Domuz gribi ile yatıp kalktığımız, "Aşı yaptıralım mı, yaptırmayalım mı?" tartışmaları arasında iki arada bir derede kaldığımız bir kış mevsimi yaşıyoruz.
Bu tartışmaların yaşandığı günlerde "GDO"lu ürün konusunun da gündeme gelmesi ilginç bir tesadüf oldu.
"Grip ile GDO'lu ürünlerin ne alakası var?" sorusu sorulabilir. Şöyle:
Her iki konu da "Biyogüvenlik" kavramını gündemimize taşıması gereken şeyler. "Biyogüvenlik" yani "Hayat-sağlık güvenliği"...
"Biyogüvenlik meselesi" sadece; "İşte gripten şu kadar insan öldü, GDO'lu ürünlerden şu kadar insan kanser oldu." meselesi değil. Bu mesele ulusal güvenlik akademilerinde, askerî mahfillerde ders konusu olarak okutulan "Asimetrik Tehdit" kavramı bünyesinde ele alınması gereken ciddi tehdit potansiyeli olan bir mesele. Şöyle izah edelim:
Nükleer silah üretmek bilimsel noktada bazı ülkeler için çocuk oyuncağı üretmek kadar kolay bir şey. BM raporlarına göre aralarında Türkiye'nin de olduğu 36 ülke bilimsel yeterlilik noktasında nükleer silah üretme kapasitesine sahip.
Bunun gibi melez virüsler üretmek de birçok ülke için çocuk oyuncağı yapmak gibi bir şey.
Genetik teknoloji öyle bir hal aldı ki GDO'lu denilen frankeştayn ürünleri üretmek yine bazı ülkeler için basit bir şey.
Grip virüsü zaten hemen her sene melezleşerek kendisini yenileyen bir virüs. Bu melezleşme özelliği kullanılarak bazı laboratuvarlarda kolaylıkla insan eliyle üretilmiş virüsler ortaya çıkartılabilir.
Domuz gribi denilen virüs laboratuvarlarda insan eliyle üretildi diyebileceğimiz net bilgilerimiz yok.
Ancak şöyle bir gerçek var: "Böyle bir imkân var."
İşte bu bilimsel imkânın olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Hayvanın yapmadığını yapan; insan hayatını, sağlığını zerre kadar düşünmeyen; bilimi ihtirasları için kullanan; insan kanı üzerinden para kazanmaktan çekinmeyen yaratıkların cirit attığı bir dünyada yaşıyoruz.
Binaenaleyh hazırlığımızı, tedbirimizi bu gerçekler üzerinden, adeta bir savaş içindeymişiz gibi yapmamız lâzım. Unutmayalım, yeni yüzyıldaki düşman tehditleri sadece yakan yıkan bombalardan ibaret değil.
Ancak Türkiye olarak bu alanda özellikle kamusal bilinç noktasında çok büyük bir eksiklik var.
Dikkat ederseniz son senelerde her bir-iki yılda bir değişik bir hastalık ortaya çıkıyor. Hastalığın ortaya çıkmasından ziyade yaygarası daha büyük oluyor. Bu yaygarada Dünya Sağlık Örgütü'nün ısrarlı salgın hastalık uyarılarının da etkisi bulunuyor.
Yaygarası zararından büyük ilk hastalık 2002-2003 kışında yaklaşık 800 kişinin ölümüne sebep olan SARS hastalığı oldu.
SARS hastalığının neredeyse sadece Çin ve Çinli nüfusun yaşadığı ülkelerde (Çin, Hong Kong, Tayvan, Singapur vs.) görülmesi hastalığa sebep olan virüsün "Genetik silah" olma ihtimalini her zaman gündemde tuttu. Ölümlerin tamamına yakını bu ülkelerde oldu. Hemen bütün dünyada Kuzey Amerika hariç SARS vakasına neredeyse hiç rastlanmadı. Kuzey Amerika'da görülmekle beraber hiçbir beyazın bu hastalığa yakalanmadığı söylendi.
Fakat dikkat ederseniz bu virüs genetik-biyolojik bir silah olarak üretilmiş olsa da bu tür psikolojik çökertme hedefli muhtemel asimetrik tehditlerin medya gücü ile desteklenmesi zarureti bulunmaktadır.
Nitekim o günleri hatırlarsanız insanlar bırakın Çin'e gitmeyi Çin malına dokunmaktan bile korkar olmuşlardı. Halbuki 1.5 milyarlık Çin'de ölü sayısı 1000'i bile bulmamıştı. Oysa her yıl binlerce, hatta milyonlarca insanın ölümüne sebep olan hastalıklar var. Meselâ sıtma Afrika'da her yıl birkaç milyon cana mal oluyor.
