göremez. Çok ince bir noktadır.

Allah-u Teâlâ:

"İnkârcılara karşı çok çetin, birbirlerine karşı çok merhametlidirler." (Fetih: 29)

Âyet-i kerime'si ile müminlerin vasıflarını beyan buyurmuştur.

Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:

"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir milletin; babaları, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa, Allah'a ve Peygamber'ine düşman olan kimselerle dostluk ettiğini görmezsin." (Mücâdele: 22)

Hazret-i Allah'ı ve Resul-i Ekrem'ini seven, dostlarını da sever, düşmanlarına düşman kesilir.

Allah-u Teâlâ'ya ve Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine gerçek mânâda gönül verenlerin, onlara düşman olanlarla sevgi bağını kurduğunun görülmeyeceği bu Âyet-i kerime'de açıkça beyan buyurulmaktadır.

Bu vasıflar gerçek müminlere âittir.

Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a düşmanlık etmek, küfrün ve şirkin en şiddetlisidir. Küfre ve kâfirlere muhabbet ise iman ile bir arada bulunmaz. Kim Allah'ı ve O'nun Peygamber'ini severse, onların düşmanlarına düşman olur.

Allah ve Peygamber sevgisinin bütün sevgilerin üzerinde tutulması, her türlü muhabbete tercih edilmesi gerekir.

Bu Âyet-i kerime, iman yakınlığı olmayan akrabalıkları kökünden yıkmış oluyor.

Nuh Aleyhisselâm'ın oğlu inanmayanlarla beraber suda boğulmuştu.

"Yâ Rabb'i! Oğlum benim ehlimdendir, sen benim ehlimi kurtarmayı vâdetmiştin!" diye münâcaatta bulunduğu zaman Allah-u Teâlâ:

"Ey Nuh! O senin ehlin değildir. Çünkü o kötü bir iş işlemişti." buyurdu. (Hûd: 46)

İnsana kendi evlâdından daha yakın kimse olmadığına göre, Âyet-i kerime'den anlaşılıyor ki, hakiki yakınlık iman yakınlığıdır.

Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:

"Ey iman edenler! Küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi dost edinmeyin.

Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerdir." (Tevbe: 23)

Yani başkaları şöyle dursun öz babalarınızı, öz kardeşlerinizi bile, kâfirliği müminliğe tercih ettikleri takdirde dost edinmeyin, küfre yardımcı olmayın.

İslâm bu imanı gerektirir. Bu Âyet-i kerime'ler kimlerin dost ve kardeş olacağını anlatıyor.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"Ey inananlar! Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin! Allah'ın aleyhinize apaçık bir ferman vermesini mi istersiniz?" buyuruyor. (Nisâ: 144)

Allah-u Teâlâ'nın emri ve hükmü budur. Bu hükmü kaldırıyorlar. Bu Âyet-i kerime'yi inkâr ediyorlar.

Halbuki; onlar İslâm'ın ve müslümanların düşmanıdırlar, müslümanların başına daima bir gaile çıkarmaktan ve kötülük etmekten başka bir şey düşünmezler. Dinini terkedip kendilerine tâbi olmadıkça, hiçbir müslümandan memnun olmazlar.

Müslümanlarla savaşmak hususunda tarih boyunca daima dinsizlerden yana olmuşlardır. İki yüz yıl boyunca haçlı seferleriyle İslâm beldelerine saldıranlar onlardır.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"İnsanlar içerisinde, müminlere en şiddetli düşman olarak yahudileri bulursun." (Mâide: 82)

Müminleri bırakıp kâfirlerle dostluk yapmak münafıklığın en açık delili olduğu gibi, münafıkların en bâriz huy ve hususiyetlerindendir.

Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde:

"Kâfirlere ve münafıklara itaat etme!" buyuruyor. (Ahzâb: 48)

Bu Âyet-i kerime hakkında Elmalılı Hamdi Yazır Efendi tefsirinde şöyle söylemektedir:

"Dâvet görevini yerine getirirken onlara dost gibi görünmek, alçaktan almak, tebliğde yumuşak davranmak yasaklanıyor. Yasaklama ve uzlaştırma, abartı ile onları heyecana getirmek için mânâ 'İtaat etme!' biçiminde olumsuz ifade edilmiş ve Allah'ın emirlerini tebliğde bir nebze hoşgörü, kâfirlere ve münâfıklara itaat etmek mânâsında olduğu anlatılmıştır."

Allah-u Teâlâ müminlere kâfirleri dost edinmemelerini muhakkak emrettikten sonra, bu emr-i şerif'e uymayanların ise Allah'ın dostluğunu kaybetmekle cezalandırılacağını bildirmektedir:

"Müminler müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa, Allah ile bir dostluğu kalmaz." (Âl-i imrân: 28)

Allah-u Teâlâ ile hiçbir ilgileri kalmadığı gibi, Allah-u Teâlâ'nın dininde onların hiçbir yeri yoktur. Aradaki bütün bağlar tamamen kesilmiştir.

Allah-u Teâlâ yahudi ve hıristiyanlarla dost olmayı yasaklamış ve Âyet-i kerime'sinde:

"Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin! Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır." buyurmuştur. (Mâide: 51)

O ise onları öyle bir dost edindi ki, başına taç eyledi, onlarla en derin dostluk bağlarını bağladı, bu Âyet-i kerime'yi inkâr etti ve onlarla dostluk bağladı.

"Kalplerinde hastalık bulunanların 'Devir onların lehine döner de bize bir musibet erişir diye korkuyoruz.' diyerek onların arasına koşuştuklarını görürsün.

Umulur ki Allah bir fetih ya da kendi katından bir emir getirir de böylece onlar içlerinde gizledikleri şeyden (nifaktan) dolayı pişman olurlar." (Mâide: 52)

Kâfirlerle kurdukları dostluktan dolayı mazeret beyan ederek böyle söylerler. Allah-u Teâlâ onların bu bâtıl inançlarını reddetmiştir.

"İman edenler: 'Sizinle beraber olduklarına dâir bütün güçleriyle Allah'a yemin edenler bunlar mıdır?' derler.

Onların bütün yaptıkları boşa gitmiştir ve hüsrana uğramışlardır." (Mâide: 53)

Hem dünyaları hem de ahiretleri harap olmuştur.

İyi bilinmelidir ki Hak her zaman galip gelir. Bâtılın üstünlüğü saman alevi gibi aniden yükselir ve yerle bir olur. Bunun içindir ki bâtıla ve bâtıl taraftarlarına meyletmek bir müslümana aslâ yakışmaz.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde, müminlerin kimleri sevip kimlerle dost olacaklarını beyan buyurmaktadır:

"Sizin yegâne dostunuz Allah'tır, O'nun Peygamber'idir ve Allah'ın emirlerine boyun eğerek namaz kılan, zekât veren müminlerdir." (Mâide: 55)

Allah'a, Peygamber'e ve müminlere dost olmak, bu dostluğun dışındakileri terketmekle mümkündür.

