Velinin kerameti; Kitap, Sünnet ve İcmâ ile sabittir.
Kur'an-ı kerim'de keramete âit birçok misaller vardır.
Zekeriya Aleyhisselâm her mescide girişinde, mescidin bitişiğindeki bir odada barınan Hazret-i Meryem'in yanında kendisinin getirmediği, o bölgede o mevsimde yetişmeyen çeşit çeşit taze meyveler görürdü. Bunların nereden geldiğini sorunca da:
"Allah tarafından!" cevabını alırdı. (Âl-i imrân: 37)
Hazret-i Meryem Vâlidemiz peygamber olmadığına göre, onun yanında bulunan bu yiyecekler onun için bir keramettir.
•
Kehf sûre-i şerif'inde beyan buyurulduğuna göre Ashâb-ı kehf adı ile anılan iman kahramanı gençler yıllarca mağarada kalmışlar, daha sonra uyanarak hayata dönmüşlerdir. İşte onlar hakkında Kur'an-ı kerim'de anlatılanlar, bu sâlih gençler için bir keramettir.
•
Süleyman Aleyhisselâm Belkıs'ın tahtını kimin getireceğini maiyyetine sorduğu zaman cinlerden bir ifrit: "Sen makamından kalkmadan önce ben onu sana getiririm." demişti. Kitaptan ilmi olan Hızır Aleyhisselâm ise: "Sen gözünü açıp yummadan ben onu sana getirebilirim." dedi.
Bu hassas ve ince nokta Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kitap'tan ilmi olan kimse ise: 'Sen gözünü açıp kapamadan, ben onu sana getiririm.' dedi." (Neml: 40)
Süleyman Aleyhisselâm tahtı yanında yerleşivermiş görünce şöyle buyurdu:
"Bu Rabb'imin lütfundandır. Lütfuna şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak istiyor. Şükreden kendisi için şükretmiş olur, nankörlük eden de bilsin ki Rabb'im müstağnidir, çok kerem sahibidir." (Neml: 40)
Bu Âyet-i kerime kerametin ispatı hususunda bir delildir.
Süleyman Aleyhisselâm: "Filân kişi getirdi." demedi. "Rabb'im beni deniyor." dedi. Allah-u Teâlâ onu peygamber seçtiği için, lütfunu da koyduğu için hemen anladı.
Çünkü O'nun izni ve iradesi olmadan hiçbir şey olmaz. Kime ne verdiyse o olur.
•
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'ndan da bazı kerametler nakledilmiştir.
Şöyle ki:
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- hilâfeti döneminde Medine-i münevvere'de Cuma hutbesi okurken, Suriye taraflarında Nihâvend'de savaş halinde bulunan Sâriye -radiyallahu anh-e: "Yâ Sâriye! Dağa çık dağa!" diye bağırmış, bu sözü gerek o anda mescidde bulunanlar ve gerekse yüzlerce kilometre uzaktaki kumandanı Hazret-i Sâriye -radiyallahu anh- işitmiş, bu ikaz onun savaşı kazanmasına sebep olmuştur. (Keşf'ül-Hafâ. 2, 380)
Attab bin Beşir -radiyallahu anh- ile Usayd bin Hudayr -radiyallahu anh- karanlık bir gecede Resulullah Aleyhisselâm'ın huzurundan ayrılmışlar, birisinin bastonunun ucu, evlerine varıncaya kadar önlerini kandil gibi aydınlatmıştı. (Buhârî)
Halid bin Velid -radiyallahu anh-, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in nübüvvetinin hak olduğunu ispat edebilmek için, kâfirlerin kibir ve inatçılığına karşı, kâmil bir iman ve kalp kuvveti ile okuduğu Besmele-i şerife'nin ardından hiç tereddüt etmeden bir kâse zehir içtiği halde hiç tesir etmemiştir. (Taberânî)
Tarikat-ı aliye'de birçok haller, ahvaller zuhur eder. İhlâslı kimsenin kalp gözü açılabilir. Bunlar kalbin hususiyetlerindendir. Bu gibi hallere hiç iltifat etmemek, hiç meşgul olmamak lâzımdır. Bizim iltifatımız mahviyet ve istikamettir. Bunlar tarikat oyunlarıdır. Yusuf Hemedânî -kuddise sırruh- Hazretlerimiz:
"Bunlarla, tarikat çocuklarını yetiştirirler." buyurmuşlardır.
Bilen, gören ve yapan, kimin yaptığını gördüğü için katiyyen o yola tevessül etmez. Görmemiş, bilmemiş, yapmamış gibi görünür.
