Haksız yere kasten bir kimseyi öldürmek en büyük suç ve günahlardan sayılır.
Bu cinayeti işleyenler dünyada kısasa, ahirette ise cezaya uğrar.
Kur'an-ı kerim'de öldürmenin haram olduğuna dair pek çok Âyet-i kerime vardır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in insan öldürmenin haram olduğunu belirten pek çok Hadis-i şerif'i mevcuttur.
Binaenaleyh; bunların yaptığı iş, aslâ İslâm dininde yoktur.
İslâm dininin şiddetle yasakladığı en büyük bir günahtır.
Adam öldürmelerin çoğaldığı, fitne, fesadın ayyuka çıktığı bir seyyiat zamanında yaşıyoruz.
Geçtiğimiz ay Mardin'de yaşanan vahşet nasıl bir zamanda yaşadığımızı, insanoğlunun ne hale geldiğini gösteren en acı ve dehşet verici bir olay oldu.
Bütün bu iş ve icraatlar, imansızlığın, vicdansızlığın, İslâm dininden bîhaber olmanın, ilim ve irfan eksikliğinin bir neticesidir. Bunun gibi, bu gibi vahşetlerin ve katillerin çoğalmasında ölüm cezası gibi suça uygun cezaların kaldırılmasının da etkisi bulunmakta, vicdanlarda adalet duygusu büyük yara almaktadır.
Her ne sebeple olursa olsun masum insanı öldürmenin te'vili yoktur. İzahı da mümkün değildir. Onu yaratan, can veren, ancak o canı alır.
Adam öldürmelerin çoğalması kıyamet alâmetlerindendir.
Nitekim Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Herc çoğalmadıkça kıyamet kopmayacaktır."
Buyurmuşlar, Ashâb-ı kiram: "Herc nedir yâ Resulellah?" diye sorduklarında:
"Katildir katil!" buyurmuşlardır. (Müslim: 157)
İşte bugünkü durum, hemen her gün gazetelerde cinayet haberleri okuyoruz.
En yakınlarını, hatta annesini, babasını, çocuğunu öldürenlerle karşılaşıyoruz.
Hiç yoktan yere, sebepsiz yere katil olanlar var.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Nefsim kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, insanlara öyle bir zaman gelecek, katil niçin öldürdüğünü, maktül de niçin öldürüldüğünü bilmeyecektir." (Müslim)
Bugünkü anarşi, bugünkü sebepsiz katliamlar beyan ediliyor.
Gördüğünüz gibi öyle katliamlar oluyor ki, değil Türkiye, bütün dünya dehşete kapılıyor.
Halbuki insan öldürmek İslâm'da en büyük bir suç ve en büyük bir günahtır.
Kur'an-ı kerim'de öldürmenin haram olduğuna dair pek çok Âyet-i kerime vardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde bir mümini haksız yere öldürmenin büyük bir cinayet olduğunu ve o nispette cezaya sebep olacağını beyan buyurmaktadır:
"Kim bir mümini kasten öldürürse, onun cezası, içinde devamlı kalacağı cehennemdir." (Nisâ: 93)
Çünkü o, çok büyük bir suç işlemiştir.
"Allah ona gazap etmiş, lânetlemiş ve büyük bir azap hazırlamıştır." (Nisâ: 93)
Cehennemde ebedî kalma cezası, katilin tevbekâr olmamasına âittir. Tevbesinin kabul edilip edilmemesi ise Allah-u Teâlâ'nın iradesine bağlıdır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Eğer gök ve yer sakinleri bir müminin kanının akıtılmasına (öldürülmesine) katılsalar, Allah mutlaka onları cehenneme yüzü üzere sürer." (Tirmizî. Diyât 8)
İnsanların nazarında dünya büyük ve önemli bir varlık olmasına rağmen, bir mümini öldürmenin anlatılmayacak derecede tehlikeli ve korkunç bir âfet olduğu belirtilmektedir.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Kim bir cana kıymamış, ya da yeryüzünde bozgunculuk yapmamış olan bir kimseyi öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibidir." (Mâide: 32)
Burada insan hayatının ne kadar değerli olduğu gözler önüne serilmektedir.
Haksız yere bir başkasının hayatını alan veya ölümüne sebep olan kimse, yalnızca bir kişiye zulmetmekle kalmamış, aynı zamanda insan hayatının ulvîliğini ayaklar altına almış, bu hususta başkalarına da cesaret vermiş, Allah-u Teâlâ'nın gazabını haketmiş olur.
İslâm dini insan hayatını korumuş, cana kıymayı Allah'a inkârdan sonra büyük suçlardan kabul etmiştir.
İnsan öldürmenin haram olduğuna dair pek çok Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif mevcuttur.
Allah-u Teâlâ yukarıda arzettiğimiz Nisâ suresi 93. Âyet-i kerime'sinde:
"Kim bir mümini kasten öldürürse, onun cezası, içinde devamlı kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, lânetlemiş ve büyük bir azap hazırlamıştır." buyurmaktadır.
Haksız yere kasten bir kimseyi öldürmek en büyük suç ve günahlardan sayılır. Bu cinayeti işleyenler dünyada kısasa, ahirette ise cezaya uğrar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Kıyamet gününde insanlar arasında ilk görülecek dâvâ, kanlarla ilgili olacaktır." (Buhârî, Diyât, 1)
Bu Hadis-i şerif haksız olarak bir insanın hayatına son vermenin en büyük günahların başında geldiğini gösterir.
İslâm hukukuna göre kasten adam öldürmenin cezası kısastır.
Allah-u Teâlâ zulmü kaldırmak ve insanlar arasında eşitliği sağlamak için kısas Âyet-i kerime'lerini indirmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Ey iman edenler! Öldürenler hakkında size kısas farz kılındı." (Bakara: 178)
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Mümin haram olan kanı akıtmadıkça, dininin geniş alanında kalır." buyuruyorlar. (Buhârî)
Bir mümin büyük günahlar işlese de; tevbe eder, kul haklarını öderse, Allah-u Teâlâ'nın affına uğrayabilir ve dininin geniş alanında kalır. Fakat kendisine mümin kardeşinin kanı bulaşan kimse, aff-ı ilâhiden ümitsiz olarak yaşadığından, dini de hayatı da onu sıkar. Huzur içinde yaşayamaz.
Öldürülen insanın velisi, kısas yoluyla katilin öldürülmesini istese bile, bu ceza dünyadaki cezasıdır. Ölenle öldürülen arasındaki diğer hükümler ahirete kalmıştır.
•
İlâhî mahkemede îlây-ı kelimetullah için öldüren kurtulacak, fakat gayr-i meşru bir maksatla öldüren, öldürdüğü kimsenin de günahını yüklenerek hesap yerinden ayrılacaktır.
Abdullah bin Mes'ud -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:
"Kıyamet günü bir adam bir başkasının elinden tutmuş olarak gelir ve 'Ey Rabb'im! Bu beni öldürdü!' der.
Aziz ve Celil olan Allah da 'Onu niye öldürdün?' diye sorar. Adam 'İzzet senin için olsun diye öldürdüm!' der. Allah-u Teâlâ 'İzzet benim içindir!' buyurur.
Bir başka adam da bir başkasının elinden tutmuş olarak gelir ve 'Ey Rabb'im! Bu beni öldürdü!' der.
Aziz ve Celil olan Allah da 'Onu niye öldürdün?' diye sorar. Adam 'İzzet falancanın olsun diye öldürdüm!' der. Allah-u Teâlâ 'İzzet falancanın değildir!' buyurur ve o adam öbürünün günahıyla döner." (Nesâi. Tahrim 2)
İnsan öldürmenin haram olduğunu belirten daha pek çok Hadis-i şerif mevcuttur.
Büreyde -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Müminin öldürülmesi Allah katında, bütün dünyanın yok olup gitmesinden daha büyüktür." (Nesâi: Tahrim 1)
Değil suçsuz bir insanı suçsuz olarak öldürmek, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Vedâ hutbesi'nde bütün kan dâvâlarını kaldırdığını beyan buyurdu. İlk olarak kaldırdığı kan dâvâsı da kendi yakını idi:
"Ey insanlar!
Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay, bu şehriniz Mekke nasıl mukaddes bir şehir ise; canlarınız, mallarınız, namus ve şerefiniz de öylece mukaddestir. Her türlü tecavüzden korunmuştur."
"Ashab'ım!
Yarın Rabb'inize kavuşacaksınız ve bugünkü her hâl ve hareketinizden muhakkak sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayınız."
"Ashab'ım!
Câhiliyet devrinde güdülen kan dâvâları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan dâvâsı Abdülmuttalib'in torunu Rebia'nın kan dâvâsıdır."
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz 1400 yıl önce kan davasını kaldırmış iken bugün "Kan davası" adı altında yaşanan adam öldürmeler cehaletin, İslâm'dan uzaklaşmanın neticesi değil de nedir? Cehalet o seviyeye gelmiş ki, hiçbir suç işlememiş nice insanlar katilin akrabası diye öldürülüyor. Gönüllerdeki iman nuru, huzuru kalkmış, yerini kin, nefret gibi nefsanî, şeytanî sıfatlar doldurmuş.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde inananlara bir vasiyet olarak şöyle buyuruyor:
"Resul'üm! De ki: 'Geliniz, size Rabb'inizin haram kıldığı şeyleri söyleyeyim. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana-babaya iyilik edin, yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin, sizin de onların da rızkını biz veririz. Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın, Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymayın. İşte bu anlatılanları düşünüp anlayasınız diye Allah size vasiyet etmiştir.'" (En'âm: 151)
Hayy ve Kayyum, ezelî ve ebedî hayat ile bakî olan Allah-u Teâlâ'nin haram kıldığı şeyleri vasiyet olarak beyan buyurmasında şüphesiz birçok hikmetler var.