Müminlerin dostlarını ise Âyet-i kerime'sinde beyan buyurmuştur:

"Kim Allah'ı, Peygamber'ini ve inananları dost edinirse bilsin ki şüphesiz Allah'tan yana olanlar üstün gelirler." (Mâide: 56)

Dostluğun ve kardeşliğin faziletine dair Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:

"Cenâb-ı Allah'a imandan sonra amellerin en faziletlisi salih kimseler ile muhabbet ve dostluk eylemektir." (Camius-sağir)

"Aklın başı imandan sonra kavlen ve fiilen insanlar ile muhabbet ve dostluğu husule getirmektir." (Camius-sağir)

"Şeytan bir veya iki mümine tasalluta yönelir. Lâkin üç olunca ümidsizliğe düşer." (Camius-sağir)

Yani insan, namaz için olsun, zikir için olsun, dâimâ cemaatten ayrılmamalıdır. Bir sefer bile arzu edilmiş olsa, yine de sâlihlerden bir kaç arkadaş aramalıdır.

"Bir kimse sevgi ve düşmanlığını; vermesini ve vermemesini hâlisan Cenâb-ı Allah rızâsı için ederse şüphesiz ki îmanını kâmil etmiş olur." (Tirmizî)

"Mümin mümin için duvar gibidir. Birbirinden kuvvet alır." (Buhârî)

 

KÖTÜ HUYLARDAN VE ÇİRKİN İŞLERDEN
SAKINMAK

Dinimiz ahlâkımızı güzelleştirerek, kötülüklerden ve kötü huylardan kaçınmamızı emretmektedir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"Kötülüklerin zâhir ve bâtın olanlarından uzak bulununuz." buyuruyor. (En'âm: 151)

Diğer Âyet-i kerime'lerinde ise şöyle buyuruluyor:

"Size yasak edilen büyük günahlardan kaçınırsanız, kusurlarınızı örteriz ve sizi ağırlanacağınız şerefli bir yere yerleştiririz." (Nisâ: 31)

"Onlar ki günahın büyüklerinden ve hayasızlıklardan kaçınırlar, yalnız bazı küçük kusurlar işleyebilirler. Şüphesiz ki Rabb'inin mağfireti geniştir." (Necm: 32)

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Helâk edici yedi şeyden sakının!" buyurdular. "Yâ Resulellah! Bunlar hangileridir?" diye sorulduğunda şöyle buyurdular:

"1. Allah'a şirk koşmak,

2. Sihir yapmak,

3. Allah'ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmek,

4. Fâiz yemek,

5. Yetim malı yemek,

6. Savaşta cepheden kaçmak

7. Namuslu müslüman kadınlara zinâ isnad etmek." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1172)

Bu yedi günahın dışında büyük günahlar olduğunu belirten başka Hadis-i şerif'ler de vardır.

Allah-u Teâlâ'nın nâmütenahi ihsanlarına ve nimetlerine karşı isyan etmek nankörlük demek olduğundan, aslında günahların hepsi büyüktür. Buna rağmen Hadis-i şerif'te beyan buyurulan yedi büyük günah, diğer bütün günahların anası olduğu için, hususiyetle bunlardan sakınmak lâzımdır.

Hadis-i şerif'lerde şöyle buyuruluyor:

"İmân-ı kâmil iki yarımdır. Bunların birisi yasakların işlenmesinden sakınmak, sabır ve diğeri emirlere uymak ve itâat-i ilâhî'den ibâret olan şükürdedir." (Camius-sağir)

"Muhacir, Allah'ın yasakladığı şeylerden kaçınandır." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 10)

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz etrafında ashabından bir cemaat olduğu halde buyurdu ki:

"Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayacağınıza, hırsızlık yapmayacağınıza, zina etmeyeceğinize, çocuklarınızı öldürmeyeceğinize, kendiliğinizden uyduracağınız herhangi bir yalanla iftirada bulunmayacağınıza, dinen bilinen kulluk ve taatta isyan etmeyeceğinize dair bana biat ediniz.

Verdiği bu sözü yerine getirenin sevabı, Allah tarafından karşılanır. Kim ki bu sayılan günahtan birine düşer ve bu dünyada cezasını çekerse, bu onun günahının kefaretidir. Dünyada suçu gizli kalanın cezası Allah'a kalır. Allah dilerse onu bağışlar, dilerse azab eder." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 18)

 

EMANETLERİ KORUMAK
HIYANET ETMEMEK

Emanet; korumak ve saklamak için insana verilen maddi ve manevi şeyler demektir.

Allah-u Teâlâ Âyeti kerime'sinde:

"Bir kısmınız diğerlerine bir şey emanet ederse, güvenilen kimse kendisine emanet edileni yerine versin ve bu hususta Rabb'i olan Allah'tan korksun." buyuruyor. (Bakara: 283)

Hadis-i şerif'te ise:

"Emanet izzettir." buyuruluyor. (Münâvî)

Diğer Hadis-i şerif'lerde ise şöyle buyuruluyor:

"Nezdinde emânet bırakılan eşyayı sahibine iade et. Sana hıyânet eden kimseye de hıyânet etme!" (Tirmizî)

"Güvene lâyık olmak bir bakıma zenginliktir." (Camius-sağir)

Yani başkalarının güvenine lâyık olan zât, itibarın sağladığı bir zenginliğe sahiptir.

"Halkın malında ve ırzında emanete mâlik olmak rızık bolluğunu, hiyânet ise bil'akis fakr ve ihtiyacı celbeder." (Camius-sağir)

Emanete riayet imânın kemâline işarettir. Allah-u Teâlâ emaneti müslümanların sıfatı olarak beyan buyurmuştur:

"Onlar o kimselerdir ki, emanetlerine ve ahidlerine riâyet ederler." (Müminûn: 8)

Allah-u Teâlâ emaneti insana yüklediğini ve bunun çok büyük bir şey olduğunu Âyet-i kerime'sinde beyan buyuruyor:

"Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, korkup endişeye düştüler. Onu insan yüklendi. Çünkü insan çok zalim ve çok cahildir." (Ahzâb: 72)

Binaenaleyh emanet sahibi olan Allah-u Teâlâ'nın hakkını eda etmek insanlar üzerine farzdır.

Emanetin çok geniş manası vardır. Dinî, dünyevî, ahlâkî her şey emanet dairesine girer.

İslâm dini emirleri ve yasakları ile bütün olarak ilâhî bir emanettir. Hükümlerine kâmil bir şekilde uymak farzdır, uymayanlar emanete hıyanet etmiş olurlar.

Kişiye bütün vücudu ve azâlârı, her şeyi birer emanettir. Maddî ve manevî sıhhat ve afiyetini koruması, emanete hıyanet etmemesi, aklını iyiye ve doğruya kullanması, mesuliyetini idrak etmesi gerekir.

Anne baba, evlât kardeş, karı koca, akrabalar hısımlar, komşular arkadaşlar, yoksul dul ve yetimler, her çeşit insan sınıfları ile her hususta ahkâm ölçüleri çerçevesinde adaletle ve iyilikle hareket etmek vazifesi bir emanettir.

Birinin diğerine geri almak üzere bıraktığı mal veya ödünç bir şey emanet olduğu gibi, bir toplulukta konuşulup da dışarıya sızmaması icabeden sözleri ve sırları saklamak da emanettir.

Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:

"Toplantılarda cereyan eden sözler gizli tutulmalıdır." (Tirmizî)

İstişare yapıldığında, konuşulanların sağa sola yayılmaması emanettir. Akıl danışan kimseye doğru bilgi vermek, hakikati anlatmak da emaneti yerine getirmektir.

