Muhterem Okuyucularımız;
Fâtiha Sûre-i celîlesi Kur'an-ı kerim'in mukaddimesi mesabesinde olup mânâ itibarı ile Kur'an-ı kerim'e denk bir sûre olarak kabul edilir.
İnsanlara dünya saâdetlerini ahiret selâmetlerini kazandırmak, hidayet yollarını göstermek için gönderilmiş olan Kur'an-ı Azîmüşân'ın gayesini, ihtiva ettiği esasları öz olarak içine almıştır.
Ubâde bin Sâmit -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Fâtiha'yı okumayanın namazı olmaz." buyurmuşlardır. (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 422)
Bunun içindir ki namazların her rekâtında okunur.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhüma- buyurur ki:
"Cebrâil Aleyhisselâm, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in yanında bulunduğu bir sırada, yukarıda kapı sesine benzer bir ses işitti. Başını göğe doğru kaldırdı ve:
"İşte gökten bir kapı açıldı. Bu güne kadar böyle bir kapı asla açılmamıştı." dedi.
Gökten bir melek indi. Cebrâil Aleyhisselâm sözlerine devam etti:
"İşte arza bir melek indi, şimdiye kadar bu melek hiç inmemişti."
Melek selâm verdi ve Resulullah Aleyhisselâm'a: "Sana verilen iki nuru müjdeliyorum. Bu iki nur senden önce, başka hiçbir peygambere verilmemişti. Birisi Fâtiha sûresi, diğeri de Bakara sûre'sinin son âyetleri (Âmenerrasûlü). Onlardan okuduğun her harf karşılığında sana büyük sevap verilecektir." dedi." (Müslim: 806)
Bu Sûre-i şerif'in bir çok isimleri vardır.
Kur'an-ı kerim'in ilk Sûre-i şerif'i ve bir bakıma hülâsası olduğu, namazda Rabb'i ile kulu arasında ilâhî bir şifre olduğu için "Açan", "Açış yapan"mânâsına "Fâtiha" adını almıştır.
İlk Âyet-i kerime'si "Hamd" ile başladığı için "Hamd sûre-i şerif'i" de denilmiştir. Halk dilinde "Elham" olarak anılmaktadır.
Kur'an-ı kerim'in özü olduğu için "Kitab'ın anası" mânâsında "Ümmü'l-kitab" adını alır.
"İki defa inen, daima tekrarlanan yedi âyet" mânâsında "Seb'u'l-mesâni" denilir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Resul'üm! Andolsun ki biz sana daima tekrarlanan yedi âyeti ve büyük Kur'an'ı verdik." (Hicr: 87)
Ayrıca: "Tam ve mükemmel" mânâsına gelen "Sûretü'l-vâfiye", "Yeterli" mânâsına gelen "Sûretü'l-kâfiye", insanlara şifâ verdiği için "Sûretü'ş-şâfiye", Kur'an-ı kerim'in temeli olduğu için "Esâsü'l-kur'an", her namazda okunduğu için "Sûretü's-salât", özlü duâları içine aldığı için "Sûretü'd-duâ" ve şükrün gereğini ifade etiği için "Sûretü'ş-şükr" olarak da anılmaktadır.
Enes -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Uyku için yatağa yatarken evvelâ Fâtiha, ikinci olarak İhlâs sûresini okuduğun halde ölümden başka her şeyden emîn olursun." (Câmiu's-sağîr)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Fâtiha Sûre-i şerif'i ile ilgili olarak Hazret-i Cabir -radiyallahu anh-e şöyle buyurdular:
"Dikkat et! Sana Kur'an'da nazil olan en büyük sûreyi bildiriyorum. O Fâtiha sûresidir. Zira onda her derde karşı bir şifa vardır." (Ramuz'ul-ehadis: 6167)
Allah-u Teâlâ'nın her türlü hamd ve senâya, övgüye ve tâzime lâyık olduğu, vahdaniyeti, azameti, O'ndan başka sığınılacak, kulluk edilecek mâbûd-u bil-hak olmadığı, her türlü destek ve yardımın yalnızca O'ndan geldiği, hidayete ermek de, hidayetten sapmak da O'nun kudret elinde olduğu beyan buyurulmaktadır.
Fâtiha Sûre-i şerif'inin arkasından: "Duâmızı kabul buyur!" mânâsına gelen "Âmin" sözünü söylemek Sünnet-i seniye'dir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"İmam namazda Fâtiha'nın bitiminde âmin deyince, siz de âmin deyiniz. Zira her kimin âmin demesi meleklerin âmin demesine denk gelirse geçmiş günahları bağışlanır." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 435)
Sûre-i şerif'in zâhirî ve bâtınî izahları, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerin nur ışığı altında açıklanmaya çalışılmıştır.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhüma- buyurur ki:
Cebrâil Aleyhisselâm, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in yanında bulunduğu bir sırada, yukarıda kapı sesine benzer bir ses işitti. Başını göğe doğru kaldırdı ve:
"İşte gökten bir kapı açıldı. Bu güne kadar böyle bir kapı asla açılmamıştı." dedi.
Gökten bir melek indi. Cebrâil Aleyhisselâm sözlerine devam etti:
"İşte arza bir melek indi, şimdiye kadar bu melek hiç inmemişti."
Melek selâm verdi ve Resulullah Aleyhisselâm'a:
"Sana verilen iki nuru müjdeliyorum. Bu iki nur senden önce, başka hiçbir peygambere verilmemişti. Birisi Fâtiha sûresi, diğeri de Bakara sûre'sinin son âyetleri (Âmenerrasûlü). Onlardan okuduğun her harf karşılığında sana büyük sevap verilecektir." dedi. (Müslim: 806)
Mekke-i mükerreme döneminin ilk yıllarında tamamı bir defada nâzil olmuştur. Yedi Âyet-i kerime, yirmi beş kelime ve yüz on üç harften müteşekkildir.
Bu Sûre-i şerif'in bir çok isimleri vardır.
Kur'an-ı kerim'in ilk Sûre-i şerif'i ve bir bakıma hülâsası olduğu, namazda Rabb'i ile kulu arasında ilâhî bir şifre olduğu için "Açan", "Açış yapan" mânâsına "Fâtiha"adını almıştır.
İlk Âyet-i kerime'si "Hamd" ile başladığı için "Hamd sûre-i şerif'i" de denilmiştir. Halk dilinde "Elham" olarak anılmaktadır.
Kur'an-ı kerim'in özü olduğu için "Kitab'ın anası" mânâsında "Ümmü'l-kitab" adını alır.
"İki defa inen, daima tekrarlanan yedi âyet" mânâsında "Seb'u'l-mesâni" denilir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Resul'üm! Andolsun ki biz sana daima tekrarlanan yedi âyeti ve büyük Kur'an'ı verdik." (Hicr: 87)
Ayrıca: "Tam ve mükemmel" mânâsına gelen "Sûretü'l-Vâfiye", "Yeterli" mânâsına gelen "Sûretü'l-Kâfiye", insanlara şifâ verdiği için "Sûretü'ş-Şâfiye", Kur'an-ı kerim'in temeli olduğu için "Esâsü'l-Kur'an", her namazda okunduğu için "Sûretü's-Salât", özlü duâları içine aldığı için "Sûretü'd-Duâ" ve şükrün gereğini ifade etiği için "Sûretü'ş-Şükr" olarak da anılmaktadır.
•
Ebu Saîd bin Muallâ -radiyallahu anh- buyurur ki:
"Mescidde namaz kılıyordum. Beni Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- çağırdı. Namazı bozup gidemedim. Sonra yanına vararak: 'Namazda olduğum için geç kaldım yâ Resulellah!' dedim.
Bunun üzerine Resulullah Aleyhisselâm:
"Allah Kur'an-ı kerim'de:
'Ey iman edenler! Allah ve Resul'ü size hayat verecek bir şey için sizi çağırdığında hemen icabet edin!' (Enfâl: 24)
Buyurmadı mı?' diye ikaz etti.
Sonra bana:'Ey Said! Ben mescidden çıkmadan sana bir sûre öğreteceğim ki, o Kur'an'ın en büyük sûresidir.' buyurdu. Sonra elimi tuttu. Mescidden çıkmak istediği sırada: 'Yâ Resulellah! Hani bana büyük bir sûre öğretecektiniz?' dedim.