İnsan nefsinin ve şeytanın emrettiği kötülükleri terketmekle; Cenâb-ı Hakk'ın emirlerine riayetle mükellef olduğu gibi, O'nun vasiyetinin olduğu yerde "ata"nın veya herhangi bir beşerin vasiyetinin hükmü de yoktur.
Zira Cenâb-ı Fahr-i Kâinât -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Yaratana isyan yolunda yaratığa itaat edilmez." buyurmuşlardır. (Ahmed bin Hanbel)
Oysa "Aile meclisi" adı altında şuursuzca iradesini "ata"sına ya da her ne sebeple olursa olsun "lider"ine, "önder"ine teslim ederek Allah-u Teâlâ'nın haram kıldığı cana kasteden birçok kimseler oluyor.
Bu halde, cana kasteden mesul olduğu gibi onu teşvik ve sevk eden iki kat mesuldür.
Bu kadar Âyet-i kerime'leri görüp okudukları halde "Adam ne olacak, 'Âyet'" diyenlere gelince;
İşte onlar şeytanlarla beraber tepetakla cehenneme atılacaklardır.
"Onlar ve azgınlar tepetakla oraya atılırlar. İblis'in bütün askerleri de." (Şuarâ: 94-95)
"Onlar" imamları (önderleri), "Azgınlar" ise tâbi olan şakşakçılarıdır. İşte onlar dinden çıkacaklar ve bir daha dine dönemeyeceklerdir. Bu hususu Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Hadis-i şerif'lerinde haber veriyorlar:
"Şüphesiz ki benden sonra ümmetimden bir zümre gelecektir. Onlar Kur'an okuyacaklar, fakat Kuran'ın feyzi onların boğazlarından öteye geçmeyecektir. (Yalnız dilde kalacaktır.) Nitekim onlar okun avı delip geçtiği gibi dinden çıkacaklar, bir daha da ona dönemeyeceklerdir. İşte bütün insanların ve hayvanların en kötüsü bunlardır." (Müslim: 1067)
Dünyada iken şer kapısını açıp onun tellallığını yapan, kendilerine tâbi olanları yoldan çıkarıp saptıran küfür liderleri; kendilerine uymalarından gurur duydukları kimselerle beraber o gün cehenneme atılırlar.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Allah'ın nimetini nankörlükle karşılayanları ve (peşlerine taktıkları) toplulukları helâk olacakları yere, yaslanacakları cehenneme götürenleri görmedin mi?" (İbrahim: 28)
"Allah 'Sizden önce geçmiş cin ve insan toplulukları ile beraber ateşe girin!' der." (A'râf: 38)
Allah-u Teâlâ şeytanı ve onun şaşırtıp yoldan çıkardıkları kimseleri cehenneme koyacağını vâdetmişti.
Öncekiler ve sonrakiler hepsi birleşirler. Hep beraber cehenneme girdiklerinde birbirlerinden son derece nefret duyarlar, birbirlerine lânet yağdırırlar.
"Her ümmet (topluluk) girdikçe kardeşine (kendini saptıran yoldaşına) lânet eder." (A'râf: 38)
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Hepsi birbiri ardından cehennemde toplanınca, sonrakiler öncekiler için 'Ey Rabbimiz! Bizi saptıranlar işte bunlardır. Bunlara ateşten bir kat daha fazla azab ver!' derler." (A'râf: 38)
Hırlaşmalar ve ithamlar işte böyle başlar. Körükörüne peşlerinden sürüklendikleri ve felâket-i ebediyeye düşmelerine sebep oldukları önderlerine Allah-u Teâlâ'dan "Ey Rabb'imiz!" diye başlayarak, kat kat cezalar vermesini isterler.
Çünkü onlara uydukları ve kâfirlikte peşlerinden gittikleri için sapıklığa düşmüşler, onların açtığı çığırda yürüdükleri için cehenneme müstehak olmuşlardır.
Allah-u Teâlâ onların bu isteklerine şu şekilde mukabele eder:
"Zaten hepsinin azabı kat kattır, fakat siz bilmezsiniz!" (A'râf: 38)
İstedikleri kat kat azap hem kendileri için hem de onlar içindir. İki taraf da sapıklıkta ortaktır. Kitleleri bâtıl yollara sürükleyen küfür liderleri hem kendi kâfirliklerinden, hem de başkalarını doğru yoldan saptırdıklarından ötürü; körü körüne bunların peşinden sürüklenenlere de hem kâfir olduklarından, hem de gönül rızası ile sapık liderleri taklit etmelerinden dolayı iki kat azap edilecektir.
Uyan da uyulan da birbirlerinden karşılıklı kuvvet almışlar, şirretliklerini beraberce yapmışlardır. Şimdi ise hem kendileri için hem de şuursuzca kabullendikleri fırkalar için ne kadar acıklı azaplar karşılarına çıkmıştır.
Allah-u Teâlâ'nın bu beyanı üzerine öncekiler sonrakilere şöyle derler:
"Sizin bizden üstünlüğünüz yoktur, kazandığınıza karşılık azabı tadın!" (A'râf: 39)
Sapık önderler bunu tâbilerine yürek soğutma yoluyla söylerler. Çünkü onlar liderlerinin azaplarının iki kat olmasını istemişlerdi.
Orada buna benzer suçlamalar ve lânetleşmeler sürüp gider. Hiç birisi suçu üzerine almak istemez. Ceza yapılan işin cinsinden olduğu için, dünyadaki mâlâyâni tartışma ve suçlamalar orada da devam eder.
Âyet-i kerime'de:
"Onlar birbirlerini suçlayıp çekişirler." buyuruluyor. (Saffât: 27)
Saptırıcı önderlere uymanın acı ızdırabını çok acı bir şekilde çeken uyruklar güruhu, kin ve intikam duyguları ile dolup taşarak Allah-u Teâlâ'ya yönelirler.
Derler ki:
"Ey Rabb'imiz! Bunu bizim başımıza kim getirdiyse, ateşte azabını kat kat artır." (Sâd: 61)
Aslında burada onlara karşı duydukları kin ve nefreti dünyada iken duymaları gerekiyordu. Onlara uydukları takdirde başlarına böyle bir felaketin geleceği apaçık belli idi.
İş işten geçtikten sonra yalvarıp yakarıyorlar:
"Ey Rabb'imiz! Cinlerden ve insanlardan bizi yoldan çıkarıp sapıtanları bize göster. Onları ayaklarımızın altına alalım da en alçaklardan olsunlar!" (Fussilet: 29)
İçleri intikam ateşiyle yanıp tutuşmaktadır. Kahırlarından ne yapacaklarını ne söyleyeceklerini bilemezler. Bir netice vermeyeceğini bildikleri halde, değişik ifadelerle tekrar tekrar ilticâ ederler:
"Ey Rabb'imiz! Biz yöneticilerimize ve büyüklerimize uymuştuk, onlar da bizi yoldan saptırdılar." (Ahzab: 67)
"Ey Rabb'imiz! Onlara iki kat azap ver. Onları büyük bir lânete uğrat!" (Ahzâb: 68)
Halbuki kendilerine ne emretmişlerse yapmışlar, onlara uydukları için zaten bu hale düşmüşlerdi. Şimdi ise pişmanlıklarına pişmanlık katıyorlar, Allah'a ve Resul'üne itaat etmediklerine nedamet ediyorlar. Fakat hiç faydası yok.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde onların bu tartışmasının kesinlikle olacağını beyan buyuruyor:
"İşte cehennemliklerin birbirleriyle bu şekilde tartışmaları gerçektir, muhakkak olacaktır." (Sâd: 64)
Öyle bir devirde yaşıyoruz ki, "Şıh" sıfatı yakıştırılmış insanlar etrafındakileri katle, hırsızlığa, harama sevkediyor. Bu gibilere "Şeyh şeytanı" tabir edildiğini daha önce de arzetmiştik. Küffar da bu gibileri kullanarak İslâm'ın adına leke sürmek ister. Bu gibileri kullanır.
Daha evvel "Şeyh Şeytanları" hakkında şöyle bir beyanımız vardı:
Şeytan namına çalışanlar, şeytanın hizmetçileridirler. Şeytan namına çalışırlar, şeytanın yapamayacağını şeyh kisvesi altında bunlar yapar.
Halk bunları görüyor ve irkiliyor, nefret edip tiksiniyor. "Tarikat bu mudur?" diyor. Tarikat-ı aliye'nin nezafetini kaybettirenler, tasavvuftan soğutanlar, İslâm'dan uzaklaştıranlar işte bu şeytan şeyhleridir.
Çünkü onlar Allah yolunun eşkiyalarıdır, yol kesicidirler. Allah yolunu ve Allah ehlini arayanların yollarını kestiler. Hem kendileri kesildiler, hem de yol kestiler. Ruhlarını öldürdüler, ebedî hayatlarını katlettiler. Nefsanî, şeytanî emellerine alet ettiler.
Ağına düşürdüklerini çalıştırıyorlar, soyuyorlar ve kendileri yiyorlar. Bütün maddi ihtiyaçlarını bu şekilde temin ediyorlar. Her türlü nam, menfaat, şan, şöhret ve şehvetlerini bu yolla tatmin ediyorlar. Bunların hepsi şeytanın askeridir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Direk olmuş keresteler." buyuruyor. (Münâfikûn: 4)
Mevkileri güzel, saltanatları yerinde, kisveleri herkesi imrendirir, fakat hepsi de cehennem direğidir.
O nefsini ilâh edinmiş ona tapınıyor. Gelenler de onun putuna taptığı için puthane oluyor, onları puthaneye sokmuş oluyor.