Ücret veya maaş karşılığında çalışan kimsenin yapacağı işi hakkıyla yapması, mesuliyetini bilmesi emanettir. Yanında çalıştığı kimsenin izni olmaksızın işi gevşek tutarsa, işe geç gelir veya erken paydos ederse, emanetin hilâfına hareket etmiş olur.

Aynı şekilde çalışanlar da çalıştıranlara bir emanettir. Bütün bu hak ve hukuklara riâyet edilmesi zaruridir.

Hatta insanların faydalanmasına sunulan hayvanların haklarını gözetmek de emanettir.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:

"Hepiniz muhafızsınız ve hepiniz maiyyetinizde bulunanların hukukundan mesulsünüz.

Amirler maiyyetindekilerin, erkek âile efradının muhafızı durumundadır. Kadın da kocasının evi ve çocukları üzerinde muhafızdır.

Hülâsa, hepiniz muhafızsınız ve hepiniz emriniz altında bulunanların hukukundan mesulsünüz." (Buharî-Müslim)

Gerek dini ve gerekse dünyevî vazifeler de birer emanettir. Bu vazifelerin ehil olan kimselere, lâyık olanlara verilmesi lâzımdır.

Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:

"Allah size emanetleri ehil olanlara vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder." (Nisâ: 58)

Bu Âyet-i kerime Mekke'nin fethinde nâzil olmuştur.

Kâbe-i muazzama'nın bakım ve temizlik işleri Osman bin Talha ailesinin elinde bulunuyordu. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Mekke'yi fethettiğinde henüz müslüman olmamış olan Osman, kapısını kilitleyip Kâbe'nin üstüne çıkmıştı. Anahtarı vermeyi reddederek "Senin peygamber olduğunu bilseydim, onu verirdim." demişti. Bunun üzerine Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Osman'ın kolunu bükerek anahtarı elinden zorla aldı ve Kâbe'yi açtı.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz içeri girdi, iki rekât namaz kılıp dışarı çıkınca amcası Hazret-i Abbas -radiyallahu anh- anahtarın ve şerefli bir vazife olan bakıcılığın kendisine verilmesini istedi. Bunun üzerine Âyet-i kerime nâzil oldu. Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazret-i Ali -radiyallahu anh-e anahtarı yine eski vazifeliye vermesini ve ondan özür dilemesini emir buyurdu.

Anahtar kendisine teslim edildiğinde, Osman bunun sebebini sordu. Hazret-i Ali -radiyallahu anh- "Bu bize ait bir mesele değildir, emr-i ilâhidir." buyurdu ve Âyet-i kerime'yi okudu. Bundan fevkâlade duygulanan Osman bin Talha, müslümanlığın adalet ve emanet üzerindeki titizliğini görünce "Ben artık Muhammed'in, Allah'ın Resul'ü olduğuna şehadet ediyorum." diyerek müslüman oldu.

"Kıyamet ne zamandır?" diye soran bir zâta Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdular:

"Emanet yitirildiği zaman kıyameti bekle! İşler ehil olmayanlara verilince kıyameti bekle!" (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 54)

Ebu Zerr-i Gıfârî -radiyallahu anh- "Yâ Resulellah! Beni bir göreve tayin etmez misin?" diye sorduğunda, mübarek ellerini omuzuna koyarak şöyle buyurdular:

"Yâ Ebu Zerr! Sen zayıfsın, vazife ise emanettir ve kıyamet gününde rüsvaylıktır ve pişmanlıktır. Ancak bu emaneti hakkıyla alıp yürütenler müstesnâ." (Müslim)

Ehliyet ve salâhiyeti olmayan, yapacağı işe hakkıyla vakıf olamayan bir kimse, bir işi üzerine alıp da layıkıyla yapamazsa, bu da emanete hıyanettir.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz emanete hıyaneti nifak âlameti saymıştır.

Buyururlar ki:

"Münafıklığın alâmeti üçtür:Söylerse yalan söyler, söz verirse sözünde durmaz. Kendisine bir şey emanet edilirse hıyanet eder." (Buhârî)

Diğer bir rivayette "Her ne kadar oruç tutsa da, namaz kılsa da ve kendini müslüman zannetse de." buyurulmuştur. (Müslim)

Bir Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:

"Vaad borçtur. Yazık şu kimseye ki vaad eyler de sonra meşrû bir engel bulunmaksızın vaadini yerine getirmez." (Münâvî)

Hadis-i şerif'lerde emanete hıyanet etmenin kıyamet alâmetlerinden olduğu haber verilmektedir. Diğer bir Hadis-i şerif'te ise kıyamet alâmeti olarak "Emanetin ganimet bilineceği" beyan edilmektedir.

Bugün mücahid kesilerek din namına halktan para toplayıp, gayesi haricinde harcayanlar da emanete hıyanet ederek büyük bir mesuliyet altına girmektedirler.

Halbuki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:

"Müslümanların işine harcanmak üzere ayrılan maldan bir çok haksız harcamalar yapan kimseler için kıyamet gününde cehennem vardır." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1294)

"Emanete hıyanet edenler, olgun imandan mahrumdur." buyurmuşlardır. (C. Sağir)

Âliye kabilesinden bir zât gelerek "Yâ Resulellah! Bu dinde en zor ve en kolay şeyi bana haber ver!" dedi. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:

"Bu dinde en kolay şey 'Lâ ilâhe illallah, Muhammed'ün abduhu ve Rasulühü' şehâdetidir. En zor olanı ise emanettir. Zira emanete riayet etmeyenin dini de, namazı da, zekâtı da yoktur." (Bezzar)

İslâm dini Allah-u Teâlâ'nın insanlığa gönderdiği en aziz emanettir. Bu emanet Mekke vâdisine indirildi. Asr-ı saâdet müslümanları bu emanete hakkıyla layık oldular. Kısa zamanda İslâmiyet'i yaydılar, Allah'ın yüce adını yücelttiler.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'den sonra Araplar uzun süre bu emanete ehil oldular. Memleketler genişleyip mal ve servetler çoğalınca, müslümanlar dünyaya daldılar ve ehliyete halel getirdiler. Allah-u Teâlâ Türkleri ehil kıldı ve emaneti onlara verdi.

Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:

"Dilerse sizi ortadan kaldırıp yok eder ve sizden sonra yerinize dilediği bir milleti getirir." (En'âm: 133)

 

ŞEYTANI DÜŞMAN BİLMEK

Allah-u Teâlâ kullarına karşı çok şefkatli, çok merhametli olduğundan, şeytanın düşmanlığından korumak ve sakındırmak için şöyle buyuruyor:

"Ey Âdemoğulları! Ben size 'Şeytana ibadet etmeyin, o sizin apaçık bir düşmanınızdır, bana kulluk edin, bu dosdoğru yoldur! diye emretmedim mi?" (Yâsin: 60-61)

Bu bir emr-i ilâhidir.

Bir Âyet-i kerime'sinde de şöyle buyuruyor:

"Şeytan şüphesiz ki sizin amansız bir düşmanınızdır, siz de onu düşman tutun. O kendi taraftarlarını, çılgın alevli cehennem halkından olmaya çağırır." (Fâtır: 6)

Binaenaleyh Allah-u Teâlâ'nın bu ilâhi emrine uyarak bizim de şeytana daha şiddetli düşmanlık yapmamız, bizi aldatmak istediği hususlarda yalanlamamız, muhalefet etmemiz gerekiyor.