Burada şimdi bazı sorular soralım: "Domuz gribi" ilk nerede görüldü? Meksika'da mı? O sıralarda Amerika'da görüldü mü? Bu güne kadar domuz gribinden kaç kişi öldü? En çok ölüm hangi ülkede gerçekleşti?
Bu sorulara bir cevap teşkil etmesi açısından BBC Türkçe servisinin 13 Kasım tarihli şu haberini okuyalım:
"ABD'de domuz gribinden ölenlerin sayısının 4 bine yaklaştığı açıklandı. Bunlardan 540'ının çocuk olduğu bildiriliyor. Hastalık Kontrol ve Önlem Merkezi'nden yapılan son açıklama, ... Yeni verilere göre son altı ayda 22 milyon Amerikalı bu virüsü kaptı, 98 bini hastaneye kaldırıldı. 3.900 kişi ise yaşamını yitirdi."
Öyle görünüyor ki virüs bütün dünyaya Amerika'dan yayıldı.
Birileri Amerika'yı hedef almış olabilir. Ancak eğer böyle bir ihtimal varsa bile bu taarruz "Medya-haber taarruzu" ile desteklenmediği için Amerika'nın imajına pek zararı olmadı. Amerikan halkı da durumdan pek haberdar değil. Zira ne hükümet panik havası pompalıyor, ne de basın panik oluşmasına sebep olacak tarzda yayın yapıyor. Halbuki bilirsiniz "Gâvurun canı tatlıdır." Bizdeki yayınların onda biri Amerika'da yapılsa insanlar "İkiz kulelerin yıkılması"ndan daha büyük dumura uğrarlardı.
Bu arada karşı cenahtan bir haber aktaralım: Çin kendi aşısını kendi üretti. Kasım ortası itibari ile 13 milyon kişiyi aşıladıklarını ilan ettiler.
Bu virüs biyolojik bir silah mıdır bilinmez ancak, Çin'in böyle asimetrik bir tehdide karşı iyi bir hazırlık içinde olduğu da ortaya çıkmış oldu.
Bu "Domuz gribi" salgınından önce de bir "Kuş gribi" yaygarası yaşandı. Milyonlarca kümes hayvanını telef ettik. Türkiye'de bir iki kişinin kuş gribinden ölmesi üzerine bütün Avrupa basını "Türkiye'de kuş gribinden ölüm var." haberleriyle doldu. Ölümlerin ve salgının Doğu Anadolu'da olduğu yönündeki tesbitleri ise İngiliz ve Alman basınından okuduk.
Alman Die Welt gazetesinin Türkiye'deki ölüm haberini "Türkiye'nin Doğusunda Kuş Gribine İlk Kurbanların Verildiği Kesinleşti" diye duyurdu.
İngiliz Daily Telegraph, İngiltere'nin en önde gelen tıp uzmanı olarak ifade etttiği Tıbbi Araştırmalar Konseyi başkanı Profesör Colin Blakemore'un "Ben olsam şimdilik Ankara'nın doğusuna gitmezdim"dediğini yazdı.
İngiliz Times için bir makale kaleme alan Koç Üniversitesi öğretim üyelerinden Norman Stone'un Türkiye'yi müdafa eden yazısında bir cümlesi şöyle:, "Bu kriz Türkiye'nin iki farklı yüzünü ortaya çıkarıyor. Bir yanda ücra köylerde hayvanlarını var güçleriyle savunmaya çalışan Kürt köylüler, bir yanda batı normlarını yakalamaya çalışan devlet ve bazen saçma şeyler dese de sonunda doğru şeyleri yapan bir hükümet... Burada yaşayanlar bilir. Türkler eninde sonunda, sonuca varırlar."
İngiliz Financial Times gazetesi'nde yayınlanan haberde Gıda ve Tarım Örgütü'nün bulaşıcı hastalıklar sorumlusu Juan Lubroth'un şu sözü dikkati çekiyordu: ""Türkiye'nin doğusunda bulunan virüs genetik olarak batıda tespit edilenden farklı. Doğudaki virüs daha çok Ukrayna ve Çin'dekilere benziyor."
Çok fazla komploculuğa kaymak istemiyoruz ancak, adamlar hastalık Türkleri niye daha az etkiliyor onun derdinde olunca insanın aklına ister istemez sorular geliyor.
Bunlar "Biyogüvenlik" meselesinin "Sağlık" boyutu.
"Biyogüvenlik" sorununu müthiş bir ilerleme kaydeden "Genetik teknoloji" ile birlikte değerlendirdiğimizde meselenin gıda, teknoloji, askerî boyutları olduğunu görürüz.