Buyurdu ki:
"O sûre 'Elhamdü Lillâhi Rabbi'l-âlemin' sûresidir. Seb'u'l-mesâni yani mükerreren nâzil olmuş yedi âyet ve bana verilmiş olan Kur'an-ı azim'dir." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1672)
Bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, Allah Fâtiha'nın bir mislini ne Tevrat'ta, ne de İncil'de, ne Zebur'da, ne de Furkân'da indirmemiştir. O (namazlarda) tekrarla okunan yedi âyet ve bana ihsan edilen Kur'an-ı azîm'dir." (Tirmizî)
•
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhüma- buyurur ki:
Cebrâil Aleyhisselâm, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in yanında bulunduğu bir sırada, yukarıda kapı sesine benzer bir ses işitti. Başını göğe doğru kaldırdı ve:
"İşte gökten bir kapı açıldı. Bu güne kadar böyle bir kapı asla açılmamıştı." dedi.
Gökten bir melek indi. Cebrâil Aleyhisselâm sözlerine devam etti:
"İşte arza bir melek indi, şimdiye kadar bu melek hiç inmemişti."
Melek selâm verdi ve Resulullah Aleyhisselâm'a:"Sana verilen iki nuru müjdeliyorum. Bu iki nur senden önce, başka hiçbir peygambere verilmemişti. Birisi Fâtiha sûresi, diğeri de Bakara sûre'sinin son âyetleri (Âmenerrasûlü). Onlardan okuduğun her harf karşılığında sana büyük sevap verilecektir." dedi. (Müslim: 806)
•
Ubâde bin Sâmit -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif'lerinde:
"Fâtiha'yı okumayanın namazı olmaz." buyurmuşlardır. (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 422)
Bunun içindir ki namazların her rekâtında okunur.
•
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivâyete göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-, Âzîz ve Celîl olan Allah-u Teâlâ'dan şu Kudsî Hadis-i şerif'i nakletmişlerdir:
"Fâtiha'yı kendimle kulum arasında ikiye böldüm. Yarısı benim, yarısı da kulumundur. Kulumun istediği hakkıdır, kendisine verilecektir."
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bunu şöyle beyan ediyor:
"Bir kul: 'Elhamdü lil-lâhi Rabb'i-âlemin' dediği zaman Allah-u Teâlâ: 'Kulum bana hamdetti.' buyurur.
Kul: 'Er-rahmâni'r-rahim' dediği zaman Allah-u Teâlâ: 'Kulum beni umumi ve hususi mânâda olan merhametle andı, beni övdü, senâ etti.' buyurur.
Kul: 'Mâliki yevmiddîn' dediği zaman Allah-u Teâlâ: 'Kulum beni tâzim etti, saygı gösterdi, beni büyük tanıdı.' buyurur.
Kul: 'İyyake na'büdü ve iyyâke nestaîn' deyince Allah-u Teâlâ: 'Bu benimle kulum arasındadır. (ibadet kuluma, yardım da bana âittir). Kulumun isteği verilecektir.' buyurur.
Kul: 'İhdina's-sırâta'l-müstakîm, sıratallezîne en amte aleyhim, ğayri'l-mağdûbi aleyhim veled-dâlliyn.' dediği zaman Allah-u Teâlâ: 'Bu dilek kula âittir, ona isteği verilecektir.' buyurur." (Ahmed bin Hanbel - Müslim: 395)
•
Enes -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Uyku için yatağa yatarken evvelâ Fâtiha, ikinci olarak İhlâs sûresini okuduğun halde ölümden başka her şeyden emîn olursun." (Câmiu's-sağîr)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Fâtiha Sûre-i şerif'i ile ilgili olarak Hazret-i Cabir -radiyallahu anh-e şöyle buyurdular:
"Dikkat et! Sana Kur'an'da nazil olan en büyük sûreyi bildiriyorum. O Fâtiha sûresidir. Zira onda her derde karşı bir şifa vardır." (Ramuz'ul-ehadis: 6167)
Bu Sûre-i celîle Kur'an-ı kerim'in mukaddimesi mesabesinde olup mânâ itibarı ile Kur'an-ı kerim'e denk bir sûre olarak kabul edilir.
İnsanlara dünya saâdetlerini ahiret selâmetlerini kazandırmak, hidayet yollarını göstermek için gönderilmiş olan Kur'an-ı Azîmüşân'ın gayesini, ihtiva ettiği esasları öz olarak içine almıştır.
Allah-u Teâlâ'nın her türlü hamd ve senâya, övgüye ve tâzime lâyık olduğu, vahdaniyeti, azameti, O'ndan başka sığınılacak, kulluk edilecek mâbûd-u bil-hak olmadığı, her türlü destek ve yardımın yalnızca O'ndan geldiği, hidayete ermek de, hidayetten sapmak da O'nun kudret elinde olduğu beyan buyurulmaktadır.
Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim okumak isteyen kimseye, ilk önce şeytanın şerrinden Zât-ı akdes'ine sığınmasını emretmektedir:
"Kur'an okuyacağın zaman kovulmuş şeytandan Allah'a sığın." (Nahl: 98)
Bu sığınma da:
"Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım!" demektir.
Kur'an-ı kerim tilâvetinden faydalanmak isteyenler "Besmele"den önce bu "İstiâze"yi okumak suretiyle bu tavsiye emrini yerine getirmektedirler.
Allah ile kulları arasındaki derûnî münasebeti ifade eden ve her hayrın anahtarı, İslâm'ın bir sembolü olan Besmele-i şerife'ye gelince;
"Rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla." beyanının Kur'an-ı kerim'den bir Âyet-i kerime olup olmaması ihtilâflıdır.
Şöyle ki;
Neml sûre-i şerif'inin 30. Âyet-i kerime'sinde geçen "Besmele"nin Âyet-i kerime olduğu kesindir. Tevbe sûre-i şerif'inin başında bulunmaması istisnâ edilirse, Sûre-i şerif'lerin başlarındaki 113 Besmele'nin her birinin müstakil birer Âyet-i kerime olup olmadığında ihtilâf vardı.
İmam-ı Şâfi -r. aleyh- her birinin başında bulunduğu Sûre-i şerif'ten bir Âyet-i kerime olduğunu söylemiş, böyle olunca da Fâtiha sûre-i şerif'inin başındaki Besmele'yi birinci Âyet-i kerime olarak kabul etmiştir.
İmam-ı Âzam -r. aleyh- ise her birinin müstakil bir Âyet-i kerime olduğunu, fakat başında bulunduğu Sûre-i şerif'in bir cüz'ü olmadığını, sadece Sûre-i şerif'lerin arasını ayırmak ve teberrük olunması için nâzil olduğunu söylemiştir.
Besmele-i şerif'in hülâsa olarak mânâsı:
"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adı ile, O'nun izni ve emri ile, O'nun rızâsı için yapıyorum. Her türlü yardım, kuvvet ve kudret O'ndandır. O yardım etmezse, bu kuvvet ve kudreti vermezse hiçbir şey yapamam, hiçbir işte muvaffak olamam." diyerek acziyetini ortaya koymak ve her işi Yaratıcı'ya havale etmektedir.
"Allah"; Lâfza-i celîl'i Zât-ı akdes'inden başka hiçbir ilâh bulunmayan Vâcibü'l-vücud'un zât ismi olup, ulûhiyete âit sıfatların hepsini kendisinde toplamıştır. İsimler içinde en büyüğü en mübârek olanıdır. Bu bir İsm-i âzâm'dır.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır.
"Hiç sen Allah'ın ismini taşıyan başka birini bilir misin?" (Meryem: 65)
"Allah" İsm-i şerif'i başka dillere çevrilemez. Farsça'da "Hüdâ", Türkçe'de "Tanrı", İngilizce'de "God"; Allah İsm-i şerif'inin karşılığı değil, "İlâh"ın karşılığıdır, hepsi de umumî mânâ ifade ederler.
"Allah" İsm-i şerif'i herhangi bir kelimeden türetilmiş veya başka bir dilden Arapça'ya nakledilmiş değildir. Başlangıçtan itibaren has bir isim olarak kullanılmıştır. Allah-u Teâlâ'nın Zât-ı akdes'i bütün isimler ve vasıflardan önce bulunduğu gibi, "Allah" İsm-i şerif'i de öyledir.