Diğer bir Âyet-i kerime'de ise:

"Şeytanın adımlarına uymayın." buyuruluyor. (Bakara: 208)

Çünkü şeytan Allah-u Teâlâ'nın müminlere ihsan ettiği iman sermayesini çalmak ve sapıklığa düşürmek için olanca gücü ile çalışır, âdeta ordusu ile hücum eder.

İlk olarak itikadı bozmaya çalışır. Halik-ı Azimüşan'ı inkâr ettirmek için harekete geçer. Muvaffak olamazsa Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-i ele alır, o cihetten yıkmak ister. Oradan da yıkamazsa "Kur'an-ı kerim Hakk Kelâmı değildir." gibi vesveselerle karşısına çıkar. Bu noktalardan birisinde muvaffak olursa, artık o kişiyi kendi neferi olarak görür. Çünkü insan amelde kusur edebilir, fakat itikadı sarsılıp imanı zedelenirse artık ondan hayır gelmez. Bu bakımdan Allah-u Teâlâ'ya çok sığınmak ve iman kalesini şeytana karşı muhkem tutmak, kendisine ve fitnelerine karşı daima uyanık bulunmak lâzımdır.

Allah-u Teâlâ'nın hıfz-u himayesinde bulunanların kalplerine şeytan nüfuz edemez. İhlâsla Mevlâ'sına bağlı kaldıkça, Allah-u Teâlâ onun zarar vermesine müsaade etmez.

Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:

"Şeytanın inananlar ve Rabb'lerine güvenenler üzerine bir nüfuzu yoktur." (Nahl: 99)

 

DOĞRU OLMAK

Allah-u Teâlâ inanan kullarına istikâmet üzerinde olmalarını, dosdoğru yolda sebat etmelerini farz kılmış, dininin gönderdiği gibi tatbik edilmesini emir buyurmuştur:

"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" (Hûd: 112)

Doğruluk; bir müslümanın niyetinde, söz ve davranışlarında dürüst olması, yalandan ikiyüzlülükten uzak olması demektir.

Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"İşte bundan ötürü sen onları tevhide, birliğe davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların heveslerine uyma." (Şûrâ: 15)

Ashâb-ı kiram'dan bir zât "Yâ Resulellah! İslâmiyet hakkında bana öyle bir söz söyle ki, o hususta sizden başka hiçbir kimseden sormaya ihtiyacım kalmasın." diye sorduğunda Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

"Allah'a iman ettim de, sonra da dosdoğru ol!" buyurdular. (Müslim)

Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:

"Doğruluk iyiliğe götürür, iyilik de cennete götürür." (Buharî)

"Yazıklar olsun o adama ki, derviş hırkası giyer de kavil ve fiili birbirine muhâlif olur." (Münâvî)

"Yazıklar olsun o şahsa ki, lisan ile Cenâb-ı Allah'ı çok zikreder, fiile gelince şerîatın emrinin aksini irtikab ile Allah'a âsî olur." (Münâvî)

Allah-u Teâlâ, mümin kullarına kendisinden korkmalarını ve doğru sözlü olmalarını emir buyurmaktadır:

"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğru söz söyleyin ki, Allah işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın." (Ahzâb: 70-71)

"Muhakkak ki Allah adaleti, iyilik yapmayı, akrabaya yardım etmeyi emreder. Hayâsızlığı, fenâlığı ve haddi aşmayı da yasak eder. Düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor." (Nahl: 90)

 

SUİZANDAN SAKINMAK

Suizan, insanlar hakkında aslına ermeden kötü bir fikre sahip olmaktır. Böyle zandan sakınmak farzdır.

Dille başkasının kötülüğünü söylemek haram olduğu gibi, bir müslüman hakkında da açık bir delile dayanmadan, tahmin ve ihtimalle suizanda bulunmak, zanla hareket etmek haramdır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:

"Ey iman edenler! Zandan çok sakının. Zira bazı zan vardır ki günahtır." (Hucurât: 12)

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif'lerinde:

"Suizandan sakının. Çünkü zan, sözlerin en yalanıdır." buyurmuşlardır. (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1993)

Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:

"İnsanlar helâk oldu, bozuldu diyen kimse, halkın en fazla helâke uğrayanlarındandır." (Müslim)

Takvâ kalptedir ve kalpte olanı ancak Allah bilir. Onun için dış görünüşüne bakılarak insan hakkında kötü hükmü verilemez. Kötü zan beslemek insanı kendini beğenmeye götürür ki, çok çirkin bir huydur.

Hüsn-i zan ise, bir kimsenin veya bir hadisenin iyiliği hakkındaki vicdanî kanaat demektir. Övülmüş bir haslet, güzel bir huydur.

Hüsn-i zan, olgunluğun eseridir. Kâmil insanlar başkalarını da öyle görmek isterler.

Hadis-i şerif'lerde şöyle buyuruluyor:

"Müminler hakkında güzel zan, güzel ibadetten sayılır." (Ebu Dâvud)

"Hüsn-i zanın fevkinde, bir ibâdetle Cenâb-ı Allah'a ibâdet olunmamıştır." (Münâvî)

"Şer-i şerif dâiresinde hareket eden müminlere hüsn-i zan, insanın güzel ibâdetlerindendir." (Camius-sağir)

 

TECESSÜS

İnsanların kusurlarını sorup araştırmak tecessüstür ve sûizanın meyvelerindendir. Zirâ kalp yalnız zan ile kanaat etmez, araştırmak ister, böylece tecessüsle meşgul olur. Bu ise yasaktır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"Birbirinizin kusurlarını, gizli şeylerini araştırmayın." buyuruyor. (Hucurât: 12)

Başkalarının ayıbını arayan, kendi ayıbını arıyor demektir.

Gıybet, sûizan ve tecessüsün her üçü de Âyet-i kerime'de haram kılınmıştır.

İnsanın kendi kusurunu görüp onu ıslaha çalışması gibi bir irfan olamaz.

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadîs-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:

"Müjdeler olsun o kimseye ki, kendi kusurları ile meşgul olması, insanların kusurlarını araştırmaktan kendisini alıkoymuştur." (Bezzar)

"Ayıbını yüzüne söylemek üzere kısa boylulara 'Ey kısa boylu!' diyerek hitab etme." (Münâvî)

"Kim bir müminin ayıbını örterse, sanki diri diri toprağa gömülmüş bir kız çocuğunu kurtarmış gibi olur." (Ebu Dâvud)

"Müslümanların gizli hallerini araştırmaya kalkışırsan, onları ifsad eder veya ifsada yaklaştırmış olursun." (Ebu Dâvud)

"Müslüman kardeşinin gizli taraflarını araştıran kimsenin, Allah-u Teâlâ gizli taraflarını araştırır. O kimin gizli tarafını araştırırsa, evinin içinde bile olsa onu herkese karşı rüsvay eder." (Tirmizî)

"Din kardeşinin bir ayıbından dolayı ayıplayan kimse, o ayıbı bizzat kendisi yapmadıkça vefat etmez." (C. Sağir)

"Bir insanı onda olmayan bir şeyle ayıplayan kimse, kendisini doğrulayacak bir delil getirinceye kadar Allah tarafından cehennem ateşi içinde hapsedilir." (Taberânî)

Dinimiz bir kimsenin evine izin almadan girmeyi de bu sebeple yasaklamıştır:

"Ey iman edenler! Kendi ev ve odalarınızdan başka evlere, sahipleri ile alışkanlık temin edip, izin almadan ve selâm vermeden girmeyin. Bu sizin için daha hayırlıdır. Olur ki iyice düşünür hikmetini anlarsınız.