"Resulüm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" (Furkân: 43)
Hep onu överler, hep onu methederler. Hiçbir hakikati görmezler ve görmek de istemezler. Yalnız ve yalnız kendilerinin hakikat ehli olduğunu zannederler.
Onlar niçin bu hataya düştüler?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Sâdıklarla beraber olunuz!" diye emir buyuruyor. (Tevbe: 119)
Mürşid-i kâmil'i bulmayanlar gerçek mürid olamazlar. Her ne kadar çalışsa da, bir gayret içinde bulunsa da faydası pek azdır, niyetine göre, ihlâsına göre istifade eder. Çünkü onlar bu emr-i ilâhî'yi dinlemediler, hakikati aramadılar ve hakikati bulamadılar.
Mürşid-i kâmil hükümsüz ve değersiz olduğunu bilir, hüküm ve değerin yalnız Allah-u Teâlâ ve Resul'de olduğunu görür. Kendisinin bir resimden, bir maskeden ibaret olduğunu, bir paçavradan ibaret olduğunu hem bilir, hem görür.
Fakat nefsine tapınanlar bunu görmek şöyle dursun; ilâhlık dâvâsına halel getirir diye, işitmek bile istemez.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Hiç şüphesiz ki şeytanlar o insanları yoldan çıkarırlar. Onlar da kendilerinin hidayete erdirilmiş olduklarını zannederler." (Zuhruf: 37)
Ve dolayısıyla hiçbir söze ve hiçbir hakikate de yanaşmazlar.
Nitekim insanların pek çoğunun durumu böyledir. Hakikati aramadıkları için zandan kurtulamazlar.
Şimdi bu sözlerimize hayret edersiniz, ahirette aynel-yakîn karşılaştığınız zaman ne kadar haklı olduğumuzu görürsünüz. Nedamet çok, faydası hiç yok!
Âdem Aleyhisselâm'la Havvâ Vâlidemiz'den pek çok erkek ve kadınlar türedi. Yeryüzünde insanlar çoğaldı. Havvâ Vâlidemiz her doğum yaptığında biri erkek biri kız olmak üzere ikiz doğuruyordu.
İlk batında Kâbil ile kızkardeşi, ikinci batında Hâbil ile kızkardeşi doğmuştu. Allah-u Teâlâ birinci batında doğan erkekle ikinci batında doğan kızı, ikinci batında doğan erkekle birinci batında doğan kızı evlendirmesini Âdem Aleyhisselâm'a emir buyurdu. İlk zamanlarda kardeşler arasında evlenme yasak edilmemişti. Bununla beraber aynı anda doğan kız ve erkek kardeşler birbiriyle evlenemez, neslin çoğalma zaruretinden dolayı, bir önce veya sonra doğanlarla evlenebilirlerdi. Zamanla insanlar çoğalınca bu ruhsat ortadan kaldırıldı.
Aradan yıllar geçti. Kâbil ile Hâbil iyice büyüdüler, artık evlilik çağları da gelmiş bulunuyordu. Her ikisi de birer kızkardeşle dünyaya geldikleri için, bu durumda birbirlerinin ikizi olan kızlarla evlenmeleri gerekiyordu.
Şu kadar var ki Kâbil, kendi ikizi, evlenmesi gereken kıza nispetle daha güzel olduğu için, onunla evlenmeyi gözüne koydu. Âdem Aleyhisselâm'ın şeriatına uymak istemedi. Oysa bu kızla ancak Hâbil evlenebilirdi. Mesele kıskançlık ve hasede dönüştü. Âdem Aleyhisselâm araya girmişse bile Kâbil'i râzı edemedi. İşin halli için Allah-u Teâlâ'ya birer kurban takdim etmelerini emretti. Kurbanı kabul edilenin haklı, kabul edilmeyenin haksız olduğu belli olmuş olacaktı. Allah-u Teâlâ Hâbil'in kurbanını kabul buyurdu. Bunun üzerine fazlasıyla üzülen Kâbil, kıskançlık duygusuyla kardeşi Hâbil'i öldürdü.
Âdem Aleyhisselâm'ın iki oğlu arasında ilk adam öldürme, kardeş kanı dökme hadisesi meydana geldi. Âdem Aleyhisselâm, ilk evlât acısı duyan peygamberdir.
Allah-u Teâlâ'nın hükmüne muhalefette bulunanlara bir uyarı olmak üzere bu hususta Kur'an-ı kerim'de şöyle buyurulmaktadır:
"Resul'üm! Onlara Âdem'in iki oğlunun haberini gerçek olarak anlat." (Mâide: 27)
Bu kıssa ile onlara öğüt ver. Çünkü bu gerçek bir kıssadır. İbret alsınlar, hasedin ve çekememezliğin neler getirdiğini öğrensinler.
"Hani ikisi birer kurban takdim etmişlerdi de, birisininki kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti." (Mâide: 27)
Çünkü Kâbil Allah-u Teâlâ'nın hükmüne râzı olmamış, kurbanında iyi niyetli davranmamış, sahip olduğu malın en kötüsünü sunmuştu. Kurbanının kabul olunmamasına çok öfkelendi. Kin ve öfkesini içinde gizliyordu. Kardeşini ölümle tehdit etti ve dedi ki:
"Andolsun seni öldüreceğim!" (Mâide: 27)
Hâbil: "Niçin?" diye sordu. "Çünkü senin kurbanın kabul edildi, benimki kabul edilmedi." cevabını verdi.
Hâbil dedi ki:
"Allah ancak takvâ sahiplerinden kabul eder." (Mâide: 27)
Sen ise takvâ sahibi değilsin. Sen nefsinin arzusuna kapılmışsın. Bu benim yüzümden olan bir şey değildir.
"Beni öldürmek için elini bana uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi uzatmam." (Mâide: 28)
Senin yaptığın kötü fiili işleyerek, yapılan hatada aynı duruma düşmek istemem.
"Çünkü ben âlemlerin Rabb'i olan Allah'tan korkarım." (Mâide: 28)
Bunun için de böyle bir zulüme cüret edemem.
"Dilerim ki, sen benim günahımı da kendi günahını da yüklenip cehennemliklerden olasın." (Mâide: 29)
Ben ise böyle bir günaha girerek cehennemlik olmamı istemem.
"Zâlimlerin cezası işte budur." (Mâide: 29)
Muhsin olanların yeri ise cennettir.
"Nihayet nefsi onu kardeşini öldürmeye itti ve onu öldürdü. Bu yüzden de kaybedenlerden oldu." (Mâide: 30)
Hem dinini kaybetti, hem de dünyasını.
Kâbil, kardeşinin kanlı cesedi başında donup kalmıştı. Hâbil yeryüzünde ilk ölen kimse olduğu için cesedine ne yapacağını bilemiyordu. O sırada birbiriyle döğüşen iki karga gördü. Biri diğerini öldürdü. Sonra gagası ve ayakları ile hemen bir çukur kazdı. Öldürdüğü kargayı açtığı çukura iterek üzerini toprakla örttü.
Kâbil yaptığı işin üzüntüsü ve pişmanlığı içinde kardeşini toprağa gömdü.
Allah-u Teâlâ bu hâli Âyet-i kerime'sinde şöyle haber veriyor:
"Sonra Allah, kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini ona göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. 'Yazıklar olsun bana, şu karga gibi bile olmaktan âciz kaldım da kardeşimin ölüsünü örtemedim.' dedi.
Bu sebeple ettiğine pişmanlık duyanlardan oldu." (Mâide: 31)
Bu pişmanlık, işlediği günahtan dolayı Allah'tan korktuğu için değil, cesedi ne yapacağına şaşırdığı içindi.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Kâbil'in yaptığı bu zulmün büyüklüğünü bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle beyan buyurmuşlardır:
"Herhangi bir kimse zulmen öldürülürse, onun kanından bir hisse Âdem'in ilk oğlu Kâbil'e ayrılır. Çünkü o, adam öldürme çığırını ilk açandır." (Buhârî, Enbiyâ 1 - Müslim: 1677)
Bu Hadis-i şerif İslâm kâidelerinden biridir. Bir kimse bir kötülük icâd ederse, o kötülüğü işleyen her insanın kazandığı günahın bir misli tâ kıyamete kadar onu icâd edene verilir.
Allah-u Teâlâ "Haksız yere adam öldürenler"in cezaya uğrayacağını ferman buyuruyor:
"Onlar ki, Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarmazlar. Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar. Zina etmezler. Bunları yapan cezaya uğrar." (Furkân: 68)
Bu büyük günahları işleyenlerin azabı kat kattır:
"Kıyamet günü azabı kat kat olur ve orada alçaltılmış olarak temelli kalır." (Furkân: 69)
Cehennem azabı şüphesiz çok feci bir âkıbettir.
İmanları ve iyi amelleri ile sevap kazanıp mükâfatı hak edenlere cennetin yolu açıldığı gibi, inkârları ve yaptıkları kötülüklerle günaha girip ceza görecek olanlara da cehennemin kapıları açılacaktır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Suçluları suya götürür gibi cehenneme süreriz." buyuruyor. (Meryem: 86)
Ateşin önlerinde yanmakta olduğunu ve içine muhakkak düşeceklerini gördüklerinde, artık kaçıp kurtulacakları bir yer bulunmaz.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Günahkârlar ateşi görürler, içine düşeceklerini iyice anlarlar, fakat ondan savuşacak bir yer bulamazlar." (Kehf: 53)
Çünkü ateş onları her taraftan kuşatmıştır. O günde cehennemi görmedik kimse kalmaz.
"Cehennem, yalnız azgınları bekleyen yerdir. Dönecekleri yer orasıdır." (Nebe: 21-22)
"Yaptıkları şeyler başlarına gelirken zâlimlerin korkudan titrediklerini görürsün!" (Şûrâ: 22)
Cehennem; dünya hayatında ömrünü inkârlarla, isyanlarla, günahlar ve sapıklıklarla geçirenler için hazırlanmış korkunç bir azap yeridir.