Dikkat edilirse "Allah" İsm-i celâl'inin her harfinde O vardır. Şöyle ki;
Baştaki elif kaldrırılırsa "Lillâh" olur, "Allah için" demektir. Birinci lâm kaldırılırsa "Lehu" olur, "O'nun için" demektir. İkinci lâm kaldırıldığı zaman "Hû" kalır, o da Allah-u Teâlâ'ya râcidir.
Bu İsm-i şerif ulûhiyet vasfından değil, ulûhiyet mâbudiyet vasfı ondan alınmıştır.
Allah-u Teâlâ, ibadet edilen zât olduğu için Allah değil, Allah olduğu için kendisine ibadet edilendir. O'nun ilâhlığı, tapılmayı ve kulluk edilmeye lâyık olması kendiliğindendir.
Bir insan puta tapar, ateşe güneşe, veya sevdiği bazı şeylere tapar. Taptığı zaman onlar ilâh olurlar. Bunlardan vazgeçilip cayıldığı zaman onlar ilâhlık özelliklerini kaybederler. Halbuki insanlar Allah-u Teâlâ'yı ister Mâbud tanısın, ister tanımasınlar, O bizzat Mâbud'dur. O'na herkes ibadet ve kulluk borçludur.
"Hamîd" Allah-u Teâlâ'nın bir İsm-i şerif'idir."Ancak kendisine hamd ve senâ edilen, her türlü medih ve övgüye lâyık olan." demektir. "Hamd" ise, övülmeye lâyık olan zâtın kemâlinin açıkça ortaya konulmasıdır. Bütün hamd ve senâlarla, şükürlerle, medihlerle kendisine tâzim ve ibadet olunacak veliyy-i nimet O'dur. Çünkü hamd ve senâyı icabettiren bütün kemâlât ancak O'nda mevcuttur. En güzel övgüler ancak O'na yaraşır, O her övgüye lâyıktır.
"Âlemlerin Rabb'i olan Allah'a hamdolsun" (Fâtiha: 1)
Âyet-i kerime, hamdin Allah-u Teâlâ'ya mahsus olduğunu bildirmekle beraber; işaret ettiği mânâ itibarı ile: "Âlemlerin Rabb'i Allah'a hamdediniz." demektir. Hamd Allah-u Teâlâ'nın emri, insanın ise kulluk vazifesidir.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyuruluyor:
"Elhamdülillah de!" (Neml: 59)
Bütün âlemleri yaratmış, hiçbir karşılık beklemeden bol bol nimetler vermiştir. Ruh O'nun, beden O'nun, mülk O'nun, nimet O'nun, lütuf O'nun... O her nimetin kaynağıdır.
"Hamd", nimetler karşısında O'nu senâ etmektir. Bu da ancak nimeti bilmekle olur. O'nun nimetlerini saymak ise imkânsızdır. Bu hakikat bilinip itiraf edilince, her türlü methü senânın Allah-u Teâlâ'ya mahsus olduğu ve O'nun hakkı olduğu kendiliğinden anlaşılmış olur.
İnsan "Elhamdülillah" dediği zaman hamdin Allah'a âit olduğunu dil ile ikrar ve itiraf ederken; kalbi ile de hamde lâyık olan Allah-u Teâlâ'nın vahdaniyetini, azametini, O'ndan başka ibâdete lâyık Mâbud-u bil-hak olmadığını, yaratan, yaşatan, öldüren yalnız O olduğunu tasdik etmelidir. Diğer taraftan rızâsını umarak, ancak O'na yönelerek, emir ve yasaklarına tam bir teslimiyetle kulluk vazifelerine devam etmelidir.
İnsan ne kadar hamd ve senâ etmeye çalışsa bile gerçek mânâda senâ edemeyeceği açık bir gerçektir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir duâlarında şöyle buyurmuşlardır:
"Ben seni lâyık olduğun gibi senâ edemem. Sen kendini nasıl senâ ettiysen öylesin." (Müslim)
"Rabb" terbiye eden, ıslâh eden, yetiştiren mânâsına geldiği gibi; sahip mânâsına da gelir.
Bu kelime Allah-u Teâlâ'dan başka hiç kimse hakkında kullanılmaz. Çünkü bu kelime varlık âlemini yoktan vârederek yaratan, yarattıklarını bir nizam içinde olgunlaştıran, terbiyeden geçiren, her ihtiyacı temin eden, dilediği her şeyi kendi iradesi ile dilediği şekilde yapabilecek kuvvet ve kudrete sahip olan Allah-u Teâlâ'ya işaret eder.
İnsanların yegâne mürebbisi O'dur. Bir şeyi veya bir insanı başlangıcında ele alarak, derece derece yetiştiren, terbiye eden O'dur. Zâhirleri nimet ile, bâtınları rahmet ile terbiye eder. İnsan bu terbiyeden en büyük nasibini almıştır. Bu bakımdan insanoğlu Yaratıcı'sına, nimetlerle donatıcısına hamdetmek, O'nu en güzel övgülerle övmek zorundadır.
Bütün âlemleri yaratan, terbiye eden, her şeye şekil veren Allah'tır. Topraktan yaratıyor, toprağın üzerinde gezdiriyor, topraktan rızıklandırıyor. Bütün nimetlerini ve ziynetlerini tepsisinin üzerinde gezdiriyor.
Nitekim O'nun bir ism-i şerifi de "Vehhâb"dır. Hesaba gelmeyen her türlü nimetlerini, hiçbir karşılık beklemeden gayb hazinesinden daima ihsanda bulunuyor.
Gecesi, gündüzü, ayı, güneşi, insanı, hayvanı, cemâdâtı, nebâtâtı, mevcûdâtı... Hepsi o tepsinin üzerinde.
Biz o sahnede imtihandayız.
"O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır." (Mülk: 2)
Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğu üzere bizi denemek için gönderdi. Fakat sen tepside kaldın, nimetlere daldın. Yaratan'ı bilmeye ve bulmaya çalışmadın.
Bunun içindir ki Allah-u Teâlâ bir Hadis-i kudsî'de şöyle buyurmaktadır:
"Benim cinlerle ve insanlarla önemli bir hadisem var! Ben yaratıyorum, benden başkasına ibadet ediliyor. Ben rızıklandırıyorum, benden başkasına şükrediliyor." (Taberânî)
Bu başkasından murad şeytandır.
Nankör insan sahnede olduğunu unuttu. Yaratan'ını gerçekten bilemedi ve bulamadı. Hazret-i Allah'ın yarattığı mülkün içinde Hazret-i Allah'ı arıyor. Bu bir cehalet değil midir?
Kimi "Göklerdedir." diyor. Kimisi ise "Arşurahman'dadır." diyor. Yani O'nun yarattığı tepside "Yaratan"ı arıyor.
Sen O'nu nasıl bilebilirsin? O'nu bilmen için O'nu bileni bulman lâzımdır. O'nu bileni bulmadıkça Hakk'ı nasıl bilirsin, Hakk'a nasıl varırsın?
"Âlemler"e gelince;
Âlemlerden murad; mevcûdiyeti düşünülebilen, Yaratıcı'nın varlığına delil teşkil eden, Allah-u Teâlâ'nın dışındaki canlı ve cansız, maddî ve mânevî, gözle görülen ve görülmeyen, bilinen ve bilinmeyen bütün varlıklardır. O bütün mevcudâtı yaratan ve terbiye eden Rabbü'l-âlemîn'dir, onların tasarruf ve hâkimiyeti kendi idaresinde bulunmakta olup, göklerin ve yerin sırlarını sadece O bilir.
Kur'an-ı kerim'de yetmiş üç yerde "Âlemîn" kelimesi geçmekte olup, bunların kırk ikisinde "Rabbü'l-âlemîn" terkibiyle anılarak Allah-u Teâlâ'nın bütün varlıkların ilâhı olduğu beyan edilmektedir.
Enbiyâ sûre-i şerif'inin 107. Âyet-i kerime'sinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in "Âlemlere rahmet" olduğu haber verilmektedir.
"Resul'üm! Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiyâ: 107)
Nasıl ki Allah-u Teâlâ Arş'tan bütün insanlara vücud ve hayat veriyorsa, mânevî hayat da yalnız ve yalnız "Rahmeten Lil-âlemin" olan, Allah-u Teâlâ'nın Resul-i Ekrem'i Muhammed Aleyhisselâm'dan gelir. Yani bir kimseye mânen ne verilmişse Allah-u Teâlâ'nın Nûr'u olan Resulullah Aleyhisselâm vasıtasıyla verilmiştir. O mânevî hayat kaynağından hayat suyu gelmedikçe kişide hayat olamaz.