Eğer evlerde bir kimse bulamazsanız, size izin verilinceye kadar içeri girmeyin. Şayet size 'Geri dönün' denilirse dönüp gidin. Bu sizin için daha temiz bir harekettir. Allah bütün yaptıklarınızı bilendir.

Oturulmayan ve içinde eşyanız bulunan evlere izinsiz girmenizden dolayı size bir vebâl yoktur. Allah açığa vurduğunuzu da bilir, gizlediğinizi de." (Nûr: 27-28-29)

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadîs-i şerif'lerinde:

"İzin istemek üç defadır. Eğer sana izin verilirse gir, şayet verilmezse geri dön." buyuruyorlar. (Buhârî)

Eve girebilmek için hariçten gelen bir kimsenin izin istemesi lâzım olduğu gibi, ev içinde olanların dahi bir odadan diğer odaya geçmek için izin istemeleri gerekmektedir.

Zira Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:

"Ey iman edenler! Ellerinizin altında bulunan (Köleler, hizmetçi)ler ve sizden olup da henüz büluğa ermemiş çocuklar, şu üç vakitte (odalarınıza girebilmek için) izin istesinler. Sabah namazından evvel, öğle sıcağında elbisenizi çıkardığınız sırada ve bir de yatsı namazından sonra. Bunlar sizin üstünüzün açılabileceği vakitlerdir. Bu vakitlerin dışında birbirinizin yanına girip çıkmakta size de onlara da bir günah yoktur." (Nûr: 58)

"Çocuklarınız ergenlik çağına erdikleri zaman, kendilerinden önce bülûğâ eren büyüklerin izin istedikleri gibi kendileri de odanıza girmek için izin istesinler.

İşte Allah size âyetlerini böylece açıklıyor. Allah her şeyi bilir, hükmünde hikmet sahibidir." (Nûr: 59)

 

DİLİ KÖTÜ SÖZLERDEN KORUMAK

Dil Allah-u Teâlâ'nın en büyük nimetlerinden birisidir. Kendisi küçük olmakla beraber; itaat ederse itaatı, isyan ederse isyanı çok büyüktür.

Bunun içindir ki ağızdan çıkan sözlerin doğru olması, gerçeğe aykırı olmaması farzdır.

Bir Âyet-i kerime'de:

"İnsanlarla güzel konuşun." buyuruluyor. (Bakara: 83)

Allah-u Teâlâ her kulu için, iyi ve kötü her işi ile beraber sözlerini de âhirette delil olmak üzere, yazıcı melekler vazifelendirmiştir.

Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:

"O bir söz atmaya dursun mutlaka yanında onu gözetleyen, söylediği her sözü zabteden (bir melek) hazır bulunur." (Kaf: 18)

Dilin tehlikelerinden, vereceği zararlardan kurtulmanın birinci yolu sükuttur. Bütün ehl-i kemâl mertebeyi sükutta bulmuşlardır.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz çok az konuşur, konuşulanları dinler, ashabına da boş ve faydasız sözlerden kaçınmalarını tavsiye buyururdu.

"Yâ Resulellah! Benim hakkımda en çok korktuğunuz şey nedir?" diye soran bir zâta, mübârek dilini tutarak "İşte budur" buyurmuşlardır. (Tirmizî)

"Kurtuluş yolu nedir yâ Resulellah?" diyen bir zâta ise şöyle buyurmuşlardır:

"Dilini aleyhine (çıkacak sözlerden) muhafaza et, evin ile meşgul ol, hatalarına ağla!" (Tirmizî)

Bir Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:

"Allah'a ve ahiret gününe imanı olan ya hayır söylesin veya sussun." (Buhârî)

Diline sahip olan, diğer uzuvlarına da sahip olur.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:

"Âdemoğlu sabaha çıktığı vakit, bütün uzuvları dile derler ki:Bizim hukukumuzu korumak hususunda Allah'tan kork! Biz sana tâbiyiz, bizim doğruluğumuz sana bağlıdır. Eğer sen dosdoğru olursan biz de doğru oluruz, doğruyu buluruz. Şayet sen eğrilirsen biz de öyle oluruz." (Tirmizî)

İnsan ehemmiyetsiz sandığı öyle sözler konuşur ki, bu sözler onu Allah-u Teâlâ'nın rahmetinden uzaklaştırır, ebedî hayatını kaybetmesine vesile olur.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:

"Bir kimse, Allah'ın sevdiği bir söz söyler de o söz ile Allah-u Teâlâ'nın rızasına ulaşabileceğini zannetmez. Halbuki Allah-u Teâlâ o hayırlı söz sebebiyle kıyamete kadar o kimseden râzı olur.

Diğer bir kimse de Allah'ın gazabını mucip bir söz söyler, o sözün kendisini Allah'ın gazabına ulaştırabileceğini zannetmez. Halbuki Allah-u Teâlâ o kimseye o kötü söz sebebiyle kıyamete kadar buğzeder." (Tirmizî)

İnsanın diline sahip olmasının ne kadar mühim olduğunu Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde beyan buyuruyorlar:

"Bir kulun imanı istikamette olmaz, kalbi istikamette olmadıkça; kalbi de istikamette olmaz, dili istikamette olmadıkça." (Ahmed bin Hanbel)

"Cenâb-ı Hakk'ın ziyâde sevdiği amel, lisanı boş sözlerden husûsiyle yalan ve gıybet, sövüp-sayma gibi yasaklardan korumaktır." (Buhârî)

"Sadakaların en değerlisi boş ve haram olan sözlerden lisanını korumaktır." (Camius-sağir)

"İnsanoğlunun başına gelen günahların ekserisi lisanındandır." (Camius-sağir)

"Hikmet ondur. Dokuzu uzlette, diğeri sumt ve sükuttadır; yâni mâlâyânîden lisanını korumaktadır." (Camius-sağir)

"Çok söyleyenlerin hatâsı çok olur. Hatâsı çok olanların ise günahları çok olur, günahı çok olanlara da kıyâmet gününde lâyık olan azâbdır." (Camius-sağir)

"Haramlardan sakınan sâimin sükûtu tesbîh, uykusu ibadet, duâsı makbûl, amel ve ibâdeti kat kat olur." (Camius-sağir)

"Mâlâyâniden sükût, ibâdetlerin efdâlidir." (Münâvî)

"Konuşmaya dîni bir gerek bulunmazsa sükût âlimleri tezyîn eder, câhillerin ayıbını örter." (Camius-sağir)

"Sükût, güzel ahlâkın başıdır." (Münâvî)

"Selâmetini arzu edenler lisanlarını hıfz eylesinler." (Buhârî)

"Selâmetini isteyen kimse, sumt ve sükûtu iltizâm etsin." (Münâvî)

İnsanı imandan soyan küfür lâfızları, dilin en büyük zararıdır.

Gıybet, yalan, iftira, nifak, riyâ, hakaret, alay etmek, verdiği sözde durmamak, yalan şahitlik yapmak, söz taşımak, gönül kırmak... hep dilin âfetleridir.

