Yedi yüz on yıllık Osmanlı "târih"ini "tahrif" etmek için ellerinden geleni ardlarına koymayan sözde târihçiler, akademisyenlerin ve bu konuda araştırma yapan kimselerin aralarında çözmeleri gereken "Osmanlı Devleti'nin kuruluşu" meselesini kasıtlı olarak medya manşetlerine taşıyarak, Türk halkının beyinlerini bulandırma yönünde yoğun bir faaliyete girişmiş durumdadırlar. Fakat ne yazık ki, ortaya atılan ciddiyetsiz iddiâlara karşı susturucu delillerle işin aslını ortaya koyacak, ciddî bir savunma yapacak tek bir kişinin bile çıkmamış olması, "târihçi" sıfatını bir sömürü ve istismar aracı olarak kullanan bu "tahrifçi"lerin işini daha da kolaylaştırmakta, her geçen gün hedeflerine doğru bir adım daha yaklaşmaktadırlar.
Bu konuda her gün, biri diğerinden daha gülünç yeni bir iddiâ ortaya atılıyorsa da, bunların en meşhurlarını beş madde hâlinde şöyle sıralayabiliriz:
Birincisi; Osmanlılar'ın Oğuz soyuna mensup "Kayı" boyundan geldiği yönündeki bilgilerin, XV. yüzyılda II. Murad'ın isteğiyle Moğollar'a ve diğer beyliklere üstünlük taslamak için uydurulduğu iddiâsı.
İkincisi; Osman Gâzî'nin 1299'da Oğuz beyleri tarafından "Han"lığa seçilerek Karacahisar'da adına hutbe okuttuğu ve devletin bu tarihte kurulduğu şeklindeki rivâyetlerin uydurma olduğu, devletin asıl kuruluş tarihinin "Bapheus Savaşı"nın gerçekleştiği tarih olan 27 Temmuz 1302 olduğu iddiâsı.
Üçüncüsü; Osman Gâzî'nin bâzı Osmanlı rivâyetlerinde geçtiği gibi, adına hutbe okutmasının ve sikke bastırmasının imkânsız olduğu iddiâsı.
Dördüncüsü; Bir önceki iddiâya bağlı olarak, Osman Gâzî'nin "Sultan" unvânını hiçbir zaman kullanmadığı ve kullanmasının da mümkün olmadığı iddiâsı.
Beşincisi; Osmanlı kaynaklarında Osman Gâzî ya da Ertuğrul Gâzî'nin gördüğü ve Şeyh Edebâlî Hazretleri'nin tâbir ettiği rivâyet edilen rüyânın devletin kuruluşuna kudsiyet kazandırmak ve "Tanrısal te'yidin gerçekleştiğini ispatlamak" amacıyla sonradan uydurulduğu iddiâsıdır.
Şimdi bu iddiâları kısa fakat kesin deliller ışığında çürütmeye çalışacağız.
Elinizdeki derginin geçen ayki sayısında Oğuz ve Kayı menşei ile ilgili iddiâları ayrıntılı olarak ele almış ve kuruluş devrine, hattâ daha öncesine uzanan kat'î ve kesin delillerle bu iddiâların asılsız olduğunu ispatlamıştık.(1) Burada bu delilleri kısaca tekrarlamakta fayda görüyoruz.
Osmanlı hânedânının Oğuz Türkleri'nden geldiğini ispatlayan en eski Osmanlı rivâyeti, "İskender-nâme" müellifi Ahmedî'nin (ö. 815/1414), bu eserin 819 (m. 1416/17) târihli en eski nüshasından aktardığımız "Dâsitân ve Tevârîh-i Mülûk-i Âl-i 'Osmân"ındaki şu ifâdeleriydi:
"Bir gün ol Sultân 'Alâ'ü'd-dîn sa'îd
Sordı, n'olur hâl-i gâzî-vü şehîd?"
"..Leşkerini cem' idib girdi yola
Gündüz Alp, Er-tugrıl anuñla bile
Dâhı Gök Alp-u Oğuz'dan çoh kişi
Olmışdı ol yolda anuñ yoldaşı…"(2)
Müellif bu manzum parçayı Moğol istilâsının en şiddetli anlarının yaşandığı Fetret devrinin başlangıcında kaleme almıştı ki, böyle bir ortamda Osmanlılar'ın Moğollar'la soy üstünlüğü yarıştırması imkânsızdı. Dolayısıyla bu mısrâlar, Osmanlılar'ın Oğuz menşeini ortaya koyan rivâyetleri siyâsî sebeplere bağlamaya çalışanların asılsız iddiâlarını kökünden çürütmektedir.