En güzel isimler Allah-u Teâlâ'nındır, o en güzel isimlerle O'na kulluk yapmak ve duâ etmek gerekiyor.
"O Rahman ve Rahîm'dir." (Fâtiha: 2)
"Rahman"; rahmet kelimesinden türemiş olup son derece merhametli demektir. Allah-u Teâlâ'nın sıfat ismidir, rahmeti ezelden ebede sonsuzdur. O'nun bütün âlemleri, canlı cansız bütün varlıkları yaratması, canlılara rızık vermesi, her şeyi yerli yerinde nizama koyması, sonsuz rahmetinin bir neticesidir. Hatta bu rahmet o kadar umumî ve şümullüdür ki, hak edip etmemesine, lâyık olup olmamasına bakmaz; mümin-kâfir, mûtî-âsî, âlim-câhil, çalışkan-tembel, haklı-haksız... ayırmadan rahmetini herkese her mahlûka şâmil kılmıştır.
"Rahîm" de aynı şekilde sıfat ismi olup; inanıp sâlih amel işleyenleri, verdiği nimetleri iyiye kullananları ahirette daha büyük ve ebedî nimetler vermek suretiyle mükâfatlandıran demektir.
Dünyada inananı-inanmayanı, çalışanı-çalışmayanı ayırdetmeden bütün mahlûkatına sayısız dünyevî nimetler bahşedip, onları korurken; âhirette de inananı, çalışanı ayırıp onları cennet ve Cemâlullah ile mükâfatlandırması, işte bu "Rahîm" sıfatının bir neticesidir.
Allah-u Teâlâ mülk ve melekûtun yegâne sahibi, mutlak hükümdârı olduğu gibi, O'nun mutlak hâkimiyet ve hükümranlığı ahirette de devam eder.
"O din gününün sâhibidir." (Fâtiha: 3)
"Din günü" her yapılanın karşılığının verileceği son gün demektir. O gün, kendi mülkünde tasarrufta bulunan mülk sahibi gibi tasarrufta bulunacak, tasarrufuna ortak olacak hiç kimse bulunmayacaktır. O vâdolunan gün mutlaka gelecek ve insanlar Allah-u Teâlâ'nın huzurunda hesaba çekilecekler, iyi ve kötü ne yapmışlarsa karşılığını mutlaka göreceklerdir.
"Bugün mülk kimindir? Tek ve kahhar olan Allah'ındır!" (Mümin: 16)
Soruyu soran da O, cevap veren de O...
Bir ortağı olmak şöyle dursun, her şey O'nun kahrına mahkûmdur. O gün bütün yetkiler O'nun elindedir.
Öyle bir hesap günü ki; inananla inanmayanı, itaatkârla isyankârı, şükredenle nankörü, zulmedenle zulme uğrayanı orada ayıracaktır. İyileri mükâfatlandırıp, kötüleri cezalandıracak, dilediğini bağışlayacaktır.
O gün hüküm günüdür, özür beyan etme günü değildir.
"O gün gerçek hükümranlık Rahman olan Allah'ındır." (Furkân: 26)
Dünyada geçici olarak emaneten mülk ve saltanat sahibi olanların hükümleri; ölümleri ile ellerinden alınır, yaptıklarının iyi ve kötü hesabı kalır. O gün O'ndan başka hiç kimse mülk sahibi değildir, dünyadaki gibi mülkleri de yoktur.
O gün tek hâkim O'dur. Hükmünde O'na hiç kimse, hiçbir şekilde ortak olamaz. Affetmek veya cezalandırmak bütünüyle O'nun kudret elindedir. Cezâlandırmak istediği bir kişiyi, kimsenin affetmeye gücü olmadığı gibi, affetmek istediği bir kişiye de kimsenin cezâ verdirmeye gücü yetmez. Başkasının işlediği bir günah bir kimsenin hesap defterine yazılmadığı gibi, hiç kimse işlediği günahın cezâsından fazlasına çarptırılmaz. Hiç kimseye zulmetmemesi O'nun şânındandır. Verdiği bir kararı hiç kimse değiştirmeye güç getiremez. Her işi adaletlidir, her hükmü hakkâniyetlidir.
Mümin duâ ederken âlemlerin Rabb'i olan Allah'a gönülden yönelerek ve bağlanarak duâ eder.
"(Ey Rabb'imiz!) Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz." (Fâtiha: 4)
İbadet; tevâzu göstermek, itaat etmek, boyun eğmek, sımsıkı yapışmak, sarılmak, hiçbir surette bırakmamak mânâsına gelir. İbadet bir kulun kendisini Rabb'ine bağlaması, zikriyle fikriyle O'nda bulunması, O'nda yaşaması, kulluğunun gerektirdiği bütün vazifelerini yapması demektir. Kulluk en geniş mânâsı ile Allah-u Teâlâ'nın her takdirine rızâ göstermek ve teslim olmaktır.
Kulluk yüce bir makamdır. Kul o makamda huzurda bulunmanın saâdetine nâil olur.
Muaz bin Cebel -radiyallahu anh-den rivayete göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz elinden tutarak: "Ey Muâz! Cidden seni seviyorum. Her namazın ardından:
'Ey Allah'm! Seni zikretmek, sana şükretmek ve sana güzel bir şekilde ibadet etmek için bana yardım eyle!' diye söyleyegeldiğin duâyı bırakmamanı tavsiye ederim." buyurdu. (Müslim)
İbadette asıl gaye Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri'dir. Yardım dileme ise O'na tevessül etmektir. Allah-u Teâlâ yalnız kendisine ihlâsla ibadet etmemizi ve her işte yalnız kendisinden yardım dilememizi emir buyurmaktadır.
Kul: "Yalnız sana ibadet ederiz!" demekle şirkten uzaklaşmakta, "Yalnız senden yardım dileriz!" demekle de her türlü güç ve kuvvetten ayrılarak her işini Allah-u Teâlâ'ya dayandırmaktadır. Zira insan O'nun yardımı olmazsa, ne kulluk görevini yapabilir ne de diğer işlerini... Her iş ancak O'nun yardımı ile neticelenir.
Bu Âyet-i kerime kul ile Hâlik'ı arasındadır. Kul doğrudan doğruya Hâlik'ına münacaatta bulunmaktadır.
Allah-u Teâlâ kendi zâtını bilmek ve doğru yolu bulmak için lütuf ve keremi ile kullarında muvaffakiyet halkeder. O kime hidayeti nasip ederse, yardım ederse, doğru yolu bulmuş olur. Hakk ile bâtılı, iman ile küfrü, doğru ile eğriyi, hayır ile şerri, güzel ile çirkini ayırır ve hakikate yönelir. Kimi de sapıklığı ile başbaşa bırakırsa, yardım etmezse, doğru yolu bulamaz.
Bunun içindir ki hayatın her safhasında dergâh-ı ulûhiyetten bu yardımı, bu muvaffakiyeti dilemek lâzımdır.
"Bize doğru yolu göster!" (Fâtiha: 5)
"Hiçbir eğriliği bulunmayan yol" mânâsına gelen "Sırât-ı müstakim"; Allah yoludur, İslâm'dır. Allah-u Teâlâ'ya vâsıl olmak için müşâhade ile neticelenen bir mücâhede yolu bulmak ve o yola ulaşmak demektir. Bunun için de Allah-u Teâlâ'dan yardım isterken Sırât-ı müstakîm'i göstermesi ve buldurması istenmelidir.
Sırât-ı müstakîm'e muvaffak olan bir kimse; Allah-u Teâlâ'nın kendilerine nimetler ihsan ettiği peygamberlerin, sıddıkların, şehitlerin, sâlihlerin yoluna muvaffak olur.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyurulmaktadır:
"İşte bu benim dosdoğru yolumdur, siz ona uyunuz. Başkaca yollara gidip de onlar sizi Allah'ın yolundan ayırmasın." (En'âm: 153)
Kul Allah'tan gayrı her şeyden yüz çevirmedikçe "Sırat-ı müstakîm"e ulaşamaz.