Kur'an-ı kerim'in yetmiş kadar Âyet-i kerime'sinde cehennem kelimesine yer verilmekte; kâfirlerin, münafıkların, zâlimlerin, Hakk ve hakikata boyun eğmeyenlerin çeşitli şekillerde azap görecekleri yer olarak tasvir edilmektedir.
Âyet-i kerime'lerde:
"Cehennem alevlendiği zaman!" (Tekvir: 12)
"Onların varacağı yer cehennemdir." buyurulmaktadır. (İsrâ: 97)
"O gün cehenneme 'Doldun mu?' deriz. O da 'Daha yok mu?' der." (Kâf: 30)
"Andolsun ki cehennemi insanlar ve cinlerle tamamen dolduracağım." buyurmuştur. (Hûd: 119)
"Tat bakalım! Hani sen kendince çok üstün, çok şerefli bir kimse idin." (Duhân: 49)
"Bu, işte o şüphe edip durduğunuz şeydir." (Duhan: 50)
"Biz zâlimler için öyle bir ateş hazırlamışızdır ki, onun kalın duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır.
Susuzluktan yardım istediklerinde, erimiş mâden gibi yüzleri kavuran bir su ile yardım edilir.
O ne kötü bir içecek ve cehennem ne kötü bir duraktır." (Kehf: 29)
"Girin oraya! İster dayanın ister dayanmayın, sizin için birdir. Ancak yaptıklarınıza göre ceza göreceksiniz." (Tûr: 16)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Yaktığınız bu ateş var ya, cehennem ateşinin yetmiş parçasından bir parçadır." (Buhârî)
Cehennem ateşi dünya ateşinden yetmiş misli daha yoğundur. Bu kızgın ve koyu ateş hiçbir ışığı göstermez. Cehennemin en üst tabakasında azap çekenler bile dünyadaki ateş gibi ateş bulsalar, çektikleri ıstıraptan kurtulmak için bu ateşe gönüllü olarak katlanırlar, rahatlamak için oraya hücum ederlerdi.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadırlar:
"Cehennem ateşi bin yıl yakıldı, öyle ki kıpkırmızı oldu. Sonra bin yıl daha yakıldı, öyle ki beyazlaştı. Sonra bin yıl daha yakıldı, şimdi o siyah ve karanlıktır." (Tirmizî)
Bu Hadis-i şerif'ten anlaşılıyor ki cehennem halen mevcuttur, bulunduğu yeri ancak Allah-u Teâlâ bilir. Kibritin içine ateşi gizleyen Allah-u Teâlâ nelere kâdir değildir?
Cehennemlikler her bakımdan hor ve hakir kılınırlar. Gömlekleri var katrandan, yüzlerinde perde var ateşten.
Âyet-i kerime'de:
"Gömlekleri katrandandır, yüzlerini ateş kaplar." buyuruluyor. (İbrahim: 50)
Bilindiği gibi katran simsiyah, çirkin ve pis kokulu bir maddedir, çok çabuk tutuşur. Ciltleri katrana bulanır ki, vücutlarını yakacak olan ateş çabuk tutuşsun. Ayrıca derileri kararıp pis koksun.
Orada her şeyin vasfı değiştiğine göre, o günkü katran da bu bildiğimiz katrandan mukayese bile edilemeyecek derecede farklı olacaktır.
"Bu, Allah'ın herkese kendi kazandığının karşılığını vermesi içindir." (İbrahim: 51)
Ateş onları elbisenin bedeni sarışı gibi saracak, orada onlara cüsselerine göre üzerlerinde alev alev yanacak elbiseler giydirilecektir.
Cehennem sakinlerini, azabın hararetinden ciğerleri yandıkça; kendilerine kaynar suyun yanında, kan ve irin içirilir. Daha sonra bütün içtiklerini kusarlar.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Orada ne bir serinlik, ne de içilecek bir şey tatmazlar." (Nebe: 24)
Gönüllerini ferahlatacak, içlerini serinletecek bir şey bulamayacakları gibi, beslenecekleri rahat bir içecek de bulamayacaklar.
"Yalnız kaynar su ve irin içerler." (Nebe: 25)
Numan bin Beşir -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Cehennemliklerin en hafif ceza göreninin ateşten iki nalın ile iki nalın bağı vardır. Bunlardan onun beyni tencere kaynar gibi kaynar. Hiç kimseyi kendisinden daha çok azaba uğramış göremez. Halbuki kendisi cehennemliklerin en hafif azap olanıdır." (Müslim: 213)
"Ancak tevbe edip iman eden ve sâlih amel işleyenler başka. Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok çok bağışlayıcı, engin merhamet sahibidir.
Kim tevbe edip sâlih amel işlerse, şüphesiz ki o tevbesi kabul edilmiş olarak Allah'a döner." (Furkân: 70-71)
Suçun cinsine göre ceza verilmesi ilâhî adalet gereğidir.
Avrupa Birliği istediği için ölüm cezası ülkemizde kaldırılmıştır. Ancak bu durum hem katillerin çoğalmasına hem de toplumun adalet duygusunun yara almasına sebep olmaktadır. Cinayet işleyen, en yakınlarını öldüren, hunharca katliam yapan kimseler en fazla ömür boyu hapis cezası ile cezalandırılabilmektedir. Medyada yayınlanan katliam filimleri de toplumu menfi yönde etkilemektedir.
44 kişiyi, anne karnındaki bebekleri bile öldüren bir caniye idam cezası hak değil de nedir?
Cezayı hak edene gerekli cezanın verilmemesi nasıl büyük bir yanlış ise insanlara hak etmedikleri cezanın verilmesi de büyük bir yanlıştır.
Nitekim 1995 yılında Suûdî Arabistan'daki âlimler dahi hataya düştüler.
Şöyle ki; ilâhî hükümler ortada iken bilemediler, ilâhî hükümlere göre hareket etmediler, iki Türk şoförünü haksız yere öldürdüler.
Öldürdükleri için Hakikat mecmuasında "Suudi Arabistan'da Haksız Yere Yapılan Katliam" başlığı altında neşriyat yaptık. (Hakikat Dergisi, Eylül 1995, Sayı: 24)
Yaptıklarının İslâm dinine göre olmadığını bütün dünyaya duyurmaya çalıştık.
Biz size ilâhî hükümleri bildiriyoruz, siz bildiğinizi yapın.
Binaenaleyh Allah-u Teâlâ'nın verdiği canı haksız yere katledenler kim olursa olsun Allah indinde çok büyük bir cürüm işlemiştir. Dünyada cezası olduğu gibi ahiretteki cezası da ayrıdır.
Bu mülkün sahibi olan Hazret-i Allah ruhsat veriyor, imtihan etmek için.
Ve fakat o kimseye fırsat vermez.
Fakat münafık ve kâfirlere gelince; imtihanlar bitince, ruhsatı çekince, kaynar suya düşünce, su ile cehennem arasında dolaştırılırken, halleri ne olacak?
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde kaynar suya sürükleneceklerdir. Sonra da ateşte yakılacaklardır." (Mümin: 71-72)
Önce Hamîm'e sürüklenirler, sonra Cahîm'e atılırlar.
"Onlar cehennem ateşi ile kaynar su arasında dolaşır dururlar." (Rahmân: 44)
İnsanoğluna ancak çalıştığının karşılığı verilecektir.
"Şüphesiz insan için kendi çalışmasından başkası yoktur ve çalışması ileride görülecektir." (Necm: 39-40)
İyisi iyiliğinde, kötüsü kötülüğünde.
Günah ve suç, yalnız öldürene değildir, söz veya fiil ile ortak olana da şâmildir. O da bu ortaklığı derecesinde Allah-u Teâlâ'nın gazabına uğrar. Hatta öldürme esnasında orada bulunan da mesul olur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Zulümle birisinin öldürüldüğü yerde sizden kimse durmasın. Çünkü bulunup da müdafaa etmeyene ve bu zulme mâni olmayana lânet yağar." (Ebu Dâvud)
Şimdi İslâm hukukunun bu husustaki diğer hükümlerini arzedeceğiz:
Kasten öldürmenin cezası Sünnet-i seniyye'de de belirlenmiştir.
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"Kim mümin bir kimseyi (kasten) öldürürse, katil bu sebeple kısas olunur." (Ebu Dâvud: 4539)
Kısasın meşruluğu Kur'an-ı kerim, Sünnet-i seniyye, İcmâ ve akıl ile sabittir.
Allah-u Teâlâ zulmü kaldırmak ve insanlar arasında eşitliği sağlamak için kısas Âyet-i kerime'lerini indirmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Ey iman edenler! Öldürenler hakkında size kısas farz kılındı." (Bakara: 178)
Bu hitap mümin idarecilere yapılmaktadır. Allah-u Teâlâ devlet başkanına ve onun adına iş gören ve onun makamında bulunan herkese kısas cezasını uygulamayı farz kılmıştır.
Kısas, katil ile maktul arasında eşitliği sağlamak için, katilin de öldürülmesidir. Çünkü ilâhi ahkâma göre katilin maktul karşısında hiçbir imtiyazı yoktur. Her ikisi arasındaki eşitlik, katilin maktule karşı işlediği öldürme fiilinin, aynı şekilde katile de uygulanmasını gerektirir.
"Hüre karşılık hür, köleye karşılık köle, kadına karşılık kadın (öldürülür)." (Bakara: 178)
Öldürülecek olanlar, cinayeti bizzat işleyenlerdir. Her öldürülen kimsenin karşılığında, kendi katili aynı şekilde öldürülür. Öldürülen kim olursa olsun, onun katili veya katilleri, o öldürülenden daha fazla yaşama hakkına sahip değildirler.
Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kötülüğün cezası, yine onun gibi bir kötülüktür." (Şûrâ: 40)
Allah-u Teâlâ eşitliğin ve adaletin esası olan kısası müslümanlara farz kıldıktan sonra, sonsuz rahmetinin tabii bir neticesi olarak affa işaret etmiştir. Öldürülen kimsenin yakınları tarafından katil affedilirse, buna da uyulmasının gerektiğini bildirmiştir:
"Bununla beraber (katil) bir kimse kendi lehine (öldürülenin) kardeşi tarafından affedilirse, bundan sonra iyiye uymak ve (öldürülenin velisine) güzelce diyet ödemek gerekir." (Bakara: 178)
Kısastan vazgeçilip katil affolunduğu takdirde, gerek af ve gerek diyet tespiti, mârufa uygun olarak yapılır. Vârislerin katili affetmeleri, onları hiçbir surette katile zulmetme hakkını kazandırmaz.
"Bu (uygulama) Rabb'inizden size bir kolaylık ve rahmettir." (Bakara: 178)
Diyetin meşru kılınmasında katil için kolaylık ve hafiflik, maktulün vârisleri için de fayda vardır.
Önceleri Tevrat'ta da yalnız kısas meşru kılınmıştı. Fakat kısasta kul hakkından başka bir de Allah hakkı bulunduğu cihetle Allah-u Teâlâ Muhammed Aleyhisselâm'ın ümmetine kısası yazarken, bir hafifletme ve rahmet olarak af ve diyeti de meşru kılmıştır. Bu affı da hak sahibi olan maktulün vârisinin eline vermiştir.
Kısas karşılığında diyet almayı kabul etmek, bir kişinin ölümünden çok hafif olduğu gibi, katilin de hayatını bağışlayarak korumak demektir.
"Buna rağmen her kim ki bundan sonra haddi aşarsa, onun için elem verici bir azap vardır." (Bakara: 178)
Bu azap dünyada, öldürdüğü kimsenin yerine kısas olma cezasıdır. Ahirette ise cehennem ateşidir.
•
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şer'î bir hak olmadan öldürmenin hükmünü beyan ederek şöyle buyurmaktadır:
"Allah'ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmeyin." (İsrâ: 33)
İnsanın en önemli vazifelerinden birisi de hayat gibi bir nimetin idamesine çalışmaktır. Yaşama hakkı mukaddes olduğundan, İslâm dini bu hakkın muhafazası hususunda her türlü tedbiri almıştır.
"Bir kimse zulmen öldürülürse, biz onun velisine bir hak tanımışızdır." (İsrâ: 33)
Onun vârisi için kat'le kısas uygulama veya ondan diyet alma ya da onu affetme yetkisi vermiştir.
"Ancak bu veli de kısasta ileri gitmesin." (İsrâ: 33)
Meşru sınırı aşmasın.
Bu ilâhi emir ile katilden başka kimseleri de öldürmek, suçluyu işkence ile öldürmek, cesedini tahrip etmek, diyet aldıktan sonra katili öldürmek... yasaklanmıştır.
"Çünkü o zaten yardıma mazhar olmuştur." (İsrâ: 33)
Allah-u Teâlâ kısası veya diyeti gerekli kılmakla ona yardım etmiş, hâkimlere de hakkını almasına yardım etmesini emretmiştir.
•
Kısasın meşru oluşuna dair Sünnet-i seniyye'de de bir çok deliller vardır.
Ebu Şüreyh el-Huzâî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Yakının öldürülmesi veya bir uzvunun kesilmesi musibeti başına gelen (mirasçı durumundaki) kimse şu üç şeyden birini seçmekte serbesttir. Eğer dördüncü bir şey isterse mâni olunuz.
Katili öldürmesi,
Veya onu affetmesi,
Ya da diyet almasıdır.
Kim ki bunlardan birini yaptıktan sonra diğer bir şeye dönüş yaparsa, o kimseye içinde ebedî olarak kalacağı, ibkâ edileceği cehennem ateşi vardır." (İbn-i Mâce: 2623)
Kişinin kendi kendine intikam almaya cüret etmesi yasaklanmıştır.
Allah-u Teâlâ kısasın hikmetini beyan etmek üzere Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Kısasta sizin için hayat vardır." (Bakara: 179)
Hem Allah'ın hakkı, hem de kulun hakkı olan bu masum yaşama hakkına saldırmak demek, kişinin kendisini de yaşama hakkından mahrum etmek demektir.
Yaşama hakkına saldırı, halkın yaşamasına saldırıdır. Bu ise saldırıdan korunmuş bulunduğu için, bunun ilk eserinin saldırganın kendisinde ortaya çıkması lâzım gelir. Bu bakımdan adam öldürmenin hakkıyla verilecek asıl hükmü, kısas yoluyla katilin kendisini öldürmektir. Çünkü öldüren öldürülmeyi hak etmiştir. Tarafsız olarak ve kararlı bir şekilde düşünüldüğü zaman, adam öldürmenin bundan başka hükmü ve cezası olmaması gerekir.
Kısastaki yok etme, hayatı kaldıran bir vahşeti yok etmektir. Bu ise hayat hakkının yaşaması demektir. Bunun içindir ki dünyada adalet ve eşitliğe kısastan daha büyük bir misal gösterilemez. Yaşama hakkını yok eden bir câninin yaşama hakkı olmadığını kendi gözleriyle görmesi ne büyük bir ibret ve adalet manzarasıdır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Merhamet etmeyene merhamet edilmez." buyurmuşlardır. (Müslim: 2318)
Katillere, cânilere gösterilecek merhamet, işlemiş oldukları suçlara ve kötülüklerin yayılmasına yardım etmektir. Kötülükleri önlemek için caydırıcı cezalar konulması, adaletin tesis edilip korunmasına yöneliktir.
Kısas, hayat hakkının ve canı korumanın gereğidir. Kısasta hayat bulunması, kısasın insanların birbirlerini öldürmelerine engel olması dolayısıyladır. Çünkü adam öldürmek isteyen kimse, öldürürse ve öldürdüğünde kendisinin de öldürülmeyi hak edeceğini bilirse, akıl gereği olarak öldürmekten vazgeçer. Böylece hem kendisi hem de karşısındaki hayatta kalır.
Bu şekilde öldürmenin önüne geçilmesi, bu ikisinden başka bununla uzaktan yakından ilgisi bulunmayan insanların hayatlarını da güven altına almış olur. Zira bir cinayet hadisesi, katil ile maktulün yakınları arasında düşmanlığa ve kan dâvâlarına sebep olabilir. Kısas ise zulme uğrayan tarafın intikam hislerini söndüren bir ceza çeşididir. Katil kısasla cezalandırıldığı takdirde araya girecek düşmanlıklar derhal sona erer.
Kısasla öldürmenin tavsiye edilmesi, zâlimce öldürmeleri önlemek içindir.
"Kısasta sizin için hayat vardır." Âyet-i kerime'si, Kur'an-ı kerim'de belâgatın en yüksek üslubuyla beyan edilmiş, iki zıt kelime olan "Ölüm" ve "Hayat" kendi zıddı olan diğer bir kelimenin yerine geçerek onun mânâsını ifade etmiştir. Birbirine zıt olan iki şeyden birinin varlığı, diğerinin yokluğunu gerektirir. Kısas, hayatı ortadan kaldırdığı için ona zıttır. Bu Âyet-i kerime'de ise kısasın hayatı koruduğuna işaret edilmiştir.
Allah-u Teâlâ kısasın hikmetini beyan ettikten sonra, hitabını umumi olmasına rağmen akıl sahiplerine tahsis etmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Ey akıl sahipleri! Belki böylece Allah'tan korkarsınız." (Bakara: 179)
Çünkü kısasla ilgili hükmün sırrını ve hikmetini, insanlık âlemine getirdiği sayısız faydaları anlayabilecek olanlar onlardır.
a. Caninin kısastan önce, herhangi bir sebepten dolayı ölümü kısası düşürür.
b. Af ile kısas düşer. Hatta kısasın uygulanmasından daha hayırlıdır.
Affetmenin mânâsı, kısasın karşılıksız olarak düşürülmesidir. Diyet karşılığında kısastan vazgeçmek ise affetmek değil, bir sulhtür.
a. Katilin affedilmesinin sonucu, bedelsiz olarak kısas düşürüldüğü zaman, affedenin o takdirde sulh ile olmak dışında diyet alma hakkı yoktur.
b. Kan velisi tek bir kişi olup affedecek olursa, katilin kanının koruma altında olması sonucunu verir.
Veliler birden fazla olur, onlardan birisi affedecek olursa katilden kısas düşer. Çünkü kısas parçalanma kabul etmeyen bir bütündür. Affeden kişi eğer diyet karşılığında affetmiş ise, diyetteki payını alır. Bedelsiz olarak affetmiş ise hiçbir şey alamaz.
c. Maktul ölümünden önce katili affedecek olursa, katilden kısas düşer ve ondan sonra maktulün mirasçılarına diyet ödemek icap etmez.
Cezası olarak ölüme mahkum edilse bile, işkence ile öldürmeyi dinimiz yasaklamıştır.
Bir insanın gözünü çıkararak, burnunu ve kulağını, kolunu ve bacağını, velhasıl bütün uzuvlarını kopararak cesedini belirsiz hale getirmek suretiyle işkence yapmak, bir kâfire de yapılmış olsa dinimizde yasaklanmıştır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Öldürdüğünüz zaman bile en güzel tarzda öldürün." (Müslim, Sayd: 57)
Buyurarak ve bunu savaşlarda bizzat uygulatarak insanlık tarihinde benzersiz bir çığır açmıştır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz insan olsun, hayvan olsun, öldürme hususunda en ziyade şefkat ve merhamet duyguları ile hareket ederek, onlara en ölçülü davranacak olanların müminler olduğunu Hadis-i şerif'lerinde beyan buyuruyorlar:
"Öldürme tarzında insanların en ölçülüsü iman sahipleridir." (Ebu Dâvud: 2666 - İbn-i Mâce: 2681)
Müminler bu ölçülere uyar, haddi aşarak haram edilen tarzlara tevessül etmez.
