Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
TARİHTEN SAYFALAR - "Fetret Devri" ile İlgili İhmâl Edilmiş Bir Târih Metni: 'Abdülvâsi' Çelebi'nin "Ceng-i Sultân Muhammed bâ-Mûsâ ve Hezîmet-i Mûsâ" Adlı Manzûmesi - Ömer Öngüt
"Fetret Devri" ile İlgili İhmâl Edilmiş Bir Târih Metni: 'Abdülvâsi' Çelebi'nin "Ceng-i Sultân Muhammed bâ-Mûsâ ve Hezîmet-i Mûsâ" Adlı Manzûmesi
TARİHTEN SAYFALAR
Hakan Yılmaz
1 Aralık 2009

 

"Fetret Devri" ile İlgili İhmâl Edilmiş Bir Târih Metni:
'Abdülvâsi' Çelebi'nin
"Ceng-i Sultân Muhammed bâ-Mûsâ ve Hezîmet-i Mûsâ"
Adlı Manzûmesi

 

Osmanlı Devleti'nin ilk 150 yıllık geçmişinin tespitiyle ilgili en büyük problem olan kaynak yetersizliği sorunu günümüzde hâlâ etkisini ciddî ölçüde hissettirmektedir. Özellikle son yüz yıldır, yapılan tüm araştırmalara rağmen bu konuda maalesef ciddî hiçbir gelişme kaydedilememiştir.

Bu yönde akademik çevrelerdeki çalışmalar o kadar büyük bir bağlantı kopukluğu içinde yürütülmektedir ki, Edebiyat câmiâsınca tanınan, hattâ üzerinde birkaç defâ tez hazırlanan târihsel içerikli çok eski bâzı kaynaklar bile, târihçiler tarafından ya hiç bilinmemekte, ya da keşfinden çok uzun zaman sonra farkedilmektedir.(1)

 

Fetret Devri Kaynaklarına Genel Bir Bakış:

Müstakil anlamda ilk Osmanlı târihinin yazarı olan Âşık Paşa-zâde'nin fetret devri hakkında verdiği bilgiler, kimi araştırmacıların zannettiği gibi 1422'ye kadar devâm eden bir "Yahşi Fakih zeyli"nin özetini değil, onun bizzat kendi izlenimlerini ve bâzı sözlü rivâyetlerin izlerini yansıtır. Oruç Beg ve Anonim târihler onun bu rivâyetlerinden kimi zaman aynen, kimi zaman da kısmen alıntılar yapmışlardır.

Fetret devri hakkında günümüze ulaşamamış önemli bir kaynağın varlığını, 17. yüzyıl müverrihlerinden Bostan-zâde Yahyâ Efendi'nin "Tuhfetü'l-Ahbâb" adlı eserine aldığı bir rivâyetten öğreniyoruz.(2) Bir "Menâkıb-nâme" niteliğindeki bu kaynak, Bostan-zâde'nin Tire medresesi müderrisi olan dedesi Kalemşâh Beg'in derlediği, büyük atası Molla Pîr Ali'nin Çelebi Mehmed'le ilgili hâtırâlarından meydana geliyordu.(3)

Anonim "Tevârîh-i Âl-i 'Osmân"ların Çelebi Mehmed-Mûsâ Çelebi mücâdelesini anlatan kısmı, Mûsâ Çelebi'nin taraftarlarından olup ona çok yakın bir noktada savaşan ismi meçhul bir yeniçerinin hâtırâlarını içerir.(4) Mûsâ Çelebi'nin ordusunun dağılışını, yeniçeri ağasının çuhadârının şehzâdenin omzuna şiddetle vurup karşı safa geçişini, kaçmaya çalışırken atı çamura saplanan Mûsâ Çelebi'nin uğradığı hazin âkıbeti ayrıntılı bir biçimde tasvir eden bu rivâyetler, bugün mevcut olmayan, "hâtırât" niteliğindeki kısa bir orijinal kaynağın varlığına delâlet etmektedir.

Osmanlı târihinin en belirsiz ve karmaşık dönemlerinden biri olan Fetret devriyle ilgili kaynaklar, mevcut Osmanlı târihlerine yansıyan bu bilgilerle sınırlı kalmış; bu konuda yeni bir kaynağın mevcut olmadığı zannı son devirlerde yerli ve yabancı araştırmacıları, en azından bu kaynaklardaki bağımsız metinleri (interpolation) ana metinden ayrıştırma ve özgün birer metin hâlinde ortaya çıkarma çalışmalarına odaklandırmıştır. D. J. Kastritsis, iki yıl önce Rûhî ve Neşrî'deki "Menâkıb-nâme" metnini neşrederek bu konuda ilk adımı atmıştır.(5)

 

Abdülvâsi' Çelebi ve "Halîl-nâme"si:

Abdülvâsi' Çelebi'nin hayâtı ile ilgili kısa fakat en esaslı bilgiler, günümüze ulaşabilmiş yegâne mesnevîsi olan "Halîl-nâme"sindeki bâzı atıflarından ibârettir. Ancak bunlar da; herhangi bir ayrıntı içermeyen, son derece yüzeysel ve belirsiz birkaç bilgi kırıntısından öteye geçmemektedir.