Bir kul gece ve gündüz, her an ve her durumda Allah-u Teâlâ'nın kendisini Sırat-ı müstakîm'de sâbit kılmasına muhtaçtır. Bu ihtiyacı her an çoğalmakta ve devam etmektedir. Bunun içindir ki her namazda ve hususiyetle diğer feyizli zamanlarda bu ihtiyaç: "Bizi doğru yola ulaştır!" diye Allah-u Teâlâ'ya arzedilmektedir. Yolun en büyüğü ve en güzeli, Allah-u Teâlâ'nın yardımının yoluna, insanı cennet-i âlâ'ya götürecek ve onun yüksek derecelerine ulaştıracak yola girmektir. Hiç şüphesiz ki doğru yolu bulmak, dünya saâdetine ve ahiret selâmetine ermenin kesin bir teminatıdır.
Kulun Allah-u Teâlâ'dan isteyebileceği en büyük yardım, nimetler verdiği sevgili kullarının yürüdüğü yola kavuşmaktır. İnsanlar, kendilerini Hakk'a kılavuzlayacak, hakikate yöneltecek, himmet ve gayretlerini artıracak bu Allah dostlarına muhtaçtırlar.
"Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yoluna eriştir." (Fâtiha: 6)
Bu yol Allah-u Teâlâ'nın bizzat desteklediği, kendilerine nimetler ihsan ve ikram ettiği, dünya saâdetine ahiret selâmetine ulaştırdığı Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı'nın, Evliyâullah Hazerâtı'nın ve sâir müminlerin yoludur.
Allah-u Teâlâ onları derece derece hidayet, iman ve yakîn, ilim ve irfan, itaat ve teslimiyet nimetleriyle nimetlendirmiş, her türlü gösterişten uzak olan hakikat nuruyla nurlandırmıştır.
Yusuf Aleyhisselâm bir peygamber olduğu halde:
"Müslüman olarak canımı al ve beni sâlihler zümresine kat!" (Yusuf: 101)
Diye duâ etmiş ve bu dilek ile ahirete intikal etmiştir. Gerçekten de Allah-u Teâlâ'ya gönülden bağlı olanların can atacakları arzu ve gaye işte bu sondur.
"Hamd olsun Allah'a, selâm olsun O'nun beğenip seçtiği kullarına." (Neml: 59)
Sırât-ı müstakim'e ulaştırması için Allah-u Teâlâ'ya niyazda bulunmak gerektiği gibi, dalâlet yollarına sapmamak için de duâ ve tazarruda bulunmak gerekmektedir.
"Gazaba uğramış ve sapmış olanların yoluna değil!" (Fâtiha: 7)
Adiyy İbn-u Hâtim -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"(Fâtiha'da geçen) 'Elmağdûb aleyhim = Allah'ın gazabına uğrayanlar' yahudilerdir, 'Eddâllîn = Sapıtanlar'da hıristiyanlardır." (Tirmizî)
Gazaba uğrayanlar ve lânetlenenler ehl-i kitap olan yahudilerdir, sapıklığa düşenler de yine ehl-i kitaptan olan hıristiyanlardır. Onlar Hakk'ı önce tanıdılar sonra terkettiler, Allah-u Teâlâ'ya lâyık olmayan sıfatlar yakıştırdılar, küfür ve sapıklıklarında inat ettiler. Kendilerine verilen sayısız nimetleri unuttular. İlmi de ameli de yitirdiler. Hakk yolunda olduklarını zannettikleri halde, aslâ o yolda olamadılar. Şeytanı dost edindiler, hevâ ve heveslerini ilâh edindiler. Ahireti unutup dünyaya daldılar. Bile bile Allah-u Teâlâ'nın hak dininden çıktılar. Allah'ı unuttular. Allah da onları unuttu ve onlara gazab etti.
Gazaba uğrayanlar ve sapıklığa düşenler onlar olduğu gibi, geçmiş devirlerde yaşamış olan ve onlar gibi gazaba uğrayan ve sapıklığa düşen kavimler de hiç şüphesiz ki bu hükmün içindedirler.
Bunların korkunç âkıbetlerinden ders almasını bilen müminler, aynı duruma düşmemek için bu Âyet-i kerime'de öğretildiği şekilde Rabb'lerine yönelirler ve son nefeslerine kadar bu naz ve niyazlarına devam ederler.
Kur'an-ı kerim'de birçok Âyet-i kerime'de yahudilerin gazaba uğrama durumları ifade edilmiştir:
"Üzerlerine zillet ve meskenet, horluk ve yoksulluk damgası vuruldu, Allah'ın gazabına uğradılar. Öyle oldu; çünkü onlar Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar, haksız yere peygamberlerini öldürüyorlardı. İsyana daldıkları, haddi aşıp aşırı gittikleri için bunu hak ettiler." (Bakara: 61)
Nankörlükleri, peygamberlerini öldürdükleri, isyana daldıkları, mütecaviz oldukları beyan edilmektedir.
"Onlar (yahudiler) nerede bulunurlarsa bulunsunlar, zillet altında kalmaya mahkûmdurlar. Meğer ki Allah'ın ahdine ve insanların ahdine sığınmış olsunlar. Onlar Allah'tan bir gazaba uğramışlardır ve üzerlerine miskinlik (damgası) vurulmuştur." (Âl-i imrân: 112)
"Nefislerini ne kötü şeye değişip sattılar! Allah'ın, kullarından dilediğine lütfundan (kitap) indirmesine hased ederek Allah'ın indirdiğini inkâr ettiler ve bu sebeple gazap üstüne gazaba uğradılar." (Bakara: 90)
Onların küfre sapmalarının sebebi kıskançlık ve büyüklük taslamak olduğuna göre, hor ve hakir kılınmakla onlara karşılık verilmiş oldu.
"Allah katında bundan daha kötü bir cezanın bulunduğunu size haber vereyim mi? Onlar Allah'ın lânetlediği, gazap ettiği, içlerinden maymunlar ve domuzlar yaptığı kimselerle Tağut'a tapanlardır. İşte onlar mevki bakımından daha kötü olanlar ve doğru yoldan daha çok sapmış bulunanlardır."(Mâide: 60)
"Allah'ın gadap ettiği bir toplulukla dostluk kuranları görmedin mi? Onlar ne sizdendir, ne de onlardan. Bilerek yalan yere yemin ediyorlar." (Mücâdele: 14)
Hıristiyanların sapıtmaları; kitaplarını tahrif ederek, Hazret-i İsa'ya ulûhiyet isnad etmeleri, Hazret-i Allah'ın tek'lik sıfatında sapmışlığa giderek üçlemeleri gibi sebeplerle haktan ayrılarak sapıtmışlardır.
"'Allah, Meryemoğlu Mesih'tir.' diyenler gerçekten kâfir olmuşlardır." (Mâide: 72)
"Andolsun ki: 'Allah üç ilâhtan üçüncüsüdür.' diyenler kâfir olmuşlardır." (Mâide: 73)
"De ki: Ey kâfirler!
Ben sizin taptıklarınıza tapmam.
Benim taptığıma da siz tapmazsınız.
Ben de sizin taptığınıza aslâ tapacak değilim.
Benim taptığıma da sizler tapmıyorsunuz.
Sizin dininiz size, benim dinim banadır." (Kâfirûn: 1-6)
•
Fâtiha Sûre-i şerif'inin arkasından: "Duâmızı kabul buyur!" mânâsına gelen "Âmin" sözünü söylemek Sünnet-i seniye'dir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"İmam namazda Fâtiha'nın bitiminde âmin deyince, siz de âmin deyiniz. Zira her kimin âmin demesi meleklerin âmin demesine denk gelirse geçmiş günahları bağışlanır." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 435)
Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'de gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yarattığını beyan buyurduğu halde, insanlar O'nu hâlâ yarattığı mülkünün içinde arıyor ve zannediyorlar. Bu zanla hakikat hiçbir zaman anlaşılamaz.
Arşurahman, diğer bütün cisimleri kuşatan bir cisimdir. O ise Arşurahman'ı da kuşatmıştır.
"Allah herşeyi çepeçevre kuşatandır." (Nisa: 126)
Çünkü Allah-u Teâlâ her şeyi çepeçevre kuşattığından dolayı nereye baksan yanız O'nu göreceksin. Herkes O'nu bu mülkün içinde, mekânların içinde arıyor. Halbuki bütün mekânlar O'nda mekândır, O'nun mekânı yoktur.