GDO'lu ürünlerin zararı üç boyutlu düşünülmelidir:
Birinci olarak; adamlar bitkisel üretimde tohum kaynağı olarak tamamen tekel olmak istiyorlar. Yani bütün insanlığın boğazını avuçlarına almak istiyorlar. Bu konuda Türkiye çok büyük bir tehlike altında. Şuursuzluk sebebiyle birçok üründe ithal tohumlara bağlı hale geldik. Her yıl İsrail'den milyonlarca dolara tohum ithal ediyoruz. Çiftçilerimiz tohumları taneyle satın alıyor. Tohumlar kısırlaştırılmış olduğu için çiftçilerimiz her yıl yeniden tohum almak zorunda kalıyor. Bu işin şakası yok. Yarın bir harp durumu olsa, adamlar bu sene tohum vermiyoruz demiş olsa durumumuzu düşünebiliyor musunuz?
İkinci olarak; genetik teknolojideki muazzam gelişmeler ve bu teknolojinin sınır tanımaz ihtiras sahibi devletlerin ve küresel tekellerin elinde bulunması, haliyle insan sağlığının zerre kadar düşünülmediği bir sektör doğurmuş bulunuyor.
Meselâ kısırlaştırılmış tohumları yıllardır kullanıyoruz. Bu tohumlardan elde edilen bitkisel besinlerin insan sağlığına etkilerini biliyor muyuz? Bilmiyoruz.
"Yaklaşık 50 - 60 yıl önceki sayımlara göre kısırlıkta ciddi bir artış var. 100 kişinin 15'i 18'i çocuğu olamaz hale geldi. Yani 6 çiftten biri kısırlık problemi yaşıyor! .... Son yıllarda erkek kısırlığının kadına göre daha çok arttığını da görüyoruz. Erkek kısırlığının oranı bundan 30 yıl önceki kitaplara bakıldığında yüzde 20 - 25 iken şimdi yüzde 40'a çıkmış durumda." (Prof. Dr. Teksen Çamlıbel)
"Gıdalar Ambalajlar Silahlar ve Açlar" kitabının yazarı, "GDO'ya Hayır platformu" kurucularından Mebruke Bayram'la yapılan bir röportaj:
"- Türkiye'deki sebze ve meyveler GDO'lu mu?
- Türkiye'de ağırlıklı olarak genetiği değiştirilmiş gıdaları; mısır, soya, patates, pamuk, ayçiçeği ve ithal pirinç olarak sıralayabiliriz. Yerli pirinçte GDO yok ama ithal pirinçler GDO'lu pirinç üreten ülkelerden geliyor. .... Türkiye'de kuşku uyandıran çok ilginç bir olay yaşandı, ben bu olayı anlatayım, GDO'lu domates var mıdır, yok mudur kararı siz verin. GDO'ya Hayır Platformu Türkiye'de GDO'lu ürünler var demeye başladığında yetkililer ve bir takım uzmanlar böyle bir şey yok, olması mümkün değil diyorlardı. Çünkü o zamanki yönetmeliğe göre Türkiye'de GDO'lu ürün ekilmesi yasaktı, .... Bu konuda çalışan sivil toplum örgütleri Türkiye'de GDO'lu ürünün hem dışarıdan ithal gelebileceğini, hem de ülkemizde denetim ve kontrol olmadığı için rahatlıkla üretim olabileceğini iddia ediyordu. Tam o sırada ... 2004 yılında ODTÜ'den ... Doç. Dr. Candan Gürakan'nın doktora tezi idi. ... örnek olarak toplanan mısırların hepsinin genetiği değiştirilmiş olduğu ortaya çıktı. Domateste de örneklerin üçte ikisi GDO'lu idi. ... bir takım uzmanlar alay etmeye başladılar ve "dünyada yok ki burada nasıl ekeceksiniz" dediler, ama sonuçta bu bir doktora tezi! Sonra bakıldı ve anlaşıldı ki Türkiye'de GDO'lu ürün olabiliyormuş.
-Dünyada GDO'lu domates yokken Türkiye'de ortaya çıkıyorsa bu Türkiye'nin denek olarak seçilmiş olabileceğini akla getiriyor! Böyle bir şey olabilir mi?
- Olabilir ya da olmayabilir, bunu net olarak söylemek zor. Nasıl oldu bilmiyorum ama sonuç dünya piyasasında GDO'lu domates yokken Türkiye'deki bir araştırmada ülkemizde var olduğunu gösteriyor. Yorum sizin...