Halid bin Velid -radiyallahu anh-in oğlu Abdurrahman -radiyallahu anh-in kumandasında bir birlik gazaya çıkmıştı. Düşman tarafında iri yapılı dört kişi yakalayıp getirdiler. Onların derhal öldürülmelerini emretti ve ok atılarak öldürüldüler.
Bu haber Ebu Eyyûb el-Ensârî -radiyallahu anh-e ulaştığında şöyle söyledi:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bu çeşit öldürmeyi yasakladı. Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, (değil insan) bir tavuk bile olsa, onu öldürücü atışlar için hedef kılmayız."
Onun bu sözü Abdurrahman -radiyallahu anh-e ulaşınca dört köle azad etti. (Ebu Dâvud: 2666)
Bir kişi bir başkasının canına, malına veya ırzına saldırıda bulunacak olsa, yahut haksız yere malına veya canına kastetmek üzere saldırsa, yahut ırzına tecavüz için bir kadına hücum etse, saldırıya uğrayanın ve başkasının bu saldırıyı defedebilmek için gerektiği kadarıyla karşılık vermek hakkı vardır.
Meşru savunmanın delili Allah-u Teâlâ'nın şu buyruğudur:
"Size saldırana, onun size saldırdığı gibi siz de saldırın. Allah'tan korkun ve biliniz ki Allah muttakilerle beraberdir." (Bakara: 194)
Burada takvânın emredilmesi "Benzeriyle saldırıyı defetmek" düsturuna bağlı kalmanın veya daha hafif olanı yapmak suretiyle tedricen savunmayı esas almanın zorunlu olduğunun delilidir.
Sünnet-i seniyye'den delili ise Hadis-i şerif'lerdir.
Muhârik -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e bir kimse gelerek "Yâ Resulellah! Bir adam gelip malımı almaya kalkarsa ne yapayım?" diye sordu. Resulullah Aleyhisselâm "Ona Allah'ı hatırlat!" buyurdu. Adam "Hatırlamazsa?" dedi. Resulullah Aleyhisselâm "Etrafındaki müslümanlardan yardım iste." buyurdu. Adam "Etrafımda hiç müslüman yoksa?" diye sordu. Resulullah Aleyhisselâm "Öyleyse sultandan yardım iste." buyurdu. Adam yine "Sultan benden uzaksa!" dediğinde şöyle buyurdu:
"Bir âhiret şehidi oluncaya veya malını koruyuncaya kadar malın için mücadele et." (Nesâî. Tahrim 21)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle söylemiştir:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e bir kimse gelerek "Yâ Resulellah! Birisi gelip benim malımı almaya kalkarsa, ne buyurursun?" diye sordu. "Ona malını verme!" buyurdu. "Şayet benimle mukatele ederse?" diye sordu. "Sen de onunla mukatele et!" buyurdu. O kimse yine "Ya beni öldürürse!" diye sordu. "O halde şehit gidersin!" buyurdu. "Ya ben onu öldürürsem!" diye sorduğunda ise "O cehennemde olur." buyurdu. (Müslim: 140)
Başkasını savunmanın câiz oluşuna gelince; bunun temeli ise can olsun, mal olsun saldırılması haram kılınmış şeyleri mutlak olarak müdafaa etmenin gereğidir. Eğer bu hususta yardımlaşma olmayacak olursa, insanların malları da canları da boşu boşuna telef olup gider. Başkaları da böyledir.
Enes -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Zâlim olsun, mazlum olsun müslüman kardeşlerinize yardım ediniz." buyurdukları zaman Ashab-ı kiram -radiyallahu anhüm- "Yâ Resulellah! Mazluma yardım edelim güzel de, ya zâlime nasıl yardım edeceğiz?" diye sordular. Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle devam ettiler:
"Zâlimin iki elinin üstünü tutarsınız, kötülük yapmasına meydan bırakmazsınız." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1088)
Kendisini savunan kimse, mümkün olması halinde en hafif olanından başlar. Eğer saldırıda bulunan kişiyi sözle, insanların yardımını istemek suretiyle defetme imkânı varsa, döverek müdafaaya girişmek haramdır. Eğer elle vurmak suretiyle savunma imkânı varsa kamçı kullanması haram olur. Kamçı ile savmak mümkün ise, sopa kullanması haram olur. Bir organını kesmek suretiyle bu saldırıyâ mâni olmak mümkün ise öldürmek haram olur.
Şayet müdafaa ancak saldırıda bulunanı öldürmekle mümkün olabiliyorsa, savunmada olan kişi öldürme hakkına sahiptir. Çünkü bu savunmanın zaruretleri arasında yer almaktadır. Saldıran silâh çekecek olursa, savunan kişinin onu öldürmesi mubah olur. Çünkü ancak onu öldürmek suretiyle kendisini savunabilir. Zira başkalarının yardımını isteyecek olursa, yardım gelmeden önce saldırgan onu öldürebilir.
1. Saldırının, cezalandırılması öngörülmüş bir suç olması şarttır. Buna göre babanın, kocanın veya öğretmenin terbiye hakkını kullanması, saldırı olarak vasıflandırılmaz. Küçüğün, delinin ve hayvanın saldırısında suç niteliği yoktur.
2. Saldırının gerçekleşmekte olması gerekir, tehdit edilmesi ile olmaz.
3. Saldırıyı başka bir yol ile defetmeye imkân bulunmalıdır. Başka bir yolla saldırıyı defetmek imkânına sahip olan bir kişi bunu yapmayacak olursa, haddi aşan bir kimse demektir.
Canına yahut organlarının herhangi birine kasten hücum edilen bir kimsenin kendini savunması icabeder.
İnsanın şiddetli açlığından, bulduğunu yemek suretiyle kendini koruması vâcip olduğu gibi nefsini savunması da vâciptir.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde:
"Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın." buyuruyor. (Bakara: 195)
Saldırıya uğrayan kişinin saldırganı öldürdüğü takdirde gerek medenî ve gerekse cezâî herhangi bir sorumluluğu yoktur. Ne diyet gerekir ne de kısas.
Bizâtihi saldırı fiili, saldırganın kanını helâl kılmaz, ancak yapılan saldırıyı önlemeyi vâcip veya câiz kılar. Yapılan saldırının önlenmesinin istenmesi, saldırganın kanının helâl olmasının sebebidir.
Bir fâsık, bir kadına saldırdığı takdirde, imkânı olması hâlinde kadının kendini savunması icabeder. Çünkü kadının böyle birisine imkân vermesi haramdır. Kendisini savunmayı terketmesi ise, saldırgana imkân vermektir. Böyle bir zorlamaya girişen birisini öldürme hakkı da vardır. Eğer öldürmekten başka bir yolla bertaraf etmesi mümkün olmazsa kanı heder olur.
Aynı şekilde bir erkeğin, bir kadına saldırmaya çalışan bir kimseyi gördüğü takdirde saldırganı defetmesi icabeder. Savunması mümkün olursa ve kendisine gelecek bir zarardan korkmuyorsa, öldürecek dahi olsa o saldırganı defetmelidir. Çünkü ırzlar Allah-u Teâlâ'nın yeryüzündeki haramlarıdır. Kişinin bizzat kendi ırzı ile, başkasının ırzı olması arasında bir fark yoktur.
Savunma yapan kişi hiçbir bakımdan sorumlu tutulmaz. Üzerine kısas da yoktur, diyet de yoktur.
Arapça'da "Ödemek, vermek" mânâsındaki "Vedy" kökünden türeyen diyet; bir şahsın haksız olarak öldürülmesi, sakat bırakılması veya yaralanması durumunda ceza ve kan bedeli olarak ödenen mal veya parayı ifade eder.
Daha açık bir ifade ile belirtmek gerekirse;
Bir öldürme hadisesinde can karşılığı olarak verilen bedele; veya kesilen, yarılan, kırılan, koparılan organlar karşılığında bu işi yapan kimseye veya baba tarafından akrabaları üzerine yüklenen belirli miktardaki tazminata "Diyet" denilmektedir.
Hem ceza, hem de tazminat mânâsı taşıyan diyet, İslâm hukukunun ana konularından birini teşkil eder.
Diyet Kur'an-ı kerim'de ve Hadis-i şerif'lerde mevcuttur ve hükme bağlanmıştır.
Bir Âyet-i kerime'de "Kısas"ın farz kılındığı bildirildikten sonra şöyle buyurulmaktadır:
"Bununla beraber (kâtil) bir kimse kendi lehine (öldürülenin) kardeşi tarafından affedilirse, bundan sonra iyiye uymak ve (öldürülenin velisine) güzelce diyet ödemek gerekir." (Bakara: 178)
Öldürülenin velisi olan kardeşi tarafından kâtilin cinayeti bağışlanırsa, veliler birden fazla bile olsalar, hüküm onu affeden velinin hükmüne uygun olur ve kısas düşer. Bu hak öldürülenin yakınlarına tanınmıştır. Bunlar ölünün yokluğu ile zaafa düşen ve onun desteğinden mahrum kalan mirasçılardır. Kim birini öldürürse, mirasçılar kâtilin öldürülmesini isteyebilirler. Zira akrabalık duygusu ve yararlılık onları buna sevkeder. Fakat kısasa hükmedecek olan hâkimin, kâtilin öldürülmesine hükmetmemesi, öldürülen kimsenin yakınlarında intikam duygusunun belirmesine, iki taraf arasında daha büyük kavganın çıkmasına ve daha çok kan dökülmesine yol açar.