Çelebi Sultan Mehmed dönemi şâir ve müelliflerinin önde gelenlerinden olduğu eserinden ve hakkındaki arşiv belgelerinden açıkça anlaşılan Abdülvâsi' Çelebi'nin aslen nereli olduğu belli değildir. Amasya'lı olan Bâyezîd Paşa'nın küçüklük yıllarını bildiğini ve yetişmesinde emeği geçtiğini söylediğine göre uzun bir süre Amasya'da ikâmet etmiştir.(6) Öte yandan kesin olmamakla birlikte, "Halîl-nâme"sinin içinde Hazar bölgesinin mâmur ve ferahlık içinde oluşunu anlatırken, özellikle Çorum'un İskilip ilçesine atıfta bulunması, onun buralı olduğuna bir delil sayılabilir.(7) Müellif, eserinde babasının bir "Kâdî-oğlı" olduğunu ve "Muhammed" adında bir kardeşi bulunduğunu belirtmiş; dizelerinde kendisinden kimi zaman "Kâdî-oğlu", kimi zaman "Kâdî" ve bâzen de "İmam" diye sözetmiştir.(8)

Abdülvâsi' Çelebi'nin Edirne'deki vakıfları, yaşadığı döneme kadar inen tahrir kayıtlarından tespit edilebilir. Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nde kayıtlı 1070 no.'lu Tapu Tahrîr Defteri'nde; Simavna kadısı-oğlu Şeyh Bedreddîn'in 815-816 (m. 1412-13) yılları arasında Edirne'deki zâviyesi adına tasarruf ettiği vakıflar arasında, Tunca nehri üzerindeki köprünün bitişiğindeki Hacı Ivâz Paşa vakfının yanında, pâdişah tarafından müellifimize tahsis edilen "'Abdü'l-vâsi' Çelebî vakfı" dikkati çeker.(9) Bu, yaşadığı devirde onun, asrının meşhur şahsiyetleri arasında yer aldığına kesin bir delil teşkil eder.

Şiir konusunda hayli yetenekli olduğu anlaşılan Abdülvâsi' Çelebi'nin, günümüze ulaşan ve vaktiyle devrinin şâirleri arasında şöhret kazanmasını sağlayan yegâne eseri, Hazret-i İbrâhîm Aleyhisselâm kıssasının manzum bir derlemesi olan "Halîl-nâme" adlı mesnevîsidir.

"Halîl-nâme"nin te'lif hikâyesi ilginçtir: İlme ve ilim ehline büyük değer veren, devrindeki âlim ve şâirlere ihsânını eksik etmeyen Bâyezîd Paşa, bir gün ünlü İran'lı şâir Fahreddîn Cürcânî'nin "Veys-ü Râmîn"adlı Farsça mesnevîsini okurken, bu eserin Türkçe'ye tercüme edilmesi gerektiğini düşünür ve hemen ünlü şâir Ahmedî'yi huzûruna dâvet eder; ondan eseri tercüme etmesini, bunu yaptığı taktirde yazacağı her beyte karşılık kendisine bir altın vereceğini söyler. Ahmedî hemen emri yerine getirmek için kolları sıvar, ancak eserin dîbâcesinin müsvettelerini bile hazırlayamadan, 815 (m. 1417)'de ânîden vefât eder. Bunun üzerine Bâyezîd Paşa bu işi, katında çok değerli ve hürmete şâyân bir kimse olan Abdülvâsi' Çelebi'ye tevdî ederek, ondan Ahmedî'nin yarım bıraktığı işi tamamlamasını ister. Ancak Abdülvâsi' Çelebi, kendi ifâdesiyle; "Sözi pür-'ıyş-u fısk-u mekr-ü tezvîr; İçi pür-fikr-ü hîle kendü teshîr" olan, içinde "Ne va'z-u ne hikâyet ne 'acâyib; Ne pend-ü ne nasîhat ne garâyib" bulunmayan bu eseri tercüme etmeyi bir türlü içine sindiremez; yerine İlâhî hakîkatlere dayanan bir peygamber kıssasını, Hazret-i İbrâhim Aleyhisselâm'ın hayâtını anlatan bir manzûme nazmetmeyi yeğler.(10)