Allah-u Teâlâ ne indirirse o olur. O'nun indirmediğini hiç kimse kendisine çekemez. O'nun indirdiğine, lütuf buyurduğuna hiç kimse mâni olamaz. Şu halde telâşa, teşvişe de lüzum yok.
Allah-u Teâlâ'nın tuttuğu kimseler kerametten kaçınmışlardır, gaye Allah demişlerdir.
Bir insan değersiz bir mahlûk olduğunu, herşeyin Hakk'ın olduğunu bilirse Hakk'a dayanır. Allah-u Teâlâ'nın tutmadığı kimseler; kendisinde bir şey olduğunu zanneder. Allah-u Teâlâ'nın emanet olarak ihsan buyurduğu lütufları kendisine mâleder. Kendi varlığını kendisininmiş gibi ortaya koyduğunda, Allah-u Teâlâ dilerse onu o anda helâk eder.
Her şey O'nun ve O'ndandır. "Oldu", "Oldum" diye bir şey yoktur. Aslında yaratan Allah-u Teâlâ; nasıl yarattıysa, ne lütfettiyse o var. Ve O görülür.
Halk yaratanı, ihsan edeni görmüyor ve bilmiyor. Bilmediği için kendi nefsine bağlıyor, veyahut kişide arıyor, ona bağlıyor.
Oysa yaratan O, yaşatan O, öldüren O, dirilten O. Amma sen O'nu görmüyorsun da nefsin putuna dayandın, veyahut karşıdakini putlaştırdın.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Dirilten de O'dur, öldüren de O'dur." (Mü'minûn: 80)
Hazret-i Allah hükmünü koyuyor, oluyorsun sen, ben.
Hükmünü çekince ölüyorsun, oluyorsun bir hiç.
Şu kabirde yatanlar, hepsi "Ben biliyorum, ben yapıyorum." derdi.
Ama Yaratan hükmünü çekince hepsini yerlere serdi.
"Süre tanımak, mühlet vermek" mânâlarına gelen istidrac da keramet gibidir. Fâsık veya kâfir bir kimsenin kendi isteğine uygun olarak ortaya çıkan olağanüstü hallerdir.
Bir takım riyâzetlerle ruh kuvvet buluyor, nefsi tasarruf altına alıp, eşyaya hakim olabilme kuvvetini elde ediyor.
Allah-u Teâlâ istidrac gösterecek kimseye, daha fazla küfür ve günaha dalması için bu kabiliyeti verir.
Bu hâl Allah-u Teâlâ'nın o kimseye bir mekridir. O onu istemiş, Allah-u Teâlâ da onu ona vermiştir. Fakat bu gibi işlere rızâsı yoktur.
Şeytanın duâsının kabul olunarak, kıyamete kadar kötülük yapmasına fırsat verilmesi, Firavun, Nemrut ve benzeri zâlimlerin saltanatlarının bir süre kendi istedikleri tarzda yürümesi istidrac çeşidinden hadiselerdir.
Yine zâlimlerin, kafirlerin bir bölümünün dünya işlerinin iyi gitmesi de istidracla ilgilidir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Âyetlerimizi yalanlayanları, hiç bilmeyecekleri yerden yavaş yavaş helâka yaklaştıracağız." (A'râf: 182)
"Onlara mühlet veririm. Çünkü benim tuzağım (önce mühlet verip sonra yakalamam) çetindir." (A'râf: 183)
Âyet-i kerime'deki "İstidrac" kelimesi; bir kul günaha devam ettikçe, Allah-u Teâlâ'nın onun sağlığını, devlet ve nimetini artırması, onun şükrünü, tevbesini, istiğfarını unutturması, böylece onu azap ve gazabına derece derece yaklaştırması ve sonunda onu ansızın yakalayıvermesi mânâlarına gelir.
Bu gibi haller kendilerinin istikâmet üzere olduklarına delâlet etmez. Hiçbir kıymet ifade etmediği gibi, din ile iman ile de ilgisi yoktur. Kendilerini batırdıkları gibi etraflarını da batırırlar.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Kulun mâsiyetlerinde devam ve ısrar etmesine rağmen Allah'ın onu dünyadan ne arzu ederse vermekte olduğunu görürsen, bil ki bu ona Allah'tan bir istidractır." (Ahmed bin Hanbel)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz, İran fethedildikten sonra ganimet malları Medine-i münevvere'ye getirilince:
"Allah'ım! Bu hazinelerin istidrac olmasından sana sığınırım." diye duâ etmiştir.