Dilin husule getirdiği bütün bu kötülüklere karşı:

"Sükût eden kurtulmuştur." (Tirmizî)

Hadis-i şerif'i bir müslüman için ölçü olmalıdır.

 

YALAN SÖYLEMEMEK

Yalan; doğru olanın veya doğru bildiğinin aksini söylemektir. Dinimiz yalanı haram kılmış ve şiddetle menetmiştir.

Âyet-i kerime'lerde:

"Yalan sözden çekinin." (Hacc: 30)

"Şüphesiz ki Allah, aşırı yalancıyı doğru yola eriştirmez." buyuruluyor. (Mümin: 28)

Doğruluk imanın sermayesi, yalan da nifakın sermayesidir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:

"Kişinin her işittiğini söylemesi, yalan olarak yeterlidir." (Müslim)

"Söylediklerine inanacak bir mümin kardeşine yalan söylemen, çok büyük bir hıyanettir." (Ebu Dâvud)

"İnsan yalanı irtikâb edince o yalanın kötü kokusuyla muhâfızı olan melâike-i kirâm kendisinden bir mil uzaklaşır." (Tirmizî)

"Günahların en büyüğü lisânın yalanıdır." (Camiüs-sağir)

"Yalandan sakınınız. Zira yalan ile iman bir arada bulunmaz." (Ahmed bin Hanbel)

"Yalan insanın yüzünü kara eyler, iki şahsın arasını bozmaya çalışmak, kabir azâbını gerektirir." (Münâvî)

"Yalan rızkın bereketini azaltır." (Münâvî)

"Yalan söyleyenler muhakkak lânete uğramıştır." (Münâvî)

"Bir defa yalan söyleyen üç defa lânete müstehak olur." (Münâvî)

Yalanın en kötü olanı yalan yere yemin etmek ve yalancı şahitlik yapmaktır. Bu ise büyük günahtır.

Âyet-i kerime'de:

"Onlar ki yalan şahitlik etmezler." buyuruluyor. (Furkân: 72)

Hadis-i şerif'te ise şöyle buyuruluyor:

"Yalancı şahitlikten sizi men ederim." (Camiüs-sağir)

"Yalancı şâhid, şahidlik etmek üzere daha yerinden hareket etmezden evvel, kendisini Cenâb-ı Allah cehennem azabına müstehak eder." (İbn-i Mâce)

"Şahidlik etmek üzere çağrılan kimse gördüğünü söylemezse yalancı şâhid gibi bir büyük günah irtikâb etmiş olur." (Münâvî)

 

İFTİRA ETMEMEK

Bir kimsenin işlemediği bir suçu işlemiş gibi anlatmak, kendisinde bulunmayan bir kötülüğü varmış gibi göstermek gıybetten de büyük bir günahtır ve haramdır.

Âyet-i kerime'de:

"Kim bir hata veya bir günah işler de sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa, muhakkak ki büyük bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur." buyuruluyor. (Nisâ: 112)

Hususiyetle iffetli kadınlara iftira etmeyi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz helâk edici yedi şeyden birisi saymıştır.

Bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyuruluyor:

"Zinadan haberi bulunmayan iffetli mümin kadınlara zinâ iftirâ edenler, dünyada da âhirette de lânetlenmişlerdir. Onlar için büyük bir azap vardır." buyuruluyor. (Nûr: 23)

 

KOĞUCULUK YAPMAMAK

Dargınlığa kırgınlığa sebep olacak sözleri birinden diğerine taşımak şiddetle haram kılınmıştır.

Cenâb-ı Hakk buyuruyor:

"Herkesi ayıplayan, söz götürüp getiren ve çok yemin eden, aşağılık zorbaya itaat etme!" (Kalem: 10-11)

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif'lerinde:

"İki kişinin arasını bozmak için söz taşıyan nemmam cennete giremez." buyuruyorlar. (Buhârî)

Bir defasında iki kabrin yanından geçiyorlardı. Şöyle buyurdular:

"Bunlar azab görüyorlar. Hem de azab görmeleri kendilerince büyük bir şeyden değil. Evet günahları büyüktür. Birisi idrardan sakınmaz, taharetlenmezdi. Diğeri de iki kişinin arasını bozmak için söz taşırdı." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 163)

 

KÖTÜ LÂKAP TAKMAMAK

Müminin mümin üzerindeki haklarından birisi de, onu küçük düşürecek ve hoşuna gitmeyecek kötü lâkaplarla çağırmamasıdır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"Birbirinizi kötü lâkapla çağırmayın." buyuruyor. (Hucurât: 11)

Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz cahiliyet devrinde takılan küçük düşürücü lâkap ve adlardan bir kısmını değiştirmiş, onların yerine güzel ad ve lâkaplar vermiştir.

 

ALAY ETMEMEK

İstihza; küçük düşürücü ve güldürücü hareketlerle insanların ayıplarını, noksanlıklarını ortaya koymak, eğlenceye almak demektir. O kimse bundan rencide olursa haramdır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:

"Ey iman edenler! Bir topluluk bir diğerini alaya almasın. Alay edilenler belki de Allah katında kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kadınlar da başka kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler." (Hucurât: 11)

Kimin kimden hayırlı olduğu insanlar için mâlum değildir. Hayırlı olanı ancak Allah bilir. Şu hâlde Allah indindeki kendi durumunu bilmeyen bir insanın başkalarını hâkir görüp alay etmesi asla caiz değildir, mümine yakışmaz, kâfirlerin, münafıkların, hususiyetle yahudilerin âdetidir.

Bir kimsenin yellenmesine gülenleri Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Niçin gülüyorsunuz?" diye ikaz etmişlerdi.

Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh- Hazretleri'nin bacaklarının zayıf oluşuna gülenlere ise şöyle buyurmuşlardır:

"Siz onun bacaklarının inceliğine mi gülüyorsunuz? Hayatım yed-i kudretinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, terazide onlar Uhud dağından daha ağır olacaklardır."

Dünyada iken ehl-i imanı hakir gören ve alaya alan mücrimlerin ahirette alay mevzuu olacaklarını Allah'ımız Kur'an-ı kerim'inde haber veriyor:

"Suçlular inananlara gülerlerdi. Yanlarından geçtikleri zaman, birbirlerine göz kırparlardı. Kendi taraftarlarının yanına döndükleri zaman da (Müminleri ortaya atıp) eğlenirlerdi. İnananları gördüklerinde 'Bunlar sapık insanlar.' derlerdi. Oysa kendileri inananlara gözcü olarak gönderilmemişlerdi. İşte bugün de inananlar kâfirlere güler. Tahtlar üzerinde, inkârcıların yaptıkları şeylerin karşılığının nasıl verildiğini seyrederler." (Mutaffifîn: 29-36)

 

GIYBET ETMEMEK

Gıybet bir müslümanın, duyduğu zaman hoşuna gitmeyecek ayıp, noksan ve kusurlarını arkasından söylemektir.