Müellif eserini çeşitli edebî sanatlarla süslemiş, kuvvetli vurgular ve nükteli ifâdelerle çekici hâle getirmiş ve olayları aktarırken tasvirleri canlı tutmaya özen göstermiştir. Onun manzum bir siyer niteliğindeki bu eseri, yalnız edebî maksatla te'lif edilmiş, destânî unsurların araya sokulmasıyla gerçekliğini yitirmiş manzûmelerden olmayıp; Keşşâf ve benzeri tefsirlerden ve Hadis rivâyetlerinden derlenerek yazılmış, sağlam ve güvenilir bilgiler içeren, peygamberler târihi kapsamında değerlendilmesi gereken biyografik bir eser niteliğindedir.

Bâzı araştırmacılar "Halîl-nâme"nin sonunda yer alan "Mi'râc-nâme"nin(11) ayrı bir eser olduğunu iddiâ etmişlerse de, Abdülvâsi' Çelebi'nin bu kısmı düzgün bir tertip sırası içinde İsmâil Aleyhisselâm'dan Muhammed Aleyhisselâm'a ulaşan neseb silsilesinden sonra getirmesi ve onu tâkip eden tetimmenin iki yerinde "Mi'râc-nâme"nin değil, açıkça "Halîl-nâme"nin tamamlandığını söylemesi;(12) metnin sanıldığı gibi müstakil bir eser olmayıp "Hâlîl-nâme"nin bölümlerinden biri olduğunu gösterir.

 

"Halîl-nâme"nin Osmanlı Târihi Kısmı:
"Ceng-i Sultân Muhammed bâ-Mûsâ ve Hezîmet-i Mûsâ":

Bâyezîd Paşa'nın teşvikiyle bir "Halîl-nâme" kıssası kaleme alan Abdülvâsi' Çelebi, mesnevîsinin içinde Nemrut'un küçük bir sinekle helâk oluşunu nakledip, insanların İbrâhîm Aleyhisselâm'ın risâletine uymakla adâlete kavuştuklarını anlattıktan sonra sözü Çelebi-Mehmed-Mûsâ Çelebi arasındaki Çamurlu-ova savaşı'na getirerek, tıpkı Ahmedî gibi Osmanlı târihiyle ilgili bambaşka bir manzûmeye geçiş yapmıştır. Konusu ve içeriği bakımından asıl eserden tamâmen farklı olan bu kısım, "Halîl-nâme"den ayrı bir metin görünümündeki "Ceng-i Sultân Muhammed bâ-Mûsâ ve Hezîmet-i Mûsâ" adlı manzum parçadır. Bu manzûme Fetret devri olaylarının bütününü değil, olayları nihâyete erdiren Çelebi Mehmed-Mûsâ Çelebi mücâdelesinin en son safhasını, yâni 816 (1414)'te meydana gelen Çamurlu-ova savaşı'nı anlatır. Müellifin bizzat kendi ifâdesine göre eser 817 (1415) yılında; olaylar henüz tazeliğini korurken, savaşın izleri hafızalardan silinmeden yazılmıştır.(13)

 


Abdülvâsi‘ Çelebi’nin “Halîl-nâme”sinde
"Ceng-i Sultân Muhammed bâ-Mûsâ ve Hezîmet-i Mûsâ" adlı manzûmesine giriş yaptığı varak.
Kâhire Dârü'l-Kütübi'l-Kavmiyye, Edeb Türkî, nr.: M/82, vr. 59a.

Ahmedî'nin manzum târihinden sonra, Fetret devrinde yazılmış ikinci orijinal târih kaynağı olan "Ceng-nâme", Abdülvâsi Çelebi'nin Çelebi Mehmed'e yazdığı övgü ve medhiyelerle başlar. Burada müellif, uzun fetret dönemini sona erdiren genç pâdişâhı, "bu 'âlem onmağ içün" Allah tarafından gönderilmiş bir kurtarıcı olarak görür ve adının "Muhammed" olmasından hareketle onu, âlemin ıslahı için gönderilecek olan Hazret-i Mehdî'ye benzetir. Sonra, şehzâdeler arasında vukû bulan başlangıçtaki olayları birkaç beyit hâlinde özetleyerek konuya giriş yapar; Çelebi Mehmed'in "ni'metiyle büyimiş" olan Mûsâ Çelebi'nin, Rumeli'ye geçtikten sonra "ata tahtın" isteyip "ulu devletine" kastetmesini iki tarafı konuşturmak sûretiyle kuvvetli bir biçimde vurgular. Sonra bilinen Osmanlı rivâyetlerinden farklı olarak Sultan Mehmed'in, Mûsâ'nın 80 bin kişilik bir orduyla üzerine geldiğini işitince, kendi askerinin azlığını umursamayıp: "Ol geçince biz geçelüm; Çeriye bakmayalum tîz göçelüm…" diyerek Rumeli'ye yürüdüğünü aktarır.(14) O sırada Çelebi Mehmed'in etrâfında yalnız sekiz bin kişilik bir kuvvet vardır. Bu nedenle paşalar genç Sultân'ı, uzaktan gelen birlikleri beklemeden Rumeli'ye geçmemesi konusunda önemle uyarır:

"Vezîrler didi: "İy Sultân-ı 'âlem!

Deñiz geçmege çok gerekdür âdem

Anuñ seksen biñ artuk leşkeri var

Müsellah hâzır-u cengî eri var

Bizüm leşker dahı cem' olmamışdur

Irakdan ulu begler gelmemişdür

Sekiz biñ kişi seksen biñ kişiye

Varursa ne belüre ne ışıya…"(15)

Vezirlerin ısrârına rağmen "şecâ'at ıssı Sultân" bu teklifi kabul etmez; Allah'ın yardım ve desteğinin, kendilerine iyilikte bulunduğu "yohsûl-u bây"ın duâ askerlerinin arkasında olmasını yeterli görür. İstanbul tekfurunun "hidmet"i sâyesinde "bir-iki günde" Rumeli yakasına geçer ve Edirne'ye çıkıp "biş-on gün il içinde" yürürler; ardından "varuban Lâz'a, İflâk'a" girip düşmanın "seksen biñden artuk" olduğunu görürler. O esnâda uzak diyarlardan "Yigirmi biñ kadar cem'" olup gelen takviye birliklerle, Sultân'ın asker sayısı da 28 bine ulaşır. Savaştan önce Mûsâ Çelebi'nin asker ve teçhizat seçiminde gösterdiği titizliğe manzûmede özel bir yer ayrılmıştır. Kardeşiyle savaşma konusunda zâten isteksiz olan Çelebi Mehmed, kardeşinin 80 bin erle karşısında saf bağladığını görünce: "Gelmese yig-idi bu kardaş; N'idelüm geldi Tangrı bize yoldaş…" demekten kendini alamaz. Nihâyet savaş boruları çalınır, davullara şiddetle vurulur ve iki ordu kopan büyük bir hengâmenin ardından birbirine girer. Şâirin buradaki tasvirleri çok canlı ve ayrıntılıdır; o savaşta binilen atları ve kullanılan silâhları, yapılan şiddetli çarpışmaları; Çelebi Sultan Mehmed, Bâyezîd Paşa, Hacı Ivaz Paşa ve Çandarlı İbrâhîm Paşa'nın birbiri ardınca gösterdikleri atılganlıkları dizelerine ustalıkla yansıtır. Manzûme savaştan sonra Mûsâ Çelebi'nin yakalanıp ortadan kaldırılışı, ganîmetlerin ve çevre devletlerden gelen armağanların vasfı ve kâtiplerce deftere zaptı, Çelebi Mehmed'in tek başına tahta geçerek halkı fitneden kurtarması ve onları özledikleri günlere kavuşturması gibi tasvir ve motiflerle sona erer.(16)

Doğrudan doğruya Fetret devrinde yaşamış bir görgü şâhidinin izlenimlerini içeren "Ceng-nâme"de, klâsik Osmanlı rivâyetlerinde rastlanmayan bâzı önemli ayrıntılar da yer alır. Meselâ yukarıda belirtildiği üzre, "Ceng-nâme"ye göre savaşı ilk başlatan Çelebi Mehmed değil, kardeşi Mûsâ'dır. Mûsâ Çelebi'yi yakalayan kişi de, Osmanlı kaynaklarındaki gibi Balta-oğlu veyâ Terzi Saruca değil, bizzat ikinci vezir Hacı Ivâz Paşa'dır.

Müellifin Çelebi Mehmed devri ile ilgili târihî tasvirleri yalnız "Ceng-nâme" dekilerle sınırlı değildir. O yeri geldikçe eserinde Sultan Mehmed'in Bursa'da "atası cânıyçün" verdiği büyük ziyâfet(17) ve büyük oğlu "Murâd Hân adlu Sultân-ı zamânı" Rum diyârına sancak beyi tâyin etmesi(18) gibi diğer kaynaklara çok az yansıyan zamânındaki ilginç gelişmelerden de sözeder.