Osmanlılar'ın Oğuz kökenini tasdik eden diğer önemli delil ise, Kâşgârlı Mahmûd'un Osmanlı Devleti kurulmadan iki yüz yıl önce yazdığı "Dîvânu Lugâti't- Türk" adlı eserinde, Türk hanları tarafından hükümdarlık alâmeti olarak kullanılan tuğranın "Oğuzlar'a mahsus olup, diğer Türklerce bilinmediğini" söylemesidir.(3) Başta Orhan Gâzî'nin 1 Ramazan 700 (10 Mayıs 1301) tarihli Çalıca vakfiyesi olmak üzre, Osmanlı pâdişah ve şehzâdelerinin kuruluş devrinden beri resmî belgelerde tuğra kullandıkları târihsel bir gerçektir. Şu hâlde bu kanıtlar, Osmanlılar'ın Oğuz soyuna mensup olduklarını ispatlayan kesin birer delildir.
Hânedânın "Kayı boyu" menşeine gelince; gerek Osmanlı Devleti'nin kurulduğu bölgede ve Anadolu'nun çeşitli yerlerinde 94 köy ve yerleşim yerinin "Kayı" ismini taşıması,(4) gerekse Osman Gâzî'nin 727 (m. 1326-27) yılında Bursa'da bastırdığı bir akçenin üzerinde [V] şeklindeki kayı damgasının yer alması,(5) Osmanlılar'ın "Kayı" mensûbiyetinin de iddiâ edildiği gibi sonradan uydurulmadığını, kuruluş yılarından beri süregelen bir gerçek olduğunu kanıtlamaktadır.
Bu târihî deliller Osmanlı hânedânının "Oğuz" ve "Kayı" menşeini doğrularken, kuru lâfla bu gerçeği silmeye çalışanların iddiâlarına itibâr edilemeyeceği ortadadır.
Şimdiye kadar pek çok batılı araştırmacı, kendilerince Osmanlı rivâyetlerine değer vermeyerek, Osmanlı devletinin kuruluş devrini Bizans tarihçisi Pachymeres'in eserindeki birkaç sayfalık bilgiye hapsetmeye çalışmışlar;(6) son günlerde başta Prof. Dr. Halil İnalcık ve kendisine destek veren bâzı yerli araştırmacılar da, sansasyon boyutuna varacak seviyede herkesi onların bu yersiz iddiâlarını kabullenmeye zorlamışlardır.
Osmanlı Devleti'nin 699 (m. 1299)'da kurulduğunu ispatlayan en eski ve en önemli târihî belge; yukarıda bahsettiğimiz, Orhan Gâzî'nin 700 (m. 1300-1301)'de Şeyh İzzeddîn İsma'îl'e verdiği Çalıca köyü vakfiyesidir.(7) Bu eski vesîka, Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan 1 yıl sonra düzenlenmiştir ve tuğrasından mülk-nâmesine, tapu tahririnden "Sultan" unvânına varıncaya kadar, kurulmuş ve müesseseleriyle faaliyete geçmiş bir devlet yapısının varlığına şehâdet etmektedir.
Osmanlı Devleti'nin kuruluşunu Bizans'ın tasdîkine bırakmaya kalkışan zamâne "tahrifçi"lerinin, sıradan bir rivâyet değil, doğrudan doğruya resmî bir belge niteliğindeki bu mülk-nâmeden sonra, artık abuk-sabuk iddiâlarını halka "târih" diye yutturmaları mümkün değildir!..
Batılı târihçilerin daha önce küçük atıflarla îmâ ettiği, son günlerde basın-yayın organlarında Kuruluş'la ilgili konularda "ezber bozma"yı âdet hâline getiren İnalcık'ın ise kendisine sâbit bir fikir edindiği bu iddiâ da, diğerleri gibi herhangi bir târihsel gerçeğe değil, "Osmanlı rivâyetlerinin düzme ve uydurma olduğu" saplantısına dayanır.
İnalcık ve bu iddiâyı savunan tâkipçilerine göre, İlhanlı hâkimiyeti altındaki Selçuklu yönetimine tâbî olan Osman Gâzî'nin bu târihlerde bağımsızlığını ilân etmesi, Oğuz beylerinin toplanarak Osman Gâzî'yi "Sultan" seçmeleri ve adına sikke kestirmesi gibi rivâyetlerin hepsi birer masaldır; XV.-XVI. yüzyıllarda dünyaya hâkim olan Osmanlı pâdişahları târihçilere bu rivâyetleri yazdırarak, baştan beri köklü bir hânedân geleneğinden geldiklerini(!) kanıtlamaya çalışmışlardır.
Bu iddiânın delilsizliği ve içerdiği küçümseyici yaklaşım bir yana, ortaya çıkan siyâsî gelişmeler sonucu Hamidoğulları, Germiyanoğulları, Menteşeoğulları ve Karamanoğulları gibi beyliklerin istiklâlini îlân ettiği bir dönemde, yalnız Osmanlılar'ın istiklâlini ilân edemediği gibi tamâmen önyargılı, çarpık ve tutarsız bir fikrin yerleşmesine zemin hazırlamaktadır.