... bu ürünlerin besleyicilik açısından geleneksel türlere göre son derece eksik olduğu bilimsel olarak kanıtlanmış durumda. ... Çünkü bu türler çabuk yetiştirilmesi ve daha çok ürün vermesi için programlanmış türlerdir. .... Bu ürünlerin şekli güzel, alımlı, rengi parlak, hepsi bir boyda ama içi boş!" (www.iyilikguzellik.com)
Üçüncü olarak; ve tabii en tehlikelisi, genetik değişikliklerin art niyetle, saldırı maksatlı olarak yapılma ihtimalidir. Yani ithal edilmiş bir tarımsal ürüne direkt sağlığımızı bozmak, neslimizi kurutmak maksadıyla kasıtlı maksatlarla zararlı genler eklenmesi teknolojik olarak mümkün hale gelmiştir. Şu ortamda böyle bir şey beklenmeyebilir. Ancak bir gıda krizinde, bir harp ortamında can kurtarıcı diye sarıldığımız bir ithal ürün aslında bizi yoketmek için tasarlanmış bir frankeştayn ürünü olabilir.
Genetik teknoloji ve biyo teknoloji öyle bir noktaya geldi ki artık bilgisayar gibi teknoloji aletlerini bile organik ürünlerle imal etmeyi tasarlıyorlar. Ya da Amerika'da olduğu gibi askerlerine korkusuzluk, dayanıklılık gibi özellikler kazandırabilmek için genetik araştırmalar yapılıyor. Bu gibi araştırmalar bazı Amerikan filimlerine de konu oluyor.
Bizler dünya tarihini okurken şu kadar askerle, şu kadar silahla şu savaş kazanıldı, şu savaş kaybedildi diyoruz. Halbuki dünya tarihini değiştiren etkenler sadece savaşlardan ibaret değil. Bazı doğal afetlerin ve büyük kuraklıkların sebep olduğu gıda krizleri dünya tarihini köklü şekilde değiştirmiştir. Meselâ yanardağ patlamaları bazen o kadar büyük toz ve kül bulutları meydana getiriyor ki aylarca güneş ışığı yeryüzüne düşmüyor, tarımsal üretim yapılamıyor. Endonezya'nın Sumbava adasında 1815 yılında püsküren Tambora yanardağı dünya genelindeki hava sıcaklığını 2,5 derece düşürmüş, Avrupa'da temmuz ayında don yaşanmıştı. Soğuklar 1819 yılına dek tarımı vurduğu için de Avrupa'dan birçok insan Amerika'ya göçtü. Yine bazı tahminlere göre bundan 3600 yıl önce Ege denizinde benzer bir yanardağ patlaması ve depremler bölgedeki büyük medeniyetleri vurmuş, toz bulutları sebebiyle düşen tarımsal üretim bölge medeniyetlerinin sonu olmuştu. (ABD'nin kuzeydoğusunda Wyoming eyaletindeki Yellowstone Milli Parkı'nın altında saklı yanardağ da benzer bir korku ile gündemde. 2004 yılının ortalarından bu yana rekor hızda kabarmış olan yanardağı inceleyen bilim adamları, "Patlarsa, dünyada yıllarca volkanik kış yaşanabilir" uyarısında bulunuyor.)
Büyük salgın hastalıkların da dünya tarihine etkileri araştırılmayı hak ediyor. Birinci Dünya Savaşı'ndan hemen sonra yaşanan İspanyol gribinde milyonlarca kişi ölmüştü. Büyük devletlerin Kurtuluş Savaşı'nda ikinci defa harbi göze alamayışının arkasında belki de harp yorgunu Avrupa'yı vuran grip virüsünün de etkisi vardı.
Şüphesiz bütün bunlar Hazret-i Allah'ın verdiği ruhsat dairesinde cereyan ediyor:
"(Şeytan dedi ki:) 'Onlara emredeceğim, benim emrimle hayvanların kulaklarını yaracaklar. Onlara emredeceğim, Allah'ın yaratışını değiştirecekler.'" (Nisâ: 119)
Nitekim ilk ikinci nesil hayvan kopyalama deneylerinde kulaktan alınan hücrelerin kullanıldığı söylenmektedir.
Binaenaleyh, yukarıda bahsedilen tehlikelerin ne kadarı ile yüzyüzeyiz bunu bilmek ve ispatlamak zor.
Ancak şunu biliyoruz ki; yeni virüsler, yeni hastalıklar üretmek, hayvan geni taşıyan bitkiler türetmek, gıdaların genlerini değiştirerek sinsi silahlar imal etmek teknolojik olarak mümkün hale gelmiştir. Sadece bitkilerde değil, hayvanlar ve insanlar üzerinde de bu tür denemeler yapılıyor.
Vatandaş olarak bizim bu tehditlere karşı yapabileceğimiz çok bir şey yok. Bu tehditlere karşı devlet düzeyinde, savaşa hazırlık ciddiyeti içinde tedbirler alınması gerekiyor.
Kendi aşımızı kendimiz yapabilelim, dünyanın en gelişmiş laboratuvarlarını kuralım, bu tür taarruzlara cevap verebilecek yetkinliğe kavuşalım. Gıda kontrolünü en etkin biçimde yerine getirelim, üç kuruş kâr için sağlığımızla oynayanlara en ağır cezaları verelim.