Abdülvâsi' Çelebi'nin "Halîl-nâme"si, içerdiği "Ceng-nâme" metni kadar, Fetret devri kaynakları hakkında ortaya atılan gündemdeki bâzı yeni iddiâları da kontrol etmemize yarayacak önemli deliller içermektedir. Bunlardan en önemlisi, Süleyman Çelebi'nin musâhibi ve ilk manzum Osmanlı târih metninin sâhibi olan Ahmedî'nin, ölümünden önce Fetret devri olaylarını anlatan bir "Menâkıb-nâme" yazıp yazmadığı meselesidir.

Prof. Dr. Halil İnalcık, Rûhî Çelebi ve Neşrî'nin eserlerine hiç değiştirmeden aldıkları, "Ahvâl-i Sultân Muhammed bin Bâyezîd Hân" başlıklı bâbdan başlayıp Mûsâ Çelebi'nin ölümüne kadar devâm eden özgün bir târih metnini (interpolation), ölümünden kısa bir süre önce Çelebi Mehmed'in yanına gelen Ahmedî'nin yazdığını iddiâ etmiş,(19) ancak bu iddiâsının doğruluğunu kanıtlayacak tek bir delil bile gösterememiştir.

Mevcut tüm kaynakların, ölümünü ittifakla 815 (1412-1413)'te gösterdiği Ahmedî'nin, ölümünden 1 yıl sonra, 816'da gerçekleşen bir savaşı ve onda hezîmete uğrayan bir şehzâdenin ölüm kıssasını içine alacak bir "Menâkıb-nâme" yazması imkân dâhilinde olmadığı gibi; onun ölümünden altı ay önce bütün çaba ve gayretini Bâyezîd Paşa'nın emriyle "Veys-ü Râmîn"in tercümesine sarfetmiş olduğunu da Abdülvâsi' Çelebi, olayların içinde yer alan bir görgü şâhidi olarak Paşa'ya yazdığı medhiyelerden birinde haber vermiştir.(20)

 

(1) Üzerinde durduğumuz manzûme daha önce Doç. Dr. Ayhan Güldaş tarafından "Halîl-nâme"nin içinde yayınlanmıştı: Abdülvasi Çelebi, "Halilname", Kültür Bak. Yay. 1000 Temel Eser serisi, Ankara, 1996.

(2-3) Krş. Bostan-zâde Yahyâ Efendi, "Tuhfetü'l-Ahbâb", Beyazıt Devlet Ktp., Genel, nr.: 5005, vr. 18a-18b. Bu meçhul kaynağın yukarıda adı geçen çalışmamızda geniş birak yapılmıştır.

(4) F.Giese, "F. Giese, "Die Altosmanischen Anonymen Chroniken", s. 50-51, Breslau, 1922.

(5) D. J. Kastritsis, "The Tales of Sultan Mehmed, Son of Bayezid Khan [Ahvâl-i Sultân Mehemmed bin Bâyezîd Hân]", Annotated English Translation, Turkish Edition, and Facsimilies, Harvard University, 2007.

(6-7) Abdülvâsi' Çelebi, "Ceng-i Sultân Muhammed bâ-Mûsâ ve Hezîmet-i Mûsâ: İnceleme-Tenkidli Transkripsiyon-Tıpkıbasım", s. 31, 33, 38, haz.: H. Yılmaz.

(8) Meselâ, bk. "Halilname", A.Güldaş neşri, s. 66, 277-278, 395, 410.

(9) BOA, Tapu Tahrîr Defteri, nr.: 1070, s. 140.

(10) Abdülvâsi' Çelebi, "Ceng-i Sultân Muhammed bâ-Mûsâ…", s. 38-44.

(11) Krş. "Halilname", A. Güldaş neşri, s. 418-489.

(12) Krş. a.g.e., s. 497-498.

(13) Krş. a.g.e., s. 489.

(14) Krş. a.g.e., s. 254-259.

(15) Krş. a.g.e., s. 259-260.

(16) Krş. a.g.e., s. 260-278.

(17) Krş. a.g.e., s. 411-413.

(18) Krş. a.g.e., s. 342-343.

(19) Krş. Halil İnalcık, "Klasik Edebiyat Menşei: İranî Gelenek, Saray İşret Meclisleri ve Musâhib şâirler", Türk Edebiyatı Tarihi, c. 2, s. 276-279. Kültür Bak. yay., Ankara, 2007.

(20) Krş. Abdülvâsi' Çelebi, "Ceng-i Sultân Muhammed bâ-Mûsâ…", s. 38-44.


  Önceki Sonraki  

Diğer Yazıları
TÜM YAZILAR