Osman Gâzî'nin Karacahisar'da adına hutbe okuttuğu rivâyeti,(8) çağdaş bir râvî olan Orhan Gâzî'nin imamı İshak Fakih'ten gelir. "Çağdaş bir râvî" diye Bizans tarihçisi Pachymeres'i dilinden düşürmeyenlerin, yine onun gibi çağdaş bir "Osmanlı" râvîsi olan İshak Fakih'i yalancılıkla itham etmeleri hayret ve ibret verici bir durumdur. Üstelik o kuruluş devrinde yaşamış bir görgü şâhidi olduğu hâlde, onu yalancı çıkarmaya çalışanların ellerinde kendilerini haklı çıkaracak tek bir delil bile yoktur!
"Sikke" meselesine gelince; ünlü Türk nümizmat İbrâhim Artuk, 1977 yılında İstanbul Arkeoloji Müzesi metrûkâtı arasında, her iki yüzünde de "'Osmân bin Ertuğrul" yazılı bir sikke bulmuş ve yayınladığı bir tebliğle bu sikkeyi bilim dünyasına duyurmuştu.(9) Artuk'un daha sonraki yıllarda sikke ile ilgili bâzı şüphelerini dile getirmesini fırsat bilen İnalcık, "her şeyin bir şey için uydurulduğunu" iddiâ etmeye zâten alışkın olduğu için, bu sikkenin de bir antikacı tarafından uydurulmuş olabileceğini(!) savunmuştur.
Şu kadar var ki R. Paul Lindner, Londra'da Nicholas Löwick'in para koleksiyonunda; bir yüzünde "'Osmân bin Ertuğrul" yazan, diğer yüzü okunamayan bir sikke daha bulunduğunu, bu sikkenin fotoğrafını gördüğünü ve bizzat incelediğini söyler.(10) Bu yeni sikke, Artuk'un bulduğu ilk sikkenin orijinalliğini kesin olarak te'yid etmektedir. Dolayısıyla aklı başında hiç kimsenin, Osman Gâzî'nin sikke bastırmadığı yönündeki bu iddiâyı kabul etmesi mümkün değildir!..
Kuruluşla ilgili rivâyetleri toptan imhâ etme gayretinde olanlar, yukarıdaki iddiânın bir devâmı olarak, İlhanlılar'a bağlı olan Osman Gâzî'nin hayâtı boyunca bir kez dahî "Sultan" unvânını kullanamadığını ileri sürmektedirler.
Oysa 700 (m. 1301) târihli Çalıca vakfiyesi'nde Orhan Gâzî, kurulalı henüz 1 yıl olmuş yeni bir devletin veliahtı olarak "Orhân Sultân" unvânını kullandığına göre, "hükümdar" sıfatıyla Söğüt'te oturan babası Osman Gâzî'nin de bu sıfatı kullandığı açıkça ortadadır.
Osman Gâzî'nin hayatta iken "Sultân" unvânını kullandığını gösteren bir başka delil ise, Ramazan 723 (Eylül 1323) târihli Asporça Hâtûn Vakfiyesi'dir. Osman Gâzî bizzat kendi emriyle hazırlattığı bu vakfiyenin başında kendisini: "Sultânü'l-guzât ve'l-mücâhidîn, kâtilü'l-kefereti ve'l-müşrikîn… es-Sultân 'Osmân Hân Gâzî ibn Ertugrıl" olarak vasfetmiş; ayrıca vakfiyenin devâmında da Orhan Gâzî'den: "Sultân-ı mûmâ-ileyh Hazretleri'nüñ mahdûm-ı mükerremleri Orhân Beg" diye sözedilmiştir.(11) Osman Gâzî'nin ölümünden 1 yıl önce kaleme alınan bu orijinal vakfiye, onun hayatta iken bir "saltanat"a sâhip olduğunu ve "Sultân" unvânını kullandığını kesin bir dille te'yid etmektedir.
Bu iki mühim belge, "tahrifçi"lerin iddiâlarını ortadan kaldıran iki önemli delildir. Osman Gâzî hakkında asılsız safsatalar türeten İnalcık ve benzerleri hangi delile dayanarak bunun aksini iddiâ etmişlerdir?
Eserinde ilk üç pâdişah dönemini anlatırken ağırlıklı olarak Yahşi Fakih'in rivâyetlerine yer veren Âşık Paşa-zâde, metin aralarına muâsır başka râvîlerden farklı rivâyetler eklemekten de geri kalmamıştır. Bu bilgilerden en çok dikkat çekeni ise Osman Gâzî'nin, Şeyh Edebâlî -kuddise sırruh- Hazretleri tarafından devlet ve saltanatla müjdelenmesini sağlayan meşhur rüyâsıdır.