Furkân sûre-i şerif'inde şöyle buyurulmaktadır:
"Rahman'dır." (Furkân: 59)
O'nun rahmeti bütün varlıkları kaplamıştır. Varlık ve hayat O'nun rahmetinin eseridir. Bütün kâinata Allah'ın arşından hayat ve vücud dağılmaktadır.
O "Rahman"dır, bütün âlemleri rahmeti ile kuşatmıştır.
Bunu da bilebilmen için hiç olduğunu ve bir maskeden ibaret olduğunu görmen lâzımdır. Ancak o zaman husule gelir.
Zira Âyet-i kerime'sinde:
"Allah her şeyi çepeçevre kuşatandır." buyuruyor. (Nisâ: 126)
Sen ise onu da bilmiyorsun ve görmüyorsun.
"Bu dünyada kör olan kimse âhirette de kördür. Üstelik iyice yolunu şaşırmıştır." (İsrâ: 72)
Bu dünyada Allah-u Teâlâ'nın âyet ve beyyinâtına karşı kör olan, hakikati göremeyen, hak rehbere uymayan kimseler âhirette de kördürler.
"Allah-u nûrus-semâvâti vel-ard" Âyet-i kerime'sinin sırrına ve esrarına mazhar olman için halkı Hakk'a götüreni bulman lâzımdır. Çünkü onu Hazret-i Allah tayin etmiştir.
Âyet-i kerime'sinde:
"Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da var ki, onlar Hakk'a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler." (A'râf: 181)
Hakk'a vardığın zaman, gerçeği öğrendiğinde, yalnız "O" olduğunu hem göreceksin hem de bileceksin.
Meğer hep O imiş, âlem bir tepsi imiş.
Allah-u Teâlâ Arş'tan bütün insanlara vücud ve hayat veriyor, mânevî hayat da yalnız ve yalnız "Rahmeten lil-âlemin" olan, Allah-u Teâlâ'nın Resul-i Ekrem'i Muhammed Aleyhisselâm'dan gelir. O hayat kaynağıdır. Her şeyin özü ve evvelidir. O sebebi mevcûdattır. O olmasaydı felekler yaratılmayacaktı. Hidayet rehberidir. Mânevi hayat odur. Onsuz mânevi hayat olmaz. Yani bir kimseye mânen ne verilmişse Allah-u Teâlâ'nın nuru olan Resulullah Aleyhisselâm vasıtasıyla verilmiştir. O mânevî hayat kaynağından hayat suyu gelmedikçe hiç kimsede hayat olamaz.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Hamd, âlemlerin Rabb'i Allah'a mahsustur." (Fâtiha: 1)
O, bütün âlemlerin Rabb'idir. Âlemleri yoktan yarattığı için O'na "Rabbü'l-âlemîn" denilmiştir. Topraktan yaratıyor, toprağın üzerinde gezdiriyor, topraktan rızıklandırıyor. Bütün nimetlerini ve ziynetlerini tepsisinin üzerinde gezdiriyor. İçte O.
Bu âlemleri O yoktan var etti ve şekil verdi. Âlemlerin Rabb'i yalnız O'dur. Dilediği anda yaratır, dilediği anda yok eder. Yok iken yaratıyor, var iken yok ediyor.
Hücreleri yaratıp öldürdüğü gibi, kâinatı da yaratıp öldürüyor. Hücrelerini an be an öldürüp dirilttiğinden hiç kimsenin haberi yok, bütün kâinat da böyledir.
Dilediği zaman yaratıyor, dilediği zaman öldürüyor. Dirilten de O, öldüren de O. Bu tecelliyâttan âlemlerin hiç haberi olmaz. İnsanoğlu zannediyor ki kendisi var, O'na bakmaya çalışıyor. Ne kadar ters bir durum!
Halbuki gerek insan gerek kâinât yalnız bir perdeden ibarettir. Perdeyi kaldır O var. Perdeye "Ol!" diyor, perde oluyor. Yaratan O'dur. Yani O içte, sen dışta... Sen dıştasın, içtekini aramaya, perdede O'nu görmeye çalışıyorsun. Bu mümkün değildir. Sen bir perdeden ibaretsin, kâinât da bir perdedir. Perdeyi kaldır O var.
Sen âlemlerin içinde bulunduğun halde bu sözü söylersen, sözden ibaret kalır.
"Erden Hakk'a varmak gerek,
Varanları bulmak gerek."
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Sâdıklarla beraber olunuz." buyuruyor. (Tevbe: 119)
Dünyaya geliş sebebin budur. Nasibin varsa Hakk'ı bulursun. Bulamadın, bil ki zannında kaldın.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Ben cinleri ve insanları ancak (beni bilsinler) bana ibadet etsinler diye yarattım." buyuruyor. (Zâriyat: 56)
O'nu bilmek, O'nu bulmak; O'nu bilerek ihlâs ile ibadet etmekle kaimdir.
Zira dikkat et! Hem "Elhamdü lillâhi Rabbil-âlemin" diyorsun, bütün âlemleri yarattığını söylüyorsun; fakat söylediğinin mânâsını aslında sen de bilmiyorsun. O'nu bilmediğin için, yarattığı mülkünün içinde Yaratan'ı arıyorsun.
O'nun İsm-i şerif'lerinden birisi de "Kayyum"dur. Her şeye hâkim olan, bütün varlıkları ayakta tutan, her şeye belirli bir zamana kadar ayakta durması için sebepler ihsan buyuran O'dur. Her şey Hakk ile kaimdir.
İnsan "Rabbü'l-âlemîn" diyor amma ne söylediğini bilmiyor. O "Rabb"dır, âlemleri O yaratmıştır. Âlemler Allah değildir. O ayrı, O ayrıdır. Âlemler "Ol!" demekten ibarettir, Rabbü'l-âlemin "Ol!" diyor oluveriyor. Zerre de böyledir, kürre de böyledir. Her şey "Ol!" demekle olmuştur. Fakat Allah-u Teâlâ'nın ayrı, âlemlerin ayrı olduğunu kimse bilmiyor.
Binaenaleyh hem O'dur, hem O'ndandır. Her zerrede O'nun varlığı mevcuttur. Her şey ceset, O ise ruhtur. Nasıl ki sende bir ceset var. Allah-u Teâlâ'nın emri ile, ruhu ile duruyorsun. Kâinat da böyledir. Ruhsuz cesedin ne hükmü olabilir?
En ince sırlardan birisi; Allah-u Teâlâ'yı görmek, kabuk mesabesindeki kâinatı O'ndan ayrı görmektir. Ruh ile cesedin, yani öz ile kabuğun irtibatı, Hâlik ile mahlûkun irtibatı demektir.
"Elhamdü lillâhi Rabb'il-âlemîn" O âlemlerin Rab'bidir. "Ey bütün bu âlemleri yoktan var eden, nimetlere gark eden!" dediğin zaman, sen şimdi âlemlerin içinde kaldın, O ayrıldı. O ayrı, sen ayrı, âlemler ayrı.
"Yaratıcı yalnız sensin, kâinatı da böyle yarattın. Bu mahlûkatın içinde ben de varım." diyorsun.
Bu hakikat karşısında hakikat ehlininin durumuna gelince;
Onlar içindekini görür. Kabuğu ayrı, özü ayrı olduğunu görür. Kâinatın özü ile cesedin ayrı olduğunu görür.
Onlar "Elhamdü Lillâhi Rabbi'l-âlemîn" dedikleri zaman, kendilerinden zerre kalmaz. Niçin kalmaz? "Rabbü'l-âlemîn"i gördüğü için, her şeyin O'ndan olduğunu bildiği için kalmaz. Çünkü her şey O'nun "Ol!" emrine tâbidir, o kadar.
"Rabbü'l-âlemîn"i gördükleri zaman O husule geliyor.
Bir kar tanesi denize düştüğü zaman eriyip hiç olduğu gibi, onlar da Allah-u Teâlâ'nın tecellî etmesiyle hiç olurlar. O'ndan başka ilâh yok zaten.
Kendileri mahvoldukları için "Rabbü'l-âlemîn" deyince âlemleri yaratanı görür, kendisini görmez, âlemleri de görmez.