Gıybet insanlar arasında sevgi, saygı, yardımlaşma gibi güzel hasletleri ortadan kaldırarak yerine buğz, kin, düşmanlık getiren kötü bir huydur. Bundan dolayıdır ki, haram kılınmıştır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:

"Kiminiz de kiminizin arkasından çekiştirip gıybetini etmesin. Sizden herhangi biriniz, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Tiksindiniz değil mi? O halde Allah'tan korkun." (Hucurât: 12)

Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:

"Allah, zulme uğrayan kimseden başkasının, kötülüğü sözle bile açıklanmasını sevmez. Allah işitir ve bilir." (Nisâ: 148)

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e gıybetten sorulduğu zaman:

"Gıybet, din kardeşini hoşlanmayacağı bir şeyle anmandır. Eğer o şey kendisinde mevcut ise, onu gıybet etmiş olursun, değilse iftira etmiş olursun." buyurdular. (Müslim)

Hazret-i Safiye -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'in kısa boylu olduğundan bahseden Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'e Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdular:

"Öyle bir söz söyledin ki o denize atılsa denizi kirletir." (Tirmizî)

Gıybet eden kimse haram işlediği gibi, gıybeti duyup da tasdik eden veya susan da gıybet edenin harama ortağıdır.

Ayrıca işaret, ima, göz-kaş işaretleri, yazı gibi gıybet kasdını ifade eden her hareket gıybet sayılır ve haramdır.

Ancak bazı istisnaî hallerde iyi niyete dayanmak, doğru olmak ve haddi aşmamak şartıyla zaruret nispetinde ruhsat verilmiştir.

Hadis-i şerif'lerde şöyle buyurulmaktadır:

"Gıybetten sakınınız; zira gıybetin bir kısmı zinâdan beterdir." (Camius-sağir)

"Gıybet, zinânın kızkardeşi ve onun benzeridir." (Münâvî)

"Gıybet edenlerle, gıybeti dinleyenler günahta ortaktırlar." (Münâvî)

"Fısk-u fücûru âşikâr olanların gıybeti haram olmaz." (Camius-sağir)

"Bir kimse hayâ elbisesini bırakırsa (hayasızlaşırsa) gıybeti haram olmaz." (Camius-sağir)

"Fâsıkları irtikâb ettikleri fısklarıyla zikrediniz ki insanlar kötülüklerinden sakınsınlar." (Câmius-sağir)

 

HASET ETMEMEK

Haset, Allah-u Teâlâ'nın bir kuluna ihsan ettiği nimetlere karşı kıskançlık duymak, o nimetin ondan çıkmasını istemektir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Yoksa onlar, Allah'ın lütfundan verdiği kimselere haset mi ediyorlar?" (Nisâ: 54)

Allah-u Teâlâ şeytanın şerrinden korunmamızı emir buyurduğu gibi;

"Haset ettiği zaman, hasetçinin şerrinden sabahın Rabb'ine sığınırım." (Felâk: 5)

Âyet-i kerime'si ile, haset edenin şerrinden de sakınmamızı tavsiye buyuruyor.

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:

"Birbirlerinize buğzetmeyin, birbirinize haset etmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, birbirinizle alâkayı kesmeyin. Kardeş olun ey Allah'ın kulları!" (Buhârî-Müslim)

Allah-u Teâlâ dilediğini dilediğine verir, dilediğini dilediğinden alır. O'nun bir kuluna lütuf buyurduğu her hangi bir nimeti kıskanmak, ilâhi taksime itiraz etmek demektir.

Hadis-i şerif'lerde şöyle buyurulmaktadır:

"Hasetten sakınınız. Şüphesiz ki ateş odunu mahvettiği gibi, haset de sevap ve iyiliklerin yok olmasına sebep olur." (Ebu Dâvud)

"Acı otun balı ifsâd ettiği gibi hased de müminin imanını ifsâd eder."

"İmân ile hased bir mümin-i kâmilin kalbinde kat'iyyen birleşmez." (Nesâî)

"Ateş odunu yakıp imhâ ettiği gibi başkasında olan nimetin zevâlini arzu eylemek mânâsında olan 'hased' dahî insanın amel ve ibâdetini mahveyler." (Ebu Dâvud)

Gıpta ise güzel bir huydur. Bir kimsede bulunan güzel huyların kendisinde de bulunmasını istemek demektir.

Haset ise kişiden her şeyi götürür.

Haset eden kimse gıybet ettiği için, ibadetlerinin sevabını da gidermiş olur.

"Bir kimse kendi nefsi için arzu ettiği ecir ve sevabı din kardeşi için de arzu etmedikçe mümin-i kâmil olamaz." (Buhârî)

 

MENFAATE TEVESSÜL ETMEMEK

Menfaat mi? Yerinde dursun. İşimiz Allah için olsun.

Hiçbir şeye tenezzül etme. Çünkü Allah yolu hiçbir şey kabul etmez.

Hadis-i şerif'lerde şöyle buyuruluyor:

"İbâdetini riyâ ve dünyevî maksat ve hesaplardan hâlis et! O halde az bir amel senin için kâfidir." (Camius-sağir)

"Dünya için ibâdet eden kimse ahiret rahatlığından ve cennetten mahrum olur." (Münâvî)

Dünya ve içindekiler, geçinmek ve faydalanmak üzere verilmiş birer vasıta olması itibari ile nimet ise de gaye bunlar değildir. Birçok insan ise bütün bunlara düşkündür.

Hakk ve hakikati bırakıp dünya lezzetlerine dalanlar büyük bir belâya ve huzursuzluğa uğramışlardır.

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:

"Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Oysa Allah âhireti kazanmanızı ister." (Enfâl: 67)

Dünya hayatının müddeti kısa ve lezzeti de geçici olduğu için, bir aldanma ve oyalanmadan başka bir şey değildir.

Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"Dünya hayatı sadece oyun ve oyalanmadır. Ahiret yurdu ise Allah'tan korkanlar için elbette daha hayırlıdır.

Düşünmüyor musunuz?" (En'âm: 32)

Onun için aldanmaya gelmez.

Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Senin için ahiret, dünyadan daha hayırlıdır." (Duhâ: 4)

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:

"Onlar dünya hayatını âhirete tercih ettiler." (Nahl: 107)

"Kim dünya hayatını ve onun ziynetini isterse, onlara orada yaptıklarının karşılığını tam olarak veririz. Onlar orada hiçbir zarara uğratılmazlar." (Hûd: 15)

Kâfirler âhirete varınca dünya hayatının bir oyun ve eğlence olduğunu ancak anlayabilecekler.

"Bize kavuşmayı ummayanlar, dünya hayatına râzı olarak, onunla tatmin olanlar ve âyetlerimizden habersiz bulunanlar var ya! İşte onların kazandıklarına karışılık varacakları yer ateştir!" (Yunus: 7-8)

"Onlar dünya hayatı ile şımardılar.

Oysa âhiretin yanında dünya hayatı sadece bir geçimlikten ibarettir." (Ra'd: 26)

Bir kimseye dinden çıkmak için çok para versen dinden çıkmaz da, bilmediğinden ötürü Allah-u Teâlâ'nın hükmüne rıza göstermemekle küfre girdiğinin farkına varmaz. Veya şeytan onu aldattığı için küçücük bir menfaat için dinden çıkar da haberi olmaz.