Âşık Paşa-zâde "Tevârîh-i Âl-i 'Osmân" adlı eserinin Şeyh Edebâlî hakkında ayrıntılı tasvirlere yer verdiği "4. Bâb"ında bu rüyâ rivâyetini aktardıktan hemen sonra, rivâyeti bizzat Edebâlî Hazretleri'nin oğlu Mahmûd Paşa'dan naklettiğini belirterek: "Bu menâkıbı Edebalı-oğlı Mahmûd Paşa'dan işitdüm, Sultân Murâd'uñ babası Sultân Muhammed zamânında. Ve hem ol Mahmûd Paşa yüz yaşından ziyâde yaşamış idi." der.(12)
Müellif bu rüyâ rivâyetini herhangi bir râvîden değil, sıradan bir görgü şâhidinden değil, bizzat Edebâlî Hazretleri'nin oğlundan naklettiğini haber vermektedir. "Ede-oğlı Mahmûd Paşa"nın varlığı tahrir kayıtlarından tespit edilebilmektedir.(13) Bir râvînin babasından naklettiği bir rivâyet bile bu kadar kolay yalanlanacaksa, bundan böyle hangi rivâyet doğru kabul edilebilir? Zaten bu "tahrifçi"lerin gâyesi de işi bu noktaya getirmek değil midir?!..
Ortaya koyduğumuz delil ve belgeler, her gün yeni bir târihî gerçeği "tahrif" ederek birer iftirâ ve safsata makinasına dönüşen bu "tahrifçi"lerin, ağızlarından "târih" adına tek bir doğru söz bile çıkmadığını açıkça göstermektedir. Dolayısıyla gerçek "târih"i bilmek ve öğrenmek isteyenlerin, bu gibi kimselerin akademik kariyerine ve sahte şöhretine aldanmadan, yalnızca tarihsel gerçeklere bakarak her iddiâyı süzgeçten geçirmesi gerekir!..
(1) Krş. "Osmanlı Hânedânı Oğuz Soyundan, Kayı Boyundandır!", Tarihten Sayfalar, Hakikat AİD, yıl: 17, sy.: 193 (Ekim-2009), s. 39-41.
(2) Ahmedî, "İskender-nâme" içinde: Paris Bibliotheque Nationale, Supp. Turc, nr.: 309, vr. 289b-290a.
(3) Kâşgârlı Mahmud, "Dîvânu Lugâti't-Türk", c. 1, s. 385; metin: Kilisli Rifat, İstanbul, 1333, trc.: B. Atalay, Ankara, 1940.
(4) BOA, Tahrîr Defteri, nr.: 438, s. 49-50; nr.: 166, s. 482-483, 554 vb.; Faruk Sümer, "Osmanlı Devrinde Anadolu'da Kayılar", TTK Belleten, XII/47 (1948), s. 575-615; a. mlf., "Kayı", DİA, XXV, s. 77-78.
(5) 18 mm çapında, 1 gr. ağırlığındaki bu akçe Yapı Kredi Bankası koleksiyonu'nda yer almaktadır. Akçenin üzerindeki "Kayı" damgası hakkında, şimdilik bk. "Osmanlı Hânedânı Oğuz Soyundan, Kayı Boyundandır!", göst. yer, s. 40-41.
(6) Meselâ, bk. R. Paul Lindner, "Explorations in Ottoman Prehistory", s. 102-116, Ann Arbor, University of Michigan Press, 2007.
(7) Belgenin kısa bir değerlendirmesi için, bk. "Osman Gâzî'nin Bapheus Savaşı ve Osmanlı Devleti'nin Kuruluşunu Anlatan En Eski Osmanlı Kaynağı", Hakikat AİD, sy. 191 (Ağustos / 2009), s. 44-46.
(8) Krş. Âşık Paşa-zâde, "Tevârîh-i Âl-i 'Osmân", s. 103-104, H. N. Atsız neşri; bas.: Türkiye Yayınevi, İstanbul, 1949.
(9) İbrahim Artuk, "Osmanlı Beyliği'nin Kurucusu Osman Gazi'ye Ait Sikke", Birinci Uluslararası Türkiye'nin Sosyal ve Ekonomik Tarihi (1071-1920) Kongresi Tebliğleri, Ankara 1980, s. 27-31.
(10) R. Paul Lindner, "Explorations in Ottoman Prehistory", s. 18, n.: 9.
(11) Vakfiye için, bk. VGMA, "Defter-i Cedîd", Anadolu, nr.: 4, s. 207 vd.
(12) Âşık Paşa-zâde, a.g.e., s. 95-96.