Kasıtlı olarak işlenen müessir fiillerde kısas cezası gerekir. Mağdurun suçluyu affettiği durumlarda veya kısasın imkânsız olduğu hallerde ise diyet verilir. Bunların çeşitleri, şartları, organlara göre tazminat miktarları ayrı ayrı tespit edilmiştir.
Fakat bağışlama onlar tarafından gelirse, fitneden emin olunur. Bu durumda hâkim, kâtile ölüm cezası vermekte diretmez. Kısastan vazgeçilip kâtil affolunduğu takdirde, gerek af ve gerekse diyet tespiti, mârûfa uygun olarak yapılır. Varislerin kâtili affetmeleri, onları hiçbir surette kâtile zulmetme hakkını kazandırmaz.
Bazen öyle olur ki, diyet almak kan sahipleri için öc almaktan daha faydalı olabilir. Üstelik müslüman bir can da kurtulmuş olur.
Bu af eğer diyet verilmek şartı ile anlaşma tarzında bir af ise, kâtilin de bunu kabul edip karşı tarafı oyalamaksızın tayin edilen zamanda güzellikle ödemesi, ödeme şartlarını ihlâl etmemesi gerekir.
"Bu (uygulama) Rabb'inizden size bir kolaylık ve rahmettir." (Bakara: 178)
Diyetin meşru kılınmasında kâtil için kolaylık ve hafiflik, maktulün vârisleri için de fayda vardır. İslâm, öldürme fiilinin cezasında "Adalet"le "Rahmet"i bir araya getirmiştir.
Şöyle ki;
Maktulün vârisleri istedikleri takdirde kısas onlara bir hak olarak verilmiştir. Bu adalettir.
Kısastan vazgeçtiklerinde de diyet almaları meşru kılınmıştır. Bu da rahmettir.
Diyet hükmü, ancak müminlere emredilmiştir. Halbuki yahudilerin şeriatında kısastan başka bir hüküm yoktu.
Kısas karşılığında diyet almayı kabul etmek, bir kişinin ölümünden çok hafif olduğu gibi, kâtilin de hayatını bağışlayarak korumak demektir.
"Buna rağmen her kim ki bundan sonra haddi aşarsa, onun için elem verici bir azap vardır." (Bakara: 178)
Eğer öldürülenin akrabaları bağışlayıp 'Diyet" e râzı olduktan sonra, yine kâtili öldürmeye veya intikam almaya kalkışacak olurlarsa haddi aşmış olurlar. Öldüren dünyada kısas edilir, ahirette de onun için şiddetli bir azap vardır.
Kâtil de diyeti tam olarak ödemekten kaçınır veya kötü bir şekilde karşılık verirse, bu da sınırı aşma olarak değerlendirilir.
Bunun içindir ki böyle bir durumda her iki taraf da birbirlerine lütufkâr davranmalıdırlar.
•
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde bir müminin hiçbir şekilde mümin kardeşini öldürme hakkı olmadığını haber vermektedir:
"Yanlışlıkla olması dışında bir müminin bir mümini öldürmeye hakkı olamaz." (Nisâ: 92)
İman buna engel olur. Fakat hatadan tamamen sakınmak insanın gücü dahilinde olmadığı için, hata ile bir mümini öldürme durumu müminin de başına gelebilir. Meselâ bir düşmana veya ava atarken kaza olarak bir mümine rastgelirse, bu cinayet bir hatadır. Bu özellikle savaş sırasında pek muhtemeldir.
Her nerede olursa olsun, hükmü de şöyledir:
"Bir mümini yanlışlıkla öldüren kimsenin, bir mümin köleyi azad etmesi ve öldürülenin âilesine teslim edilecek bir diyet ödemesi gerekir." (Nisâ: 92)
Köle azad etmek Allah-u Teâlâ'nın hakkı olarak bir kefâret, "Diyet" de kul hakkı olarak bir zarar ödemesidir. Bir müminin öldürülmesinde bu şekilde iki hak bulunur. Hayat her şeyden önce Allah-u Teâlâ'nın hakkıdır, hürriyet de bir çeşit hayattır, bu da O'nun hakkıdır. Bir müminin hayatının söndürülmesine karşılık, diğer bir mümine hürriyet bağışlayarak yeni bir hayat kazandırmak; hata ile cinayet işleyen müminin günahını örtmeye vesile olacak en güzel ve en uygun bir kefarettir. Öldürme kasıtlı olsaydı, bu günah kefaret ile örtülemezdi.
Kâtil her ne kadar bir köle azad etmişse de, bununla ancak Allah'ın hakkını ödemiş olmakta, fakat âilenin zararı karşılanmış olmamaktadır. Yanlışlıkla da olsa bu hayat hakkını ondan almış olduğundan; buna karşılık yalnız bir tazminat olmak üzere, öldürülen kimsenin vârislerine bir diyet ödemesi de bir kul hakkıdır. Hata ederek öldüren kimse de bu durumda yardıma lâyıktır. Bunun için baba tarafından akrabası varsa diyete katılması gerekir. Vârislerin bunu affetmeleri de bir yardımlaşmadır.
"Ancak ölünün âilesinin o diyeti bağışlaması müstesnâ. (Nisâ: 92)
Mirasçılar kâtili bağışlar da diyeti düşürürlerse bunu ödemek gerekmez.
"Öldürülen mümin, düşmanınız olan bir topluluktan ise, mümin bir köle azad etmek gerekir." (Nisâ: 92)
Eğer yanlışlıkla öldürülen mümin, kâfir bir topluluktan ise ve müslümanlarla savaş halinde iseler, bu durumda öldürene sadece kefaret gerekir. O topluluğun diyetten müslümanların aleyhine faydalanmamaları için diyet ödemez. Küfür memleketi, korunma yurdu olmadığından, bir mümin orada oturmayı seçmiş olmakla kendi kanını boş yere heder etmiştir.
"Şayet sizin ile kendileri arasında andlaşma bulunan bir topluluktan ise, âilesine verilecek bir diyet ve mümin bir köle azad etmek gerekir." (Nisâ: 92)
Yanlışlıkla öldürülen kimse mümin olsun olmasın, zimmîler gibi müslümanlarla aralarında andlaşma bulunan kâfir bir topluluktan ise; arada andlaşma olduğu için öldürene, İslâm memleketinde yanlışlıkla öldürülen herhangi bir müminde olduğu gibi hem diyet hem de kefaret gerekecektir.
"Bunları bulamayan kimsenin, Allah tarafından tevbesinin kabulü için iki ay arka arkaya oruç tutması gerekir.
Allah her şeyi bilendir, hükmünde hikmet sahibidir." (Nisâ: 92)
İşte hata yoluyla öldürenin edeceği tevbe budur. Eğer azad edecek köle bulamayacak olursa, peşpeşe iki ay oruç tutacaktır. Bu ise Allah-u Teâlâ tarafından verilen bir ruhsat ve kolaylığa dönüştür.
•
Yanlışlıkla öldürmenin hükümleri bunlardır. Kasten öldürmeye gelince; bunun çirkin bir suç olduğunu ve cezasının çok şiddetli olduğunu açıklamak üzere Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Kim bir mümini kasten öldürürse onun cezası, içinde devamlı kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, lânetlemiş ve büyük bir azap hazırlamıştır." (Nisâ: 93)
Çünkü o, çok büyük bir suç işlemiştir. Bu cinayeti işleyenler dünyada kısasa, ahirette ise cezaya uğrar.
•
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde öldürülenin diyeti yüz deve olarak, veya altın, gümüş, koyun, sığır, elbise gibi mallardan belirli bir miktar şeklinde takdir etmiştir. Ayrıca, yaralanma ve sakat kalma ile sonuçlanan müessir fiillerin ve organların diyetleri ile ilgili belli ölçüler getirmiş ve uygulamıştır.
Kur'an-ı kerim'de diyetten söz edilmekle birlikte, diyetin miktarı ve ödeme şekliyle ilgili teferruatlı bilgi verilmemektedir. Bu hususta İslâm hukukunun ikinci kaynağı olan Sünnet-i seniyye'ye müracaat etmek gerekir.
a. Öldürmede Diyet:
Kasten adam öldürmede aslî ceza "Kısas"tır. Diyet ancak hak sahibinin kısastan vazgeçmesi veya kısasın herhangi bir sebeple mümkün olmaması durumunda devreye giren ikinci derecedeki bir cezadır. Diyet kısasın bedelidir. Kasta benzer (şibh-i amd) ve hataen öldürmelerde ise diyet aslî ve ilk cezadır. Hata hükmünde olan cinayetler de bu gruba girer.
Kısas isteme hakkı ölünün vârislerine âittir. Bunlar kısas yerine diyet isterlerse veya kısasın şartları bulunmazsa, yahut da suç, öldürme ve yaralama kastı ile işlenmemiş olursa kısas yerine diyet ödenir.
Diyet miktarı Resulullah Aleyhisselâm'dan rivayet edilen Hadis-i şerif'lerde Hulefâ-i Râşidî'nin söz ve uygulamalarında teferruatlı olarak geçer.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"Kim hataen öldürürse diyeti yüz devedir." (Ebû Dâvud: 4541)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Yüz deve" şeklindeki bu miktarı olduğu gibi korumuştur. Çünkü Araplar o vakitler, deve ile meşgul olan bir millet idiler. Şu kadar var ki, onun getirdiği din sadece Araplar'a değil, bütün milletlere gönderilmişti. Bu sebeple de herkeste deve bulunmadığını bildiğinden, başka mallardan da diyeti takdir buyurdu.