O'nu bulanlar Hakka'l-yakîn olanlardır. Allah-u Teâlâ bunları kendisi için yaratmıştır. Bunları Allah-u Teâlâ sevmiş, seçmiş, huzuruna almış. Onlar her şeyden fazla Allah'ı sever ve tercih ederler, Allah da onları sever. Allah'a varmış, varlığını ifnâ etmiştir. Ledünî ilme vâkıf olmuşlardır. Yani Hakk'a vâsıl olmuş, Hakk'ta fânî olmuşlardır. Onlar Hakk'ı sever, Hakk'tan gayrısından yüz çevirirler. Hep Hakk ile olmak ister, yaratılmışlara hiçbir zaman meyletmek istemezler. Yaratılmışlarla meşgul değiller, onları sevmezler.
Yaratan'ı görüyor, yaratılmışları biliyor. Allah-u Teâlâ onları yalnız kendisi için yaratmıştır. Bu yüzden başka bir şeyle uğraşmalarını istemez.
O, âlemleri yaratanı görüyor. Âlemleri görmek bile istemiyor. Çünkü zaten âlemleri Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin nurundan yaratmış, nuru da kendinden yaratmış. Ne büyük yaratıcı! Yaratanı gördüğü için yaratılana hiç kıymet vermez. Nazarı itibara almaz. Yaratan'ı görüyor, Yaratan'la meşgul, Yaratan'ın huzurunda.
Onlar Hakk'ı sever, Hakk'a iletir ve Hakk ile hüküm verirler.
Siz bu hakikati anlamıyorsunuz, anlasanız bile zâhirini anlıyorsunuz. Fakat tatbikata geçtiği zaman okuyamazsınız, ancak tariflerini okursunuz. Biz Cenâb-ı Hakk'ın izniyle bunun kendisini okuruz.
O'nun varlığını kendimde hissetiğim, kendimi kaldırdığım zaman O çıkıyor.
Ben bildim, buldum... Ben yokum, hükümsüzüm. Ben zerre bir hakîrim. O da O'nun. Ben yokum O var. Kâinat da bilsin böyle olduğunu, kâinat da bulsun O olduğunu.
Benim hamdim O'na mahsus. O yarattı, O donattı. O bildiriyor, O gösteriyor. O yaratıyor, O yaşatıyor, aynı zamanda O yönetiyor.
"Elhamdü lillâhi Rabbi'l-âlemîn" O öyle bir Allah ki, âlemlerin yaratıcısı ve mürebbisidir. Âlemler maske gibi hükümsüzdür. Çünkü "Ol!" emriyle oluyor, "Öl!"emriyle ölüyor.
Allah-u Teâlâ bu Ãyet-i kerime'nin sırrına kimi mazhar ederse, o bilir ve görür. Kişi Allah-u Teâlâ'nın boyası ile boyandığı zaman husule gelir.
En ince sır ilmi, sırların sırlarının özü bu üç noktadadır, mârifetullah ilminin hülâsasıdır. Bu noktayı kavradığınız zaman ilimlerin anahtarını kavramış olacaksınız.
Allah-u Teâlâ İhlâs sûre-i şerif'inde:
"De ki: O Allah birdir, Allah Samed'dir." buyuruyor. (İhlâs: 1-2)
O birdir, O yaratıyor, yarattıkları O'nun içindedir. Siz Hazret-i Allah'a dıştan bakıyorsunuz, ehl-i hakikat ise O'na içten bakıyor. Onlar derler ki "Her şeyi O kuşattı, ben içindeyim." Onlar "Ehad" deyince O'ndan başkasını görmezler.
Farz-ı muhal ki bir bardak var. Bu bardak hükümsüzdür, sahibi içine ne koyarsa, konulan şeyin hükmü olur. O "Samed" dir, her şey O'na muhtaçtır. Çünkü O yaratıyor, O yarattığı için her şey O'na muhtaç.
O sana hayat veriyor, O'nunla kaimsin. Sen ise hâlâ O'nu mülkün içinde zannediyorsun.
Bazı Âyet-i kerime'lerde Allah-u Teâlâ'nın her şeyi yarattığı, bazı Âyet-i kerime'lerde her şeyi kuşattığı, bazı Âyet-i kerime'lerde ise kâinatı donattığı, her şeyin O'na muhtaç olduğu beyan buyuruluyor.
Her görünen şey O'na perdedir.
O Zâhir'dir. Zâhir O amma kimse O'nu görmüyor da perdeyi görüyor. Onu O yaratıyor, her şey O'nunla kaimdir. Sen de O'nunla kaimsin, yarattığı perde de O'nunla kaimdir. İnsanoğlu bunu bilmiyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Resul'üm! Kitap'tan sana vahyedileni oku ve namaz kıl! Şüphesiz ki namaz insanı her türlü hayâsızlıktan ve fenâlıktan alıkoyar. Zikrullah elbette en büyük (İbadet)tir. Allah yaptıklarınızı bilir." (Ankebût: 45)
Müminlerin her türlü kötülüklerden ve yasaklardan kaçınması icab ederken, nice namaz kılan kimselerin kendilerini haramdan ve yasaklardan kurtaramadıkları görülmektedir.
Halbuki Hazret-i Allah; "Şüphesiz ki namaz insanı her türlü hayâsızlıktan ve fenâlıktan alıkoyar." buyuruyordu.
Bunun da sebebi namazda huzur ve huşuya dikkat edilmemesinden ileri gelmektedir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Huşu ile namaz kılan müminler ahiret azabından kurtuldular." buyuruyor. (Müminûn: 1-2)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif'lerinde:
"Namazında huşu olmayan kimsenin namazı kabule lâyık olamaz, vaad olunan faydası da beklenemez." buyurmuşlardır. (Münâvî)
Bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyuruluyor:
"Namazında sesini yükseltme, sesini o kadar da kısma, ikisi arasında bir yol tut." (İsrâ: 110)
Bu gibi kimseler ancak emri yerine getirerek farzı edâ etmiş ve namazı terkedenler için tayin olunan şer'i cezadan kendini kurtarmış olur.
Namazda huzur ve huşu şarttır. Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde:
"Benim zikrim için namaz kıl!" buyuruyor. (Tâhâ: 14)
Bu Âyet-i kerime'den anlaşılıyor ki namaz kılmaktan maksat Allah-u Teâlâ'yı anmaktır. Namazı boyunca gaflette olan bir kimse, Allah'ı anmak için namaz kılanlardan olmamış olur.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde de:
"Gâfillerden olma." buyuruyor. (Â'raf: 205)
Namaz gafletle kılınırsa o namaz sahibini fuhşiyattan, münkerden alıkoymaz, Hazret-i Allah'tan uzaklaştırır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Bir kimsenin kıldığı namazı kendisini kötülüklerden alıkoymazsa, o kimseye Cenâb-ı Allah'ın rahmetinden uzaklaşmadan başka bir fayda vermez." (Ahmed bin Hanbel)
"Sâlih amelden ayrılmayan kimsenin iki rekât namazı, iyi ile kötü ameli karışık kimselerin bin rekât namazından efdâldir." (Münâvî)
Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde ise:
"Nice namaz kılan var ki namazından sadece yorgunluk elde eder." buyuruyorlar. (Nesai)
Namazda huşu; hem zâhirî hem bâtınî olmak üzere iki kısımdır:
• Namaz kılmaya başlayan bir kimse iftitah tekbirinden başlayıp selâm verinceye kadar, kendisinin Cenâb-ı Hakk'ın huzurunda bulunduğunu bilmelidir.
• O'nun heybet ve azameti karşısında kendisinin ne derece hakir, fakir olduğunu, merhamete ve mağfirete muhtaç, günahkâr bir kul olduğunu tefekkür etmelidir.
• İbadetler arasında Cenâb-ı Hakk'ın en çok sevdiği olan namaz sayesinde söz ve hareketleriyle af ve mağfiret talep edip O'nun lütuf ve ihsanını kazandıracak bir makamda bulunduğunu korku ve haşyetle düşünmelidir.
• Bu şekilde kılınan namazımız melâike-i kiram'ın muhtelif şekillerdeki ibadetlerini içinde topladığı için, diğer ibadetlerin en faziletlisi, af ve mağfiret sebeplerinin en mükemmelidir.
Meleklerin bir kısmı ayakta bir kısmı oturarak, bir kısmı rükû ve secde ile meşguldürler. Diğer bazısı da "Allah-u Ekber", "Elhamdülillâh", "Subhanallah" gibi tekbir, tahmid ve tesbih ile emrolunmuşlardır. Namaz kılan müslümanlar da, bu faziletlerin hepsinden kısmî de olsa feyz almaktadırlar.
