Ensâr'dan Said bin Rebi -radiyallahu anh-in mânevî kardeşi Abdurrahman bin Avf -radiyallahu anh-e yaptığı teklif ne kadar arza şayândır.
"Ben malca Ensâr'ın en zenginiyim, malımın yarısını sana ayırdım. İki zevcem var, tercih edeceğin birisi ile evlenebilmen için onu boşayacağım!"
Abdurrahman bin Avf -radiyallahu anh-in verdiği cevap da teklif kadar arza şâyan:
"Allah malını da zevceni de sana mübarek eylesin. Benim onlara ihtiyacım yok. Sen bana sadece şehrin çarşısını göster!"
Sa'd -radiyallahu anh- de onu Kaynuka çarşısına götürdü. Abdurrahman -radiyallahu anh- böylece ticarete başladı. Borçla biraz yağ peynir gibi şeyler aldı, az bir kârla sattı. Bu işi birkaç defa tekrarladı. Resulullah Aleyhisselâm'ın, malının bereketlenmesi için duâsını da aldığından, kısa zamanda Medine'nin sayılı tüccarları arasına girdi.
Zamanla yedi yüz deveyi yükleriyle beraber Allah yolunda tasadduk etmişti.
•
Muhâcirler'in her biri kendilerine göre birer iş bulmuşlardı. Ebu Bekir -radiyallahu anh- elbise dükkânı açmıştı. Ömer -radiyallahu anh- de ticaretle meşguldü, ticareti İran'a kadar uzanmıştı. Osman -radiyallahu anh- ise Kaynuka çarşısında hurma ticaretine başlamıştı. Bahçe satın alıp yetiştirdiği ürünleri satıyordu. Onun da ticari faaliyetleri Şam'a kadar uzadı. Zübeyr bin Avvam -radiyallahu anh- Baki çarşısında kasaplık yapardı.
Resulullah Aleyhisselâm ise müslümanları ticaretle uğraşmaya teşvik ediyordu. Onlar da Resulullah Aleyhisselâm'ın buyrukları doğrultusunda helâlinden kazanmaya gayret ediyorlar, ölçü ve tartıda kimseyi aldatmıyorlar, alış-verişlerinde hile yapmıyorlardı. Bu sebeple halk çoğunlukla müslümanlara yöneldi, yahudilere ise itibar azaldı. Bu durum yahudilerin müslümanlığa ve müslümanlara karşı kinini körüklemiş, her fırsatta müslümanlara tuzak kurmaya sevketmiştir.
Muhâcirler, Ensâr kardeşlerine minnettar kalmışlar, bu iyiliklerini bir şeref borcu olarak telâkki etmişlerdi. Kardeşlik yolu ile elde ettikleri malları, imkânları nispetinde kardeşlerine iâde etmeye çalıştılar.
•
Bu kardeşliğin hiç şüphesiz ki çok büyük maddi-mânevi faydaları yanında en önemlisi, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu kardeşliği tesis etmekle, İslâm dininin kardeşlik dini olduğunu, kıyamete kadar gelecek insanlık âlemine ilân etmiş oldu.
Nitekim bu kardeşlik daha sonra:
"Müminler kardeştirler." (Hucurât: 10)
Âyet-i kerime'si ile cihanşümul bir hale dönüştürüldü.
Resulullah Aleyhisselâm Muhâcir müslümanlar arasında da ayrıca kardeşlik kurmuştur. Şöyle ki, bir gün Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- ile Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-i el ele tutuşmuş gelirken görünce:
"Nebilerden ve resullerden başka, bütün önceki ve sonrakilerden cennetlik olanların kemâl çağına erenlerinden iki büyüğünü görmek isteyenler şu gelenlere baksın!" buyurmuş, sonra da onları kardeş yapmıştır. (Tirmizî)
Bu şekilde Muhâcirler'i birbiri ile kardeş yaparken elini Hazret-i Ali -radiyallahu anh-in omuzuna koymuş ve:
"Yâ Ali! Sen benim dünyada da ahirette de kardeşimsin." buyurmuştur. (Tirmizî)
Resulullah Aleyhisselâm Mekke'de iken hasımları Kureyşliler idi. Medine'ye hicret ettikten sonra iman edenler etti, etmeyenler üç kısma ayrıldı.
Birincisi; Kureyşliler. Düşmanlıkları gittikçe şiddetlenmekte idi.
İkincisi; Benî Kureyza, Benî Nadir ve Beni Kaynuka adında üç yahudi kabile grubu. Bunlar müslümanlarla andlaşma yapmışlardı.
Üçüncüsü ise; Tarafsızlar. Bunlar "Bakalım bu işin sonu nereye varacak?" diye bekliyorlardı. Beni Huzâa ve Beni Bekir kabileleri böyleydi.
İslâm'a gelenlerin büyük bir kısmı halis ve samimi müslüman olmuş ise de, aralarında münâfıklar da vardı.
Resulullah Aleyhisselâm Medine'ye hicret eder etmez, şehrin güvenliğinin sağlanması için hemen teşebbüse geçti. Şehrin güvenliğinin, İslâm'ın selâmeti bakımından önemini bildiği için, bazı tedbirler almaya karar verdi. Çünkü Mekke müşrikleri âdeta pusuya yatmış, vurmak için müslümanların zayıf anını kolluyorlardı.
Şehirde her grubun kabul edebileceği belli bir otorite mevcut değildi. Her grup kendi içinde bir birlik kurmuş, diğer grubun üstünlüğünü ve otoritesini kabul etmiyordu. Çünkü menfaatleri ve düşünceleri birbirine ters düşüyordu.
Resulullah Aleyhisselâm bütün bu sebeplerle Medine'deki grupları belli bir noktada birleştirmek için harekete geçti. Müslümanların en azından bir süre Medine halkı ile barış içinde olmaları gerekiyordu. Bunun için Ashâb-ı kiram'la olduğu gibi gayr-i müslimlerle de istişare etti.
Müslümanlarla Medine yahudileri arasında yazılı bir vatandaşlık andlaşması yaptı.
Buna göre müslümanlarla yahudiler kendi dinlerinde serbest kalacak, fakat her türlü düşman tecavüzlerine karşı Medine'yi el birliği ile savunacaklardı.
İki taraftan birisi üçüncü bir düşmanla savaşa kalkarsa diğeri ona yardım edecek, sulh yaparsa sulhu tanıyacak, iki taraf da Kureyşliler'i himâye etmeyecekti. Akrabasından bile olsa, kimse suçluyu saklamayacaktı.
Yahudilerin tabiatlarındaki hile, zulüm ve entrikalar kendilerine baskın çıkmamış olsaydı, bu andlaşmanın hayata geçirilmesi imkân dahilinde idi. Fakat andlaşmanın üzerinden kısa bir süre geçmişti ki, yahudiler kabullendikleri bu belgedeki maddelerin bir kısmından sıkılmaya başladılar. Bunun üzerine de çeşitli hıyanet tabloları sergileyerek Resulullah Aleyhisselâm'ın ve müslümanların aleyhine çalışmalara koyuldular. Böyle olunca da müslümanlar bu andlaşmayı feshettiler.