Bazı Hadis-i şerif'lerde diyet miktarı bin dinar altın, on iki bin dirhem gümüş, hatta iki yüz sığır, iki bin koyun, ikiyüz elbise olarak geçer.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- deve fiyatlarının yükselmesi sebebiyle diğer miktarları zikretmiş; her bölge halkının kendi bölgesinde yaygın olandan, meselâ Mısır ve Suriyeliler'in "Altın"dan, Iraklılar'ın "Gümüş"ten diyet vermesini belirtmiştir. Mal kalemlerini sınıf sınıf ayırmıştır ki, diyeti ödemek kolay olsun.
Çünkü Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Artık (taraflar) iyiye uymalı." buyurmaktadır. (Bakara: 178)
Hakkaniyete uymak, karşı tarafı zora sokmaya mânidir.
Resulullah Aleyhisselâm zamanında da diyet, devenin kıymeti esasına göre belirlenmiştir.
Diyetin takdirinde asıl ölçü devedir. Diyetlerin deve cinsinden verilmesi gerektiğinde; yirmi beşi iki yaşında, yirmi beşi üç yaşında, yirmi beşi dört yaşında, yirmi beşi beş yaşında olmak üzere yüz deve verilir.
Bu develer her türlü ayıptan kusurdan uzak olmalıdır.
Diyetin altın ve gümüş üzerinden takdiri, devenin kıymetinin o miktarlar üzerinde olmasından dolayıdır.
Abdullah bin Amr bin Âs -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- köylülerin ödeyeceği (yüz deve) diyet için dört yüz dinar (altın) veya buna denk gümüş kıymet takdir ederdi. Deve sahiplerinin ödeyeceği bu diyet için de kıymet takdir ederdi.
Develer pahalanınca (deve sahiplerinin ödeyeceği) diyetin bedelini de artırırdı ve develerin fiyatı düşünce diyetin bedelini de eksiltirdi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- deve sahiplerinin bu çeşit diyetin kıymetini zamanın râyiç durumuna göre ayarlardı. Böylece bu çeşit diyetin kıymeti Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- in hayatta olduğu dönemde dört yüz dinar (altın) ile sekiz yüz dinar (altın) arasındaki meblağlara veya bunun (sekiz yüz dinarın) gümüşten dengi olan sekiz bin dirheme ulaştı.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- sığır sürüsü sahipleri tarafından diyeti sığırdan ödenecek maktulün diyetinin iki yüz sığır olduğuna ve koyun sürüsü sahipleri tarafından diyeti koyundan ödenecek maktulün diyetinin iki bin koyun olduğuna hükmetti." (İbn-i Mâce: 2630)
•
Müctehidler diyette "Deve", "Altın" ve "Gümüş" kalemlerinin üçünün de birbirine eşit şekilde ana ölçü olduğunu, borcu olan kimsenin bu kalemlerden hangisini öderse borcunu edâ etmiş sayılacağını ifade etmişlerdir. Mağdurun vârisleri diyet borçlusunun üç kalem maldan ödemeyi tercih ettiği kalemi reddetme yetkisine sahip değillerdir. Çünkü bu üç ölçüden biri diyet borcunu ödemede ana esastır ve diyet borcunu ödenmesinde yeterlidir.
Bedeller zamandan zamana asırdan asıra değişebilir. Kıymette bir fazlalık olması zamana uygundur. Paranın alım gücünün düşmesi, ödemenin düşmesini gerektirmez.
Diyette asıl; ödenmesi çok ağır olan, güçlükle ödenebilen, ödemesi için muazzam sıkıntı ve zahmetlere katlanılan büyük bir mal olması ve böylece caydırıcılığın sağlanmasıdır. Zira bu kadar çok malı ödemek zorunda kalması, kâtil için çok büyük bir musibet olacak, sonunu göre göre cinayet işlemeye kalkışmayacaktır.
•
Nefsi müdafaa maksadıyla meydana gelen öldürmede diyet ve kısas yoktur.
•
Trafik kazalarında sürücünün kasten bir kimseyi öldürmesi kısası gerektirir.
Kasten olmayıp; sürat tahdidine riayet etmemek, hatalı sollamak, trafik kurallarına uymamak, ehliyetsiz veya uykusuz araba kullanmak, arabanın bakımını yapmadan teknik arızalarını gidermeden yola çıkmak ve benzeri davranış ve hatalarla bir adamın ölümüne sebep olmak diyet gerektirir.
Can bakımından kadınla erkek arasında fark yoktur. Yani bir kadına karşı bir erkek kısas edilir.
Fakat mal hususunda böyle değildir. Çünkü erkek hem kendisini hem de âilesinin geçimini sağlamak zorunda olduğundan, kadının diyeti erkeğin diyetinin yarısı kadardır.
Diyet bir yönü ile ceza bir yönü ile de tazmin mahiyetinde olduğu için, cinayeti işleyenin cezâî ehliyetinin bulunmaması kısasın uygulanmasına engel ise de diyet yükümlülüğünü ortadan kaldırmaz. Bu sebeple kâtilin çocuk, deli, kadın, gayr-i müslim olması diyeti etkilemez.
Diyetin sebebi kâtilin kusuru değil, maktulün hukuken koruma altında olmasıdır. Bundan dolayıdır ki; doktor veya sağlık personelinin yol açtığı ölümler de dahil olmak üzere, sebep olma yoluyla meydana gelen ölümlerde diyet söz konusu olmaktadır.
•
Kasten adam öldürmede diyetin ceza olmak vasfı ağır basar ve diyeti tek başına kâtil üstlenir. Kendi kazancından elde ettiği menfaati kendisi aldığı gibi günahının cezasını da kendisi çeker.
Ödenecek olan malın yapılan anlaşma gereği ödenmesi gerekmektedir. Yapılan anlaşma verilecek malın peşin verilmesi şartına göre yapılmışsa peşin, daha sonra ödeneceği şeklinde ise daha sonra ödenir.
Hatâen öldürmede keffâret kâtile âittir, diyeti de "Âkile" üstlenirler, bu onların üzerine bir borçtur. Kâtilin âkilesi bu diyet ödemesine suçu işleyen kişi olarak değil, kâtile yardımcı olarak katılmaktadır. Kâtil de âkileden sayılır, diyetten hissesine düştüğü nispette âkileye dahil olur. Âkileye diyet ödettirilmesi suçluya yardım ve destek niteliği taşır.
Diyet mâli bir tazminattır ve Resulullah Aleyhisselâm ödenecek cezanın dağıtımı olarak diyeti âkilenin ödeyeceğini hükme bağlamıştır.
•
Bir tam diyet üç senede, senelerin bitiminde olmak üzere üç taksitte ödenir.
Bir diyet ödemeye mahkum kişiler de, hisselerine düşen miktarı her biri üç senede üç taksitle öder.
Bütün mezhepler âkilenin diyeti bir defada peşin ödeme yerine, üç taksit halinde üç yılda ödeyeceği hususunda görüş birliği içindedirler. Zira bu hususta Ashab-ı kiram'ın icmâı vardır.
Âkile, kâtilin baba tarafından olan akrabalarıdır ve kasıt unsuru bulunmayan bir öldürmede veya yaralama hadisesinde suçlu adına diyet ödemeyi üstlenen kimselerdir. Âkilenin bu sorumluğu asıl suçlunun yükünü hafifletme mahiyetinde bir intikaldir. Bunun hikmetinde suç işleme kastı bulunmayan kimsenin bir bakıma mazur olduğu ve dolayısıyla ağır bir cezaya mâruz bırakılmaması gerektiği şeklinde düşünceler bulunmaktadır. Âkilenin diyet ödemesi teberru yoluyla bir yardımlaşmadır.
Âkilenin İslâm'da hukuki bir meşruluk kazanması Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in tatbikatına dayanır.
Muğîre bin Şu'be -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
"Resulullah -sallallahu aleyhi vessellem- diyetin kâtilin âkilesi tarafından ödenmesine hükmetti." (İbn-i Mâce: 2633)
Abdullah bin Amr bin Âs -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- kadının mevcut asabesi (yani baba tarafından erkek akıllı akrabası)nın onun (cinayet işlemesi halinde ödemesi gerekli) diyetini vermelerine ve bunların kadının vereselerinden (belirli hisse sahiplerinden) artan mal dışında onun hiçbir malına mirasçı olmamalarına hükmetti." (İbn-i Mâce: 2647)
Yani "Asabe" durumundaki akrabalar kâtil erkeğin diyetini üstlendikleri gibi kâtil bir kadının diyetini de yüklenirler. Diyet ödemeyi gerektiren cinayetler ister bir erkek tarafından ister bir kadın tarafından işlensin, bundan dolayı ödenecek diyet bunların asabesine yüklenir. Bu Hadis-i şerif baba ve büyük babanın Âkile adı verilen gruptan sayılmayacağına delildir.
Kısaca ifade etmek gerekirse mirasta "Bi nefsihi asabe" olan bütün asabeler vâcip olan diyeti ödeyecek "Âkile"ye dahildirler.
Âkilenin üzerine diyetin ödenmesinin bir vücubiyet olarak gelmesi için, kendilerine kâtile nesep ilişkilerinin belli olması, ya da "Kâtilin amcası" olmak ya da "Erkek kardeşi" olmak veya buna benzer bir akrabası olmak sebebi ile onun verecek olduğu diyeti üstlenmiş olmaları şarttır. Bunun sebebi, mensup olduğu kabilenin bütün erkek çocuklarının âkileye girmemelerini sağlamaktır.
Diyetin dağılımında üyeler arasında gözetilmesinin yanısıra, her şahsa üç veya dört dirhemden fazla yüklenemeyeceği şeklinde de bir sınırlama getirilmiştir.
Birinci dereceden âkilenin sayısı diyeti ödemeye kâfi gelmezse ikinci dereceden âkileye başvurulur.