• Bir insan namaza başlar başlamaz tam bir sükûnetle, etrafına bakmadan, azalarını lüzumsuz hareketlerden koruyarak, Allah-u Teâlâ'nın huzurunda bulunup dilinden dökülen kelimelerin mânâsını düşünmelidir.
Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Namaz içinde oraya buraya bakmak, kişinin namazından çaldığı hırsızlamadır." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 420)
"Kişi, namazından ne kadar anlarsa, o derece namaz kılmış sayılır." buyurmuşlardır.
• "Allah-u Ekber" deyince, Allah-u Teâlâ'nın herşeyden büyük olduğunu düşünmelidir.
• Sübhaneke Allahümme ve bihamdik: Ey Allah'ım! Sana hamd ederek, her türlü noksanlardan tenzih ederim.
• Vetebâre kesmük: Senin ism-i şerif'inin hayır ve bereketleri cem ettiğini bilirim.
• Veteâlâ ceddük: Senin azamet ve şanını itiraf ederim.
• Velâ ilâhe ğayrûk: Senden başka bir mabud olmadığını dil ile ikrar, kalp ile tasdik ederim.
• Euzü billâhi mineşşeytanirracîm: Merhamet dergâhından kovulmuş şeytanın hile ve desiselerinden Cenâb-ı Hakk'a sığınırım.
• Bismillâhi: Cenâb-ı Allah'ın ism-i şerif'i dilimde ve kalbimde bulunduğu halde namaza başlıyorum.
• Errahman: Öyle bir Allah ki dünyada merhameti herkese şâmil.
• Errahim: Ahirette ise itaatkâr kullarına cennet ve cemâlini ihsan buyurucudur.
• Elhamdü'lillâhi:Hamd ve sena bütün övgüler Allah-u Zülcelâl Hazretleri'ne mahsustur.
• Rabbil âlemin:Bütün âlemlerin yaratıcısı, rızıklandırıcısı, mürebbisidir.
• Errahmânirrahim: O Rahman ve Rahim'dir.
• Mâlik-i yevmiddin: Kıyamet gününün sahibi ve melikidir. Herkesin gözü onun lütuf ve keremindedir.
• İyyâke na'büdü: Allah'ım yalnız sana ibadet eder,
• Ve iyyâke nestaiyn: Yalnız senden yardım bekleriz.
• İhdinâ: Bizlere hidayet eyle.
• Sırâtalmüstakim:Cennete uzanan doğru bir yolu.
• Sıratalleziyne en'amte aleyhim:Nimetlerine nâil olan nebilerin ve velilerin süluk ettikleri şeriat ve tarikat-ı mutahharayı,
• Ğayril mâğdûbi aleyhim veleddalliyn: Gazabı haketmiş olanların ve doğru yoldan sapan yahudi ve hıristiyanların yolunu değil.
• Namaz kılan kimse bu şekilde Fâtiha sûre-i şerifi'ni okuduktan sonra istediği bir sûre daha okur. Cenâb-ı Hakk'ı tâzim makamında rükûya eğilir, kendini küçültür.
• Rükûda "Sübhâne rabbiyel aziym" diyerek, büyüklük zâtına mahsus olan Hazret-i Allah'ı bütün noksanlardan tenzih eyler.
• "Semiallahu limen hamideh" diyerek rükûdan kalkar. "Allah-u Teâlâ kendisine hamd edenin hamdini işitir ve kabul buyurur." demektir.
• Rükûdan kalktığında da "Rabbenâ lekel hamd" der. "Ey Rabb'imiz. Hamd ancak sana mahsustur." mânâsına gelir.
• Sonra secdeye varır.
Bilindiği gibi kulların fiillerinin, iş ve davranışlarının içinde en çok kabule lâyık olan şey mahviyettir. Yani bir insan kendini hakir, sağir, naçiz bir mahlûk olduğunu ve her nesi varsa Cenâb-ı Allah'ın mal ve mülkü bulunduğunu bilmektir.
Secdeye varmak, yerlere kapanmak, toprakla bir olmak ise fiili olarak mahviyeti temsil etmekte olduğu gibi dil ile de "Sübhâne rabbiyel a'lâ" yı okur. "Kuvvet, kudret, beden, mal ve mülk bakımından herkesten üstün olan Hazret-i Allah'ı bütün noksanlardan tenzih ederim." demektir.
• İkinci secdeyi de yaptıktan sonra ikinci rekâta kalkar. Aynı minval üzere onu da kılar ve teşehhüd için oturur.
• Ettahiyyatü lillahi: Hamd ve sena gibi dil ile söylenerek yapılan kavli ibadetler Allah'a mahsustur.
• Vessalâvâtü: Salâvât gibi fiili ibadetler Allah'a mahsustur.
• Vettayyibat: Mâli ibadetlerin dahi hepsi O'na ait olduğunu itiraf eyler.
• Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Miraç gecesinde huzuru Rabb'ül izzet'e varınca ve bu üç kelime-i tayyibe ile hamd ve sena vazifesini yerine getirince, Allah-u Teâlâ da üç kelime ile mukabelede bulundu.
• "Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetullahi ve berekâtühü." yani "Dünya ve ahiret azabından emniyetle beraber, Cenâb-ı Allah'ın rahmet ve âtıfeti, hayır ve bereketi senin üzerine olsun." demektir.
• Ondan sonra tekrar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz, Allah-u Teâlâ'nın selâmına cevaben "Esselâmu aleyna ve alâ ibâdillahissalihiyn." yani "Cenâb-ı Hakk'ın rahmeti ve inayeti bizim ve bütün enbiyanın, evliyânın üzerine olsun." tabiriyle meramını arzetmiştir.
• Mübarek Miraç gecesinde meydana gelen bu ahvâle vakıf olan Cebrâil Aleyhisselâm da "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve rasûlühu" yani "Cenâb-ı Allah'ın birliğine ve Muhammed Aleyhisselâm'ın Allah'ın kulu ve Resul'ü olduğuna şehâdet eylerim." buyurmuştur.
• Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'ın isminin anıldığı zaman salât-u selâm gönderilmesinin lüzumu aşikâr olduğundan, "Ettahiyyatü"nün sonunda salât-u selâm getirilir...
• Allahümme salli alâ Muhammed: Yâ Rabb'i, rahmetini Muhammed Aleyhisselâm üzerine indir.
• Ve alâ âli Muhammed:Hem de Muhammed Aleyhisselâm'ın bütün akraba ve taallükâtı ile itaatkâr ümmeti üzerine indir.
• Kema salleyte alâ İbrahime ve alâ âli İbrahim, inneke hamidün mecid: Nasıl ki İbrahim Aleyhisselâm ile onun âile efradına nâzil buyurmuşsan. Şüphesiz ki sen Hamid ve Mecid'sin" demelidir.
• Bundan sonra "Rabbenâ..." gibi meşhur duâlardan okumalıdır. Sonra da namaza mahsus olan mukaddes ilâhi huzurdan çıkarak dünya âlemine dahil olacağı için; eğer imam ise hazır bulunan cemaata ve meleklere, tek başına kılıyorsa sağındaki ve solundaki meleklere hitaben "Esselâmü aleyküm ve rahmetullah" diyerek namaz vazifesini bitirmiş olur.
• Ettahiyyatü'yü okurken namazı kılan kişi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Allah-u Teâlâ'ya arz etmiş olduğu kelime-i tayyibeleri kendisi tarafından takdim etmelidir. Bir hikaye olarak okumamalıdır.
• Namazın başından sonuna kadar huzur ve huşuyu muhafaza etmek evliyâullahın büyüklerinin güçlükle muktedir olabileceği meselelerden olduğu için, diğer insanlar için ise kolay olmadığı açıktır.
Şu kadar var ki namazın hangi rüknünde olursa olsun namaz kılan için o nispette kabul ümidi şüphesizdir. Bu bakımdan huzur ve huşu için mümkün olduğu kadar çalışıp gayret göstermelidir.
Namaz kılarken:
"Namaza başladığında son namazını kılar gibi kıl!" (Ahmed bin Hanbel)
Hadis-i şerif'ini de gönülden uzak tutmamak gerekir.
Cenâb-ı Hakk ve Feyyaz-ı Mutlak Hazretleri Tevhide inanan müslümanları muvaffak buyursun. Memur bulundukları namazlarını kemâl-i huzur ve huşu ile edâ etmekle kalplerini pür-nûr eylesin, amin.