Birincisi, bir boğaz doyurmak için hiç kimseyi taciz etmeyecek, rahatsız etmeyecek. Yemeğini yiyecek, gideceği yere gidecek. Şu yemeleri içmeleri, şu menfaatleri kökünden kaldırmadıkça hakikate varmış olamayız. Dervişlik demek menfaatçılık yahut boğazcılık demek değildir. Bazı görülüyor ki bir boğaz için ne külfetlere giriliyor. Bu hususa son derece itina göstermek lâzım. Bu noktada rızâsı olduğunu Allah'ımız bize gösterdi.

İkincisi temiz giyinecek. İçi, dışı, dişi temiz olacak. Bu, insanın hüsn-i İslâmiyet'ine delâlet eder. Derviş demek pejmurde demek değildir.

Üçüncüsü ise vakuriyet sahibi olacak. Mütevâzi olana gayet mütevâzi olduğu gibi kibirli olana da mütekebbir olacak.

Bu hususlara çok dikkat ediyoruz. Yoksa Hazret-i Allah'ın yapın ve yapmayın gibi emirlerinin zaten yapılması gerekir.

Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz şöyle anlatmıştır:

"Biz Resulullah Aleyhisselâm ile otururken uzaktan Mus'ab bin Umeyr -radiyallahu anh- göründü, bize doğru geliyordu. Üzerinde deri parçası ile yamanmış bir bürdesi vardı. Resulullah Aleyhisselâm onu görünce (Mekke'de iken giyim kuşam yönünden yaşadığı) bolluğu düşünerek ağladı.

Sonra buyurdu ki:

"(Gün gelip) Sizden biriniz, sabah bir elbise akşam bir elbise giyse ve önüne yemek tabaklarından biri getirilip diğeri kaldırılsa ve evlerinizi de (halılarla ve kilimlerle) Kâbe gibi örtseniz o zamanda nasıl olursunuz?"

Orada bulunanlar: "O gün biz bugünümüzden çok daha iyi oluruz. Çünkü hayat külfetimiz karşılanmış olacak, biz de ibadete daha çok vakit ayıracağız." dediler.

Resulullah Aleyhisselâm şöyle karşılık verdi:

"Hayır! Bilâkis siz bugün o günden daha iyisinizdir." (Tirmizî: 2478)

 

KALBİ BÜTÜN MÂSİYETLERDEN
TEMİZ TUTMAK

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"O gün ki, ne mal fayda verir ne de oğullar... Meğer ki Allah'a tamamen salim ve temiz bir kalp ile gelenler ola." (Şuara: 88-89)

Kalbin ıslahı çok mühimdir, çünkü bütün azalar onun emrindedir.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:

"İyi bilin ki insanda bir et parçası vardır, o iyi olursa bütün cesed iyi olur. O bozulursa bütün cesed ifsad olur. O et parçası kalptir." (Buhârî)

Kötülüklerden ve günahlardan uzaklaşan bir kalp saadete erip felâh bulduğu, Allah katında makbul olduğu gibi; mâsiyetlere daldığı zaman, şehvet ve lezzetlere dalıp hayvani sıfatlarla örtüldüğü zaman, o nispette Allah'tan uzaklaşır.

Bir Hadis-i şerif'te de şöyle buyuruluyor:

"Kalp bir hükümdardır ve kalbin askerleri vardır. Eğer hükümdar bozulursa askerler de bozulur, iyi olursa askerler de iyi olur." (C. Sağir)

Kalp nurlandığı zaman nûru bütün uzuvlara dağılır, uzuvlardan sadır olan kötülüklerin kaynağı ise yine kalptir.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Kalpler dört sınıfa ayrılır:

1. Tertemiz bir kalptir ki, içinde alev alev yanan bir lâmba vardır. Bu müminin kalbidir.

2. Simsiyah kesilmiş ve döndürülmüş kalptir. Bu kâfirin kalbidir.

3. Kılıflı ve kılıfının ağzı bağlanmış kalptir. Bu münafığın kalbidir.

4. Terkedilmiş, yüz çevirilmiş kalptir ki, iman da nifak da vardır.

İman bu kalpte, temiz suyun yeşillendirip çoğalttığı bakla gibidir. Nifak ise irin ve sarı suyun geliştirip büyüttüğü çıban gibidir. Binaenaleyh bu iki maddeden hangisi üstün gelirse, onunla hükmedilir." (Ahmed bin Hanbel)

Allah-u Teâlâ kalbin temizlenmesinin ve cilâlanmasının ancak zikrullahla mümkün olacağını haber vermektedir:

"Takvâya erenler, şeytan tarafından bir vesveseye uğrayınca Allah'ı zikrederler, bir de bakarsın ki, onlar gerçeği görüp bilmişlerdir bile!" (A'râf: 201)

Hadis-i şerif'te ise:

"Zikrullah kalplerin şifasıdır." buyuruluyor. (Münâvî)

Mühim olan mânevi hastalıklardır:

"Onların kalplerinde hastalık vardır." (Bakara: 10)

Âyet-i kerime'si ile işaret buyurulan bu korkunç hastalıklar eğer tedavi edilmezse ebedî hayatı öldürdüğü için çok tehlikelidir. Kin, kibir, ucb, şehvet, gadap, hased, rîya, tamah, hırs... gibi kötü sıfatlar kalb hastalıklarıdır, kâmil bir mümin olabilmek için kalpten bu sıfatları bir bir izâle etmek gerekiyor.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde:

"Nefsini tertemiz yapıp arındıran felâh bulmuş kurtulmuştur. Onu örten kişi ise elbette ziyana uğramıştır." buyuruyor. (Şems: 9-10)

 

KULAĞI ÇİRKİN ŞEYLERİ
DİNLEMEKTEN KORUMAK

Konuşulması yasak olan şeyleri dinlemek de yasaktır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"Bilmediğin şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların herbiri ondan sorumludur." buyuruyor. (İsrâ: 36)

Gıybet, iftira, yalan, alay... gibi yasak sözleri zaruret olmadığı halde dinleyen kimse, o günahı işleyenlerle birlikte günahkâr olur.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:

"Gıybet edenlerle gıybeti dinleyenler günahta ortaktırlar." (Münâvî)

İnsan uzuvlarının da zinâsı vardır. Zira haram ve çirkin işlerde kullanılan bütün uzuvlar kötü işlere uzanmakla zinâ etmiş gibi olurlar.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde:

"Kulakların zinâsı dinlemektir." buyurmuşlardır. (Buharî)

İşitilen ve dinlenilen fuhşa dair çirkin söz, kişiyi meşgul eder, kalbinde yer tutar ve duyduklarını uygulatmak ister.

Çalgı âletlerini dinlemek de kulâk âfetlerindendir ve haramdır.

Dinlenmesi haram olan bir sesin istenmeyerek kulağa gelmesi işitmedir, dinleme değildir. Dinleme kastı bulunmadıkça işitilen şeyler zarar vermez. İşitilen şeye uyarak kulak verip dinlemek haramdır. Dinlememek için gayret sarfedilmelidir. Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in, dinlememek için parmaklarını kulaklarına tıkadığı rivayet edilmiştir.

Akıllı kimse kulağına hakim olur, zarar göreceğini tahmin ettiği yerlerden ve insanlardan uzak durur.

Allah-u Teâlâ bu gibi kimseleri Âyet-i kerime'sinde övmüştür:

"Onlar ki boş söz işittikleri vakit ondan yüz çevirirler." (Kasas: 55)


  Önceki Sonraki  

Diğer Yazıları
TÜM YAZILAR